Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Tasavvuf By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:24:52
Tasavvuf
Mutasavvýf tâbiri, umûmî bir isimdir. Gafletten uzak yâni her an Hakk´ý zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan baþka her þeyi gönlünden çýkaran, rûhunu cenâb-ý Hakk´ýn zikri ile (an­makla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürþid, ahlâk-ý hesene sâhibine mutasavvýf denilir. Çoðulu mutasavvýfûn ve mutasavvifedir. Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin belirttiðine göre, Ýslâm âlimlerinin iki kýsmýndan biri din imâmlarýdýr. Bunlar, müfessi­rîn-i izâm (tefsîr âlimleri), muhaddisîn-i kirâm (hadîs âlimleri) ve mütekel­limîn (kelâm âlimleri), mutasavvýfûn ve fukahâ-i kirâmdýr (fýkýh âlimleri). Bunlarýn her sözü, her beyâný, Kur´ân-ý kerîmin ve hadîs-i þerîflerin açýklamasýdýr. Her sözleri doðru ve senettir. (E. Ans. c.1, s.14)

Abdülhak-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) demiþtir ki: "Mutasav­výflarýn hepsi Ehl-i sünnetti. Bid´at sâhiplerinden (Peygamberimiz ve dört halîfe devrinde olmayýp dinde sonradan meydana çýkarýlan iþlere ve uy­durulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allahü teâlânýn mârifetine (O´nu ta­nýmaya) yaklaþamamýþtýr. Vilâyet (evliyâlýk) nûrlarý bunlarýn kalplerine girmemiþtir. (E. Ans. c.1, s.14)

Büyük âlim ve velî Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri de þöyle buyurmuþtur: "Mürþid (rehber, doðru yolu gösterici) ve mutasavvýf, Rabbi için her yönden ve her þeyden ayrýlýp Allahü teâ- lâdan baþkasýna tapýnmayý, ibâdet etmeyi ve uymayý terk ederek, gay- riye yönelmekten ve meþgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hak- k´a ibâdet eder ve þeytana uymaz." (E. Ans. c.1, s.14)

Tasavvuf yolculuðu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk deni­lir. Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Seyr ve sülûk- dan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sýfatlardan temizlemek­tir." demiþ, bu çirkin sýfatlarýn baþýnda nefse düþkün olmak ve onun ar­zu- larýna, isteklerine tutulmak geldiðini ifâde etmiþtir. Seyrin çeþitli kýsým­larý vardýr. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eþyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanýn kendinde yaptýðý yolculuktan) önce olan þeyle­rin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduðunu, seyr-i âfâkîde ele geçen þeylerin bir hiç mesâbesinde olduðunu belirtmiþtir. (E. Ans. c.1, s.28)

Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Seyr-i âfâkî (kendinin dýþýnda ilerleme), insaný, matlûbdan (aranýlandan) uzaklaþtýrýr, seyr-i enfüsî ise, insaný, matlûba kavuþturur." demiþtir. Seyr-i enfüsî, ta­savvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Seyr-i enfüsîde, insaný, Allahü teâlânýn sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduðu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzýmdýr." buyurmuþtur. (E. Ans. c.1, s.28)

Allahü teâlânýn isimlerinde ve sýfatlarýnda ilerleme, Allahü teâlânýn beðendiði ve râzý olduðu þeylerde fâni olma (yâni O´nun sevdiklerini sev- mek ve O´nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri, "Allahü teâlâya kavuþmakta, zulmet perdelerinin kalkmasý için mah­lûklarýn hepsini aþmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzýmdýr. Nûrdan perdelerin aradan kalkmasý için de seyr-i fillah gerekir." demiþtir. (E. Ans. c.1, s.28)

Allahü teâlâya doðru olan yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf yolculuðuna seyr-i ilallah de­nilmektedir. (E. Ans. c.1, s.28)

Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânýn beðendiði þeylerde fânî olma hâsýl olmadýkça, tam ihlâs (her iþini yalnýz Allahü teâlânýn rýzâsý için yapma) elde edilemez. Muh­lis- lerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluðuna kavuþulamaz." demiþtir. Muham- med Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye baðlýdýr." buyurmuþtur. Seyr-i murâd (murâdlarýn, seçil- miþlerin Allahü teâlânýn lutf ve ihsâný ile çekilerek ka­vuþtuklarý yol) ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlýðýn) yüksek de­recelerine kavuþturu- lan bu rehberin bakýþlarý, kalp hastalýklarýna (kalbin Allahü teâlâdan baþ- ka þeylere tutulmasýna) þifâdýr. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuþ- mak, mânevî hastalýklarý giderir. (E. Ans. c.1, s.28)

Tasavvufta nihâyete kavuþan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuþ olduðu eþyânýn bütün bilgilerine yeniden sâhib olmasý, Seyr-i fil-eþyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eþyâ, davet makamýný elde etmek içindir. Davet makâmý, peygamberlere mah­sûstur." demiþtir. (E. Ans. c.1, s.29)

Sözlükte toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiy- yet, hep bir olaný müþahede (eserlerini görmek) ile meþgûl olup, kendin- den dahi habersiz olma hâli yâni kýsaca rûhunu ve kalbini topla­yýp, Alla- hü teâlâdan baþkasý ile olmama hâlidir. Ýmâm-ý Rabbânî, cemâ­atle kýlý- nan beþ vakit namaz ve devâmlý Allahü teâlâyý zikretmenin cemiyyete sebeb olacaðýný beyân etmektedir. (E. Ans. c.1, s.30)

Allahü teâlâdan baþka hiçbir þeyin kalpte bulunmamasý, berâberlik, birlikte olma, hâzýr bulunmaya huzur da denir. Muhammed Mâsûm Fârû- kî, huzur, gafletten kurtulmaktan ibârettir demiþ, ayrýca huzurlu ve uyanýk olan kalbin namazda, uykuda ve vilâyette ayný olduðunu, huzur ve uyanýklýðýn kalbin melekesi olup onun gerekli sýfatlarý olduðunu, hiç bir zaman ayrýlýk kabûl etmediðini ifâde etmiþtir. (E. Ans. c.1, s.30)

Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin Allahü teâlâyý anýp çok zik­retmesi veya bir baþka sebep netîcesinde hâsýl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhun coþmasý, kalbinin elinde olmadan gayr-i ihtiyârî kendinden geçip taþma hâline vecd denir. Ýmâm-ý Rabbânî; "Hâller ve vecdlerin, be- ðenilip aranýlan matlûbun baþlangýcý olduðunu, maksad olmadýðýný be- lirtmiþtir. Hatta tasavvuf yolunda bulunan sâlikin zâhirini, dînin emir ve yasaklarýna uydurmasý, ibâdet ve tâatlerden tad almasýna sebeb olduðu gibi, bütün iþlerinde, Allahü teâlânýn rýzasýndan baþka düþünceleri kal­binden çýkarmaya, kibir, hased (kýskançlýk), kin gibi manevî hastalýklar­dan temizlemeye çalýþmasý da, kalpte ve rûhda vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle olur." demiþtir. (E. Ans. c.1, s.30)

Aþk, muhabbet hâlleri, kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coþ­kunluklar) mevâcid diye de isimlendirilir. Hâce Ubeydullah-ý Ahrâr; "Bü­tün ahvâl (kendinden geçme hâlleri) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdýný içimize yerleþtirmeseler, kendimi mahvol­muþ bilirim. Eðer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaþlarýnýn yolunda olanlarýn) îtikâdýný verseler, ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem." demiþtir. Ýmâm-ý Rabbânî de; "Tasavvuf yolcularýnýn, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller) mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek þeyler deðildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâ- lât (hayaller) gibi geçici þeylerdir. Bunlar o yolcularý ilerletmek için vâsý- tadan baþka bir þey deðiller." demiþtir. Hatta Muhammed Bâkî-billah, ihlâs (her þeyi Allahü teâlânýn rýzâsý için yapma) makâmýna ve (tasav­vufun en yüksek derecelerinden) rýzâ mertebesine kavuþmak için ahvâl ve mevâcidden vazgeçmek, ilim ve mârifetler edinmek lazým geldiðini i- fâde etmiþ, onlarýn gâyeye götüren yol ve maksadýn baþlangýcý oldu­ðunu da belirtmiþtir. Yine Ýmâm-ý Rabbânî; "Ahvâl (hâller) ve mevâcid, matlû- bun yâni ele geçirilmek istenilenin baþlangýçlarý olup maksad (gâye) de- ðildir." dedikten sonra þöyle bir açýklama yapmýþtýr: "Ýslâmiyetten kýl ucu kadar bile ayrýlan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsýl olursa, bunlara istidrâc (fâsýklarda ortaya çýkan hârikulâde hâller) denir ki, onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler." (E. Ans. c.1, s.30)

Kalbe, gönüle gelen ve bir müddet kalan düþünceye hâtýr denilir. Ab- dülgânî Nablüsî, bu konuda þu açýklamayý yapmaktadýr: "Kalbe gelen düþüncelerden, birincisi kalpte durmaz def edilir. Buna hâcis denir. Ýkin­cisi kalpte bir zaman kalýr. Buna hâtýr denir. Üçüncüsü, yapmak ile yap­mamak arasýnda tereddüd olunur. Buna da hadîsün-nefs denir. Bunlarý melekler yazmaz. Seyid Abdülhakîm Efendi, Ýslâmiyete uymayan hâtýrla­rýn bâtýl olduðunu, þeytan tarafýndan gelen hâtýrlarýn hepsinin günâha dâvet olduðunu ifâde etmiþtir. Ebû Süleymân-ý Dârânî; "Havâtýr ve ni­yetleri önce, Kitap ve Sünnet ile karþýlaþtýrýyorum. Bu iki âdil þâhide, uy­gun olanlarý söyleyip yapýyorum." demiþtir. Hâdimî de; "Havâtýr nefse acý gelirse, hayr olduðu; tatlý gelir, hemen yapmak isterse, þer (kötü) olduðu anlaþýlýr. Bunu anlamak için Ýslamiyete uygun olup olmadýðýna bakýlýr. Anlaþýlmazsa, sâlih, günâh iþlemeyen bir âlime sorulur." demiþtir. (E. Ans. c.1, s.31)

Teveccüh, tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden en ö- nemli olanýdýr. Bu, bir velînin, Allahü teâlânýn izni ile nazar etmek (bak- mak) yâhut baþka yollarla talebesinin veya sevdiðinin yâhut baþka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allahü teâlâdan baþka her þey) ve dünyâ sev­gisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurmasý, yüksek dere- celere kavuþturmasý demektir. Muhammed Mâsûm; "Pîrin (tasavvuf bü- yüðünün) teveccühünü, zulmet ve keder daðlarýný, her ne sûretle or­taya çýkarsa çýksýnlar, sadýk talebeden kaldýrýp, uzaklaþtýrýr." demiþtir. Ubey- dullah-ý Ahrâr´ýn oðlu Hâce Muhammed Yahyâ; "Tasarruf sâhipleri üç ký- sýmdýr. Bir kýsmý, Allahü teâlânýn izni ile, her istedikleri zamanda, dile- dikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek dere- ce olan fenâ makamýna eriþtirir. Bazýsý, Allahü teâlânýn emri olma­dan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kýsmý ise, kendilerine bir sýfat (hâl) geldiði zaman kalplere tasarruf ederler." demiþ­tir. (E. Ans. c.1, s.25)

Ýmâm-ý Rabbânî; "Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalý, ele ge­çenlere baðlanýp kalmamalýdýr. Verâlarýn verâsýný yâni ötelerin ötesini a- ramalýdýr. Böyle bir istek, böyle çok çalýþmak ancak vazîfe alýnan büyü­ðün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de müridin (talebenin) ona olan sevgisi, baðlýlýðý kadar olur." demiþtir. (E. Ans. c.1, s.32)

Teveccüh, bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât etmiþ, kabirde o- lan bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, fay­dalanmak için, kalbini ona baðlamasý, hâtýrýna hiçbir þey getirmeyip, yal­nýz onu düþünmesi mânâsýnda kullanýlýr. Abdullah-ý Dehlevî, bu konuda þunlarý söylemektedir: "Bâtýndaki yâni kalbindeki nisbetin (baðlýlýðýn) art- masýna çalýþ. Allah ism-i þerîfini, bâzan da kelîme-i tehlîli (Lâ ilâhe il- lallah´ý) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur´ân-ý kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaþmaya çalýþ. Bu çalýþmalarda gev­þeklik olursa, bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Maz- hâr-ý Cânân´ýn kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edi­lir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsýl olan fayda, bir diðerinin fay­da- sýndan daha çoktur." (E. Ans. c.1, s.32)

Abdülhak-ý Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kýymetli kitabýnda, Ah- med Zerrûk´dan alarak diyor ki: "Ýmâm-ý Mâlik; "Fýkýh öðrenmeyip, ta­savvuf ile uðraþan, dinden çýkar, zýndýk olur. Fýkýh öðrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid´at sâhibi) yâni sapýk olur. Her ikisini edinen, hakî­kate varýr." buyurdu. Fýkhý doðru öðrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fýkýh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olaný, ihtiyâtlý olaný yapar demektir. Cüneyd-i Baðdâdî, Süfyân-ý Sevrî´nin mezhebinde idi. Abdül- kâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Þiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Ha­nefî idi. Haris-i Muhâsibî, Þâfiî idi (kaddesallahü teâlâ esrârehüm)." (E. Ans. c.1, s.35)

Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar, keþifler, ahkâm-ý þer´iyye için sened ve vesîka olamaz. Keþiflerin, ilhâmlarýn doðru olup olmadýðý, þerîate (Ýslâmiyete) uygun olup olmamalarý ile anlaþýlýr. Tasav­vufun, vilâyetin yüksek tabakalarýnda bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aþaðý derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbû­riyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Baðdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmiþlerdir. Ahkâm-ý Ýslâmiyyeye yapýþmak, bir aðaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsýl olan ilimler, mârifetler, keþifler, tecellîler, aþk-ý ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu aðacýn meyveleri gibidir. Evet, aðaç dikmekten maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için aðaç dikmek þarttýr. Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ý þer´iyye yapýlmazsa, tasavvuf ve evliyâlýk hâsýl olamaz. (E. Ans. c.1, s.35)

Allahü teâlâ, meleklere, cinne çeþitli þekiller alabilme kuvveti verdiði gibi, çok sevdiði kullarýnýn ruhlarýna da, bu kuvveti vermektedir. Baþka bedene ihtiyâç yoktur. Havada, her zaman su buhârý vardýr ve görün­mez. Kaynar sudan, kazan borusundan çýkan beyaz sis, buhar deðildir. Çok küçük su damlacýklarýdýr. Renksiz gazlar görünmez. Havadaki renk­siz su buhârý, soðuk sabahlarda çið hâlinde dâneler þeklinde görüldüðü gibi, rûhlar da, görülecek þekiller alabilmektedir. Ýþittiklerimiz ve okuduk­larýmýza göre, evliyâdan birçoðu, bir anda çeþitli yerlerde görülmüþ, birbi­rine uymayan iþler yapmýþlardýr. Burada latîfeleri, insan þekline girmekte, baþka baþka bedenler halini almaktadýr. Bunun gibi, meselâ Hindistan´da oturan ve þehrinden hiç çýkmamýþ olan bir velîyi, hacýlar Kâbe´de görüp konuþtuklarýný, baþkalarý da, meselâ ayný günde Ýstanbul´da, bir kýsým kimseler de, bu velî ile, yine o gün, Baðdad´da görüþtüklerini söylemiþ­lerdir. Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif þekiller almasýdýr. Bâzan o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanýlýyorsunuz, o zaman, evimdeydim, o memleketlere gitmemiþtim, o þehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanýmýyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan kim­seler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzý evli­yâdan yardým istemiþlerdir. O büyüklerin, kendi þekillerinde olarak, he­men orada bulunduklarýný ve imdâdlarýna yetiþtiklerini görmüþlerdir. Bu velinin yaptýðý yardýmlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olma­maktadýr. Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüþtür. Böyle yardýmlarý yapanlar, o din büyüklerinin rûhlarý ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu â- lem-i þehâdette, bâzan da âlem-i misalde þekil almaktadýr. Nitekim Pey- gamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gecede, binlerce kimse rü- yâda görüp istifâde etmektedir. Bu gördükleri, hep O´nun latîfelerinin ve sýfatlarýnýn âlem-i misâldeki þekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürþid- lerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müþkil- lerini çözerler. (E. Ans. c.1, s.35)

Muhammed Mâsûm Serhendî, Mektûbât´ýnda (2. cild, 140. mektub) diyor ki: "Hadîs-i kudsîde; "Bir velî kuluma düþmanlýk eden, benimle harb et- miþ olur. Kulumu bana yaklaþtýran þeyler arasýnda, en sevdiðim, ona farz ettiðim þeydir. Nâfile ibâdet yaparak, bana yaklaþan kulumu çok se­verim. Çok sevdiðim kulumun iþiten kulaðý, gören gözü, tutan eli, yürü­yen ayaðý olurum. Ýstediðini elbette veririm. Bana sýðýndýðý zaman, el­bette korurum." buyruldu. Farzlarla hâsýl olan kurb, yâni Allahü teâlâya yaklaþmak, nâfilelerle hasýl olandan, elbette daha çoktur. Fakat, takva sâhiplerinin ihlâs ile yaptýðý farzlar kurb hâsýl eder. (Takvâ, haramlardan nefret etmek, haram iþlemeyi hâtýra bile getirmemektir. Allahü teâlâya yaklaþmak, O´nun rýzâsýna, sevgisine kavuþmak demektir.) Takvâ ve ih- lâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdiði vazîfeleri yapmak lâ­zýmdýr. Farzlarýn kurb hâsýl etmesi için, bu nâfile vazîfeleri yapmak þart­týr. Nâfile ibâdetleri yapmaya "Sülûk" denir. Sülûk vâsýtasý ile, insanda "Fenâ" hâsýl olarak, Allahü teâlâdan baþka her þeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra "Bekâ" hâsýl olarak, Allahü teâlânýn sevgisi, kalbine yerleþir. Her þeyi Allah için sever. Her iþi Allah için yapar. Böyle insana "Velî" de­nir. Ancak bunun yaptýðý farzlar kurb hâsýl eder. Takvâ hâsýl etmek için iki yol vardýr: Birincisi, Ehl-i sünnet îtikâdýný ve ibâdetlerin þartlarýný ve haramlarý öðrenip, haram iþlememek için kendini zorlayarak, ibadetleri yapmaktýr. Bunlarý öðrenmek ve yapmak senelerce sürer. Ýkinci yol, sülûk vazîfeleridir. Bu yol ile, takvâ az zamanda hâsýl olur. Eshâb-ý kirâ­mýn hepsi, hep bu yoldan takvâya kavuþtular. Bir "Mürþid"i, "Rehber"i ta­nýyýp, sohbetinde bulunan, yâni yanýnda edeb ile, severek oturan yâhut uzaktan râbýta yapan, yâni yüzünü hayâline getirerek edeb ile bakan kimsenin kalbine, mürþidin kalbinden feyz gelir. Yâni kalbinde fenâ ve bekâ hâsýl olur. Bir "Rehber" tanýmayýnca, birinci yolda çalýþmak îcâb eder. Mazhâr-ý Cân-ý Cânân hazretleri; "Bütün feyzlere, bütün nîmetlere, üstâdlarýma olan sevgim sebebi ile kavuþtum. Kusurlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâya yaklaþtýrmaya sebeb olabilir mi?" buyurdu. Ýbâdetin, in­saný, Allahü teâlâya yaklaþtýrabilmesi için, ihlâs ile yapýlmasý lâzýmdýr. Ýhlâs da, ancak âriflerden feyz almakla hâsýl olur. Künûzu´d-Dekâik´daki hadîs-i þerîfte; "Her þeyin menbâý vardýr. Ýhlâsýn, takvânýn menbâý, kay­naðý, âriflerin kalpleridir." buyruldu. Velî olmak için, yâni Allahü teâlâya yakýn olmak, yâni O´nun sevgisine kavuþmak için, farzlarý yapmak lâ­zýmdýr. Farzlarýn birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra, haramlardan sakýnmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyý sevmektir. Sevdiði velîden feyz gelerek kalbi temiz­lenir. Muhakkak velî olur. (E. Ans. c.1, s.36)

Senâullah-ý Pânî-pütî´nin yazdýðý on ciltlik kýymetli kitabý Tefsîr-i Maz- harî´de Cin sûresinin 26. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Allahü teâlânýn, gaybdan bildiði þeylerin bâzýlarýný Peygamberlerinden diledi­ðine bildir- diðini açýklarken; "Allahü teâlâ, evliyâsýna vâsýtasýz da bildirir. Hazret-i Ömer´e, Sâriye´yi gösterdi. Mûsâ aleyhisselâmýn annesine, oð­lunu deni- ze koymasýný, yine geri göndereceðini ve peygamber yapaca­ðýný bildir- diðini haber veriyor. Havârîlere vahiy gibi bildirdiðini ve hazret-i Merye- m´e; "Hurma kütüðünü salla, tâze hurma olacak. Onlarý ye." dedi­ðini ha- ber veriyor. Bunlar peygamber deðildi. Velî idiler." buyruluyor. Akâid kitaplarýnda, evliyânýn kerametlerinden bir kýsmý yazýlmýþtýr. (E. Ans. c.1, s.36)

Abdülganî Nablüsî´nin, El-Hadîkat-ün-Nediyye fî Þerh-it-Tarîkat-il-Muhammediyye (c.2, s.126) isimli kýymetli kitabýnda açýkladýðýna göre: "Resûlullah ile, Eshâb-ý kirâm ile ve Tâbiîn ile, bunlar öldükten sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek, yâni bunlarýn hürmeti için, dilekte bulun­mak câiz ve meþrûdur. Tevessül etmek, þefâatini istemektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduðunu bildirdiler. Mûtezile fýrkasý ise buna inan­madý. Tevessül edenin duâsýnýn kabûl olmasý, tevessül olunanýn kerâ­meti olur. Yâni, öldükten sonra kerâmet göstermesi olur. Bid´at sâhibi, sapýk olanlar buna inanmadýlar. Ýmâm Abdürraûf el-Münâvî El-Câmiu´s-Sagîr þerhi olan Feyz-ul-Kadîr´inde bu câhillere cevap vermektedir. Ý- mâm-ý Sübkî de buyuruyor ki: "Resûlullah ile tevessül etmek, yâni isti- ðase etmek, O´ndan þefâat istemektir. Bu ise güzel bir þeydir. Önceki ve sonraki Ýslâm âlimlerinden hiçbiri buna karþý bir þey dememiþlerdir. Yal- nýz Ýbn-i Teymiyye, bunu inkâr etmiþtir. Böylece doðru yoldan ayrýl­mýþtýr. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirisinin söylemediði bir bid´at çý- karmýþ, bu bid´ati ile müslümanlarýn diline düþmüþtür. Resûlullah´ýn ismi ile kasem ederek, yâni Resûlullah hakký için diyerek, Allahü teâlâdan bir þey istemenin câiz olduðunu, Ýbn-i Abdüsselâm uzun bildirmektedir. Re- sûlullah´ýn vârisi olan evliyâ ile de kasem câiz oldu­ðunu, Ma´rûf-i Kerhî bildirmekte ve bu husus Kuþeyrî Risâlesi´nde yazýl­maktadýr." (E. Ans. c.1, s.27)

Yine Hadîka´da (s.151) deniliyor ki: Herhangi bir müctehidin câiz olur dediði bir þeyi yapana mâni olmamalýdýr. çünkü dört mezhebden birini taklid etmek câizdir. Bunun için, kabir ziyâret edenlere, evliyânýn mezar­larý ile teberrük edenlere, hastasý iyi olmak için veya gâib olan þeyin bu­lunmasý için bunlara nezir yapanlara mâni olmamalýdýr. Adak yaparken, evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere adak de­mektir. Fakire zekât verirken, ödünç verdiðini söylemek gibidir ve böyle söylemenin câiz olduðu bildirilmiþtir. Burada söze deðil, mânâya bakýlýr. Bunun gibi, fakire verilen hediye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da hediye olur. Ýbn-i Hacer-i Heytemî, evliyânýn kabirlerine nezir yapýlýrken, onun çocuklarýna veya talebesine, yâhut orada bulunan fakirlere sadaka olmasý gibi baþka bir kurbet, yâni baþka bir hayýr niyet edilirse, bu nezrin sahîh olacaðýna fetvâ vermiþtir. Böyle nezirlerin, niyet edilen kimselere verilmesi lâzým olur. Þimdi türbelere yapýlan nezirlerin hepsinde böyle niyet edilmektedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzýmdýr. Geç­miþ evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden dinimize uy­mayan mânâlar çýkarmak, öldükten sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onlarýn kabirleri ile be­reketlenenlere mâni olmak, müslümanlara sû-i zan, zulmetmek, mallarýný gasb etmek gibi, hased, iftira ve yalan söylemek ve gýybet etmek gibi ha­ramdýr. (E. Ans. c.1, s.38)

Pekçok insanýn, Allahü teâlânýn yoluna girmesine vesîle olan, Ýslâ­mi- yet´e pek büyük hizmetler yapmýþ olan büyük âlim ve velîlerin kýymet­le-rini bilip hiçbirine dil uzatmamalýdýr. Çünkü inkâr eden mahrûm kalýr. (E. Ans. c.1, s.38)

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlei, "Tasavvuf nedir?" sorusuna cevaben; "Tasavvuf sevgilinin ka­pýsýna çökmektir. Ýsterse kovsun. Tasavvuf, uzaklýðýn kederlerini, acý ta­dýný tattýktan sonra yakýnlýðýn tadýna ermektir. Sâfiyetini saflýðýný, temizli­ðini bulmaktýr. Biz bu tasavvuf konusunda, kýlýcýn keskin tarafý gibi bir hadde ulaþtýk. Azýcýk meyl ve sapma göstersek ateþe düþeriz. Bizim bu mezhebimiz yâni tasavvuf yolu, baþtan sona ciddiyettir. Ona þaka nâ­mýna bir þey karýþtýrmayýz." Buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine; "Tasavvuf yolunda bulunanýn alâmeti nedir?" diye sordular. "Her durumda ve her iþte, en faydalý þey ile meþgûl olmak ve kötülüklerden uzak durmaktýr." buyurdu.

Ynt: Tasavvuf By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:25:23
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün tasavvufu sordular. O; "Tasavvuf, baþtan ba- þa edeptir. Zîrâ her vaktin bir edebi, her makâmýn bir edebi ve her hâ­lin bir edebi vardýr. Vakitlerle ilgili edebe riâyet edenler (vaktini iyi þey­lerle geçirenler), velî kimselerin makâmýna ulaþýrlar. Edebi terk edenler, Alla- hü teâlâya yakýn olduklarýný zannettikleri hâlde, O´ndan uzaktýrlar. Bâzý kullar da vardýr ki, kendilerinin zannettiklerinden daha yüksek bir merte- beye sâhiptir, daha sevgilidirler."

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Tasavvuf nedir?" dediler. Cevaben; "Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir. Yâni, tasavvuf talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefisle muhârebe netîcesinde gerçekleþir."

Baþka bir keresinde de; "Tasavvuf, çirkin ve aþaðý her türlü kötü huydan vazgeçmek ve güzel huylarla bezenmektir."

Tasavvuf kalp huzûru, murâkabe ve gönül uyanýklýðý ile Allahü teâlâ- yý zikretmek, sünnete uygun amel etmektir." dedi.

Evliyânýn büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiþ (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf güzel ahlâktýr. Bu da üç kýsýmdýr: Birincisi, Hakk ile beraber olmak yâni Allahü teâlânýn emirleine uymak ve bu hususta gösteriþten uzak durmaktýr.

Ýkincisi halk ile beraber olmak. Bu da büyüklere karþý saygý ve edeb, küçüklere karþý þefkat, emsallere ise insaflý ve âdil davranmakla olur.

Üçüncüsü nefse sâhib olmak. Bu ise nefsin boþ isteklerine, hevâ, hevese ve þeytana uymamakla olur. Kim bu üç husûsu nefsinde doðru bir þekilde tatbik ederse güzel huylulardan olur."

"Tasavvuf tamâmen ciddiyettir. Þaka nevinden olan herhangi bir þe- yi ona karýþtýrmayýnýz."

Irak´ta yetiþen büyük velîlerden ve Þâfîî mezhebi fýkýh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuf hak- kýnda bir suâl sorulduðunda þöyle buyurdular: "Tasavvufun baþý ilim, or- tasý amel, sonu mevhibe yâni Allahü teâlânýn lutf ve ihsâný olan mâ­nevî ilimdir. Ýlim, murâdý, maksadý açar. Amel, istemeye yardýmcý olur. Mevhi- be, amelin meyvesine ulaþtýrýr. Ahlâk ilmi ehli üç kýsýmdýr. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan, daha yoldadýr. Sona var- mýþ olan, Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmuþ olandýr. Talebe, murâ­dýna ermek için çalýþýr. Orta derecede olan, makamlarýn âdâbýný gözet­mekle meþgûldür. Bir hâlden diðer bir hâle yükselir. O, devamlý ilerleme hâlin- dedir. Sona varan ise, bütün makamlarý aþmýþ ve artýk istikrâra ka­vuþ- muþ hâldedir. Çeþitli hâller, onda bir deðiþiklik meydana getiremez­ler. Talebe, nefsiyle, þehvetiyle ve þeytanla mücâdele etme, hazlarýndan u- zak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murâda kavuþabilir miyim, yoksa kavuþamaz mýyým korkusu ile, içinde bulunduðu hâllerde doðruluða riâyet etme, makamlarda edebi gözetme mertebesindedir. So- na ulaþan ise, bütün makamlarý elde etmiþtir. Onun hâli, darlýkta ve ge- niþlikte eþittir. Yemesi açlýðý, uykusu uykusuzluðu gibidir. Onda, dün­yevî istek ve lezzet hissi kalmamýþtýr. Onun zâhiri, görünüþü halk, bâtýný, gizli yönü de Hak iledir."

Mýsýr evliyâsýnýn büyüklerinden ve Þafîi mezhebi fýkýh âlimi Abdül- vehhâb-ý Þa?rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Tasav­vuf yolu- na nasýl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?" diye sordukla­rýnda þöyle anlattý: Tasavvuf yolunu, önce Hýzýr aleyhisselâmdan ve üs­tâdým Aliyy-ül-Havvâs´tan öðrendim. Önce onlara tam olarak inanýp tes­lim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptým. Nefsimle senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki, yalnýz kaldýðým zaman, odamýn tavanýna bir ip baðlar, onu boy­numa takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiðinde yatmak ister­dim. Fakat boy- numdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete de­vâm ederdim. Böylece nefsimin istemediði þeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardým. Haramlardan þiddetle kaçýndýðým gibi, mübahla- rýn fazlasýný dahi terkederdim. Yiyecek bir þeyim olmadýðý zaman ot yer, kimseden birþey istemezdim. Vâli konaklarýnýn ve sultan adamlarýnýn ev- lerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu deðiþtirirdim. Ýyice inceleme- den bir þey yediðim olmadý. Öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceðe ba- karak, onun helâl olup olmadýðýný, Rabbimin bana ihsân et­mesiyle anla- maya baþladým. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir koku, þüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsýl olmaya baþladý. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiði kadar dînin emir ve yasaklarýna dikkat ettim. Cenâb-ý Hak da, ba- na ibâdetleri zevkle yapmayý ihsân etti. Kalp gözüm açýldý, yakîn hâsýl oldu ve hakîkatin menbaýna, kaynaðýna eriþtim. 1540 sene­sinde hacca gittiðimde, Kâbe´nin altýn oluðunun altýnda, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttýrmasýný istedim. O ânda hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sa- na, þimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi olanlarýn sözlerini tartýp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese karþý; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasýný isterim." dedim.

Horasan´da yetiþen velîlerin meþhurlarýndan, tefsîr, kýrâat, hadîs, fý­kýh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf bir aðaç ise, tövbe onun kökü, yalnýzlýk, bu aðacýn kabuðu; tevhid, meyvesi; sabýr, safâ, sýdk, doðruluk ve salâh yapraklarý; vakar, sevgi, vefâ çiçekleridir. Allahü teâlânýn izni ile, bu aðaç her zaman meyve verir."

Evliyânýn büyüklerinden Ali Ýsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yururdu ki: "Tasavvuf, insaný Allahü teâlâdan uzaklaþtýran þeylerin hep­sini, terketmektir."

Meþhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: Tasavvuf, her þeyin sâhibi olan Allahü telânýn emirlerine büyük bir teslimiyetle boyun eðmektir."

Meþhûr velîlerden ve akâid imâmý Amr bin Osman Mekkî (rahme-tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, kulun her vakitte, o vakit için en iyi olan þey ile meþgûl olmasýdýr."

Osmanlý âlimlerinin meþhûrlarýndan, büyük velî Ýmâm-ý Birgivî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca bu- yurdular ki: "Tasavvuf; kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylar ile doldurmak demektir. Kalbi ýslâh etmek, her þeyden daha önemlidir. Çünkü kalp, bedende emrine itâat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri altýndaki hizmetçiler­dir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Ýnsanýn bedeninde bir et parçasý vardýr. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu (et parçasý) kalbdir." Yâni bu yürek deni­len, et parçasýndaki gönüldür. Bunun iyi olmasý, kötü ahlâktan temizlenip iyi ahlâk ile süslenmek demektir."

Büyük velîlerden Biþr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbe­tin- de "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca, buyurdular ki: "Tasavvuf üç an­lama gelir. Ýlki mârifet nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. Ýkincisi, dýþ görünüþünü bâtýl olan þeylerden alýkoymaktýr. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir."

Evliyânýn büyüklerinden Bündâr bin Hüseyin Þirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Tasavvuf ehli ile zâhirî ilimlerdeki âlim arasýn­daki fark sorulduðunda, þu cevâbý verdi: Sûfî, Allahü teâlâ tarafýndan nefsi temiz kýlýnmýþ ve seçilmiþ bir kimsedir. Fakat zâhirî ilimlerdeki âlim, bunlarý elde etmeye çalýþan, Rabbinin emirlerini bilen ve kendini haram­lardan koruyandýr. Sûfî kelimesi üç harften müteþekkildir. Her harfin üç mânâsý vardýr. "Sad" harfi, sadâkat, sabýr ve temizliðe delâlettir. "Vav" harfi, sevgi ve vefâya; "Fâ" harfi de, fakirliðe, bir þeyi kaybetmeðe ve yok olmaya delâlettir."

Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) "Tasavvuf, kalbi temizlemek ve her an Allahü teâlâ ile olmaktýr." buyurdular.

Bir defasýnda "Tasavvuf nedir?" diye soran bir kimseye þöyle cevap verdi: "Ýnsanlarýn rýzâsýný býrakýp, Allahü teâlânýn rýzâsýný aramak, kötü huylarý terkedip, nefsânî olan iþlerden uzaklaþmak, rûhu yükselten va­sýflar kazanmaya gayret etmek, hakîkî ilimlere sarýlmak, hep en uygun þekilde hareket etmek, herkese nasîhatta bulunmak, Allahü teâlâya ve­rilen ahidde durmak, Muhammed aleyhisselâmýn dînine uymaktýr."

Baþka bir defa tasavvufun ne olduðu sorulduðunda, þöyle cevap verdi: "Tasavvuf on þeyi içerisine alan bir isimdir. Birincisi, dünyâdan (lâ­zým olan) az bir mikdârý edinmek. Ýkincisi, kalbin Allahü teâlâya güvenip dayanmasý. Üçüncüsü, tâat olan Allahü teâlânýn beðendiði þeylere rað­bet etmek. Dördüncüsü, yediði içtiði ve kullandýðý þeylerin helâlden ol­masýnda titiz davranmak. Beþincisi, kalbin Allahü teâlâ ile meþgûl ol­ma- sý. Altýncýsý, gizli olarak Allahü teâlâyý hatýrlamak. Yedincisi gerçek ihlâsa sâhib olmak. Sekizincisi, þek ve þüpheden uzak, kat´î bir îmâna sâhib ol- mak. Dokuzuncusu, tam bir teslimiyetle Allahü teâlâya yönelmek. Onun- cusu, ihtiyaçlarýný baþkasýndan istemeyip, þikâyette bulunmamak. Kimde bu on haslet bulunursa, tasavvuftan söz etmeye lâyýktýr. Yoksa yalancý- dýr."

Büyük velîlerden Ebû Saîd bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuftan sorulduðunda: "Tasavvufun tamâmý boþ þeyler­den uzaklaþmak, mârifetin tamâmý ise cehâletini îtirâf etmektir." buyur­dular.

Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf; baþýndaki sevdayý atmak, elindeki dünyâyý daðýtmak ve vâki olanda karar kýlmaktýr."

Baðdât´ýn büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) fenâ ve bekâ hakkýnda þöyle buyurdular: "Fenâ, Hak ile yok ol­mak, bekâ Hak´la hazýr olmaktýr."

"Allah´a hakîkaten yakýn olmak, kalbi her þeyden arýndýrýp Hak teâlâ ile huzur bulmasýný temin etmektir."

Baðdât´ýn büyük velîlerinden Ebü´l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, insaný Allahü teâlâdan uzaklaþtýran þey- lerin hepsinden uzaklaþýp, Allahü teâlâya yaklaþmaktýr."

Hindistan´da yetiþen Çeþtiyye evliyâsýnýn büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Þeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, bir in­sanýn mânevî ve dînî hayâtýnýn ve iþlerinin bir nizâma baðlanmasýdýr. Al- lahü teâlanýn velî kulu, dünyâ ile ilgisi kesik olmasýna karþýlýk, dünyâ iþle- rine tepeden bakmaz ve bu iþler hakkýnda kötü konuþmaz. Yâni dünyâ için ne sevgisi ne de nefreti vardýr."

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ý Mansûr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri daraðacýna çýkýnca, þu suâl soruldu;

"Tasavvuf nedir?"

"Tasavvufun en aþaðý derecesi, iþte bende gördüðünüz bu haldir."

"Ya ileri derecesi?"

"Onu görmeye tahammülünüz olmaz." buyurdu.

Büyük velîlerden Ýbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Tasavvuf nedir?" diye soran birisine buyurdular ki: "Tasavvuf, Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýna uymakta sabr etmektir."

Harput´ta yetiþen meþhur velîlerden Ýmâm Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, kitap ve sünnete dayanan ilâhî ve rabbânî hikmetin adýdýr. Mevzuu ise, kiþiyi gafletten sakýndýrýp, Allahü teâlâ ile berâber olmayý kazandýrmaktýr. Faydasý da; kiþiyi nefsin kötü huylarýndan arýndýrýp insaný kâmil ve Mevlâya lâyýk bir kul yapmaktýr."

Büyük velîlerden Ma´rûf-ý Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: "Tasavvuf, hakîkatlarý almak ve halkýn elinde olan dünyâ malýndan ümidini kesmektir, uzaklaþmaktýr."

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeþtî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) kýymetli halîfesi (vekîli) Hâce Kutbüddîn haz­retlerine hi- tâben þöyle buyurdu; "Biliniz ki, þu dört þey tasavvufun esâs­larýndandýr: 1) Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden þikâyetçi olmamalý, dýþarýdan tok ve hâli vakti yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri maddî ve mânevî olarak doyurmalýdýr. 3) Allahü teâlânýn ihsân ettiði nîmetlere þükredemediði, O´na lâyýk ibâdet yapa­madýðý ve âkýbetinin nasýl olacaðýný bilemediði için, dâimâ üzgün bir hâlde bulunmalý, fakat baþkalarýný üzmemek için dýþarýdan çok neþeli, mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sýkýntý verenleri affetmeli; insanlara karþý lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman göstermelidir.

Ýstanbul´da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ý Münzâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç þey lâzýmdýr; taleb, çalýþmak, ilim."

Büyük velîlerden Þeyh Osman bin Merzûk el-Kureþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Tasavvuf nedir." dediler. Bunun üzerine o; "Ta­savvuf, halk içinde Hak ile olmaktýr. Ýnsan, sâhibini bir an unutmamalýdýr. Allahü tâlâyý bir an kalpten çýkarmak (unutmak), büyük bir felâkettir. Yük- sek bir yerden düþmektir." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf; hiç bir þeye sâhib olmaman ve hiçbir þeyin de sana sâhip olmamasýdýr."

Büyük velîlerden Abdurrahmân Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden olan Þeyh Mustafa bin Fethullah anlatýr:

Mekke-i mükerremede iken bir gün, Þeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân Maðribî´nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkýnda hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana; "Tasavvuf büyükleri hakkýnda ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadýðý için sükût ettim. O zaman Abdurrahmân Maðribî; "Ýmâm-ý Gazâlî hazretleri üstün olup Ýhyâ´sý çok kýymetlidir. Muhyiddîn Arabî´ye düþman olma. Tasavvuf ehlini sev, onla­rýn kitaplarýný oku." buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu ve Allahü teâlâdan beni onlarla haþretmesini diledim. Abdurrahmân Maðribî; "Lâ ilâhe illallah Muhamme- dün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamý söyledi ve bana çok duâ etti.

Velî ve Mâlikî mezhebi âlimlerinden Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olduktan sonra tasavvufa karþý alâka duyup, Allahü teâlânýn rýzâ­sýna kavuþmak istedi. Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî´ye talebe olup, ondan tasavvuf ilmini öðrendi. Tasavvufî mârifetlere kavuþup evliyâlýk derecesine ulaþtý.

Kendisi zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduðu hâlde hocasýnýn sohbet­lerinde bulunmayý büyük nîmet bildi. Hocasýnýn kýymetini bildirmek için bir arkadaþýna þöyle dedi: "O benim þeyhim ve hocamdýr. Allahü teâlâ beni onun sohbetine kavuþturmakla nîmetlendirdi. Ben onun huzûruna ve tatlý sohbetlerine çok gelip gittim. Benim gözüm; ibâdeti, fazîleti, ken­dine güveni ve insanlarýn da kendisine ehemmiyet vermesi bakýmlarýn­dan onun gibi olan bir kimseyi görmedi. O, insanlara iyilikleri tatlý dille bildirmek ve kötülüklerden sakýndýrmak hususunda çok gayretli idi. Yâni çok nasîhatte bulunurdu. Sâlih insanlarýn haber ve kýssalarýný ondan daha çok ezberleyen bir kimse görmedim. Hâfýzasýndaki kýssalarý çok güzel anlatýrdý. Baþkalarýndan nakl edilenleri saðlam muhâfaza eder, ko­rurdu. Çok hoþ sohbet olup, konuþmalarý çok tatlý idi. Meclislerin dostu idi." Abdurrahmân bin Muhammed Kayravânî´nin tasavvufa yönelmesine ve bu yola girmesine hocasý Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî vesîle olmuþtu.

Evlîyanýn önderlerinden ve Ýslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdül- hâlýk Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Bir gün huzûruna gelen bir kimse "Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye þeytan yaklaþabilir mi?" diye sordu.

"Tasavvuf yoluna yeni gelmiþ bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamýþ ise, bir þeye öfkelendiði zaman þeytan ona yaklaþabilir. Þâyet nefsi mutmainne derecesine çýkmýþ ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsýl olur. Her ne zaman gayret etse, þeytan ondan kaçar. Bu kadar sýfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk´a yönelsin. Allahü teâ- lânýn Kitâbýna ve Resûlünün sünnetine sarýlsýn. Bu iki nûr arasýnda tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.

Buhârâ´da yetiþenen evliyâdan Hâce Alâeddîn Goncdüvânî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Hâce Ubeydullah-i Ahrâr´a nasîhat ederek bu­yurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek için çok çalýþ. Bu çalýþmayý aslâ býrakma. Þunu iyi bil ki, çalýþmadan ele geçen þeyler, devamlý ve kalýcý olamaz."

Horasan´da yetiþen velîlerin meþhurlarýndan, tefsîr, kýrâat, hadîs, fý­kýh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf; Resûlullah efendimizin sün­net-i seniyyesine uymak, fazla konuþmayý, fazla yemeyi ve fazla uykuyu terketmektir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerine; "Bulunduðunuz þu derecelere nasýl kavuþtunuz?" diye sordu­lar. Cevâben: "Her yerde Allahü teâlânýn gördüðünü ve bildiðini düþü­nüp, edebe riâyet etmekle." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatmýþtýr: "Tasavvufda ilerle­mek için çalýþtýðým ilk günlerde, bir yerde iki kiþinin konuþup sohbet etti­ðini görsem, gider onlara katýlýrdým. Onlarý dinlerdim. Eðer Allahü teâlâdan, Resûlullah´tan, Kur´ân-ý kerîmden konuþup, hayýr olan iþlerden bahse- derlerse, memnun olur ferahlýk duyardým. Boþ þeyler konuþanlar­dan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaþýrdým."

Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduðunu söyleyen bir talebesine; "Ye­diðin lokmalarýn helâlden olup olmadýðýný araþtýr." buyurmuþtur. Talebesi araþtýrdýðýnda, yemeðini piþirirken ocakta helâl olup olmadýðý þüpheli bir parça odun yakmýþ olduðunu tesbit ederek tövbe etmiþtir.

Evliyânýn büyüklerinden ve fýkýh âlimi Muhammed Bekrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda olan kimse- ye en önce lâzým olan, tövbe ile günah kirlerinden temizlenmesidir. Töv- be; günahtan vazgeçmek, o günâhý yap­týðýna piþmân olmak, o iþi terket- meye azmetmek, haksýz aldýðý malý sâ­hibine geri vermek, kaçýrmýþ oldu- ðu namazlarýný kazâ etmek, hocasýnýn hizmetinde bulunmak, onun emri- ne uymakla olur. Kendisini günahlardan temizlemesi için, hocasýný nefsi- ne âmir ve hâkim kýlmalýdýr. Günahlardan kurtulmak için, Allahü teâlâya duâ etmelidir."

Mýsýr velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu- yurdu ki: "Tasavvuf ehli, Allahü teâlâya güvenen, emirlerini yerine getiren, sýrra riâyet eden, mahlûklardan uzaklaþarak, O´na yönelen kimse­dir."

Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) ölüme, "Þeb-i Arûs= düðün gecesi" adýný ver­mektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket deðildir, güzel ve tatlý bir þeydir. Tekrar Allah´a dönmek olduðundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnýz sevgi ve tecel­lîler vardýr. Bunun için Mevlânâ´nýn

"Gel, gel, her kim olursan ol gel!

Allah´a þirk koþanlardan, mecûsîlerden,

puta tapanlardan da olsan gel!

Bizim dergâhýmýz ümitsizlik dergâhý deðildir.

Tövbeni yüz defâ bozmuþ olsan bile gel!"

buyurduðu söylenmektedir.

Osmanlý âlimlerinden ve meþhûr velîlerden Cerrâhzâde (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerinden olan Muhyiddîn Ali bin Bâlî, Ikd-ül-Man- zûm isimli eserinde, hocasýnýn tasavvuf yoluna ilk giriþini þöyle anlatýr: "Hocam Cerrâhzâde´ye tasavvufa nasýl girdiðini sordum. Buyur­dular ki: "Ýlk zamanlar tasavvufa karþý ilgim ve isteðim yoktu. Fakat za­manla istek duymaya baþladým. Bu istek gittikçe fazlalaþýyordu. Bâzý ge­celer arka- daþlarla ve dostlarla toplanýr sohbet ederdik. Bir gece toplan­týda bulu- nanlarýn hepsi uyuduðu zaman, uyku ile uyanýklýk arasýnda bu­lunduðum sýrada, âniden gökyüzünden þiddetli bir gürültü ve çeþitli ses­ler duyuldu. Baþýmý kaldýrýp baktýðýmda, içinde bulunduðumuz evin üze­rine büyük bir taþýn düþtüðünü ve tavanýn delinip taþýn evin içine indiðini gördüm. Taþ, evin içinde yerin dibine girip kayboldu. Bu þiddetli gürül­tüyü duyan ev halký da uyandý. Gürültünün ne olduðunu birbirlerinden sorduktan sonra tekrar uyudular. Ben ise uyuyamadým, üzerimde bir hâl meydana geldi. Son derece heyecanlanýp korktum, kalbim duracak gibi çarpýyordu. Ra- hatlamak için oradan ayrýldým, fakat her geçen saat kor­kum ve heyeca- ným artýyordu. Nihâyet korku ve heyecan hâlim gidip, sâ­kinleþtim. Aklým baþýma geldiði zaman gördüklerimden aklýmda hiçbir þey kalmamýþtý.

Ynt: Tasavvuf By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:25:53
Bir gün babam beni çaðýrdý ve tasavvufa girmemi teklif etti. Onun teklifini önce kabûl etmek istemedim. Bu esnâda gözümden perde kaldý­rýldý ve bana kabir ehlinin hâlleri gösterildi. Kabir ehlinin yanýnda sabaha kadar kaldým. Arkadaþ ve akrabâlarým üzüntü ve sýkýntý içindeydiler. Onlara iltifât etmedim ve sözlerinden yüz çevirdim." dedi. Talebesi Ali bin Bâlî ona kabir ehlinin hâlleriyle ilgili neler gördüðünü sorunca da; þöyle anlattý:

"Allah onlara rahmet etsin. Onlarý kabirlerinde, evlerinde oturduklarý gibi oturur hâlde gördüm. Bâzýlarýnýn kabri çok geniþti. Kendileri sevinçli, refâh ve sürûr içinde idiler. Bir kýsmý da oturduðu yerin darlýðýndan ayaða kalkamýyordu. Bâzýsýnýn kabirleri dumanla dolmuþ, bâzýsýnýn kabri ateþten kýpkýrmýzý idi. Bâzýlarýný zayýf ve ýzdýrap içinde gördüm. Onlarla konuþup hâllerini ve ölüm sebeplerini sordum. Hallerini anlattýlar. Ayrýca bana gelip duâ istediler. Bu sýrada kendimi bâzan Ýstanbul´da, bâzan Bursa´da, bâzan da hiç bilmediðim baþka yerlerde görüyordum. Bütün bu hâlleri hayretle seyrettim. Bu hâl bir müddet devâm etti. Daha sonra an­ladým ki, babamýn evindeyim. Ayný hâlim devâm ederken bir de baktým, bir kiþi gelip elimden tuttu ve beni bir yere götürdü. Onunla berâber bir­çok garîb ve acâib yerlerden geçtikten sonra, bir daðýn tepesine ulaþtýk. Orada bir zât oturuyordu. Adam beni o zâta takdim edip, size talebe ge­tirdim dedi. O zâtýn önünde diz çöktüm. O zât benim sað elimden tuttu ve bir iþâret koydu. Baþka bir þahýs getirildi. Ona da bana yaptýðýnýn ay­nýsýný yaptýktan sonra, bize kalkmamýzý ve bir kulübeye girmemizi em­retti. Oraya gittiðimiz zaman, o kulübenin kapýsý bize açýldý. Ýçeriye bak­týk. Ýçi, isi ve dumaný olmayan kor ateþle dolu idi. Ýçeri girmekten çekin­dik. Fakat zor ile içeriye sokulduk. Arkamýzdan kapý kapatýldý. Orada, vücûdumuzun ateþ deðmedik yeri kalmayýncaya kadar yandýk. Sonra kapý açýldý ve çýkmamýz emredildi. Bizi getiren adam geldi, önceden gel­diðimiz yere götürdü. Bu hâl üzerimden gittikten sonra, babam odama geldi. Sýkýntýlý olduðumu görüp, sebebini sordu. Ona baþýma gelenleri anlattým. Babam cevâbýnda; "O gördüðün ateþ, ilâhî muhabbet ateþidir. Bu gördüklerin, senin Hak yoluna gireceðine ve tasavvufu seven kiþiler­den olacaðýna delâlet eder." dedi. Babamýn huzûrunda tövbe ettim. O andan sonra mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve zikirle meþgûl oldum.

Ýþte bu geceden sonra, kendimi beðenmekten, kibirden kurtulup, â- ciz, muhtaç bir kul olduðumu anladým. Kendimden geçme ve bâzý hâller hâsýl olmaya baþladý. Tasavvufa karþý meylim, isteðim ve Allahü teâlânýn aþkýnýn cezbesi fazlalaþtý. Büyük bir teslimiyet ve sâkinlik hâline girip, çok ibâdet etmeye baþladým. Allahü teâlâ bana çok þeyler ihsân etti. Da- ha sonra beni, kerâmetler hazînesi, Allahü teâlânýn velî kulu olan Hacý Çelebi diye meþhûr olan Abdürrahîm el-Müeyyedî´nin hizmetine verdi. Uzun zaman onun hizmetinde bulunup, zikir ve mücâhede, nefsin iste- mediklerini yapma ile meþgûl oldum. Bana talebe yetiþtirmek husû­sunda icâzet, izin belgesi diploma verdi."

Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf yollarýndan yalnýz Resûlullah´ýn izinde gidenlerin yolu, insaný kemâle ulaþtýrýr. Baþka yollar çýkmaz sokaða ben­zer."

Yine buyurdular ki: "Ey tasavvuf yolunda bulunanlar! Eðer Allahü teâlâyý tanýdýðýnýzý ve O´na tâzimde bulunduðunuzu söylüyorsanýz, yal­nýz bulunduðunuz zaman Allahü teâlâya karþý tavrýnýza bakýnýz. Yiyip içmenizde, yatýp kalkmanýzda, konuþmanýzda ve bütün iþlerinizde vakit­lerinizi Allahü teâlânýn râzý olduðu ve beðendiði iþlere sarfedebilirsiniz. Bunlarý, niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bu bakýmdan yemek yerken, su içerken lezzet almak için deðil de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiði enerji ile daha iyi ibâdet ede­bilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve býkkýnlýðý giderip, ibâdeti daha zinde ve râhat bir þekilde yapabilmek niyetiyle uyumalýdýr. Diðer bütün iþleri ve edindiði mesleði helâl kazanmak niye­tiyle yapmalýdýr. Bütün yapýlan bu iþler, niyeti düzeltmek sûretiyle ibâdet olur. Bir insan hâlis niyetle yaptýðý iþler sebebiyle sevâba kavuþur. Bu sebeple kalp nûrlanýr. Bu nûr, nefse sirâyet eder. O kimse mânevî kirler­den temizlenir. Beþerî tabîatý, melek tabîatý gibi olur. Artýk elinde olma­dan tâat- larý, Allahü teâlânýn beðendiði iþleri yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden sakýnýr."

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) Maraþ?ta Duraklý Câmiinin bitiþiðinde bir tale­besi- nin evi vardý. Bir defâsýnda o talebeyi kýþ gününde nefsini temizle­mesi için çilehâneye koydu. Bu sýrada talebe henüz kýþlýk odununu ala­ma- mýþtý. Çilehânede tefekküre dalmýþken, bir adamýn, odun yüklü bir merkebi evine götürdüðünü gördü. Gerçek mi deðil mi diye çilehânenin kendi evi gözüken hücresinden baktýðýnda gördüklerinin gerçek oldu­ðunu anladý. "Tamam, ben artýk eriþtim." diye düþünerek hocasýnýn hu­zûruna varýp baþýndan geçenleri anlattý. Muhammed Hilmi Efendi ise; "Git oðlum halvete çekil. Çile esnâsýnda görünenlerin dokuzu þeytânî bi­risi rahmânîdir. Þeytan seni aldatmýþ. Halvetten ve tasavvuftan maksad hâl sâhibi olmak deðil, nefse hâkim olmak ve Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmaktýr." diyerek onu halvete devâm ettirdi.

Muhammed Hilmi Efendi hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf ehliyim diyenlere bakarýz. Eðer sözlerinde ve amellerinde Ýslâmiyete muhâlif hâller görülmezse onlara muhabbet ederiz. Eðer Ýslâmiyet´e aykýrý hâlleri görülürse kendilerine tenbih ederiz. Dînin doðru olan hükümlerini bildiri­riz. Bozuk yollarýný terk ederlerse iyi olur. Terk etmezlerse kendilerini sevmeyiz."

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel ve temiz giyinirdi. Sebebi soruldukta; "Tasavvuf yolunda bu- lunanlardan bâzýsýnýn kýymetli elbiseler giymesi seni þaþýrtmasýn. Onlar bâtýnlarýný, kalplerini iyice temizlemeden evvel, gördüðün o kýy­metli ve süslü elbiseleri giymezler." buyurdu.

Endülüs, Mýsýr ve Filistin taraflarýnda yaþamýþ büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük velî Ebû Yezid el-Kurtubî´den feyz aldý ve uzun müddet hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocasý Ebû Yezîd el-Kurtubî´den tasavvuf yoluna giriþini sordu. O da bu­yurdu ki: "Beni bu yola sevk eden þu hâdisedir: "Ticâretle meþgûl olu­yordum ve benim ýtýr ve koku sattýðým bir attar dükkaným vardý. Bu dük­kânda kýymetli ve pahalý þeyler satýyordum. Giydiðim elbiselerim de kýy­metliydi. Bir gün sabah namazýný kýlmak için câmiye girmiþtim. Namazý bitirir bitirmez büyük bir halka hâlinde insanlarýn toplanmaya baþladýkla­rýný ve bir þeyler okuyup anlattýklarýný gördüm. Bir kenara çekilip dinle­meye baþladým. Topluluktan biri bir kitaptan sâlihlerin hal ve menkýbele­rini okuyordu.

Kendi kendime yanýmdaki kimsenin iþitebileceði kadar hafif bir sesle; "Sübhânallah, bu kitaba þu hikâyeleri de almýþlar. Hayret edilecek þey doðrusu." dedim. Yanýmda bulunan bir kimse; "Ya bu kitapta neler anlatýlmasýný beklerdin?" dedi. Ben; "Bu anlatýlan þeyler yalan veya çok abartýlmýþ sözlere benziyor. Adam bir sene müddetle su içmiyor, fakat yaþýyor." dedim. O kimse; "Bu anlatýlanlarý inkâr etme. Çünkü ben bura­daki insanlar arasýnda sâlih ve velî kimseler görüyorum." dedi. Bu sýrada halkada oturan zayýf, elbisesi yýpranmýþ bir kimse baþýný kaldýrýp bana baktý ve; "Sâlih kimseler hakkýnda böyle konuþmaktan sýkýlmýyor musun" dedi. Ben; "Nerede o senin dediðin sâlih kimseler?" dedim.

Bu konuþmalardan sonra oradan ayrýlýp þaþkýn bir hâlde dükkanýma geldim. Öðleye yakýn, dükkanda her zaman olduðu gibi oturuyor, alýþ-ve­riþe devâm ediyordum. Bakýnca câmide gördüðüm o kimsenin dükkanýn önünden geçtiðini gördüm. Beni görmeden geçti. Az sonra geri dönüp geldi. Beni arýyordu. Selâm verdi, selâmýna cevap verdim. Bana; "Senin ismin nedir?" diye sordu. Ben de; "Abdurrahmân´dýr." dedim. "Beni taný­yor musun?" diye sordu; "Evet tanýyorum. Sen câmide konuþtuðum kim­sesin." dedim. Bana; "Sâlih kiþiler hakkýnda hâlâ ayný düþünce ve ina­nýþa sâhip misin? Yoksa tövbe ettin mi?" dedi. Ben ona; "Benim inaný­þýmda tövbe edilecek bir yer yoktur." dedim. O kimse dükkanýn masa­sýna dayandý ve bana; "Ey Ebû Yezîd! Sâlih kimseler hakkýnda ne diyor­sun?" dedi. Ona; "Nerede senin dediðin sâlih kimseler?" dedim. O da; "Çarþýda yürüyorlar. Eðer onlardan birisi, þöyle þöyle söylese" derken dükkanýn boþluðundaki taþa iþâret etti. Onun iþâreti ile dükkan sarsýl­maya baþladý. Dükkanýn depo kýsmýnýn duvarýnda iki yarýk meydana gel- di. Hayretle o yarýklara bakýp; "Ýnsanlarýn böyle yapabilmek gücü var mýdýr?" dedim. O kimse; "Bu gördüklerin, Allahü teâlânýn sâlih ve velî kullarýna verdiði kerâmetler yanýnda nedir ki." dedi. "Bundan daha büyük hâller de mi var?" dedim. O kimse; "Eðer o kimseler senin bu dükkanýn tamâmen sarsýlmasýný dileseler, bu dükkanýn içinde cam ve kap cinsi bir þey kalmazdý." dedi. O kimsenin bu sözleri karþýsýnda hayret ve þaþkýnlýk içinde bakýp kaldým. Sonra yanýmdan ayrýlýp gitti.

Olanlar karþýsýnda korku ve dehþete düþtüm. Kendi kendime; "Be­nim gibi bir adamýn ömrü o sâlih kimselerin bir iþâretiyle yýkýlabilecek olan bu dükkaný beklemekle geçiyor. Halbuki sâlih kimseleri her zaman bulmam mümkün deðildir." dedim. Ertesi gün câmiye gidip o zâtýn ders halkasýna dâhil oldum. Sonra dinlemeye baþladým. Dinlediðim þeyler be­nim hâlimde büyük deðiþikliklere yol açtý. Dükkana gidecek hâlim kal­madý. Sonunda gidip anahtarlarý dayýma verdim. Dükkanýn sâhibi dayým oldu. Dayým bana; "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca; "Ýnþâallahü teâlâ geleceðim." deyip ayrýldým. Dayým asýl maksadýmý bilmiyordu. Bundan sonra dükkana dönmedim. Böylece dünyâ iþlerini terk edip tasavvuf yo­luna yöneldim. Kýsa bir müddet içinde yüksek hâl ve derecelere kavuþ­tum."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvuf yo­luna giriþini þöyle anlatmýþtýr: "Gençliðimin ilk yýllarýnda Niþâbur´da Sirâ- cân Medresesinde ilim öðreniyordum. Aradan bir müddet geçti. Bir gün Þeyh Ebû Saîd Ebülhayr hazretlerinin Mihene´den Niþâbur´a gel­mekte olduðu haberini aldýk. Halk arasýnda kerâmetleri meþhur idi. Niþâbur hal- ký, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüðünü biliyor ve saygý du- yuyordu. Pek çok kimse karþýlamaya çýktý. Aralarýnda ben de bulunuyor- dum. Mübârek yüzünü görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvuf ehli büyüklere karþý kalbimdeki muhabbet ve sevgi pek faz- lalaþtý. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Artýk onun huzû­runda bulunup sohbetlerini dinleyenler arasýna katýldým. Beni tanýmaz, bilmez sanýyor- dum. Bir gün medresemdeki odamda iken onu görmek ar­zum çok arttý. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden deðildi. Sab­redeyim, de- dim. Dayanamayýp dýþarý çýktým. Dýþarý çýkýnca etrâfýma ba­kýndým. Ebû Saîd hazretleri yanýnda kalabalýk bir cemâatle bir yere git­mekte olduðu- nu gördüm. Yalnýz baþýma onlarý tâkib ettim. Bir yere dâ­vete gidiyorlar- mýþ. Dâvet edilen evin kapýsýna varýp içeri girdiler. Peþle­rinden ben de girip bir köþeye oturdum. Beni görmüyordu. Bir müddet kendi hallerinde meþgûl oldular. Ebû Saîd hazretleri öyle bir hâle girdi ki, kendinden ge- çip üzerindeki abayý parçaladý. Sonra üzerlerinden o hal geçti. Abayý çý- karýp yere býraktý. Meclisde bulunanlar yýrtýlmýþ abayý par­çalara ayýrýp daðýtmasý için Þeyh hazretlerinin önüne býraktýlar. Bu par­çalardan iþle- meli bir kýsým olan kolun yen kýsmýný ayýrýp; "Ey Ebû Ali Tûsî nerede- sin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanýmaz, bilmez, her­halde talebele- rinden, adý Ebû Ali olan birini çaðýrýyor diyerek cevap ver­medim. Ýkinci defâ çaðýrýnca, yine cevap vermedim. Oradakiler bana; "Þeyh hazretleri seni çaðýrýyor." dediler. Kalkýp huzûruna yaklaþtým. Ayýrdýðý iþlemeli elbi- se parçasýný bana verdi ve; "Sen bize bu elbise par­çasý gibi yakýnsýn." dedi. Verdiði elbise parçasýný alýp öptüm. Artýk de­vamlý huzûrunda bu- lundum. Nûrlu feyz ve bereketlere kavuþtum. Sonra Ebû Saîd hazretleri Niþâbur´dan ayrýldý. Ben Ebü´l-Kâsým Kuþeyrî´nin ya­nýnda kaldým. Bende hâsýl olan halleri ona anlattýðýmda, bana; "Evlâdým, ilim öðrenmekle meþgul ol." diyordu. Ýki-üç sene ilim öðrendim. Ýlimle meþgul oldum. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasýna batýrýp çýkardým. Bembeyaz çýktý. Üç defâ böyle batýrýp çýkardým. Her defâsýnda mürekkeb beyaz çýkýyordu. Bu hâli Ebü´l-Kâsým Kuþeyrî´ye anlattým. "Mâdemki kalem senin elinden kaçýyor, sen de onu býrak." deyince, medreseden ayrýlýp, dergâha geç- tim. Ebü´l-Kâsým Kuþeyrî´nin hizmetiyle meþgûl oldum."

Büyük ve meþhûr velî Ebû Câfer Haddâd el-Kebîr (rahmetullahi te- âlâ aleyh) tasavvufta yetiþip yüksek hallere kavuþmuþtu. Bir hâlini þöyle anlatýr: "Bir defâsýnda kazvin Mescidinde yirmi gün kaldým. Çok kar yað- mýþtý. Kuþlar bir köþeye sýðýnmýþlardý. Hiç biri uçamýyordu. Yiyecek bir þey de bulamýyorlardý. Ben bu kuþlar gibi garib ve azýksýz bir halde idim. Yirmi gün böylece kaldýk. Sonra hava açýldý. Kuþlar uçup gitti. Ben de o- radan ayrýlýp gittim." Yine þöyle demiþtir: "Ebû Mansûr el-Cemþiyârî´nin kendi el yazýsý ile þöyle yazmýþ olduðunu gördüm: "Muhammed ibni el-Ferrâ´ya; fütuhât, kalp gözünün açýlmasý hâsýl olunca, insanýn hâli nasýl olur? diye sordum. O; "Kimseden bir þey iste­mez. Kimseye hâlini söyle- mez. Ýstemeden kendisine bir þey verilirse, helâlin­den kendisine yetecek kadar alýr. Fazlasýný almaz." diye cevap verdiler.

Suriye´de yetiþen velîlerden Ebû Ýshâk Ýbrâhim bin Müvelled (rah- metullahi teâlâ aleyh) tasavvufa karþý olan alâkasýný þöyle anlatýyor: "Müslim-i Maðribî´nin (rahmetullahi aleyh) ziyâretine gitmiþtim. Mescidine vardýðým zaman, namaz kýldýrýyordu. Fâtiha, tecvîd ilmine göre okun­mamýþtý. Kendi kendime; "Buraya gelmek için boþuna zahmet çekmi­þim." dedim. O gece orada kalýp ertesi günü Fýrat Nehri kenarýna gitmek için yola çýktým. Yolda bir arslanýn yattýðýný gördüm. Yanýndan geçmek­ten çekinip geri döndüðümde, baþka bir arslanýn bana doðru geldiðini farkettim. Korkudan baðýrdým. Müslim-i Maðribî sesimi duyunca dýþarý çýktý. Arslanlar kendisini görünce sâkinleþtiler. Onlarýn kulaklarýndan tu­tup götürdü ve; "Kim olursa olsun, benim misâfirim olan kimseye saldýr­mayýn." buyurdu. Bana da dönüp; "Ey Ebû Ýshâk! Sizler zâhirinizi dü­zeltmekle meþgul oluyor ve Allahü teâlânýn mahlukundan korkuyorsu­nuz. Biz ise bâtýnýmýzý düzeltmekle meþgul olunca, mahluklar bizden korkmaya baþladý." buyurdu. Hatâmý anlayýp tövbe ettim ve kendisinden özür diledim. Özrümü kabûl edip, bana iltifât etti. Bu hâdiseden sonra, görünüþe göre hüküm vermenin çok yanlýþ olduðunu, kendisinden ilim öðrenilecek zâtta kusur aranýrsa (görülürse) ondan hiç istifâde edileme­yeceðini anladým. Kendisinden ilim ve edeb öðrenilecek hakîkî din âli­mine tam teslim olmalý, onda bir noksan aranmamalýdýr. Bütün kusur ve kabahatleri kendisinden bilmeli, her hâl-ü kârda edebe riâyet etmelidir. Hocasýnýn ilminden, feyz ve bereketlerinden istifâde etmenin, ancak bu þekilde olduðunu düþünerek, bu yolda ilerlemek için gece-gündüz çalýþ­malýdýr. Kolaylýk vermesi için ve bunca nîmetlere kavuþtuktan sonra mahrûm olmak felâketine düþmekten korumasý için, aðlayarak Allahü teâlâya yalvarmalýdýr."

Büyük velîlerden Ebû Osman Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girmesine ve bu yolda ilerlemesine sebeb olan hâdise þöyle nakledilir: Ebû Osman hazretleri önceleri zengin idi. Ava çok meraklýydý. Bunun için kendisine çok iyi alýþmýþ olan köpekleri ile aðaçtan yapýlmýþ bir süt kabý vardý. Geceleri süt içmek âdetiydi. Bir gece yine süt içecekti. Fakat süt çok sýcak olduðundan, soðumasý için baþucuna koydu. Beklerken uyuyuverdi. Kendisine çok baðlý olan av kö­peði de orada idi. Uyandýðýnda sütü içmek için kaba uzandý. Fakat köpek üzerine saldýrýp sütü içmesine mâni oldu. Buna bir mânâ veremeyip, süt kabýna tekrar uzandý. Köpek hýrlayýp yeniden saldýrdý. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Nihâyet köpek fýrlayýp, süt kabýnýn içine baþýný sokup bir mik­tar içip çekildi. O, hayretler içerisinde bakarken, köpek birden þiþmeye baþladý ve biraz sonra da öldü. Meðer Ebû Osman hazretleri uyurken, büyük bir yýlan süt kabýnýn içine baþýný sokup zehirini akýtmýþtý. Köpek de sâhibinin sütü içmesine bunun için mâni olmak istemiþ, mâni olamayýnca da efendisine sadâkatýndan dolayý sütü kendisi içmiþti. Böylece efendisi için kendisini fedâ etmiþti. Ebû Osman Maðribî bu durumu anlayýnca, kendisinde bâzý deðiþiklikler olup çok aðladý ve tövbe etti. Bu hâdiseden sonra bütün malýný Allah rýzâsý için muhtaçlara daðýtýp, Allahü teâlânýn sevdiklerinden olmaya çalýþtý.

Ebû Osman Maðribî hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda bu­lunanýn yapacaðý ve dikkat edeceði en makbul þey; nefsini hesâba çek­mektir."

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Türâb-ý Nahþebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolundaki tale­belerin dikkat edecekleri hususlarý açýklarken hac yolculuðu husûsunda þöyle buyurdu: "Tasavvuf yolundaki talebeler için, nefslerine uyarak yap­týklarý seferden daha zararlý bir þey yoktur. Allahü teâlâ Kur´ân-ý kerîmde meâlen; "Yurtlarýndan çalým satarak, insanlara gösteriþ yaparak çýkanlar ve Allah yolundan alýkoymaya çalýþanlar gibi olmayýn..." (Enfâl sûresi: 47) buyurdu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i þerîfte; "Ýnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca seyâhat için giderler. Orta durumda olanlarý ticâret için, kurrâlar (Kur´ân-ý kerîm okuyucularý) riyâ için, fakîrler de dilenmek için giderler." buyurdu.

Anadolu velîlerinin meþhurlarýndan Feyzullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) çeþitli vazîfeler yaptý. Bu vazîfeleri sýrasýnda kendisine rehberlik edecek bir mürþid, yol gösterici de aradý. Bu hususta þunlarý anlatmýþtýr: "Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin halîfelerinden Müftî el-Hâc Hüseyin Vâiz Efendinin huzûruna gidip talebeliðe kabûl edilmemi arzettim. Ancak sekiz ay geçmesine raðmen talebeliðe kabûl etmedi. Benim ise bu arzum günden güne artýyordu ve aslâ incinmiyordum. De­vamlý huzûruna gider sohbetlerini dinlerdim. Nihâyet benim için saâdet günü olan bir gün bana bu iþ için istihâre yapmamý emretti. Ben de isti­hâre yaptým. Ýki gece hiçbir þey görmedim. Çok üzgün ve mahzûn bir halde üçüncü gece de istihâreye yattým. Üçüncü gece rüyâmda Hüseyin Vâiz hazretlerini ziyârete gitmek için atýma bindim. Yolda þiddetli bir yaðmura tutulup iyice ýslandým. Bu hal üzere huzûruna vardým. Bir ce­mâatle yemek yiyorlardý. Beni de sofraya çaðýrdýlar. Hüseyin Vâiz haz­retleri eliyle bana ekmek ve yemek verip yememi emretti. Yemek yenip kalkýnca, benim doymadýðýmýn farkýna varýp yeniden yemek getirtti. On­larý da yiyip bitirdim. Yine doymadým. Üçüncü defâ yemek getirildi. Bu nefis yemekleri de bitirdim. Ýþtahým kesilmiyordu. Bu sefer kendim ye­mek istedim. Bunun üzerine; "Kalk artýk bizde sizi doyuracak yemek kalmadý. Abdest al da namaza gidelim." buyurdu. Abdest aldým berâ­berce mescide gittik. Namaz vaktinin girmesini beklemek üzere mescidin önünde durduk. Bu sýrada baþýmý kaldýrýp semâya baktým. Semâda, Allahü teâlânýn ism-i þerîfini gâyet parlak ve büyük bir þekilde yazýlmýþ gördüm. Kendimden geçip Allah, Allah, diye zikretmeye baþladým ve bu hal üzere uykudan uyandým.

Sabahleyin hemen Hüseyin Vâiz hazretlerinin huzûruna koþtum. Gördüðüm rüyâyý anlattým. Bunun üzerine abdestli olarak karþýsýna oturtup beni bîat ettirdi. Tasavvufta yetiþtirmek üzere talebeliðe kabûl etti. Bana günde on beþ bin defa söylemem için verdiði zikir vazîfesini yapmaya baþladým. Bir müddet tesirini göremedim. Beni tekrar huzûruna alýp ikinci defâ benimle ilgilendi. Kalbimin açýlmasý için teveccüh etti. Fa­kat yine bir tesiri görülmedi. Bunun üzerine benim yüzüme bakarak bir (âh) çekti. Bu sýrada nefesi yüzüme dokunup aðzýma ve burnuma doldu. Ben de nefesini içime çekip, kalbim açýlmadýkça bu nefesi salmayaca­ðým diye düþünerek nefesimi tuttum. Ölsem bile salmýyacaðým diye niyet ettim ve salmadým. Bu halde iken birdenbire kalbim mânen açýlýp geniþ­leyiverdi. Bambaþka bir hâle girdim. Tasavvufta tarîkat-ý aliyye-i Nakþi- bendiyye hallerine kavuþup, tattým.

Feyzullah Efendi, daha önce görüþüp feyz aldýðý hocasý Hüseyin Vâiz hazretleri vefât edince, baþka bir rehber arýyordu. Þöyle anlatýr: "Mürþidimin vefâtýyla muhtaç olduðum bir rehber buluncaya kadar dün­yânýn her tarafýný dolaþmak en büyük arzumdu. Ýskenderiye´den Anado­lu´ya giden bir gemiye binip yola çýktým. Alaiye iskelesine güçlükle geldik ve on beþ gün kaldýk. Bu sýrada o memleketin insanlarýndan bâzýlarýyla görüþüp konuþtuk. Bu konuþmalarýmýz sýrasýnda Konya´da büyük bir â- lim ve meþhûr bir velî olan Muhammed Kudsî Efendiden bahsettiler. Onun büyüklüðünü ve üstünlüðünü anlattýlar. O zâta karþý kalbimde bir muhabbet ve meyl hâsýl oldu. Derhal âilemin bulunduðu yere gidip on­lara; "Ben aradýðýmý buldum! Hazýrlanýn yarýn Konya´ya gideceðiz." de­dim. Onlar hazýrlýklarýný yaptýlar ve ertesi gün yola çýktýk. Meðer Muham- med Kudsî hazretleri Konya´da deðil, Bozkýr´ýn Hoca köyünde imiþ. Yola çýkýþýmýzýn dördüncü yâni Cumâ günü o köye ulaþtýk. Hemen o gün Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görün- ce, ben de tam bir aþk ve muhabbet hâsýl oldu. Ýçimden bu büyük zât beni talebeliðe kabûl etse diye geçerken, bana; "Soyun da gel!" bu­yurdu. Dünyâlýk nâmýna neyim varsa her þeyimi býrakmamý iþâret ettiðini far- kettim. Hemen kirâladýðým eve gidip bütün âile efrâdýmý yanýma ça­ðýr- dým. Bütün altýn kýymetli mücevherât ve silah sandýklarýný açýp bunlarý taksim edip daðýttým. Sonra da hizmetçilerimin tamâmýný serbest býrak­tým. Onlara; "Ey evladlarým! Küçüklüðümden beri cân u gönülden aradý­ðým mürþid-i kâmili ve mürebbi-i mükemmili Allahü teâlâya hamdolsun ki bugün buldum. Yýkayýcýnýn elindeki ölü gibi ona teslim ve tâbi oldum. "Bana soyun da gel!" buyurdu. Artýk benim dünyâ ile iþim kalmadý. Siz beni öldü kabûl ediniz! Ýþte sizi Allah için serbest ve hür býrakýyorum. Serbestsiniz." dedim. Sonra oðullarým Tâhir ve Sâdýk´a ve hanýmýma dö­nerek; "Ýþte yaptýðýmýz muâmeleyi gördünüz ve anladýnýz. Ýsterseniz sizi buradan Vidin´e göndereyim. Orada oturunuz. Nasîbimizde var ise bir gün yine kavuþuruz. Eðer burada kalmayý isterseniz sabýr ve tahammül göstermeniz îcâb eder. Hocam ne zaman izin verirse o zaman gelip si­zinle görüþürüm." dedim. Hanýmým ve oðullarým tam bir teslîmiyetle; "Saçýnýn bir teline bin can ve baþ fedâ olsun." diyerek orada kalmayý is­tediler. Feyzullah Efendi onlarýn bu samîmi teslîmiyeti üzerine onlarý ki­râladýðý evde býrakýp Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gitti. Ho­casý onu hemen halvete soktu. Kýrk gün bir yerde yalnýz ibâdet ve tâatla meþgûl oldu. Daha bu vazîfeye baþladýðý sýralarda idi. Bir gün bir âh çektiðinde yanýnda bulunan arkadaþlarýnýn süratle yanýndan kaçýþtýkla­rýný görüp niçin kaçtýklarýný sordu. Onlar: "Sen âh çektiðin zaman aðzýn­dan ateþ çýkýyordu. Biz bu ateþten korkup kaçtýk." dediler.

Feyzullah Efendi, Muhammed Kudsî hazretlerinin yanýnda yedi ay müddetle tasavvufta çok sýký bir þekilde çalýþtý. Meþakkatli riyâzetler çekti. Yedi ay sonra ona tasavvufta icâzet ve hilâfet verdi. Kendisi þöyle anlatmýþtýr: "H.1257 senesi Rebî´ülevvel ayýnýn baþýnda bir Cumâ günü, Cumâ namazýndan sonra Muhammed Kudsî hazretleri câmiden çýktýðý sýrada pazar halký büyük bir kalabalýk hâlinde saf saf dizilmiþ bekler bir halde idi. Hocam halka selâm verdikten sonra ellerini açýp onlara duâ etti. Büyük kalabalýk da; "Âmîn!" dedi. Bu duâdan sonra beni medresenin bir odasýna götürüp, daha önceden benim için yazdýðý icâzetnâmeyi çý­karýp açtý ve okudu. Sonra bana verdi ve beni irþâd vazîfesi yapmakla vazîfelendirdi. Hemen o gün Malatya´ya gitmemi emretti. Hazýrlanýp ve­dâlaþarak yola çýktým. Kýrk beþ günde Malatya´ya ulaþtým. Burada in­sanlarý terbiye etmek ve talebe yetiþtirmekle meþgul oldum.

Ynt: Tasavvuf By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:26:24
Harput´un büyük velîlerinden Hacý Tevfik Rýfký Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda da ilerlemek için Mahmûd-ý Sâminî´nin sohbetlerine devâm etti. Bu sohbetlerin birinde Mahmûd-ý Sâminî´ye; "Gün olur, serin su içmek sünnettir, dersiniz ve serin su içersiniz. Lâkin gün olur serin su yerine sýcak su içersiniz. Bunun hikmeti nedir?" diye suâl edince, o mübârek zât biraz düþündükten sonra; "Gün olmuþ içim Allahü teâlânýn aþký ile alev alev yanmýþ. Biraz serinlemek ve nefes al­mak için içmiþimdir. Gün olmuþ içim buz gibi olmuþtur. O zaman da yakmak için sýcak su içmiþimdir. Her þeyi akýl ve mantýkla çözmeye kalk- ma. Her gördüðün manzarayý da açýklamaya kalkýþma. Aksi halde yaný- lýrsýn. Ama akýlsýz ve mantýksýz da edemiyoruz. Bâzý iþler vardýr ki, ne akýlla olur, ne de akýlsýz." buyurdu. Hocasýndan aldýðý bu cevap üze­rine henüz ham olduðunu anlayan Tevfik Efendi, büyük bir istekle hoca­sýnýn hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Kýsa zamanda tasavvufun yük­sek derecelerine kavuþtu.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânýn en büyüklerinden Hasan-ý Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti ile meþgûl oldu. Bu yüzden Hasan-ý Lü´lûî diye anýldý. Ticâret için çeþitli yerlere gidiyordu. Ticâretle uðraþýp zengin olmuþtu. Bir defâsýnda yine ticâret için Rum diyârýna (Anadolu´ya) gitmek üzere yola çýktý. Uzun ve meþakkatli yolculuktan sonra Kayseriyye þehrine ulaþtý. Vardýklarý þehrin kapýsýnda o diyârýn hükümdârýna kýymetli hediyeler vererek ticâret izni almak âdetti. Hazýrladýklarý hediyeyi hükümdâra takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var, yarýn takdim edelim." dedi.

Hasan-ý Basrî o gece vezirin konaðýnda misâfir kaldý. Sabah olunca vezire kendilerinin de yapýlacak törenleri takib etmek istediklerini bildirdi. Vezir kabûl etti. Vezirle birlikte tören yerine geldiler. Gördükleri manzara þöyleydi: Büyük bir meydanýn ortasýnda süslü bir çadýr kurulmuþtu. Çadýr saf ipek ve ibriþimden, direkleri ise gümüþ ve altýndandý. Çadýrýn önünde parlak yumuþak þilteler, divanlar kurulmuþtu. Bu þilteler iyi cins atlastan ve çeþitli memleketlerden getirilmiþ nâdide ve eþi bulunmayan kumaþ­lardan yapýlmýþtý. Çadýrýn içinde ise bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârýn ülkesinin ileri gelenleri, esnaf, çiftçi ve sanatkârlarý neleri varsa bütün malzemeleri ve âletleriyle meydanda hazýrlanmýþlardý. Askerler ise a- laylar hâlinde meydanýn ortasýndaki süslü çadýrýn etrâfýnda toplanmýþ­lardý. Askerler belli bir makam üzerine nâralar attýlar, meydanýn bir yö­nüne doðru çekilip gittiler. Arkasýndan ülkenin ileri gelenleri, çiftçiler ve ticâret erbâbý kimseler çadýrýn etrâfýnda dönüp baðrýþtýlar. Sonra onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasýndan o þehrin diðer insanlarý, atlarý üze­rinde, mücevherlerle süslü civan yiðitler, feylosoflar, müneccimler, hâ­kimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin iþâreti olan âletlerle çadýrýn etra­fýnda çeþitli nâmelerle dönüp gittiler. Sonra vezir ve Kayser (hükümdâr) ve onlarýn yakýn has adamlarý meydanýn ortasýna doðru ilerleyerek or­tada kurulu süslü çadýra girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapýldýktan son- ra herkes evine döndü. Hasan-ý Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve yapýlan tören ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadýrýn orta­sýndaki duran tâbut Rum Kayserinin oðlunun tâbutudur. O genç, son de­rece güzellik sâhibi, kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediði bir husus yoktu. Silâhþörlükte arkasýný yere getiren bir er çýk­mamýþtý. Gökten gelen bir âfet ile kazâya uðradý. Kendisine verilen bütün ilaçlar ve devâlar þifâ vermedi ve öldü. Ýþte her yýl bu günde o genci an­mak için gördüðün bu törenler düzenlenir. Herkes onun tabutunun bu­lunduðu çadýrýn yanýna varýr "Herbirimiz senin uðruna canýmýzý fedâya hazýrýz, ama ne yazýk ki elimizden bir þey gelmiyor. Bütün servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis ettik, ama dünyâ ku­rulalý beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya muvaffak olama­mýþlardýr." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaþý! Ýþte bu mânâyý anlamak için Kayser ve diðer devlet erkâný ve hükümdârýn yakýnlarý ça­dýra girip cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya çalýþýrlar. Ellerinden bir þey gelmediðini ve âcizliklerini anlayarak daðýlýrlar." dedi. Bu hâdise Ha­san-ý Basrî´ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malýnýn makam ve güzellikleri­nin geçici olduðunu bilen Hasan-ý Basrî hazretleri bu hakîkati yakînen kavradý ve ticâreti býrakýp tamâmen âhirete yöneldi. Dönüþünde, þehre girer girmez elindeki mallarýn hepsini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine da­ðýttý. Basra Hâkimi olan Muhsin Ali´den el alarak tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf yolunda kýsa zamanda ilerleyip mânevî derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan bir þey kabûl etmedi. Ancak hocasý Muhsin Ali´nin izni ile vâz edip, talebelerini yetiþtirdi.

Hazret-i Ali, halîfeliði sýrasýnda þehir þehir dolaþýp, halkýný bizzat zi­yâret edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmiþti. Nerede bir þeyh veya vâiz görse veya duysa, giderek onu dinler, doðru yoldan ayrýlanlarý edeplendirir, doðru olanlarý takdir ederdi. Bu þekilde gezerken yolu Bas­ra´ya düþtü. Devesinden inip orada üç gün kaldý. Þehri baþtan baþa ge­zerken bir mecliste Hasan-ý Basrî´nin vâz ettiðini gördü. Hemen mecli­sine dâhil olup vâzýný dinledi ve beðendi. Sonra ona; "Ey Hasan! Zama­nýn hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa hakîkî gerçeði öðretmek iste­yen bir kiþi misin?" diye sordu. Hasan-ý Basrî; "Resûl-i ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalýþýyoruz. Haberini doðru bulduðum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali tebessüm ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dýþarý çýktý. Hasan-ý Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduðunu anlayýp hemen kürsüden indi, eteðinden tutup mübârek ayaklarýna yüzünü gözünü sürüp öptü. Sonra hazret-i Ali´den zikir telkini istedi. Bâbü´t-Taþt denilen yerde bulunuyor­lardý. Hazret-i Ali tasavvuf ile ilgili gizli sýrlarý Hasan-ý Basrî´ye burada anlattý.

Sonra Hasan-ý Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zi­kir telkiniyle ve insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmakla va­zîfelendirdi. Sonra tarîkattaki ilk Hilâfetnâme´yi yazýp Hasan-ý Basrî´ye verdi. Tarîkat ehli arasýnda usûl olan "Ýzinnâme, icâzetnâme" denilen ya­zýlý kâðýt verme usûlü hazret-i Ali´den kaldý.

Hasan-ý Basrî hazretleri kavuþtuðu bu mânevî iltifât ve derecelerin verdiði zevkle kýrk gün bir þey yiyip içmedi. Sonra irþâd seccâdesine otu­rup, insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmaya devâm etti.

Hindistan´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Hüsâmeddîn Mültânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek i- çin, Ehl-i sünnet îtikâdýnda olmak, haramlardan sakýnmak ve ibâdetlerde gevþeklik göstermemek þarttýr." kâidesini çok iyi bilir ve her hâlinin dîne uygun olmasýna çok dikkat ederdi. Haramlarla birlikte þüphelilerden de uzak durur, devamlý ihtiyatlý hareket ederdi.

Büyük velîlerden Ýbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ta­savvufta yetiþmesini þöyle anlatmýþtýr: "Karþýlaþtýðým ve elinde tövbe et­tiðim ilk zât, Ebü´l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ hazretleridir. Önce bana ha­dîs-i þerîf yazmayý emretti. Sonra tasavvufta yetiþtirdi. Ýlk muâmelesi þöyle oldu: Beni çarþýya götürdü. Bir mescidin önünde oturup, et satan bir kasap geçinceye kadar bekledi. Kasaptan bir parça et satýn aldý. Eti benim elime verip; "Bunu bizim eve götür, býrak gel." dedi. Eti elime al­dým. Fakat insanlardan utanýyordum. Mescide girdim eti önüme koyup, bir hamal tutup onu taþýttýrsam mý diye düþünüp, Allahü teâlânýn yardýmý ile; "Þeyh hazretlerine muhâlefet etmeyeceðim. Emrini yerine getirece­ðim." diyerek eti alýp götürmek için dýþarý çýktým. Ýnsanlar bana bakýp; "O ne?" diye sordukça, utancýmdan bir þey söylemiyordum. Eve varýp eti bý­rakýp geri döndüm. Utancýmdan iyice terlemiþtim. Hocamýn yanýna ge­lince, bana; "Ey evlâdým! Ýnsanlar seni melik çocuðu olarak bilip hürmet gösterirler. Nefsin o eti taþýmaktan ne hâle geldi?" diye sordu. Ben de hâdiseyi aynen anlattým. Tebessüm edip; "Ey evlâdým! Senin iþinden dolayý Allahü teâlâya hamdettim. Bunun karþýlýðýný ilerde göreceksin." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "Tasavvuf, Allahü teâlâya giden yolu bulmaktýr."

Hindistan´da yetiþen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, hocasý Hâce Muînüddîn-i Çeþtî buyurdular ki: Þu dört þey tasavvufun esaslarýndandýr: 1) Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir velî, aç ve fakîr olsa da, hâlinden þikâ­yetçi olmamalý, dýþarýdan, tok ve hâli, vakti yerinde görünmelidir. 2) Fa­kirleri, maddî ve mânevî doyurmalýdýr. 3) Allahü teâlânýn ihsân ettiðini nîmetlere þükredemediði, O´na lâyýk ibâdet yapamadýðý, âkýbetinin nasýl olacaðýný bilemediði için kendi içinden dâimâ üzgün bir halde bulunmalý, fakat baþkalarýný üzmemek, asýk suratlý imiþ gibi görünmemek, onlarýn da rýzâlarýný, sevgilerini kazanabilmek için dýþarýdan çok neþeli, mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sýkýntý verenleri affet­meli, insanlara karþý lüzumlu nâziklik ve sevgiyi her zaman göstermeli­dir."

Bundan sonra Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasýnýn ayaklarýna eðildi. Hocasý müsâade etmeyip, hemen onu kaldýrdý. Mu­habbetle sarýldýlar. Hâce Muînüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsi­yesi de; "Büyüklerimizin bildirdiði saâdet yolundan ayrýlmayýnýz! Bu mü­bârek vazifede cesûr bir er olduðunuzu isbât ediniz, gösteriniz!" þeklin­deydi. Bundan sonra, muhabbetin ve acý ayrýlýðýn tesiri ile tekrar birbirle­rine sarýldýlar ve gözyaþlarý içinde ayrýldýlar. Hâce Kutbüddîn, Dehlî´ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Muînüddîn-i Çeþtî âhirete intikâl etti.

Yine buyurdular ki: Tasavvuf yolunda ilerlerken görülen mânevî hâl- leri, garib mânâlarý, insanlarýn anlayamayacaklarý þeyleri, aslâ insan­larýn anlayamayacaklarý þekilde söylememelidir. Zîrâ insanlarýn anlaya­maya- caðý bir þeyi söylemek, onlarýn yanlýþ anlamasýna, böyle þeyleri söyleyen zâta düþman olmalarýna sebeb olur.

Dînin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalýdýr. Zîrâ bu ol­mayýnca, bu yolda ilerlemek olmaz. Bir kimse hem bu yolda ilerlediðini söylüyor, hem de dînimizin emir ve yasaklarýna uymakta gevþek davra­nýyorsa, biliniz ki o kimse yalancýdýr. Bu yolda bulunanlarda olan hâller­den biri veya birkaçý o kimsede bulunursa, biliniz ki o hâller þeytandan­dýr, onu aldatmaktadýr."

Harput´un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvufda yol, bir arý kovanýna benzetilmiþ­tir. Arý gibi gâyet muntazam çalýþmak ve arý gibi bal yapmak, karýncalar gibi kanâatkâr olmak lâzýmdýr. Bal yapmak idrâkine eriþtiðinde, bu þifâlý baldan müslüman kardeþlerine tattýrmak elzemdir. Çalýþanlar tadýný alýr. Çalýþmayanlarý da çalýþtýrmak rehberin vazîfesidir. Mahlûkâtýn yaratýlý­þýndaki güzellikte, ilâhî hikmetler var. Bunlar sýrlarla doludur. Velîler ið­nenin ufacýk deliðinden Hindistan´ý seyrederler. Bu hâl ise, âlem-i misâlin altýnda bir hâldir. Âlem-i misâl bunun üstündedir. Resûl-i ekrem efendi­mizden nûrlarýný alýrlar ve ondan sonra vahdet sarayýnýn ezelî ve ebedî varlýðýnda erirler. Benliklerinden sýyrýlýrlar. Sýrr-ý Sübhânda, mazhâr-ý lut- fa ererler."

Evliyânýn büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Rukýyye (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf yolunun esâsý, de­vamlý Allahü teâlâyý zikretmek, hatýrlamaktýr. Kur´ân-ý kerîmde meâlen; "Allahü teâlâyý her hâlinizle çok anýn ki, (dünyâ ve âhiret saâdetine ka­vuþup azaptan) kurtulabilesiniz." buyrulmaktadýr (Cum´a suresi 10). Allahü teâlâ, âyet-i kerî- mede kurtuluþu, çok zikre baðlý kýlmýþtýr. Mu´âz bin Cebel´in rivâyet ettiði hadîs-i þerîfte, Resûl-i ekrem efendimiz; "Cen­net ehli, dünyâda zikret- meden geçirdikleri zamanlarý için piþmân olurlar." buyurmuþtur. Fudayl bin Ýyâd hazretleri de; "Allahü teâlâyý zikreden, zi­kirle nîmetlenir, sevap kazanýr, günahtan kurtulur." buyurdular.

Hindistan´da yetiþen Muhammed Hâcý Efdal (rahmetullahi teâlâ aleyh) derin âlim, fazîletler sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. Tasavvuf ilimlerinin mütehassýsý idi. Allahü teâlânýn aþký ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ile kendinden geçmiþ hâlde bulunurdu. Öyle bir tevâzu ve gönül kýrýklýðýna ve edebe sâhib idi ki, kendisini, deðil evliyânýn büyükle­rinden, tasavvuf ehlinden bile saymazdý. Hattâ yakýnlarýndan tasavvuf ehli kimselere; "Sizlere derin ve keskin bir basîret ve mânevî makamlarý tanýma hâli ihsân olunmuþtur. Bizim hâlimize bir bakýn ki, amellerimizin bozukluðundan, mânevî hiçbir kazancýmýz kalmamýþtýr" buyururdu. Hâl­buki, aslýnda kendisi bu bilgi ve mârifetlerin mütehassýsý, kaynaðý idi. Nitekim, Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri bu hâl ile alâkalý olarak; "Kalbin, bâ­týnýn hâlini bilememek, anlayamamak, tasavvufta, tecellî-i zâtî denilen çok yüksek bir makâma kavuþmuþ olmanýn alâmetidir" buyurmuþtur.

Evliyanýn büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) anlatýr: "Daha gençliðimde tasavvuf yoluna girdim. Bâzý kimse­lere, Herat âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin hâllerini sordum. Çünkü onlar- dan birinin sohbetinde ve meclisinde bulunmak istiyordum. Bir kiþi Þeyh Sadreddîn Ravâsî´yi tavsiye etti. O, Þeyh Zeynüddîn Hâfî´nin tale­bele- rinden idi. Þimdi ise, yanýnda bulunanlara doðru yolu göstermek ve on- larý yetiþtirmekle meþgûldü. Bunun üzerine derhâl Herat´a gittim. Yolda Þeyh Zeynüddîn Hâfî´nin kabrini ziyâret ettim. Bu sýrada Sadreddîn Ra- vâsî, talebeleriyle berâber orada bulunuyorlar ve zikir edi­yorlardý. Zikri, seslerini yükselterek yaptýklarý için, bu durum hoþuma gitmedi. Yoluma devâm ederek Herat´a yaklaþtým. Bu sýrada bizim köy­den olan Hâfýz Ýsmâil ile karþýlaþtým. O, Sa´düddîn Kaþgârî´nin sohbetiyle þereflenmiþti. Sonra Molla Câmî´ye baðlandý. Tasavvuf yolunda pekçok þeyler kazandý. Hâfýz Ýsmâil bana; nereden geldiðimi, maksadýmýn ne ol­duðunu sordu. Ben de ahvâlimi olduðu gibi anlattým. Hâfýz Ýsmâil beni dinledikten sonra; "Câminin kapýsýna git. Orada büyük bir zât vardýr. Bâzan câmide cemâ- atle berâber oturur. Belki onun hâli sana hoþ gelir." dedi. Bunun üzerine hemen câminin kapýsýna gittim. Câminin odasýnda, bir cemâatle berâber o zâtýn oturduðunu gördüm. Yanýndaki cemâat âlim ve fazîletli zâtlardan meydana geliyordu. Hiç konuþmadan onu dinliyor­lardý. Kapýnýn dýþýnda durdum. Duvara yaslanýp, onlara bakmaða baþla­dým. Onlardaki sessizli- ði, sekînet ve vekarý görünce, hatýrýma Þeyh Sadreddîn´in etrâfýnda hal- ka yapmýþ olanlarýn hâllerini ve baðýrmalarýný getirip; "O ne ses ve hare- ketlilik, þimdi bu ne sessizlik ve durgunluk?" diye kendi kendime düþün- meye baþladým. Bu sýrada Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî baþýný kaldýrdý. "Ey kardeþim, yanýma gel!" buyurdu. Elimde ol­madan onun yanýna git- tim. Yanýna oturttu ve; "Sultan Þâhruh´un hizmet­çileri veya askerleri, o- nun yanýnda bulunup, yüksek sesle Þâhruh, Þâhruh diye baðýrsalar, on- larýn böyle baðýrmalarý gâyet edebsizlik ve ahmaklýk olur. Hizmetçilerin ve askerlerin edebi, Sultan ve efendinin ya­nýnda sessiz, hazýr bir vazi- yette, baðýrýp çaðýrmadan durmalarý ile olur." buyurdu. Sonra Sa´düddîn Kaþgârî elime baktý ve elimdeki boynuzdan yüzüðü gördü. Ýhtiyâcý olan kimsenin, hâcet elini boþ olarak uzatmasý daha iyidir." buyurdu. Bunun üzerine elimden yüzüðü çýkardým. Sa´düddîn Kaþgârî kalkýp mescide girdi. Orada bulunanlardan birisine, beni peþinden mescide götürmesini iþâret etti. Mescide girdim. Sa´düddîn Kaþgârî bir yere oturdu. Beni de karþýsýna oturttu ve tarîkatý telkin etti. Sonra; "Mescid güzel bir yerdir. Burada ikâmet et. Sana em­rettiðim þeylerle meþgûl ol." dedi. Onun gös- terdiði þeylerle meþgûl ol­maya baþladým. Annem bunu haber alýnca, he- men Rûc´dan yanýma geldi. O da bu yola girdi.

Bir müddet geçtikten sonra, bir gece mescidin kubbesinde bulunan odada teheccüd namazý kýldýktan sonra murâkabeye daldým. Bu sýrada kandil gibi bir nûr göründü. Gündüz gibi kubbeyi aydýnlattý. Onun aydýn­latmasý ile bütün kubbeyi görüyordum. Bu nûr her an fazlalaþýyordu. O hâle geldi ki, koskoca bir kandil oldu. Bir müddet bu hâlde kaldý. Bu hâli görünce, bir nevî gurûr ve kendimi beðenme hâli meydana geldi. Sabah olunca, Sa´düddîn Kaþgârî´nin meclisine gittim. Öfkeyle bana bakarak; "Seni, gurûr kokusu ile dolu görüyorum. Bu kadarcýk bir nûr görmekle, hiç insana gurûrlanmak yakýþýr mý? Hâlbuki Mevlânâ Nizâmüddîn Hâ- mûþ´a baðlandýðým zaman, karanlýk gecelerde yolda giderken, sa­ðýmda ve solumda on veya on iki meþale yanardý. Nereye gitsem onlar da be- nimle berâber giderlerdi. Buna raðmen aslâ onlara iltifât etmez, onlara hiç îtibâr etmezdim." diye buyurduktan sonra, kýzarak þunlarý ilâve etti: "Yanýmdan kalk git. Ýkinci defâ bu þekilde bir daha yanýma gelme!" Böy- lece beni meclisinden kovdu. Onun huzûrundan kalbim kýrýk çýktým. Çok aðlayýp, göz yaþlarý döktüm. Bundan dolayý Allahü teâlâdan af ve magfi- ret diledim. Kalbimi bu gurûr ve kendini beðenme kirlerinden te­mizlemek için çok gayret gösterdim. Hocam Sa´düddîn Kaþgârî´nin ilti­fatlarý ve te- veccühlerinin bereketi ile, bu sýkýntýlý ve kötü durumdan kur­tuldum. Ay- nen bana görünen nûr, anneme de göründü. Hattâ, o benden daha fazla gördü.

Böyle nûrlarýn bana göründüðü günlerde, birisi bana çok tevâzu gösteriyordu. Onun bana karþý tevâzusu artýk haddini aþmýþtý. Bunun üzerine ona; "Bana niçin bu kadar tevâzu gösteriyorsun? Bunun sebebi nedir?" diye sordum. O þahýs, þunlarý anlattý: "Karanlýk bir gecede mes­cide bitiþik dergâhta oturuyordum. Bu sýrada kapýdan biri girdi. Bunun üzerine orasý gündüz gibi aydýnlanýverdi. Hâlbuki o þahsýn yanýnda kan­dil falan yoktu. O þahsa iyice baktýðýmda, siz olduðunuzu gördüm. Siz oradan gidince, yine orasý eskisi gibi karardý."

Mevlânâ Sa´düddîn´in sohbetine kavuþmama raðmen, kalbimde bu yolun büyüklerine baðlýlýk hâsýl olmadýðý için, çok üzgün ve kederli idim. Karanlýk gecelerde, câmide baþýmý yere vuruyordum. Gündüzleri sah­râya çýkýyor, oralarda aðlýyor, Allahü teâlâya yalvarýp yakarýyordum. Bu hâl üzere, yaklaþýk sekiz ay geçti. Bir gün Mevlânâ Sa´düddîn, bu hâlde aðlarken görünce; "Çok aðla ve yalvar. Böylece Allahü teâlânýn rahme­tine kavuþursun. Çünkü aðlayýp yalvarmak, Allahü teâlânýn rahmetine kavuþmakta çok tesirli ve kýymetlidir. Ben de gençlik günlerimde senin gibi çok aðlardým." dedi. Bu sýrada ona iltifât ve teveccüh ile baktý. Bu­nun üzerine onda, bu yolun büyüklerine bir anda baðlýlýk hâsýl oldu.

Bundan sonra câmide murâkabe hâlinde idim. Gece yarýsýna doðru uyku bastýrýnca, uyku daðýtmak için kalktým. O sýrada hocamýn arka ta­rafta beni tâkib ettiðini fark ettim. Hemen arkasýna oturmak istedim. O da baþýný kaldýrarak; "Ey Muhammed, niçin kalktýn?" buyurdu. "Uyku hâli meydana gelmiþti. Onu gidermek için" dedim. O zaman bana lütuf ve merhamet buyurdular ve bende büyüklerin yoluna baðlýlýk tamâmen hâ­sýl oldu.

Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî´nin Allahü teâlânýn izniyle, istediði za­man istediði kimseye, bu yolun büyüklerine baðlýlýðý verme gücü vardý. Ýstediði kimseyi, kendisinden geçirir, mânevî âlemlere daldýrýrdý. Bir gün onunla berâber mescidin kapýsýna gelmiþtim. Akþam ezâný okundu. Mes- cide girip akþam namazýný kýldýk. Namazdan sonra hatim okuna­caktý. Çok kalabalýk bir cemâat vardý. Her tarafta kandiller yakýlmýþtý. Sa´düd- dîn Kaþgârî namazdan sonra kýbleye doðru bir köþede oturdu. Ben de arkasýna bir yere oturdum. Sonra bana, yanýnda oturmam için iþâret etti. Yerimden kalkýp yanlarýna oturdum. Daha oturmadan, bir ân bakýnca bir- den bire kendimden geçtim. Bu hâl, müezzinin yatsý ezânýný okumasýna kadar sürdü. Bu süre içerisinde, hiçbir þeyden haberim ol­madý.

Daha bu yolun baþlangýcýnda iken, câmide abdest alýnan yerde otur- dum. Elimde de Mesnevî kitabý vardý. O sýrada Mevlânâ Sa´düddîn ab- dest alýnan yere geldi. Bana, elimdeki kitabýn ne olduðunu sordu. Mes- nevî deyince; "Onu okumakla bu yolda ilerleme olmaz. Bu yolda ça­lýþma ve gayret lâzýmdýr. Ancak o zaman onun mânâlarýna vâkýf olabilir­sin." buyurdu.

Ynt: Tasavvuf By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:26:50
Yine bu yolda baþlangýç günlerinde iken câminin bir kenarýnda, bað- daþ kurmuþ bir halde murâkabede bulunuyordum. Bu sýrada; "Ey edeb- siz! Hizmetçiler hiç sultânýn huzûrunda böyle mi oturur?" diye bir ses iþit- tim. Bunun üzerine derhâl yerimden sýçrýyarak, kerpiçlerin üze­rinde otur- dum. O zamandan sonra baðdaþ kurarak hiç oturmadým."

Bir gün hocasý Mevlânâ Sa´düddîn ile, Þeyh Behâüddîn Ömer´i ziyâ­ret için Cigâre köyüne gittiler. Hocasý ata bindi. O da peþlerinden yüreye- rek gidiyordu. Yola çýkmadan evvel, evde biraz bir þeyler yemiþti. Yolda harâret bastý. Fakat edebinden, hocasýndan izin isteyip de su iç­meye gi- demiyordu. Bu sýrada Hocasý ona; "Susadýn mý?" diye sordu. O da; "E- vet, þehirden ayrýldýðýmýzdan beri bende susuzluk var." dedi. Bu­nun üze- rine ona; "Git bir yerden su iç gel. Çünkü senin susuzluðun bana da tesir etti." buyurdu. Hemen bir yerden su içip geldi. Yollarýna devâm ettiler. Þeyh Behâüddîn Ömer´in evine varýnca, Muhammed Rûcî uzakça bir kö- þeye oturdu. Hocasýyla Þeyh Behâüddîn konuþmaya baþladýlar. Onlar- dan uzakça bir yerde oturduðu için, ne konuþtuklarýný duymuyordu. Bu sýrada kendi kendine; "Bana öyle oturmak yakýþmaz. Þeyh Behâüddîn Ömer´e doðru dönmüþ olarak oturmam gerekir." deyip, onun tarafýna doðru dönerek oturdu. Kalbi onun kalbiyle ayný hizâya geldi. O anda Mu- hammed Rûcî´ye dönüp, hocasýna; "Bu ne yapýyor?" diyerek te­bessüm etti. Þeyh Behâüddîn´in kýsa süren teveccühleri ile çok faydalar hâsýl ol- du. Onda kýymetli hâller meydana geldi. Dört veya beþ gün, bü­yük bir sevinç ve rahatlýk meydana getiren feyz ve bereketler birbirini tâkib etti.

Yine kendisi anlatýr. Yine bu yolun baþlangýcýnda iken, dergâhýn þark tarafýndaki salonda, kýbleye bakan kýsýmda oturuyordum. Bu yoldaki vazifelerle meþgûl iken karþýmda, zayýf yapýlý, uzun boylu bir karaltý gö­ründü. Hindistan cevizi gibi küçük olan baþý tavana uzanýyordu. Aðzý açýk olup, beyaz diþlerle doluydu. Boynu ve ayaklarý ince ve uzundu. O gülerek, bana doðru yavaþ yavaþ geliyordu. Bâzan eðiliyor, bâzan doð­ruluyordu. Çeþitli hareketler yapýyordu. Kendi kendime; onun þeytan ol­duðunu, büyüklere baðlanmaktan, meþgûliyetimden alýkoymak istediðini söylüyordum. Onun için meþgûliyetim üzerine sebat edeceðim husû­sunda azmimi saðlamlaþtýrdým ve iþime devâm ettim. O ise, çok garip ve acâib hareketler yapmak sûretiyle beni meþgûliyetimden vazgeçirmek istiyordu. Fakat onun, beni bu meþgûliyetimden vazgeçirmesi mümkün olmadý. Bana yaklaþýnca, daha fazla iþimle meþgûl oldum. Ýyice yanýma gelip, benim vazgeçmediðimi görünce, üzerime sýçrayýp omuzuma bindi ve iki ayaðýný sýrtýma yapýþtýrdý. Yine iþimle meþgûl idim. Bir müddet sonra ayaklarýný üzerimden çekip, duman gibi havaya yükseldi. Sonra kayboldu. Ondan sonra bir daha böyle bir þey görünmedi.

Câmide, Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî´nin emri ve tavsiyesi üzerine dâimâ ibâdetle meþgûl olurdum. Hattâ geceleri de uyumazdým. Oturur, Allahü teâlâya yalvarýr, büyüklerin nisbetine kavuþmak için çok aðlardým. Mescidden sâdece zarûri ihtiyaçlarým için çýkardým. Bir defâsýnda bulun­duðumuz belde muhâsara edilmiþ, þehrin kapýlarý kýrk gün kapatýldýðýn­dan, o günlerde herkes câmiye dolmuþtu. Ýbâdet ve duâ ile meþgûl oldu­ðumdan, durumu kimseye sormadým. Sonra birgün, muhâsara hakkýnda bilgi veren bir kimsenin konuþmasýna þâhid oldum. Ona; "Siz hangi mu­hâsaradan bahsediyorsunuz?" diye sordum. O da; "Herhâlde sen muhâ­sara sýrasýnda burada deðildin." dedi. Ben de, o zaman halkýn neden mescidde toplandýðýný anladým.

Evliyânýn büyüklerinden Niyâzî-i Mýsrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ayasofya Câmiinde vâz ve nasîhat vermeye memur edildi. Ayasofya Câ- miinde, Sultan Dördüncü Mehmed, âlimler, tasavvuf büyükleri ve devlet erkânýnýn da hazýr bulunduðu bir gün, vâz kürsüsünden tasavvuf yolu- nun hak olduðuna, onlarýn yaptýklarý zikirlerin Ýslâm dînine aykýrý ol­madý- ðýna dâir hakîkatý gâyet açýk bir þekilde anlattý. Herkes îzâhýna hay­ran oldu. Tasavvufun, Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný seve seve yap- maya yardýmcý olduðunu anladýlar.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak nakledilir ki, Kebþ þehrinde Mevlânâ Celâleddîn Kebþî, bir cemâatla oturmuþ sohbet ediyorlardý. Tasavvuf ehlinden ve evliyânýn ke­râmetinden söz açýlmýþtý. Mevlânâ Celâleddîn, "Þimdi bizim zamâný­mýzda böyle kerâmet ehli, dîn-i Ýslâmýn emirlerine tam uyup, Resûlullah efendimizin yolunda olan büyük bir velî yok gibidir." dedi. Emîr Külâl haz­retlerinin talebelerinden biri, bu cemâat arasýnda idi. Bu zât, Mevlânâ Celâleddîn Kebþî´ye; "Bu zamanda sayýlan sýfatlara ve üstünlüklere sâ- hib bir zât vardýr. Tasavvufta o kadar yükselmiþtir ki, bir göz açýp ka­pa- yacak kadar kýsa bir zaman içinde, doðudan batýya dünyâyý dolaþacak bir hâl sahibidir." dedi. Mevlânâ Celâleddîn Kebþî; "Ah þimdi böyle zât nerede bulunur?" deyince, o talebe; "Evet þimdi böyle bir zât vardýr. O da benim hocam Seyyid Emîr Külâl´dir." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebþî; "bizi sohbetine kavuþtur da, onun ayaklarýnýn tozunu gözlerimize sürme yapalým." dedi. Sizin oraya kadar gitmenize lüzum yok, eðer buraya teþrif etmesi için tam bir teveccüh yaparsanýz, bir anda burada olur." dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebþî teveccüh edip, Allahü teâlâya hâlis kalble duâ etti. Sonra içeride bulunan cemât birdenbire ayaða kalktý. Çünkü Emîr Külâl hazretleri çok uzakta olmasýna raðmen, içeri giriverdi. Bu hâle çok þaþtýlar. Sonra da oturup sohbete baþladýlar. Mevlânâ Celâleddîn, Emîr Külâl´e; "Efendim, sizi bu hâle ka­vuþturan þey nedir? Burayý bir ânda teþrifiniz nasýl oldu?" diye sordu. Bu- nun üzerine Emîr Külâl, sohbete baþlayýp buyurdu ki: "Bizi, sizin sa­mîmî arzunuz bu diyâra getirdi. Bir kimse Allahü teâlâya ihlâs ile yalvarýr, tam samîmiyetle bir þey ister ve duâ ederse, Allahü teâlâ onu maksadýna kavuþturur. Bu sýrada Mevlânâ Celâleddîn Kebþî; "Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla þereflenmek istiyorum." dedi. Emîr Külâl hazretleri ona; "Biz seni evlâtlýða kabûl ettik." buyurdu. Sonra ona teveccüh na­zarlarýyla bakýp, bir anda yüksek derecelere kavuþturdu. Orada bulu­nan- lar bu hâli görüp; "Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uð­raþýp ömür tükettin, fakat þimdi maksadýna kavuþtun." dediler. Onlarýn böyle söylemeleri üzerine, Emîr Külâl; "Siz kendi iþinizi onun iþiyle bir mi tutuyorsunuz? O, iþini tamamlamýþ, yollarý katetmiþ ve vakti gelmiþ. Sâ­dece bizim bir iþâretimize, teveccühümüze ihtiyâcý kalmýþtý." buyurdular.

Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, ömrü boyunca Ýslâmiyeti öðrendi, öðretti. Ýnsanlara anlatarak onlarýn iki cihân saâdetine kavuþmalarý için çalýþtý. Bir gün ta­lebelerine þöyle anlattý: "Sýrrî-yi Sekatî buyurdu ki: "Korku, küfürden baþka kalb hastalýklarýný giderir. Muhabbet bunu da siler." Bunun için biz yolumuzda muhabbeti esas aldýk. Talebelerinden Abdurrahmân Tâhî (Tâgî); "Muhabbet ve ihlâstan hangisi üstündür?" diye sorunca; "Bu ikisi yemek ve su gibidir. Yâni bu ikisi olmadan tasavvuf yolculuðu olmaz." buyurdu. Abdurrahmân Tâhî; "Hangisi asýldýr?" dedi. Ona cevâben; "Ýh- lâs" buyurdular.

Tasavvuf yolcusunun durumuyla ilgili olarak buyurdu ki: "Fýkýhta bir mezhebe uyup amel edenin ictihâd derecesine varmadýkça, imâmýndan ayrýlýp nasslara uymasý doðru olmadýðý gibi, tasavvuf yoluna intisâb e- den bir kimsenin de, hocasýnýn ve hocasýnýn halîfelerinin koyduðu usûl ve edeplerden dýþarý çýkmasý uygun deðildir. Bununla meclisinde bulu­nan ve ayaðýný öpmek isteyen bir talebesine mâni olmak istedi. Abdur- rahmân Tâhî; "Bu hususta hadîs-i þerîf vardýr. Birisi Resûlullah´tan elini öpmek için izin istedi, müsâde buyurdu. Ayaðýný öpmek istedi, müsâde buyurdu. Secde için izin istedi, müsâde etmedi." dedi. Bunun üzerine Gavs buyurdu ki: "Bu yolun geçmiþ büyüklerinin birinden ve kendi hocasý Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinden bahs edip; "Bu iþe mâni olurlardý. Þöyle ki, Muhammed Pârisâ hazretleri vefât edince, oðlu babasýnýn aya- ðýný öpmek için eðildiðinde, öptürmemek için ayaðýný çek­miþtir." buyur- dular.

Vefât etmeden önce; "Amel ediniz?" buyurdu. "Amel nedir?" diye sordular. "Amelden maksâd râbýtadýr, yâni mürþidini düþünüp ona bað­lanmaktýr." buyurdu. Devâm ederek; "Maksad, Ýslâmiyet´in bildirdiði yön- de istikâmet üzere olmaktýr. Bid´atten ve Ýslâmiyet´e aykýrý olarak ya­pýlan amellerden feyz alýnmaz. Tasavvuf, Ýslâmiyete uymak demektir. Molla Yûsuf Ali; "Evliyâlýk, Ýslâmiyetin emirlerini yapmakla kazanýlýr." bu­yurdu. Fakat kalb hastalýklarýnýn izâlesi için hocasýyla sohbet de þarttýr. Ýslâ- miyete uymadan vilâyete, yâni velîliðe kavuþulur diyen sapýktýr, zýn­dýktýr. Namazlardan hemen sonra istigfâr ediniz. Ýslâmiyetin bildirdiði hu­suslara uymayan ve sünneti terk eden mürþid, yol gösterici olamaz." bu­yurdular.

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) evliyâlýk yoluna giriþi þöyle anlatýlýr: Gençliðinde ata binme hevesi vardý. Âlim ve velî bir zât olan babalarýnýn yolu üzere deðil de asker ol­mak sevdâsýnda idi. Bu sebeple bir müddet askerle birlikte seferlere ka­týldý. Bir harpte birliði daðýldý ve herkes bir tarafa kaçtý. Kendisi de atýný bilmediði bir yöne sürdü. Giderken bir kýsým eþkýyâ peþine takýlýp etrâfýný kuþattý. Ölümle karþýkarþýya kalmýþtý. Birden velîlerden olan ceddi, karþý­sýnda beliriverdi ve ona hitâben; "Ey Ömer! Ya yolumuzda olursun veya bu eþkýyâlar senin baþýný keser. Ýkisinden birini seç!" buyurdular. Ömer Halvetî yaptýklarýna piþman olup, ilim ve edep yolunu seçtiðini bildirdi ve ceddinden yardým istedi. O sýrada haydutlarýn bir kýsmý anlaþýlmayan bir þekilde yere yýkýldý. Diðerleri selâmeti kaçmakta buldular. Ömer Halvetî o gece sabaha kadar at sürdü. Seher vakti bir þehir kenarýnda baðlýk ve bahçelik bir yere geldi. Bahçenin içinde bir zât, talebeleriyle birlikte soh­bet ediyordu. Yanlarýna gitti. Talebelerin arasýna oturdu. Tam o sýrada o zât ona döndü ve; "Elhamdülillah, seni bize baðýþladýlar. Biz de seni velî­liðe lâyýk gördük." buyurdu. Talebeliðe kabûl edip ona nefsiyle mücâdele yollarýný öðrettiler.

Konya´da yetiþen velîlerin büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf yoluna girmiþ olan kimse nefsine sahib olup, ona muradýný, isteklerini vermemeli ki, ahiretde murâdý olan Allahü teâlânýn nasýl olduðunu bilemediðimiz cemâl-i ilâhîsini görmek nasib olsun. Bu yolda bulunanlar, kötü huylarýný býrakýp, iyi güzel huy­larla bezenerek, Allahü teâlâdan feyz ve bereketlere kavuþur."

Horasan´ýn büyük velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen bir talebeye þu iki þey mutlaka lâzýmdýr: Her hâlinde doðruluk ve bütün iþlerinde edeb üzere bulunmaktýr."

Hindistan evliyâsýnýn tanýnmýþlarýndan Þeyh Nûreddîn (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bizim bulunduðumuz tasavvuf yolunda üç esas vardýr. 1) Hesâba çekilmeden evvel kendini hesâba çekmek. 2) "Ýki günü ayný hâlde olanlar aldanmýþlardýr" hadîs-i þerîfine uyarak, hep ilerlemeye gayret etmek. 3) Havatýrý (kalbe gelen düþünce­leri) yok et- mek, gidermektir. Hep Allahü teâlâyý hatýrlamaktýr."

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Þiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: "Tasavvuf; tam olarak beþ duyu organýný günahlardan korumak, her nefes veriþ ve alýþýnda günah iþlememeye dikkat etmektir."

Ýran´da yetiþen büyük velîlerden Þirvânî es-Sagîr (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretlerine; "Tasavvuf nedir?" diye sordular. "Hakîkî din âlim- lerinden birine baðlanýp, ona teslim olmak. Onun feyz ve bereketle­rinden istifâde etmek. Kimseye karýþmayýp, kendi hâlinde insanlardan ayrý ya- þamaktýr buyurdu. Bir gün buyurdu ki: "Sýddîklarýn, yükseldikçe istedikleri bir þey vardýr ki, o da riyâset muhabbetidir. (Þefâat makâmý)" Saîd-i Fer- gânî buyurdu ki: "Buradaki "riyâset muhabbeti" insanlarýn ba­þýna geç- mek arzusu deðildir. Zâten, evliyâlýk yolunda bulunmanýn ilk þartý, bunu terketmektir. Nerede kaldý ki, en sonda hâsýl olan þey "riyâset muhab- beti" olsun. Bu ifâdeden murâd; Allahü teâlânýn indinde, evliyâyý seven- ler için þefâat makâmý taleb etmektir."

Þirvânî es-Sagîr hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda bulun­mak; gönül, kalb hâlidir. Dil ile bâzý þeyleri söylemek kâfi deðildir."

"Bâzý kimseler vardýr ki velîdirler. Büyük zâtlar bu kimselere ba­kýn- ca, tasavvuftaki makamlarýný görürler. O kimsenin ise, bunlarýn hiç bi­rin- den haberi olmaz."

Meþhûr velîlerden fýkýh, tefsîr, hadîs, kýrâat, lügat ve nahiv âlimi Ta- kýyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulu­nanlara çok hürmet eder ve onlarý severdi. ?Tasavvuf yoluna giren kim- se, Selef-i sâlihînin izinden gider, onlara tâbi olursa iþte tasavvufta doðru yol budur.? derdi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yo­lunda bulunan kimsenin vasýflarýný anlatýrken buyurdular ki: "Þeyh Ebû Saîd Ebü´l-Hayr, tasavvufu þöyle târif etmiþtir: "Þimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeþitli sözler söylemiþlerdir. Bütün bu sözlerin özü þu noktada toplanýr: Tasavvuf; vakti, en deðerli olan þeye sarfetmektir."

Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çek­tirmemektir."

"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uðraþmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyý hatýrlamaktýr."

Evliyânýn büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna giriþi þöyle olmuþtur: Âl-i Selçuk- tan Ýbrâhim Han zamânýnda Sühreverd´e onu kâdý tâyin ettiler. Pâdiþâh tarafýndan yarlýð (ferman) verilip, gelip hizmete baþladý. Bu sý­rada iki kiþi huzûruna geldi. Biri aleyhinde bir hususta dâvâcý oldular. Beyyine (delil) de getirdiler. Yalancý þâhid ile dâvâlarýný isbat ettiler. Sonra dâvâcýlarýn dâvâlarýnda yalancý olduklarýný ve þâhidlerinin de ya­lancý þâhid olduðunu Kâdý Vecîhüddîn öðrenince, üzülüp bu vazîfeden ayrýldý. Þeyh olan am- calarýna talebe oldu. Mücâhede ve riyâzetle meþgûl olup yetiþti ve ta- savvufta yüksek derecelere kavuþtu.

Ömer Efendi buyururlardý ki: "Tasavvuf ehli, kavuþtuklarý mânâlarý, halleri, çoluk çocuðunu muhâfaza ettiði gibi korur."

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Þirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, tasavvuf yoluna nasýl ulaþýlýr diye sordular. O; ?Tasavvuf yoluna açlýk, tefekkür ve hayretle kavuþulur.? buyurdular.

Evliyânýn meþhûrlarýndan. Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenler için þöyle bu- yurmuþtur: ?Bu yola girmek isteyenleri bize gönderiniz. Eðer o kimse sâ- dýk ise, onu maksada kavuþtururuz. Þâyet gâfil ise, onu uzak­laþtýrýrýz. Böylece sâdýk olanlara da zararlý olmasýn. Çünkü böyleleri, baþka þeyleri kendine perde yapmýþtýr. Mahbûba, Allah?a kavuþamaz.?

Evliyânýn büyülerinden Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Tasavvuf büyükleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyükleridir. Bunlar, Kitâb ve sünnet ile amel ederler. Hak üzere olmanýn iki þâhidi vardýr. Biri suverî diðeri mânevîdir. Suverî olan; emir ve yasaklarý yerine getirmek sûretiyle Ýslâm dînine uymak, Resûlullah efendimizin ahlâkýna uymak sûretiyle ahlâkýný güzelleþtirmektir. Mânevîsi ise; hocanýn, tale­beyi suverî mertebesine çýkardýktan sonra, Resûl-i ekreme teslim et­mektir. Hoca, talebesini bâzan rûhânî bâzan cismânî terbiye eder.?

Osmanlý âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurþînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunmanýn esâsýnýn sohbet olduðunu bildirerek buyurdular ki: ?Biliniz ki sohbetsiz geçen zaman zarardýr. Ömrün boþa geçmesidir. Bu ömrün hakký, ilk önce tedricî olarak þerefli sohbetin tah­sîli yolunda, sarf edip, mümkün olduðu kadar sohbeti terk etmemektir. Sonra tarîkatta ondan sonra sonu olmayan edeplere uymaktýr. Çünkü sohbet bütün kemâlâtýn, olgunluklarýn ve mârifetlerin baþlangýcýdýr. Ge­çen zaman iâde edilmez, kazâ da edilemez. Ne olursa olsun sohbetsiz geçen vakitlere üzülmeli, belli zamanlarda yapýlmasý emrolunan virdleri, vazifeleri terk etmemeli ve hocasýný gözü kapalý olarak düþünmelidir. Zîrâ tamâmýyla yapýlmasý mümkün olmayan bir þeyi tamâmýyla da terk etmemelidir.









Ynt: Tasavvuf By: saniyenur Date: 04 Aðustos 2014, 15:01:03
Seyr-u suluk çileli ancak meyvesi bol bir yol. Nefsi kötülüklerden arýndýrmak yani nefsi mutmain'neye doðru yol almak için tasavvuf þart günümüzde. Zira kötülükler arþa çýkmýþ.

radyobeyan