Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Vuslat By: armi Date: 01 Þubat 2010, 12:36:56
Vuslat-Yolculuk
Kurb, yakýnlýk, yakýn olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allahü teâlâya farzlarla hâsýl olan kurb, nâfilelerle hâsýl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram iþlemekten kaçýnanlarýn) ihlâs ile yaptýklarý farzlar hâsýl eder." demiþtir. Ýmâm-ý Rabbânî, kurb ve visâl (kavuþma) lezzetinin Cennet nî­metlerinin lezzetinden ziyâde olduðu gibi, bu´d ve hýrmân (uzaklýk ve mahrumluk) azâbýnýn da Cehennem azâbýndan beter olduðunu ifâde etmiþ, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzlarýn kurb hâsýl etmesi için, nâfile ibâdetleri de yapmanýn þart olduðunu belirtmiþtir. (E. Ans. c.1, s.29)

Allahü teâlâya yakýn olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî teri­miyle de ifâde olunur ki, Abdullah-ý Ensârî bunun; Allahü teâlâdan baþka her þeyi unutmak olan fenâdan sonra, Allahü teâlâ tarafýndan, evliyâsýna ihsân olunacaðýný beyân etmiþtir. Kurb-i nübüvvet ve kurb-i velâyet ol­mak üzere iki türlü kurb vardýr. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet kemâlâtýna, olgunluklarýna kavuþma, nübüvvet yolu ile Hakk´a erme demektir. Ýmâm-ý Rabbânî´nin belirttiðine göre, kurb-i nübüvvet, insaný aslýn aslýna ulaþtý- rýr. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunlarýn arkadaþý olan sahâbîleri Allahü teâlâya bu yoldan kavuþmuþlardýr. (E. Ans. c.1, s.29)

Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsýta bulunmak sûretiyle kavuþma, kurb-i velâyet adýný alýr. Yine Ýmâm-ý Rabbânî´nin ifâ­desine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek, kurb-i nübüv­vet yoluna kavuþmasý, yâni her iki yoldan feyz almasý câizdir. (E. Ans. c.1, s.29)

Bir de kurb-i ebdân tâbiri vardýr ki, bedenlerin birbirine yakýn olmasý, yakýn bulunmak demektir. Kurb-i ebdânýn, kalplerin birleþmesinde büyük tesiri vardýr. Bunun içindir ki, Peygamber efendimizin sohbetinde bulun­mayan hiç bir velî, bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar þâný yüksek olduðu hâlde, Resûlullah efendimizi hiç görmediði için, Eshâb-ý kirâmdan en aþaðý olanýn derecesine yetiþemedi. Büyük Ýslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden; "Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz´den hangisi daha yüksektir?" diye soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Resûlullah efendimizin yanýnda giderken, atý­nýn burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz´den kat kat daha yüksektir." buyurdu. Ýmâm-ý Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalýþmalý. Nîmetlerin tamam olmasý, bedenle­rin yakýn olmasý iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakýnlýk sebeplerini el­den býrakmamalýdýr." buyurmuþtur. (E. Ans. c.1, s.29)

Büyük velîlerden Ma´rûf-ý Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine bir adam gelerek; "Ey efendim! Benim Allahü teâlâya nasýl kavuþa­caðýmý bana öðretir misin?" dedi. Ma´rûf-ý Kerhî onun elinden tuttu ve pâdiþâhýn kapýsýna getirdi. Kapýnýn önünde ayaðý kýrýk bir adam vardý. Soru soran zâta o kimseyi gösterip; "Ýþte bunun gibi olursan Allahü teâlâya vâsýl olursun" buyurdu. Bununla, ayaðýnýn ikisi de kýrýk bir köle, efendisinin kapýsýnýn önünde nasýl durur hiçbir yere ayrýlmazsa; bir kul da Allahü teâlânýn kapýsýnda her an bekler. Hiç ayrýlmaz ve isyân et­mezse, Allahü teâlâya kavuþur demek istedi.

Tâbiînden ve haným velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah- metullahi teâlâ aleyhâ) devamlý inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde gö­rürlerdi. Yakýnlarý; "Hiç bir hastalýðýnýz yok, aðlayýp sýzlanmanýza, ya­kýn- manýza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde öyle bir dert var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldýlar. Yaramýn merhemi Allahü teâlâya vuslattýr (kavuþmaktýr). Böyle yanýp yakýlýyorum ki, belki maksadýma ka­vuþurum. Bu benim yaptýðým ise, bu iþte en az olanýdýr" diye cevap verdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gurbete çýkanlarý üç þeyin süslediðini anlatýrdý; "Bunlarýn birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk, üçüncüsü þüpheli kimselerden uzak kalmaktýr." derdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Ahmed el-Kalânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin arkadaþlarýndan Ebû Muhammed er-Ribâtî el-Mervezî anlatýr: Bizim ilk defâ gördüðümüz, riyâzet çekip, nefsin istekle­rini yapmayýp, açlýk çeken, nefsini terbiye etmek için çöle giden Ebû Ahmed hazretleridir. Bu güzel ahlâký, diðer insanlara ondan mîrâs kaldý. Bir keresinde onunla berâber ben de çöle gittim. Onun emir, reis olma­sýný þart koþtum. Yola çýktýk, beni açlýðýmda doyurdu. Susuzluðumda suya kandýrdý. Bütün bunlar onun merhametindendi. Bir gün yaðmur yaðmaya baþladý. Þiddetli rüzgarla berâber çöl kapkaranlýk oldu. Ben; "Yâ Ebâ Ahmed! Sýðýnacak bir yer isterim." demiþ bulundum. Beni bir yere götürüp oturttu. Elini baþýma koyup, kendisi ayaða kalktý. Üstündeki elbiseleri ve baþýndaki baþlýðý bana giydirdi. Sanki bir evin içindeymiþim gibi hissettim. Bana ne yaðmur ne de rüzgar zarar verebiliyordu. Ben aðzýmý açýp îtirâz edecek oldum. "Emîrin emrine uymak lâzýmdýr. Ona îti­râz edilmez. Sen beni yolculuðumuzun baþýnda emir seçtin." dedi.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Türâb-ý Nahþebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Ana-baba ve hocanýn rýzâsý ve izni olmadan yola çýkmamalýdýr. Eðer izinsiz çýkarsa, seferinde birçok engelle karþýlaþýr ve yolculuðunda bere­ket olmaz.

Topluluk hâlinde yolculuk yapýlýyorsa, en zayýflarýn yürüyüþü gibi yü­rümelidir. Arkadaþý durduðu zaman durmalýdýr. Mümkün mertebe, na­mazlarý vaktinden sonraya tehir etmemelidir. Eðer mümkün ise, yürüye­rek gitmeyi, bir vâsýtaya binerek gitmeye tercih etmelidir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i þerîfte; "Bir bineðe bine­rek hacca giden kimsenin, bineðinin attýðý her adým için yetmiþ hasene, yürüyerek giden kimsenin her adýmýna karþýlýk ise harem hasenâtýndan yedi yüz hasene (iyilik) vardýr." buyurunca, Eshâb-ý kirâm (r.anhüm); "Harem hasenâtý nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; "Onun bir hasenesi, yedi yüz bin hasenedir." buyurdular.

Toplulukla yapýlan yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaþla­rýna hizmet etmeli, onlarýn meþakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem þöyle rivâyet etti: Resûlullah´a sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Allah´ýn resûlü! Sadakalarýn en fazîletlisi hangisidir?" diye sorulunca; "Kiþinin, Allahü teâlânýn rýzâsý için arkadaþlarýna hizmet etmesidir." buyurdular.

Bir memlekete varýlýnca, eðer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine, yoksa, sâlih kimselerin yanýna gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kýymetli olanýnýn yanýna gidilir. Yine bir memlekete gidildiði zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcýnýn giderilmesi için uygun bir yer ara­nýr. Akarsu olan yer, yerleþmek için tercih edilir. Abdest aldýktan sonra, iki rekat namaz kýlar ve yanýna gideceði büyük bir zât varsa onun yanýna gider. Yanýnda bir süre oturur. Soracaðý bir husus varsa sorar, yoksa onun yanýnda konuþmaz. Eðer o büyük zât bir þey sorarsa, cevap verir.

Yolculuða çýkan kimsenin yanýnda abdest için bir kab bulundurmasý lâzýmdýr. Büyüklerden bâzýsý, yolculuk yapan birisi ile müsâfeha yapýnca, onun avucunda ve parmaklarýnda su kabý taþýdýðýna dâir bir izin olup ol­madýðýna bakardý. Eðer böyle bir iz bulursa, onu çok iyi karþýlar, bula­mazsa, ona yüz vermez ve kabûl etmezdi. Yine onlardan birisi, yolculuk yapan birisinin yanýnda su kabý görmezse, bundan, onun namazý terket- meyi göze aldýðýna hükmederdi. Yola çýkacak kimsenin yanýna; iðne, iplik, makas, çaký v.b. gibi þeyleri almasý müstehabdýr. Çünkü bun­lar, farzlarý edâ etmeye yardýmcý olurlar. Yolculuða çýkmak isteyen bir kimsenin, dostlarýný ve tanýdýklarýný ziyâreti, onlara vedâ etmesi ve on­larla helallaþ- masý lâzýmdýr. Yola çýkan kimsenin özellikle namazlarýný terk etmemesi lâzýmdýr.

Evliyânýn büyüklerinden Ýbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlatýr: Ýbrâhim-i Havvâs hazretleri ile yola çýkmýþtýk. Yola çýkarken buyurdu ki: "Yol boyunca ikimizden biri­nin reis olmasý lâzýmdýr. Yollardaki iþlerin idâresi onun elinde olacak." Ben de, "Reis, siz olun efendim." dedim. Hocam "Reis olursam, benim sözlerime îtiraz etmeyeceksin." buyurduðunda, "Peki efendim." dedim.

Yolumuza devâm ettik. Yolda bir konaða gelince "Otur!" buyurdu. Kuyudan su çekti, bana ikrâm etti. Odun getirdi, ateþ yaktý. Ne zaman bir iþ yapacak olduysam müsâde etmedi. "Mâdem ki reis benim, benim de­diðim olacak." buyurdu. Yolda þiddetli bir yaðmura tutulduk, paltosunu çýkarýp, sabaha kadar ayakta üstüme tuttu. Çok sýkýlýyordum. Sabah o- lunca, "Keþke reis ben olsaydým." dedim. Yolumuza devam edip, hacca gittik. Hacdan sonra bana: "Evlâdým, reis olduðun zaman sana yaptýðým gibi yaparsýn. Reis, baþkalarýna hizmet ettiren deðil, onlara hizmet eden, onlarýn dünyâ ve âhiret saâdeti için çalýþan kimsedir. Reis, baþkalarýn­dan gelen sýkýntýlara severek katlanan insandýr."

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Baðdât´taki vazîfesini tamamladýktan sonra son olarak 1822 senesinde Þam´a gitmek üzere hazýrlandý. Âile fertlerin­den bazý- larýný Baðdât´ta býraktý. Baðdâtlýlar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî iþâretin Þam´a gitme­leri doðrul- tusunda olduðunu belirterek yola çýktý. Talebeleri ve sevenle­rinden bü- yük bir cemâatle Þam´a geliyorlardý. Þam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meþhûr Þemmer kabîlesinden bir yol ke­sici, adam- larý ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi þöyle anlatýr: "Pekçok yardýmcýmla Mevlânâ Hâlid´in kâfilesine hücûm edeceðim za- man, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiþ, heybetli biri gö­ründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dað kadar oldu. Yolcular ile aramýzda bü- yük bir engel teþkil etti. Artýk kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun u- zunluðu semâya kadar varan bir büyük dað gibi olan bu zâtý görünce, korkudan bir titreme gelerek, mýzraklarýmýz elimizden düþtü. Sonra her- kes hayvanlarýndan düþtü. Artýk kâfilede Allah´ýn sevgili bir kulu oldu- ðunu anladýk ve hep bir aðýzdan; "Aman aman, affedin affedin!" diye ba- ðýrýþtýk. Bunun üzerine kâfile görünmeye baþladý. Ýçlerinde Mevlânâ Hâ- lid´i görünce, hepimiz kusurlarýmýzýn affýný rica ve niyâz ettik. Ellerine sa- rýlarak tövbe ve istiðfâr eyledik."

Tâbiînin büyüklerinden, meþhûr bir âlim ve velî Þa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse Þam´ýn en uzak bir yerinden, Ye­men´in en uzak köþesine yolculuk yapsa, yolculuðu sýrasýnda, hayâtýnda faydalý olacak bir kelime öðrense, bu yolculuðu boþuna yapmýþ sayýl­maz."

Konya´nýn büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ- aleyh) bir defâsýnda Tebrîz´e gitmek üzere yola çýktý. Yolda, Selçuklu sul- tânýnýn vâlilerinden birinin oðlu olan Teoman Beyle karþýlaþtý. Teoman Bey, görünüþü insana huzur veren nûr yüzlü bu kimseye yakýnlýk göste­rerek, kim olduðunu ve nereye gittiðini sordu. O da, Mevlânâ hazretleri­nin torunu olduðunu ve Tebrîz´e gittiðini söyleyince, Teoman Bey çok se- vindi ve kendisinin de Tebrîz´e gittiðini bildirdi. Kabûl ederse berâber gi- debileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet etmekle þereflenmek is- tediðini de ayrýca bildirdi.

Ârif Çelebi´nin, sohbet ederek giderlerken, Teoman Beyin elinde bu- lunan doðana gözü takýldý. Teoman Beyden doðaný istedi. O da ka­festen çýkarýp teslim etti. Ârif Çelebi, doðanýn ayaklarýný çözüp salýverdi. Hürri- yete kavuþan doðan uçup gözden kayboldu. Teoman Bey, þaþýrmýþ bir hâlde doðanýn arkasýndan bakakaldý. Bir müddet Mevlânâ hazretleri­nin torunu olan Ârif Çelebi´ye ses çýkaramadýysa da, dayanamýyarak ko­nuþ- maya baþladý: "Efendim! Bu doðan öyle bir doðan idi ki, ava gönderip de eli boþ döndüðü hiç olmamýþtý. Böyle bir doðaný bulmak ve ele geçir­mek için neler çektim, ne masraflar yaptým. Bu doðanýn misli yok idi. Sonra bunu, Tebrîz´de bulunan pâdiþâh Gâzan Hâna hediye edecektim. Kim- bilir bana ne kadar çok bahþiþler verecekti. Üstelik, bir adamýmla, ona bir doðan getireceðimi de bildirmiþtim. Þimdi ben ne cevap verece­ðim?" gibi teessürünü bildiren birçok sözler sarfetti. Sanki bu sözleri bek­liyormuþ gibi sükûnetle dinleyen Ârif Çelebi hazretleri, tebessüm ederek buyurdu- lar ki: "Ey Teoman Bey! Bir doðan için insan bu kadar üzülür mü? Asýl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karþý yaptýðýmýz hatâ ve kusûr­lar, iþledi- ðimiz günahlar ve isyânlardýr. Mâdem ki, doðanýn için bu kadar üzülü- yorsun, çaðýralým gelsin ister misin?" Teoman Bey; "Muhterem efendim! Eðer bu doðan tekrar elimize gelirse, ziyâdesiyle sevinirim. Ne kadar malým varsa, hepsini vermeye hazýrým. Beni yeniden hayata ka­vuþtur- muþ gibi olursunuz" dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; "Ey kýymetli doðan! Dedem Mevlânâ hazretlerinin hatýrý için buraya gel!" diye ses­lendi. Bir ânda, kaybolan doðan, yükseklerden süzülerek Ârif Çelebi´nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuþu alýp Teoman Beye verince, Teo­man Bey ne yapacaðýný þaþýrdý. Ârif Çelebi´nin eline sarýlýp öpmeye baþladý. Ora- da, üzerinde bulunan iki bin altýný ve yedeðinde bulunan en güzel atý, Ârif Çelebi´ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce, Ârif Çelebi´ye karþý muhabbeti pek ziyâdeleþti.

Uzun yolculuklardan sonra Tebrîz´e vardýlar. Teoman Bey, Gâzan Hâna doðaný hediye edince, sultan, doðaný çok beðendi; otuz iyi cins at ve altmýþ bin altýn ihsânda bulundu. Teoman bey bir fýrsatýný bulup, yolda geçen hâdiseyi Gâzan Hâna anlattý. Ârif Çelebi´nin Ýslâmiyete olan baðlý­lýðýný, geçtikleri þehirlerde insanlara emr-i mârûf yapmak, dîn-i Ýslâmý yaymak için nasýl çýrpýndýðýný uzun uzun îzâh etti. Gâzan Hân, Ârif Çele- bi´yi hiç görmediði hâlde, ona karþý kalbinde büyük bir muhabbet hâsýl oldu. Onu görmekle þereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek için, çok sevdiði âlimlerden birkaçýný onu dâvet etmek için vazifelendirdi. Ârif Çe- lebi de, bu nâzik dâvete karþýlýk verdi. Tebrîzli birçok âlimin ve velîle­rin de bulunduðu dâvette, kalblere þifâ olan çok kýymetli sohbetlerde bulun- du. Baþta sultan olmak üzere, orada bulunanlar, bilgisinin derinli­ðine, Al- lahü teâlânýn zâtýna ve sýfatlarýna âit mârifetlerinin üstünlüðüne hayran kaldýlar. Ârif Çelebi´ye olan sevgileri, kat kat arttý. Oradan Kon­ya´ya dön- dü.

Evliyânýn büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hakkýnda, Þeyh Ömer Bekrî þöyle anlatýr: Hocam Þeyh Ve- cîhüddîn ile hacca gidiyorduk. Azýksýz, bineksiz yola çýktýk. Biraz yol git- tik. Bir yere vardýk. Açlýktan gâyet zayýf düþtük. Öyle bir yerde bulunu­yorduk ki, insan olmasý ihtimâli yoktu. Hocam Þeyh Vecîhüddîn sýrtýný bir yere dayayýp oturdu. Bu fakire; "Biraz etrafta dolaþ, ola ki bir çobana rastlarsýn da ondan bize yiyecek bir þeyler temin edersin." buyurdu. Peki deyip, etrafta dolaþmaya baþladým. Bir müddet sonra sürüleriyle berâber bir çobana rastladým. Beni görünce hâlimi sordu. Ben de olanlarý anlat­tým. Bana yeni piþmiþ ekmek ile su verdi. Onlarý alýp hocam Þeyh Vecî- hüddîn´e götürdüm. Ekmeðin bir kýsmýný yedik. Su ile ihtiyaçlarýmýzý gide- rip, abdestimizi tâzeleyip, akþam namazýmýzý kýldýk. Hocamýzýn be­reke- tiyle tâ Hicaz´a varýncaya kadar, ne o ekmek bitti, ne o su tükendi. Neþeli bir vakitlerinde hocama, o yolculuðumuzda öyle kuþ uçmaz, ker­van geç- mez yerde nasýl tâze ekmek ve su bulduðumuzu sordum. Bu­yurdu ki: "Öyle bir yerde bulduðumuz o tâze ekmek ve su, sýkýntý ve me­þakkatli zamanlarda sevdiklerine Allahü teâlânýn ihsân ettiði bir sofradýr. Yoksa, sen de gördün orada kimsecikler yoktu!"






radyobeyan