Nakib By: armi Date: 12 Mart 2010, 16:04:03
NAKÎB, NAKÎBU´L-EÞRÂF
Hz. Muhammed (s.a.s)´in neslinden gelen kiþilerle ilgili iþleri gören kimse.
Pek çok anlamý içeren nakîb kelimesi, bir topluluðun veya kabilenin reisi veya vekili anlamlarýna geldiði gibi, tekkelerde þeyhlerin yardýmcýsý konumundaki en kýdemli derviþ veya dede manasýna da gelir. Ancak bu kelimenin daha çok, Hz. Muhammed (s.a.s)´in soyundan gelen kiþilerin iþlerini görmek üzere içlerinden devlete tayin edilen memur anlamýnda kullanýldýðý görülmektedir.
Bilindiði üzere Hz. Peygamber´in nesli, kýzý Fâtýmâtü´z-Zehrâ (r.an) ile damadý ve amca oðlu Hz. Ali (r.a)´den devam etmiþtir. Hz. Ali´nin, büyüðü Hz. Hasan ve küçüðü Hz. Hüseyin o(an oðullarýndan gelen zürriyet zamanýmýza kadar ulaþmýþtýr. Birbirlerinden farklý olduðunu göstermek için, Hz. Hasan´dan gelen kola "þerif", Hz. Hüseyin´den gelen kola ise "seyyid" denilmiþtir. Ehl-i beytten olanlara, Ýslâm tarihinin ilk devirlerinden günümüze kadar, her devlet ve iktidar tarafýndan çok hürmet ve saygý gösterilmiþtir. Nakîbül-eþrâf adý verilen kiþi, bu soydan gelenler arasýndan seçilir ve Hz. Peygamber (s.a.s) neslinden gelenlerin iþlerine bakar, neseplerini kaydeder, doðumlarýný ve ölümlerini deftere geçirir, geliþigüzel mesleklere girmelerine engel olur, fey ve ganimetlerden kendilerine ait. paylarýný alýp aralarýnda daðýtýr, hanýmlarýn denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine mani olurdu. Bu açýdan nakîbül-eþrâf, Peygamber (s.a.s) hanedaný mensuplarýnýn umumi bir vasisi hükmünde idi (Mehmet Z. Pakalýn, Osmanlý Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüðü, Ýstanbul 1983, II, 647).
Nakîbül-eþrâflýk makamý, gördüðü fonksiyonlarýn þerefi itibariyle, en yüksek mertebelerden biri kabul edilir ve halifeden sonra protokolde yerini alýrdý. Bu sebepten dolayýdýr ki, Abbasi halifesi el-Kâdir Billah zamanýnda nakîbül-eþrâflýk görevini yürüten Þerîfü´r-Râdî, halifeye hitaben yazdýðý bir þiirde, "Aramýzda bir fark varsa, o da sen halifesin ben deðilim. Baþka yönlerden birbirimizden farkýmýz yok!" demiþti (Pakalýn, a.g.e., II, 647).
Kaynaklara göre, Abbasi halifesi Harun er-Reþid ile oðlu Me´mun dönemlerinde seyyid ve þerifler yeþil sarýk sarýp yeþil cübbe giyerlerdi. Ancak bir süre sonra bu usûl terkedilmiþ olduðundan halk içinde farkedilmez olmuþlardý. Mýsýr´da Türk Memluk sultanlarýndan Melik Eþref Þaban (773-1371) zamanýnda þeritlerin baþlarýna yeþil bir alâmet sarmalarý emrolunmuþtur. Bu yeþil alâmet Osmanlý döneminde de bu kiþilerin özelliði olarak karþýmýza çýkmaktadýr. Osmanlýlar, seyyidlere "emir", baþlarýna sardýklarý yeþil sarýða da "emir sarýðý" derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) soyundan gelen kadýnlar da baþlarýna yeþil bir alâmet takýyorlardý. Þerif ve seyyidler her zaman yeþil sarýkla gezmeye mecburdu, ancak bunlardan biri þeyhülislâm olacak olursa o zaman þeyhülislâmlara mahsus beyaz sarýk sarardý (Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý, Osmanlý Devletinin Ýlmiye Teþkilâtý, Ankara 1984, s. 163).
Osmanlý Devletinde nakîbül-eþrâflýk makamý, Ramazan 802/Mayýs 1400´de Sultan Yýldýrým Bayezid döneminde tesis edilmiþ ve Emir Buhari talebelerinden Baðdatlý Seyyid Ali Nita´ b. Muhammed adýnda biri, Anadolu´daki seyyid ve þeriflere nâzýr tayin edilerek, kendisine ayný padiþah tarafýndan Bursa´da yaptýrýlmýþ olan Ebu Ýshak Kâzerûnî Zaviyesi´nin tevliyeti verilmiþtir (Nevîzâde Atâî, Hadâikul-Hakâik, Ýstanbul 1268, s. 176; H. Adnan Erzi, "Bursa´da Ýshakî Derviþlerine Mahsus Zâviyenin Vakfiyesi ", Vakýflar Dergisi, II, 424).
Ankara Savaþý´nda esir edilen Seyyîd Nita´, kýsa bir süre sonra serbest býrakýlmýþ ve haccýný eda ettikten sonra II. Murad zamanýnda Bursa´ya gelerek eski görevine dönmüþtür. Vefatýndan sonra oðlu Seyyid Zeynelabidin, seyyid ve þeriflere nâzýr olmuþtur. Zeynelabidin´in ölümünden sonra Fatih Sultan Mehmed, bu makamý ortadan kaldýrmýþsa da, sonralarý seyyidlik iddiasýnda bulunan bazý kiþiler türediði için, bu konu tekrar ele alýnarak bazý yeni düzenlemelere gidilmiþtir.
Nakîbül-eþrâflýk ünvaný Osmanlýlarda XV. yüzyýl sonlarýndan itibaren kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Bu ünvanýn kullanýlmasý ile ilgili olarak þu olay nakledilir: Sultan II. Bayezid döneminde, padiþahýn hocasý Seyyid Abdullah oðlu Seyyid Mahmud, 900/1494te þerif ve seyyid teþkilâtýnýn baþýna getirilmiþti. Seyyid Mahmud, Arap ülkelerinde seyyid ve þeriflere nezaret eden kiþiye "nakîbül-eþrâf" denildiðini görmüþ ve bu durumu hükümete intikal ettirerek kendisine bu ünvanýn verilmesini talep etmiþti (Atâî, a.g.e., s.176). Bunun üzerine sözkonusu ünvan kendisine verilmiþtir. Nakîbül-eþrâflýk makamý, Osmanlý saltanatýnýn ilgâsýna kadar devam etmiþtir.
Nakîbül-eþrâflarýn, Osmanlýlarýn ilk dönemlerinde devletçe ödenen yevmiyeleri yirmi beþ akçe iken, daha sonra artarak XVI. asrýn sonlarýnda günde yetmiþ beþ akçeye yükselmiþ ve bu rakam sonraki dönemlerde giderek artmýþtýr. Nakîbül-eþrâflar, kadýlar gibi belirli bir süre için atanmadýklarýndan uzun seneler bu makamda kalýr, gerekli görülürse deðiþtirilirlerdi. Nakîbül-eþrâflarýn resmi elbiseleri, XVIII. yüzyýldan itibaren kazasker elbiselerinin ayný idi; ancak baþýndaki "örf" denilen kavuðun yerine "küçük tepeli" adý verilen kavuk giyip üzerine seyyid ve þeriflere mahsus yeþil renk tülbent sarardý (Uzunçarþýlý, a.g.e., s. 166-167).
Nakîbül-eþrâflarýn, kendi konaklarýnda daireleri ve maiyyetlerinde hizmet eden adamlarý vardý. Nakîbül-eþrâflar, eyâlet, sancak ve kazalarda, yine seyyid ve þeriflerden olan kaymakamlarý aracýlýðýyla ülkedeki bütün seyyid ve þeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardý. "Þecere-i tayyibe" adý verilen bu defterlerde her seyyid veya þerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evlâdý, ahvâli ve ikâmetgâhýna dair bilgiler bulunurdu.
Ýslâm âleminde seyyid ve þeriflere gösterilen bu raðbetten dolayý birçok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid olduðunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu ve benzeri iddialarýn önünü alabilmek, gerçek seyyid ile müteseyyid (seyyid olmadýðý halde seyyidlik taslayan)leri birbirinden ayýrma iþine çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni doðan her seyyidin neseb defterinin tutulmasý, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasýnýn da belirtilmesi gerekiyordu. Osmanlý devletinde bu iþ biraz daha sýký kontrol ediliyordu. Bunlar deftere kaydedildikleri gibi ellerine de "temessük" adý verilen tanýtýcý bir belge (hüviyet cüzdaný) veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi Receb ayýnýn baþlarýnda (1568 Aralýk sonu) Defterdar Ahmed Çelebi´ye gönderilen bir hükme göre;
Hacý Mansur ve Bayram adýndaki kimseler seyyid olduklarýný iddia etmektedirler. Bunun üzerine adý geçenler nakîbül-eþrâf önünde gerçekten seyyid olduklarýný isbat ederlerse deftere kayd ettirilip ellerine temessüklerinin verilmesi istemektedir (Baþbakanlýk Osmanlý Arþivi, Mühimme Defteri nr. 7, s. 979).
Seyyid ve þeriflerin kanun ve âdetlere aykýrý hareketleri olursa ve Ýstanbul´da ise nakîbül-eþrâf, taþralarda ise kaymakamlarý tarafýndan cezaya çarptýrýlýrdý. Cezalandýrma sýrasýnda, önce baþýndaki yeþil sarýk alýnarak öpülür; ceza iþlemi bittikten sonra baþlýk iade edilirdi. (Öte yandan mahkemelerde ve divanlarda, davacýlar arasýnda seyyid ve þerifler varsa, bunlarýn davalarýna diðerlerinden önce bakýlýrdý (Uzunçarþýlý, a.g.e., s. 167169).
Padiþah cüluslarýnda hükümdara, önce nakîbül-eþrâf bey´at edip dua eder, sonra protokol bey´atýný yapardý. Bayram tebriklerinde de öncelik nakîbül-eþrâfa aitti. Her iki tebrikte de rütbesi ne olursa olsun, padiþah nakîbül-eþrafa ayaða kalkar ve alkýþ yapýlýrdý. Osmanlý padiþahlarýnýn cüluslarýnda bazý nakîbül-eþraflar, kýlýç alayý merasiminde yeni padiþaha kýlýç kuþatmýþlardýr (Uzunçarþýlý, a.g.e., s. 169-170).
Diðer taraftan nakîb kelimesi, tekkelerde þeyh vekili makamýnda bulunan sülûkü ilerlemiþ derviþler hakkýnda da kullanýlmaktaydý. Rifâî, Sa´dî ve Bedevî tarikatlarýnda sülûklerini ilerletmelerine raðmen "nukebâ" derecesine ulaþamamýþ derviþlere "nakîb" denilmekteydi (Pakalýn, a.g.e., II, 648). Ayrýca bu kelime ile ilgili olarak, "nakîb-i imâret" terimine vakfiyelerde karþýlaþýlmaktadýr. Burada kelime, imaret þeyhinin yardýmcýsý anlamýna gelir.
radyobeyan