Ýslam Kavramlarý A-L
Pages: 1
Ebu hanife By: armi Date: 11 Þubat 2010, 17:33:16
EBU HANÝFE


(80/150 - 700/767)



Ýmam Âzam (büyük Ýmam) lâkabýyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meþhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fýkýhta Hanefi mezhebinin imamý.

Ebû Hanife, Kûfe´de hicrî 80 yýlýnda doðdu. Numân ve ailesinin Arap olmadýðý kesindir; onun Farisi veya Türk olduðu þeklinde deðiþik görüþler vardýr. Dedesi Zûta, Teym b. Sa´lebeoðullarý kabilesinin âzatlýsý olup, Hz. Ali zamanýnda Kâbil´den Kûfe´ye gelerek; orada yerleþti. Zûta´nýn oðlu Sâbit de Kûfe´de ipek ve yün kumaþ ticaretiyle uðraþtý. Ýslâm´ýn hâkim olduðu bir ortamda yetiþen Numân b. Sâbit küçük yaþta Kur´ân-ý Kerîm´i hýfzetti. Kýrâatý, yedi kurrâdan biri olarak tanýnan Ýmam Âsým´dan aldýðý rivâyet edilir (Ýbn Hacer Heytemî, Hayratu´l Hisan, 265) Numân gençliðini ticaretle geçirdikten sonra Ýmam Þa´bî (20/104)´nin tavsiye ve desteðiyle öðrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, þiir öðrendi. Yetiþtiði Kûfe þehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düþüncenin, itikâdý fýrkalarýn bulunduðu, itikadla ilgili ateþli tartýþmalarýn yapýldýðý rey ehlinin yerleþtiði bir þehirdi. Dindar bir ailede yetiþen Ebû Hanife´nin de bu itikâdý tartýþmalara zaman zaman katýldýðý kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Þa´bî´nin kendisini ilme teþvikini þöyle anlatmaktadýr: "Günün birinde Þa´bî´nin yanýndan geçiyordum. Beni çaðýrdý ve bana, ´Nereye devam ediyorsun?´ dedi. Ben de, ´Çarþý pazara´ dedim. O, ´Maksadým o deðil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?´ dedi. Ben, ´Hiçbirinin´ diye cevap verince Þa´bî, ´Ýlmi ve ulemâ ile görüþmeyi sakýn ihmal etme. Ben senin uyanýk ve aktif bir genç olduðunu görüyorum´ dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptý. Ticareti býraktým, ilim yolunu tuttum. Allah´ýn inâyetiyle Þa´bî´nin sözünün bana çok faydasý oldu." Kendisinin de belirttiði gibi Þa´bî´nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasý olmuþtur. Bundan böyle ticaret iþini ortaðý Hafs b. Abdurrahman´a devredecek, ara-sýra dükkânýna uðrayacak, asýl iþi ilim meclislerine devam etmek olacaktýr. O zaman Numan henüz yirmiiki yaþýndadýr (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioðlu. Ýstanbul 1970. 43).

Ebû Hanife´nin yaþadýðý yer ve çaðda itikâdý fýrkalar çoðalmýþ, bir sürü sapýk fýrkalar ortaya çýkmýþ, Emevi hükümdarlarýnýn Ehl-i Beyt´e zulmü devam etmiþtir. Mantýðý çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fýrkaya baðlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartýþmak (cedel) için sýk sýk Basra´ya gitti, ancak kelâm ve cedel´in din dýþý olduðunu görerek fýkh´a yöneldi. "Arkadaþýný tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düþer" diyordu (Hatib el-Baðdâdî, Târihu Baðdâd, XIII, 333). Kendisi bunu þöyle anlatýr: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konularý bizden iyi anladýlar. Aralarýnda sert münâkaþa ve mücâdele olmadý ve onlar fýkýh meclisleri ile halký fýkha teþvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayýnca ben de münakâþa, cedel ve kelâmý býraktým; selefin yoluna döndüm. Kelâmcýlarýn selefin yolunda olmadýðýný; cedelcilerin kalpleri katý, ruhlarý kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarýný gördüm" (Ýbnü´l Bezzâzý, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).

Numân, babasýyla onaltý yaþýnda hacca gittiðinde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ýbn Ömer ile tanýþarak onlardan hadis dinlediði, rivâyet edilir (Abnü´l Esir, Üsdü´l-Ðâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayýlýr ve etbau ´t-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliðinde çaðýnýn bütün düþünce akýmlarýný izlediði, ihtilâflarý çok iyi tesbit ettiði zikredilmektedir (Þa´râný, Tabakatü´l-Kübrâ, I, 52-53). Fýkýhta karar kýlýp selefin yolunu izlemeye baþladýktan sonra geleneðe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yýl Irak´ýn büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)´ýn derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yýllýk öðrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmýþ kadar fetvasýnýn kýrkýnýn Hammâd tarafýndan tasvib edildiði ve yirmisinin düzeltildiðini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sýrada varolan þu dört fýkhý öðrendi: Ýstinbat, Hz. Ömer fýkhý, Abdullah b. Mes´ud fýkhý, Abdullah b. Abbâs fýkhý. Birincisi þer´i hakikatleri araþtýrýp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur´ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Ýslâm´da Fýkhý Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Þener, II, 132).

Hocasý Hammâd b. Ebî Süleyman, Ýbrahim en-Nehaî ve Þa´bî gibi iki büyük âlimden fýkýh okudu. Abdullah b. Mes´ud ve Hz. Ali´nin fýkhýna sahip Kadý Þureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda´ýn fýkhýndan faydalandý. Ebû Hanife´nin fýkhýnda daha ziyâde Ýbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fýkhýnýn kaynaðý, Ýbrahim Nehaî´nin kavilleridir" der (Þah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah´il Bâliða, 1, 146). Ayrýca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartýþýlmaz bir ilim elde etmiþtir. Onun tâcir olarak halkýn günlük hayatýyla iç içe oluþu ve sýk sýk ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düþünce alýþveriþinde bulunmasý, bu alanda saygýnlýðýna sebep olmuþtur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüþmüþ, ilmî sohbetlerde bulunmuþ, onlardan hadis dinlemiþtir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfý, Abdurrahman b. Hürmüz el-A´rec, Ýkrime, Nâfi´, Katâde bunlardan bazýlarýdýr (Zehebî, Menâkibu´l-Ýmâm Ebý Hanife ve Sahiheyni Ebý Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mýsýr). Kendisi þöyle der: "Hz. Ömer´in fýkhýný, Hz. Ali´nin fýkhýný, Abdullah b. Mes´ud´un ve Abdullah Ýbn Abbâs´ýn fýkhýný onlarýn ashâbýndan aldým" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).

Ebû Hanife ilimle uðraþýrken ticareti de bütünüyle býrakmadý. Bu, onun helâl rýzýk kazanmasýný saðladýðý gibi, ticarî kazancýný ve talebelerinin ihtiyaçlarýnýn karþýlanmasýný, baðýmsýz bir ilim meclisi kurmasýný da saðladý. Ebû Yûsuf´un parasýnýn bittiðini söylemesine ihtiyaç býrakmadan o Ebû Yusuf´u murâkabe eder, yardýmda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini saðlardý (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklarý ticarette Ebû Hanife´yi Ebû Bekir´e benzetirdi; çünkü o bir malý satýn alýrken, sattýðý zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malý üste, iyisini alta koyardý, muhtaç satýcýyý sömürmezdi. Bir defasýnda bir kadýn, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatýný sordu. Kadýn yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, deðerinin yüz dirhemden fazla ettiðini söyledi. Kadýn yüzer yüzer artýrarak dört yüze çýktýðýnda Ebû Hanife, daha fazla edeceðini söyleyince kadýn, "Benimle eðleniyor musun?" demiþti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çaðrýldý ve fiyatý takdir etti: Ebu Hanife o malý beþ yüz dirheme satýn aldý. Bu olay o zamandan beri halk arasýnda günümüze kadar anlatýlarak, ticarette dürüstlüðe dâir bir darb-ý mesel haline gelmiþtir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandý. Tefekkürü çok, konuþmasý az, Allah´ýn hudûdunu olabildiðince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasýz ve boþ sözlerden hoþlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fýkhý sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve saðlam bir akîde esasý çýkararak doktrinini meydana getirmiþtir. Ebû Hanife´nin binlerce talebesi olmuþ, bunlarýn kýrk kadarý müctehid mertebesine ulaþmýþtýr (el-Kerderî, Menâkýbu´l-Ýmâm Ebû Hanife, II, 218). Müctehid öðrencilerinden en meþhurlarý Ebû Yusuf (158), Muhammed b. Hasan es-Þeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190), Hasan b. Ziyâd (204), Kasým b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali (171)´dir. Ebû Hanife´nin fýkýh okulu, talebelerine verdiði dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiði fetvâlardan meydana gelmiþtir. Ders verme usûlü eski filozoflarýn diyalektik akademi derslerini andýrmaktadýr. Bir mesele ortaya atýlýr; bu, talebeleri tarafýndan tartýþýlýr ve herkes görüþünü söyler; en son olarak Ýmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaþýlmasýný saðlar ve kararý delillerden ayýrarak veciz cümleler halinde yazdýrýrdý. Bu sözleri en yakýn müctehid talebeleri tarafýndan sonradan mezhebin fýkýh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istiþâre, bir diyalog merkezi, bir hür düþünce okulu idi. Ebû Hanife´nin halkýn sevgi ve saygýsýný kazanmasýnda; fetvâlarýnýn her yerde haklý olarak tutulmasýnda; ilmi, ihtilaflardan arýndýrýp halka selefin yaptýðý gibi bilgi aktarmasý, fitnelere bulaþmamasý ve takvasý etkili olmuþtur. Onun talebelerine verdiði öðütlerde, ilimde hür düþünce ve araþtýrmanýn yollarýnýn tutulmasý, câhil ve mutaassýplardan uzak durulmasý gibi önemli kayýtlar vardýr: "Halka yaklaþ, fâsýklardan uzaklaþ. Ýnsanlýðýnda kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüþünü sorana bilinen görüþü tekrarla ve sonra o meselede þu veya bu þekilde baþka görüþler de bulunduðunu zikret. Halka yumuþak davran, býkkýnlýk gösterme, onlardan biriymiþsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüþüm en doðrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüþü olduðunu ama daha iyi bir görüþ getirene uyacaðýný söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her iþittiðini yazmamalarýný, çünkü yarýn görüþünü deðiþtirebileceðini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamýþtýr. Aktif bir þekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katýldý. Hayatýnýn bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karþýydý. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlýðý belirliyordu. Ehl-i beyt´e büyük muhabbeti vardý. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt´i gözeteceklerini söylemiþlerdi. Ancak onlarýn iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt´e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karþý çýktý. Derslerinde fýrsat buldukça iktidarý tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden þüphelenilmiþ, onu kendi taraflarýna çekmek, halk nezdindeki itibarýndan yararlanmak için kendisine kadýlýk görevini teklif etmiþlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiþ ve bu sebepten dolayý iþkenceye uðramýþ, hapsedilmiþtir (Ýbnü´l-Esir, el-Kâmil fi´t-Târih, V, 559). Ýmam, takvâsý, firâseti, ilmî dürüstlüðü ve görüþlerini iktidara karþý kullanmasý ile halkýn büyük sevgisini kazandý. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuþmadý, uzlaþmadý. Ticaretten kazandýðý helâl rýzýkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali´nin imamlýðýna zýmnen bey´at etmiþti. Hz. Ali´nin torunlarý, kendisi gibi birer birer isyan edip þehid edilirken Ýmam Zeyd için Ebû Hanife þöyle diyordu: "Zeyd´in bu çýkýþý -Hiþâm b. Abdülmelik´e isyaný- Rasûlullah´ýn Bedir günündeki çýkýþýna benziyor. " Ebû Hanîfe´nin ehl-i beyt imamlarý ile olan birlikteliði, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karþý tavrý dikkat çekici bir tavýrdýr. 145 yýlýnda Hz. Ali (r.a.)´in torunlarýndan Muhammed en-Nefsü´z Zekiye ile kardeþi Ýbrahim´in Abbâsilere isyan etmeleri ve þehîd olmalarý karþýsýnda Ebû Hanife Irak´ta, Ýmam Mâlik Medine´de açýkça iktidarý telkin etmiþler, bu yüzden ikisi de kýrbaçlatýlmýþ, iþkence görmüþ ve hapsedilmiþlerdir. Ebû Hanife alenen halký ehl-i beyt´e yardýma çaðýrdýðý için hapsedildi ve her gün kýrbaçlatýldý. Bunun sonucunda yetmiþ yaþýnda þehidler gibi öldü. Zehirletildiði de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Ýntika, 170). Baðdat´ta, Hayruzan mezarlýðýna defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazýr bulundu.

Ölümünden sonra ders halkasýný Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtýndan sonra fetvâlarý yazýlýp, doktrini sistemleþtirildi. Hanefilik kanun ve asýllarýyla Ýslâm dünyasýnýn dört bucaðýna yayýlmýþtýr. Mezhebi sistematik hale getiren, Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî´dir. el-Asl, el-Câmi´ü´s Saðýr, el-Câmi´ü´l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü´l-Kebû´i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü´r Rivâye" veya "Mesâilü´l-Usûl" adýyla mezhebin ana kaynaklarý sayýlmýþtýr (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladýðý "el-Fýkhu´l Ekber", kesin olarak Ýmam Âzam´a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabýdýr (Ýmam Fahrü´l Ýslâm Pezdevî, Usûlü´l-Fýkh, I, 8; Ýbnü´n-Nedîm, Kitâbü´l-Fihrist, I, 204). Ayrýca el-Fýkhü´l Ebsât, Kitâbü´l Alim ve´l Müteallim, Kitâbü´r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü´n Numâniye, Marifetü´l-Mezâhib, Müsnedü´l-Ýmam Ebî Hanife adlý eserler de imamdan rivâyet edilmiþtir. Bunlarýn yanýsýra kaynak ve araþtýrmalarda nüshalarý bulunamayan baþka eserlerden de söz edilmiþtir.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uðraþmýþ ve birtakým tartýþmalara katýlmýþ olmasýna raðmen cedelcilerin iddialý üslûbundan uzak kalmýþtýr. Ýctihadlarýný deðerlendirirken kendisi þöyle demiþtir: "Bu bizim reyimizle vardýðýmýz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ´bunu kabul etmeniz gerekir´ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi olacak kimselere de þu tavsiye ve ikazda bulunmuþtur: "Nereden söylediðimizi (verdiðimiz hükmün delil ve kaynaðýný) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kiþi ya da mezhebin Ýslâm´ý kuþatmasýnýn mümkün olmadýðýný biliyordu. Ne Ebû Hanife ne baþka bir Ýmam, kendi ictihadý hakkýnda böyle bir iddiada bulunmuþtur. Onlar hep sahih sünnetin asýl olduðunu, sahih sünnet ile sözleri çatýþtýðý takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiðini öðrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmiþlerdir.

Mezhepleri günümüze kâdar varlýðýný sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasýnda ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuþtur. Irak´ta doðan bu mezhep hemen hemen bütün Ýslâm dünyasýnda yayýldý. Abbâsiler döneminde kadýlarýn çoðu Hanefi idi. Selçuklularýn, Harzemþahlarýn mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlý döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuþtur (Ýzmirli Ýsmail Hakký, Yeni Ýlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).

Ebû Hanife yetmiþ yýllýk ömrünü fetvâ vermek, ders halkasýnda talebe yetiþtirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, Ýslâm âleminin yetiþtirdiði büyük müctehidlerden biridir. Elli beþ defa hacca gittiði nakledilir (Ýzmirli, Ý. Hakký, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmýþtýr.

Ýmâm-ý Âzam usûlünü þöyle açýklamýþtýr: "Rasûlullah (s.a.s.)´den gelen baþ üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan baþkalarýna ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarýyýz."

"Allah´ýn kitabýndakini alýr kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah´ýn güvenilir, âlimlerce mâlum ve meþhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbýndan dilediðim kimsenin re´yini alýrým... Fakat iþ Ýbrâhim, Þâ´bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkýb, I, 74-78; Zehebî, Menâkýb, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü´l-fýkh, II, 161; A. Emin, Duha´l Ýslâm, II, 185 vd).

Ýmam Muhammed de "Ýlim dört türdür:
Allah´ýn kitabýnda olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)´in saðlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah´ýn ashâbýnýn icmâ´ý ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet Ýslâm fukahâsýnýn çoðu tarafýndan sahih ve güzel olduðu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (Ýbn Abdilber, el-Câmi´, II, 26) demiþtir.

Ebû Hanife´ye hadis konusunda bir kýsým tenkidler yapýlagelmiþtir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayýftýr (Ýbn Sa´d, Tabakatü´l-Kübra, VI, 368); Re´yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü´l-Kevserî, Te´nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayýsý onyedi veya elli civarýndadýr (Ýbn Haldûn, Mukaddime, 388,) þeklinde özetlenebilir.

Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meþhur muhaddisler kadar mütehassýs deðilse de, "ictihad þûrâsý"nda bu konuda kendisine yardýmcý olan hadis hâfýzlarý vardýr (M. Zâhidü´l Kevserî, a.g.e., 152). Ýctihadýnda, bizzat üstadlarýndan öðrendiði dörtbin kadar hadis kullanmýþtýr (Mekkî, Menâkýb, II, 96). Bazý hadisleri Hz. Peygamber´e ait oluþunda þüphe bulunduðu, baþka bir deyiþle hadisin sýhhatini tesbit için ileri sürdüðü þartlara uymadýðý için reddetmiþtir (Ýbn Teymiyye, Raf´u´l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, deðil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayýf hadisleri dahi kýyasa tercih ederek tatbik eylemiþtir. (Ýbn Hazm. el-Ýhkâm. 929).

Diðer taraftan, Kýyas yüzünden Ebû-Hanife´ye tenkit yöneltenler haksýzlýk etmiþtir. Çünkü sahâbeden beri kýyas tatbik edilmiþ ve diðer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmýþlardýr. Ebû Hanife: 1-Kýyasý kâideleþtirmiþ, 2- Sýk kullanmýþ, 3- Henüz vuku bulmamýþ hâdiselere de tatbik etmiþtir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; Ýbnu´l-Kayyým, Ýlâmü´l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).

Yine, "Ýstihsan" metodu baþta Þâfii olmak üzere birçok âlim tarafýndan aðýr bir þekilde mahkum edilmiþ ve bazý kimseler tarafýndan da yalnýz Ebû Hanife´ye nisbet edilmiþtir. Halbuki mesele mukayeseli bir þekilde incelendiðinde istihsaný reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânýn çok farklý olduðu görülecektir.

Ýmam Þâfii´ye göre Ýstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir þeyi beðenmesi, güzel bulmasýdýr." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu iþi yapar. Eðer benzerine aldýrmadan bir deðer biçerse, tutarsýz ve haksýz bir iþ yapmýþ olur. Allah´ýn helâl ve haramý ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kýyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). Ýstihsan ile hükmeden, Allah´ýn emir ve nehiyleriyle bunlarýn benzerlerini terketmiþ, kafasýna estiði gibi davranmýþ olur (el-Umm, VII, 267-272).

Ýbn Hazm´da Ýstihsan, nefsin arzuladýðý, beðendiði þekilde hükmetmektir (el-Ýhkâm, 42). "Bu bâtýldýr, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana deðiþir" (Ýbtâlu´l-Kýyas, 5-6) demiþtir.

Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kýyas gibi mûteber delillerden birine deðil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife´nin istihsaný nasýl anladýðýna dâir sarih bir ifade nakledilmemiþse de, onun benimsediði hüküm ve ictihad usûlünün, yukarýda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadýðý sâbittir. Kaldý ki onun istihsana göre verdiði hükümlere dayanarak mensuplarýnýn ortaya koyduðu istihsan tarifleri yukarýdakilerden tamamen ayrýdýr (Hayreddin Karaman, Ýslâm Hukukunda Ýctihad, s.137).

Ýstihsanýn iki anlamý vardýr:


1- Ýctihad ve re´yimize býrakýlmýþ miktarlarýn tayin ve takdirinde re´yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karþýlýk kesilecek hayvanýn takdirlerinde olduðu gibi.

2- Kýyasý bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayýrarak geniþ izah ve misaller veriyor ki bunlardan çýkan neticeye göre istihsanýn ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli baþka bir kýyas sebebiyle kýyasý terketmekten ibaret oluyor.

Bu anlamýyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnýz Ebû Hanife´ye mahsus bulunmaktan çýkmýþ oluyor. Ýmam Þâfii, istihsan lâfzýný birinci mânâda kullanmýþtýr (el-Mekkî, Menâkýb, I, 95). Ýmam Mâlik, "Ýstihsan ilmin onda dokuzudur" demiþ ve ictihadýnda buna geniþ bir yer vermiþtir (Amidî, el-Ýhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkýb, I, 95 vd.).

Ýmam Ebû Hanife´nin ictihâdýndan bazý örnekler:

1- Ebû Hanife´ye, Evzâý soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve doðrulurken niçin ellerinizi kaldýrmýyorsunuz?

-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)´den bunu yaptýðýna dâir sahih bir rivâyet gelmemiþtir.

-Haber nasýl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim´den, o babasýndan, "Rasûlullah (s.a.s.)´in namaza baþlarken, rükûa varýrken ve doðrulurken ellerini kaldýrdýðýný" haber verdi.

-Bana da Hammâd, Ýbrâhim´den, o Alkame ve el-Esved´den, bunlar da Abdullah b. Mes´ud´dan, "Rasûlullah´ýn yalnýz namaza baþlarken ellerini kaldýrdýðýný, bir daha da kaldýrmadýðýný" haber verdi.

-Ben sana Zührî, Sâlim, babasý yoluyla Hz. Peygamber´den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve Ýbrâhim haber verdi diyorsun?

-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî´den, Ýbrâhim de Sâlim´den daha fakihtir. Ýbn Ömer´in sahâbî oluþu ayrý bir fazîlettir, ancak fýkýhta Alkame ondan geri deðildir. el-Esved´in birçok meziyetleri vardýr. Abdullah´a gelince; o Abdullah´týr!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayý tercih etmiþtir (Karaman, a.g.e., 138-139).

Bu istinbâtýnda Ebû-Hanife, hadise dayanmýþ, fakat üstadlarý olduðu için râvilerini daha yakýndan tanýdýðý bir hadisi diðerlerine tercih etmiþtir.

2- Bir kimse diðerine kârý ortak olmak üzere satmasý için bir elbise veya ayný þartla yapýp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife´ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karþýlýðýnda bir adam kiralanmýþ oluyor. Ýmam-ý Âzam´a göre bu bir ortaklýk akdi deðil isticâr (kira) akdidir ve þartlarýna uygun olmadýðý için fâsidtir (Ebû Yusuf, Ýhtilâfu Ebî Hanîfe ve Ýbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsý, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).

Ayný akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, Ýbn Ebî Leylâ tarafýndan câiz görülmüþtür.

Bu kýyas ictihâdýnda iki müctehid, makisûn aleyhleri farklý olduðu için iki ayrý hükme varmýþlardýr.

3- Keza bir kimse, diðerine mahsulün yarýsý, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalýðýný teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife´ye göre bu akidler bâtýldýr. Çünkü arazinin sahibi adamý meçhul bir ücret karþýlýðýnda kiralamýþtýr. Ebû Yusuf´un rivâyetine göre Ýmam þöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir þey çýkmazsa bu adam boþa çalýþmýþ olmayacak mý?" Ebû Yusuf ve Ýbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüþlerine dayanarak ve mudârabe akdine kýyas ederek bu iþlemi câiz görmüþlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklý din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diðerine þâhid veya vâris olmasý, Ebû Hanife´ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki Ýbn Ebî Leylâ, onlarýn iki ayrý din sâliki iki ayrý millet olduklarýný kabul ederek birinin diðerine þâhit ve vâris olmasýný câiz görmemiþtir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).

Ýmam-ý Azam´ýn fýkýh tedvinindeki öncülüðü

Ýslâm ilimlerinde fýkhýn konularýnýn düzenli olarak belirlenmesiyle bunlarýn kitap, bâb, fasýllara ayrýlarak yazýlmasý Ýslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasýdýr. Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî´nin telifiyle ortaya çýkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatý ince ayrýntýlarýyla içine alan beþyüzbin meseleyi hükme baðlamýþtýr. Bunlar yazýlý küllî fýkýh kâideleri olarak Ýslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynaklarý olmuþ, yüzyýllarca þerhleri yapýlmýþtýr. Çaðdaþlarýnýn Ebû Hanife´yi aþýrý rey taraftarlýðý ile suçlamalarý bile daha sonralarý onun görüþlerinin baþka kavramlar adý altýnda kabulünü engellememiþtir. Ebû Hanife´nin bir diðer özelliði, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarýsýný bütün meseleleri yeni baþtan edille-i þer´iyye kaynaklarýndan çýkarmasýdýr. Ýslâm´ýn esaslarýna uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabýn görüþünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüþünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet 132 yýlýnda Abbâsilere geçinceye kadar Irak´tan Hicâz´a gitti; orada Mâlik b. Enes (179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüþtü; hacca gelen çeþitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yýlýnda Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur´un baþa geçmesiyle Kûfe´ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahþerî, el-Keþþâf, 11, 232). Çaðdaþý Ýmam Câfer el-Sâdýk ile mütâbakatý vardýr. Ýki yýl onun meclisinde bulunmuþ ve, "bu ikiyýl olmasa Numân helâk olurdu" demiþtir. Hicrî 150 yýlýnda vefât ettiðinde yakýnlarýna, "Halifenin gasbettiði hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiþtir.

Ýmâm-ý Azam bazý rivâyetlere göre iþkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüþtür. Dâvûd b. el-Vâsitî´nin nakline göre her gün hapiste ona baþkadý olmasý teklifi yapýlýr, o her defasýnda reddeder, böylece sonunda yemeðine zehir katýlarak þehid edilir. Ýbn el-Bezzâzý de Ebû Hanife´nin hapisten çýkýp evine döndüðünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediðini ve evinde gözetim altýnda tutulduðunu zikreder (el-Bezzâzý, Menâkýbu´l-Ýmâmi´l-A´zam, II, 15). Ebû Hanife´nin cenaze namazýnda ellibin kiþi bulunmuþ, hattâ halife Ebû Mansur´un da namaza katýldýðý söylenmiþtir.

Çaðdaþlarý içinde deðiþik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ýbn Cüreyh, Câ´fer-i Sadýk, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Ýmâm-ý Âzam ile büyük Ýmam Muhammed Bâkýr arasýnda geçen þöyle bir olay anlatýlýr: Muhammed Bâkýr, Ebû Hanife´ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kýyasla deðiþtiren sen misin?" diye sormuþ; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyýk olan bir þekilde yerine otur. Ben de bana lâyýk olan þekilde yerime oturayým. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)´e hayatýnda sahâbîleri nasýl saygý duyuyorlarsa ayný þekilde ben de size saygý besliyorum. Þimdi sen bana kadýnýn mý erkeðin mi zayýf olduðunu; kadýnýn mirasta erkeðe nisbetle hissesini; namazýn mý orucun mu efdal olduðunu, idrarýn mý meninin mi pis olduðunu söyler misin? " diye sormuþ. Ýmam Bâkýr da kadýnýn mirasta iki hissesi olduðunu; erkekten zayýf olduðunu; namazýn oruçtan efdal ve idrarýn meniden pis olduðunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kýyas yapsaydým kadýn erkekten zayýftýr diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapýldýktan sonra gusledilmesini, meni çýktýktan sonra sadece abdest alýnmasýný söylerdim. Kýyasla dedenizin dinini deðiþtirmekten Allah´a sýðýnýrým" (Muhammed Ebû Zehra, Ýslâm´da Fýkhý Mezhepler Târihi, II, 66-67).

Ebû Hanife, meseleleri olmuþ gibi farzederek takdîrî fýkýh hükümleri ortaya koymuþ, örfü ve istihsaný sýk sýk kullanmýþ, ticârî akidlerdeki ictihadlarýnda ilk defa ortaya hükümler çýkarmýþtýr. Onun en önemli özelliklerinden birisi, þahsý hak ve hürriyetleri savunmasýdýr. Âkil bir insanýn þahsý tasarruflarýna hiç kimsenin müdâhale edemeyeceðini savunarak fýkýhta büyük bir reform yapmýþtýr. Âkile ve bâliðe bir kýzýn/kadýnýn evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduðunu savunurken babasý dahi olsa, hiç kimsenin þahsý velâyet hakkýna müdâhalede bulunamayacaðýný söylemiþtir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoðu görüþlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüþünü yalnýz baþýna cumhura karþý -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadýr. Ona göre velâyet, hürriyeti kýsýtlar ve zedeler. Genç erkeðin nasýl hür velâyeti varsa, genç kýzýn da olmasý gerekir. Maslahat dýþýnda bu mutlâka þarttýr. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine baðlamýþ, insanýn mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuþ ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayýt altýna almasýnýn karþýsýnda yer almýþtýr. Ýnsanýn kendi mülkî tasarrufu eðer baþkasýna zarar verici olursa, o zaman bu meselede þuurlu bir dinî vicdana baþvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düþmanlýk ve çekiþme, dinî duygularýn zayýflamasýna, hattâ fitne ve zulme yol açar. Ýnsanýn dinî duygusu zayýfladýktan sonra bunu hiçbir þey telâfi edemez, kalp katýlaþýr, dinden uzaklaþýlýr, buðzetme ve düþmanlýk yaygýnlaþýr, tecâvüz ve çekiþmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çýkar. Ýþte kýsaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalýðýna karþý kiþisel özgürlükleri savunurken, ayný zamanda dinin sivil geliþim tarzýný da ilk defa böyle sistemli bir fýkýhla ortaya koymuþtur.

Ebû Hanife´nin bir baþka önemli görüþü, Dârü´l-Harb´e izinli giren bir müslümanýn fâiz almasýný câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada Ýslâmî hükümler tatbik edilmediðinden, müslümanýn düþman rýzasýyla onlarýn mallarýný almasý câizdir. Evzâî bu konuda karþý çýkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduðunu söylemiþ, kâfirlerin mal ve canlarýnýn müslümanlar için haram olduðunu istihrac etmiþtir. Ebû Yusuf ile Ýmam Þâfii ve Cumhur da Ebû Hanife´nin bu görüþüne katýlmazlar. Ebû Hanife´nin temel ilkesi, zarûretin yasak þeyleri mübah kýlmasý ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardýr. Bu bakýmdan o bir çok meselede kolaylýk getirmiþtir. Onun Dârü´l-Ýslâm´ýn Darü´l-Harb´e dönüþmesi için getirdiði þartlar da Cumhurun görüþünden farklýdýr. O, düþman istilasý ile birlikte ayrýca Dârü´l-Harb´in þirk ahkâmýný uygulamasý, baþka bir Dârü´l-Harb´e bitiþik olmasý, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zýmmî kalmýþ olmasý halinde oranýn Dârü´l-Harb olmadýðýný söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile Ýmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmýnýn uygulanmasýný yeterli görmüþlerdir (Bk. Dârü´l-islâm, Darü´l-Harb.).

Vakýf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayýtla mukayyed olmadýðýný savunurken, mâlikin kendisinin yaptýðý vakýfta ne kendisi ne mirasçýlarý hakkýnda lâzým bir vâkýf olmamakta, vakýf âriyet hükmünde olmaktadýr. Yani vâkýf, âriyetin câiz olduðu kadar câizdir. Rakabesi vâkfýn mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasýlatý vâkýf cihetine sarfolunur. Vâkýf, saðlýðýnda vâkýftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, Ýbn Abbâs´tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiþtir. O þöyle demiþtir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah´ý þöyle derken iþittim: "Allah´ýn ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçýlar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuþtur. Yine Hz. Ömer demiþtir ki: "Eðer bu vâkfýmý Hz. Peygamber´e anmamýþ olsaydým, ondan dönerdim." Üçüncü delili, malý vâkýf ile hapsedip tasarruftan alýkoymanýn fýkýh kâidelerine karþý gelmek þeklindeki aklý delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete baðlýdýr, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir þer´î nass bulunmadýkça bâtýl olmaktadýr. Birþey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çýkmaz.


radyobeyan