Eman By: armi Date: 13 Þubat 2010, 13:01:15
EMÂN
Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endiþeden kurtulmak. Emânet, emn ve emene de "emân"ýn eþanlamlýsý mastarlardýr. Zýddý korkmaktýr. Diðer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olmasý anlamýna geldiði gibi, güvenilen kimseye emânet býrakýlan þey anlamýna geldiði gibi, güvenilen kimseye emânet býrakýlan þey anlamýna da gelir. Bir savaþ hukuku terimi olarak emân; düþmana, emniyet altýnda olduðuna dâir verilen söz veya yapýlan iþaret demektir. Bu, bir kimseye "sana emân verdim", "siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açýk ifadelerle olur. Buna "emân-ý sarîh" denir. Yetkili bir kimse tarafýndan düzenlenecek yazýlý bir emânnâme ile verilen emân da "Emân bi´l-kitâbe" olur. Emân belli bir süre ile sýnýrlan?bileceði yani "Emân-ý muvakkat" olabileceði gibi süresiz olarak da verilebilir. Buna da "eman-ý mutlak" denir.
Bir düþmana veya belli bir düþman grubuna verileceði gibi, bütün savaþçý düþmana genel olarak da verilebilir. Günümüz devletler hukukunda sýðýnma veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliðindedir.
Kur´an´da þöyle buyurulur: "Eðer, müþriklerden birisi senden emân dilerse, ona emân ver. Tâ ki Allah´ýn kelâmýný dinlesin. Sonra onu emin olduðu yere kadar ulaþtýr. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6).
Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Müslümanlarýn kanlarý biri diðerine eþittir. En aþaðýlarý dahi devlet adýna emân verebilir, onlar kendilerinden baþkalarýna karþý bir el gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve Ýbn Mâce´den naklen et-Tebrizî, Miþkatü´l-Mesâbýh, II, 264). Allah Resulunün Medine´de va´z ettiði ilk anayasada bu husus þöyle ifade edilmiþtir: "...Müslümanlar diðer insanlardan ayrý bir ümmet (câmla) teþkil ederler" (Ýbn Hiþam, es-Siretü´n-Nebeviyye, Mýsýr 1355, II, 147; Salih Tuð, Ýslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Ýstanbul 1969, s.35; M. Hamidullah, Ýslâm´ýn Hukuk Ýlmine Yardýmlarý, s.22). Ancak, bir müslümanýn Ýslâm toplumuna ümmet olarak intisâbý, siyâsi deðil, içtimâý râbýta bakýmýndandýr. Müslümanlarýn teþkilâtlanýp, devlet kurmalarý halinde, devletle ve birbirleriyle olan baðlarý politik ve hukuki bir nitelik kazanýr (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu´z-Zimmiyyýn ve´l-Müste´minýn, Baðdad 1963, s.61). Kur´ân´da, ümmet bütünlüðü þöyle ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya, 21/92).
Emân olayý bazan kendiliðinden gerçekleþir. Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiði hýristiyan veya yahudi hanýmýný Ýslâm ülkesine getirirse, eþi kendiliðinden emâna kavuþur. Çünkü o, müslüman bir erkekle evlenmekle zýmmî* olmayý kabul etmiþ sayýlýr.
Emân verecek kimsede þu þartlarýn bulunmasý gerekir:
a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar adýna emân veremez. Çünkü, onlarýn iyi niyetle hareket edip, Ýslâm toplumunun yararýný gözetmelerine güvenilemez. Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmiþse, bu durum müstesnâdýr.
b) Akýllý olmak; Akýl hastalarýnýn veya þuuru yerinde olmayanlarýn vereceði emân geçersizdir. Çünkü emân iþi, tehlikeli ve rizikolu bir konudur. Kiþinin, emânýn sonuçlarýný deðerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olmasý gerekir.
c) Bülûð çaðýna gelmiþ bulunmak: Çocuklarýn düþmana vereceði emân geçerli deðildir. Ancak savaþa katýlma izni verilen küçükler bundan müstesnâdýr.
Savaþa katýlma izni verilen müslüman köle de, düþmana emân verebilir. Ýran´ýn fethi sýrasýnda, kuþatýlan bir þehir halkýnýn savaþa ilgisiz kaldýðý ve kapýlarýný Ýslâm ordusuna açýverdiði görülür. Olay incelendiðinde, önceden müslüman bir kölenin þehir halkýna emân verdiði ortaya çýkar. Müslüman komutan bu emâný tanýmak istemeyince anlaþmazlýk Hz. Ömer´e götürülür. Hz. Ömer ise, "Müslüman köleler tarafýndan yapýlan anlaþma, diðer hür müslümanlar tarafýndan yapýlan anlaþma kadar geçerlidir" cevabýný verir (Mevlânâ Þýblî, Süleyman en-Nedvî, Ýslâm Tarihi Terc. Ömer Rýza VII, 192).
Müslüman kadýn da emân verme yetkisine sahiptir. Çünkü Hz. Peygamber, kýzý Zeyneb´in kocasý Ebu´l Âs Ýbnü´r-Rabî´ için verdiði emâný kabul etmiþtir (eþ-Sevkâni, Neylü´l-Evtâr, VIII, 28).
Düþman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar veya esir yahut orada Ýslâm´ý kabul edip, yerleþmiþ kimsenin müslümanlar adýna emân vermesi geçerli deðildir. Çünkü bunlar düþman ülkesinde baský altýnda sayýlýrlar. Düþmanýn menfaatine alet olmakla veya kendi kiþisel yararlarýný düþünerek hareket etmekle itham olunabilirler.
Verilecek emânýn bir hikmete ve toplum yararýna dayanmasý gerekir. Hanefi ve Malikiler bunu þart koþarlar. Çünkü düþmanla harp hâli devamlýlýk arzeder. Þâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararýn bulunmamasýný yeterli görürler. Ayrýca bir maslahat ve yararýn bulunmasýný þart koþmazlar. Casus ve benzerleri için câiz olmaz (Ýbnü´l-Hümâm, Fethu´l-Kadir, IV, 300, ez-Zühaylî, el-Fýkhu´l-Ýslâmî ve Edilletuhu, VI, 435).
Emâný, Ýslâm devlet baþkaný veya ordu komutaný verdiði zaman, emân verilen kimse, emânda belirli bir belde kaydý veya þer´î bir engel bulunmadýkça her Ýslâm beldesine gönderilebilir. Ebû Hanife´ye (ö.150/767) göre, böyle emânlý münkir bir kimse daru´l-Ýslâm´da* herhangi bir yere girebilir. Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i Nebevî haremine de girip kalabilir. Hanefiler, gayr-i müslimlerin, bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram´a izinsiz girebileceklerini söylerler. Çünkü onlara göre; "Müþrikler, ancak necistirler, bu yýllarýndan sonra onlar, Mescid-i Haram´a yaklaþmasýnlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat, onlarýn Mescid-i Haram´a girmelerini yasaklamak deðil, câhiliye devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkýþmalarýný önlemektir. Þâfiî ve Hanbeliler ise ayný ayete dayanarak gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalý bile olsa, girmelerini câiz görmezler. Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin izni ve elçilik mektubu taþýma veya müslümanlarýn ihtiyacý olan ticaret iþi gibi bir maslahat dýþýnda Hicaz´a giriþlerini de kabul etmezler.
Ýstisnaî giriþ de üç gün süreyle olabilir. Dayandýklarý delil hadistir. Hz. Ömer, Allah Resulu´nün þöyle dediðini nakletmiþti: "Gelecek yýla kadar yaþarsam yahudi ve hristiyanlarý muhakkak Arap yarýmadasýndan çýkaracaðým. Orada müslümanlardan baþka kimse býrakmayacaðým" (Ahmed b. Hanbel, I, 31). Burada Arap yarýmadasýndan maksat özellikle Hicaz´dýr. Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz´dan çýkarýnýz" ifadelerine de rastlanýr (bkz. Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye, 20; Dârimi, Siyer, 54). Hz. Ömer, yahudi ve hristiyanlarý yalnýz Hicaz´dan çýkarmakta yetinmiþ, onlarýn meselâ Arap yarýmadasýndan sayýlan Yemen´de oturmalarýna müsaade etmiþtir {ez-Zühayli, a.g.e., VI, 435-436)
Sürekli emânla Ýslâm Devletinin vatandaþlýðýna geçen Ehl-i kitap kimse zýmmi sayýlýr ve zimmet haklarýndan yararlanýr. Hadiste þöyle buyurulur: "Eðer zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanlarýn lehine olan haklar, onlarýn da lehine; müslümanlarýn üzerine olan vecibeler, onlarýn da üzerindedir" (el-Kâsâný, Bedâyiu´s-Sanâyi´, VI, 280, VIII, 100; Ýbnü´l-Hümâm, a.g.e.. VI. 248: Ýbn
Nüceym, el-Bahru´r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân, a.g.e., s.70).
Ýslâm ülkesine ticaret, elçilik, eðitim, turizm vb. amaçlarla pasaportla gelen yabancý gayr-i müslimler (müste´min) de, dâru´l-Ýslam´da ikamet ettikleri sürece birtakým mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden yararlanýrlar. Prensip olarak, müste´minlerle zýmmîlerin hak ve vecîbelerde eþit sayýlmasý gerekirse de, sonuncular dâru´l-Ýslâm tebeasý olmalarý sebebiyle birtakým hak ve vecibelerde müste´minden ayrýlýrlar. Bugün beþerî hukukta yabancýlarýn hak ve görevleri devletler hukukuna dayanýrken, dâru´l-Ýslâm´da bunlarýn kaynaðý Ýslâm devletinin iç hukuku, yani Ýslâm hukukudur (Zeydan, a.g.e., s.73, 627).
radyobeyan