Saadet By: armi Date: 17 Mart 2010, 13:17:33
SAADET
Hayra nail olma; mesud ve bahtiyâr olma; hoþnutluk durumu; insanýn haz duyacaðý bir hâl içinde bulunuþu. Saadete ermek, mesud olmak arzusu, insanlarýn sürekli arzuladýklarý ve hiç bir zaman vazgeçemedikleri temel bir beþerî eðilimdir. Hiç bir hayat anlayýþý ve hiç bir ahlâk felsefesi bu eðilime kayýtsýz ve yabancý kalmamýþtýr.
Saadet kavramý, antik çaðda, þirk ve putperestliðin geçerli olduðu toplumlarda ortaya çýkan ahlâk görüþlerinde önemli bir yer tutmuþtur. Hattâ bu ahlâk görüþlerine Evdemonizm (Mutluluk ahlâký) adý verilir. Mutluluðu gerçekleþtirmek gayesinde birleþen bu ahlâk görüþleri; putperest antik toplumlarda geliþen felsefi eðilimlerden hangisinin ürünü olursa olsun, kiþinin mutlu olmasýný saðlamaya yönelmiþlerdir. Sokrates, Eflatun ve Aristotales gibi aklý esas alan filozoflarýn yaný sýra; Epikuros gibi hazzý esas prensip kabul edenlerin ekolü ve acý ve tutkulara hükmetme yoluyla mutluluða erme metodunu öngörenlerin gayeleri arasýnda bu konuda bir fark yoktur. Bunun da gösterdiði gibi, müþrik ilkçað toplumlarýnda kiþilerin mutlu olma ideali, öncelikli bir kavram olarak genel kabule mazhardý; en yüksek bir iyilik olarak telâkkî ediliyordu. Bu konuda özellikle "Hedonizm" (Hazcýlýk) adý verilen tipik bir müþrik felsefesinden söz etmek gerekirse, Hedonist felsefî ekolün insan hayatýnýn ve davranýþlarýnýn bütün anlam ve esprisini maddî hazlarda bulduðunu kaydetmemiz gerekir. Öyle ki, onlara göre mutluluðun maddî hazlarýn ötesinde bir muhtevasý olamazdý. Ortaçað boyunca kilise doktrini, ahlâký, sevgi ve fedakârlýk prensipleri üzerinde iþledi. Antik çað putperestlerinin taný anlamý ile þahsî ve bencil esaslara dayanan mutluluk ahlâký anlayýþlarý, yerini diðergamlýðý temel alan, kiþinin mutluluðunu baþkalarýnýn mutluluðuna baðlayan ahlâk görüþlerine býraktý. Hatta zamanla baþkalarýnýn mutluluðu,.kiþinin mutluluðunun þartý olarak mütalaa olunmaya baþlandý; "kiþinin mutluluðu, baþkasýnýn mutluluðu gerçekleþmek suretiyle, onun aracýlýðý ile meydana gelir" düþüncesine varýldý. Bu eðilim, içinde, Kant´ýn saf akýl ahlâkýnda sözünü ettiði soyut insanlýk kavramýna deðil; daha somut kavramlara atýf yapýlýyordu. Adam Smith ve J.J.Rousseau gibi filozoflar, toplumu meydana getiren fertlerin tümünü bu kapsam içinde düþünüyorlardý. Sonralarý bu kapsam, daha da geniþletilerek bütün insanlarý içine alacak bir alana yayýldý. Böylece ahlâk, mümkün olduðu kadar çok insanýn ve hattâ bütün insanlarýn mutluluðunu saðlamak gibi son derece geniþ ve adeta somut plandan çýkmýþ bir hüviyete yeniden dönmüþ oluyordu.
slamýn ve müslümanlarýn nazarýnda saadet kavramýnýn ne ifade ettiðini deðerlendirebilmek için Ýslamýn hayat anlayýþýný gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Kur´ân-ý Kerim, dünyasý ve ahireti ile birlikte hayatýn bir bütün olarak düþünülmesini telkin eder. Yeryüzü denilen gezeðen üzerinde idrak ettiði hayat, insanoðlunun dünya hayatýdýr. Kur´ân´daki "el-Hayatü´d-dünya" terkibinde yer alan "dünya" kelimesi, yaþadýðýmýz hayatýn, "en alçak", "en aþaðý", "en alt", "en yakýn" sýfatlarýný taþýdýðýný ortaya koyan bir anlam ifade etmektedir. Bu yüzden yeryüzünde idrak ettiði hayat, insanoðlunun ilkel hayatýdýr diyebiliriz. Gene Kur´ân´a göre hayatýn gerçek anlamý ve ileri kavramý ise, ancak âhirette idrak edilecektir. Âhiret asýl hayatýn ta kendisidir (el-Ankebut 29/64). Bozulmalarýn, arýzalarýn söz konusu olmadýðý; korku ve hüznün ortadan kalktýðý; en ileri ve sarsýlmaz anlamda güvenliðin geçerli olduðu yurt, yani, "Dâr´üs-selâm" (Cennet) oradadýr. Orasý ayný zamanda "Dâr´ül karar" dýr; karar kýlýnacak ebedî yurttur.
nsan emek sarfederek, kulluk vazifelerinde çalýþýp çabalayarak kendini yaratan Rabbinin maðfiretine kavuþmak suretiyle O´nun Cennetine girme þansýna sahip olan bir yaratýktýr. O, kendisini yaratan Allah´a kavuþmayý (likaullahý) umabilir; böyle çok yüce bir emele kavuþmak onun için gerçekten de mümkündür. Hattâ, Allah tarafýndan insan buna davet edilmektedir (Yunus, 10/25). Þu halde onun, Cenneti ve likaullahý hedef almadan; hayatýn ekmel kavramýný ifade eden âhiret gerçeðini prensip olarak yok sayarcasýna dünya hayatýna yönelmesi yaratýlýþ hikmetine ve o hikmete uygun olan hüviyetine (kapasitesine) karþý sapma ifade eden vahim bir düþüncesizlik ve aldanýþtan baþka bir þey olamaz. Ýhtiyaçlarýný dünya hayatý ile sýnýrlý gören ve isteklerini (bütün yöneliþ ve taleplerini) ona hasredenler için nihaî hayat olan âhirette bir nasib yoktur (el-Bakara; 2/200). Allah´a kavuþmayý ummayan, arzu etmeyen, böyle meseleleri olmayan ve belki bunun farkýnda bulunmayan kimseler ile, dünya hayatýndan razý olup gönlü onunla yatýþan ve tatmin olanlar ve Allah´ýn âyetlerinden gaflet içinde bulunanlar þiddetle kýnanmýþlar ve onlarýn özetlenen bu tavýrlarýyla elde ettiklerinin (hüviyetlerine mal ettikleri kesblerinin), kendilerini Cehennem´e vardýracaðý bildirilmiþtir (Yunus, 10/7-8).
Ýnsanýn fýtratýnda mevcut ve saklý olan yönleniþleri, özlemleri ve fizik ötesine iliþkin mahiyette olan ihtiyaç ve beklentileri, dünya hayatýnýn yapýsý içinde mahreç bulabilen, karþýlanabilen ve tatmin olunabilen þeyler deðildir. Bu yüzden insanýn dünya nimetleri ve zevkleri ile yetinmesi; þu anda söz konusu olan yapýsý ile hayatýn bu hüviyetinden memnun ve razý olmasý, bunlarla kalbinin yeterli tatmin ve huzura kavuþmasý ve tek kelime ile dünya hayatýnda mutlu olabileceðini kabul etmesi, kafa ve gönül itibariyle büyük bir sapma içinde oluþundan baþka bir þeyin ifadesi deðildir. Böyle bir tavýr, onun Allah´ýn âyetlerinden gafil olduðunu; baþka bir ifadeyle, etrafýndaki olaylarýn mahiyetini anlayamadýðýný ya da onlara ilgisiz kaldýðýný ortaya koymaktadýr. O, ne tabiatý yorumlayabilmiþ ve ne de Kur´ân´ý kavrayabilmiþtir. Kendi konumunu ve Rabbini bilememiþ; imana erememiþtir. Hayat kültürü geçersizdir. Bu yüzden hep aldanacak; Allah´ýn emaneti olan hüviyetindeki yüksek kapasiteyi deðerlendiremediði ve alabildiðine suistimal ettiði için ebedî hüsrana sürüklenecektir.
Ýman eden insan ise, dünya hayatý ile tatmin olmayan, gönlü onunla yatýþmayan ve ondan razý olmayan, yani onunla yetinemeyen ve onunla mutlu olamayan insandýr. O, bütün bunlarýn ötesinde mutlaka bir âhiret hayatý bulunduðunu, nihaî ve çok daha ileri bir hayat olmasý gerektiðini bilir; âhirete yakîn sahibidir. Çünkü o, Allah´a iman etmiþ ve O´nu tenzih ve takdis etmiþtir. Rabbinin yaratýþýnýn bâtýl (geçersiz ve abes) olamayacaðýný bilir ve hep O´nu tenzih eder (Âlu Ýmran, 3/191). Hem kendi dýþýndaki gerçekleri; tabiatý, kainatý doðru yorumladýðý; âfaktaki âyetleri içleri ürperten bir hayranlýk ve saygý ile anladýðý için ve hem de bizzat kendi yapýsýnda, enfüste saklý olan derin özlem ve yönleniþlerin farkýnda olduðu için dünyadan asla razý olamaz. Onu çok aþan yüce beklentilerin sahibidir. Bu yüzden, iman edenler, ancak Cennette mesud olacaklardýr (Hud, 11 / 108). Onlar ancak Cennet ve likaullah ile itminana eren, gönlü ancak bu suretle yatýþýp tatmin olabilen insanlardýr.
Mü´minler, gerçek anlamda saadetin ancak ve yalnýzca âhirette mümkün olduðunu bilen insanlardýr. Bu yüzden müslümanlar için nihâý anlamda saadet beklentisi bu dünyada söz konusu deðildir. Müslüman, hayale dalýp gerçeklerle baðlantýsýný koparmýþ olmadýðý için, bu dünyanýn bir cennet; bir dâr´üs-selâm olmadýðýný bilir. Burasý fanî bir tecrübe ortamýdýr; iman ve sadakatin, ahde vefa ve emanete riayetin zorluklar için ortaya konulacaðý bir fýrsatlar diyarýdýr.
Dünya hayatýnda mü´minlerin de bir nasibleri mutlaka olacaktýr. Onlara dünyadaki nasiblerini unutmamalarý emredilmiþtir (el-Kasas, 28/77). Ancak bu nasibin, sevabý âhirete uzanacak bir kulluk vesilesi olarak deðerlendirilmesi söz konusudur. Çünkü mü´min, Rabbinden hem dünyasý ve hem de âhireti için "hasene" ister; iyilik-güzellik taleb eder (el-Bakara, 2/201). Dünyadaki hasene, sevabý olan, âhirete bakan olumlu yönü bulunan iþtir. Sýrf dünya ile ilgili olup burada baþlayýp burada biten iþ ise hasene olamaz. Ýnanan insan dünyada iken dahi böyle iþlerden ve dünyevî zevklerden çok, iman kültürünü kuvvetlendirecek manevî hazlarla ve sevab kazanma zevki ile ilgilidir. O kendisini Allah´ýn rýzasýna yaklaþtýran salih amel ile Rabbinin rahmet ve maðfiretinin kendine yönelik tecellilerini hissettiði zaman sevinir. Ýbadet ettikçe, bela ve sýkýntýlarý Allah için sabýrla karþýladýkça mutlu olur. Onu Allah yolundaki baþarýlarý mesud eder. Bu baþarýlarýný, kendisine ulaþtýrýlmýþ ilâhî bir lütuf ve kerem, Allah´ýn kendisine sevab kazandýrmak üzere gönderdiði bir nasib olarak karþýlar.
Muhakkak ki, meþru beþerî hazlardan, mübah olan dünyevî zevklerden de mahrum deðildir. Bunlarý Rabbinin -hesaba tabi- birer nimeti, birer imtihaný olarak þükür ile karþýlar. O gibi nasiblerde göreceli olarak ve belki de mecazî anlamda bir saadete nail olduðundan söz edilebilir. Ancak bunlara saplanýp kalmaz ve emelini bunlara hasretmez.
Ýster geçici dünya hayatýnda zuhur edecek izafî veya mecazî anlamýnda olsun; ister nihaî, ebedî ve uhrevî; yani gerçek anlamýnda olsun, saadet mü´minlere mahsustur. Zemini, nefsanî ve dünyevî unsurlardan arýndýrýldýðý için, ancak birer din kardeþi olan mü´minler arasýnda, saadet konusunda bir çeliþki söz konusu olamaz. Bu yüzden birinin mutluluðu için, modern felsefenin ihtiyaç duyduðu cinsten soyut veya somut anlamda diðer insanlarýn mutluluðuna atýf yapmak ihtiyacý yoktur. Allah´ýn rahmeti sýnýrsýzdýr; herþeyi kapsar; herkese yeter ve onun paylaþýmý gibi bir mesele söz konusu olmaz.
radyobeyan