Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:17:17
Talebe
Endülüs, Mýsýr ve Filistin taraflarýnda yaþamýþ büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaþlarý terk etmesi, maksaddan uzaklaþtýracak þeylerden uzak durmasýdýr.Yine buyurdular ki: Kalben hocasýný beðenmeyen, hocasýndan gelen hiç bir feyze kavuþamaz.Evliyânýn meþhurlarýndan Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve dostlarýna en faydalý iþin sâlih kimselerle, iyi insanlarla görüþüp sohbet etmek, arkadaþlýk kurmak olduðunu söylerdi. Ahlâk ve davranýþ bakýmýndan sâlih, iyi kimselere uymak lâzým olduðunu önemle tavsiye ederdi. Ayrýca velîlerin kabirlerini ziyâreti, arkadaþ ve dostlara hizmeti tavsiye ederdi. Kendi günahlarýnýn tamâmen baðýþlan­dýðýna kanâat getirmeyen kimsenin herhangi bir günahý sebebiyle baþ­kasýný kýnamasýný doðru bulmazdý. Kiþinin ise kendi günahlarýnýn tamâ­men baðýþlandýðýný bilemeyeceðine göre, baþkalarýný kýnama husûsunda hiç konuþmamasý gerektiðini belirtirdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah-ý Turuðbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Allah yolunda bulunup, O´nun rýzâsýný kazan­mak isteyen talebenin vasfý nasýldýr?" diye sorulduðunda; "Talebe, bu yolda meþakkat ve sýkýntý içindedir. Fakat karþýlaþtýðý zorluklar, kendisi- ne neþe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!" cevâbýný verdi.

Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hocanýn, talebeyi azarlama­masý, talebenin de, hocasýna çekinmeden sormasý lâzýmdýr."

Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Harputlu Ýshak Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebeleri üzerine çok titrer, "Talebe, solmayan gü- le ve konuþan bülbüle benzer." buyururdu.

Büyük velîlerden Ýbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dört þey talebeye zarûrî lâzýmdýr: "Birincisi; bir binek hayvanýdýr, bu sa­býrdýr. Ýbâdetlere yönelmede, günahlardan sakýnmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. Ýkincisi; oturup rahat edebileceði ve korunup ba­rýnacaðý bir evdir, bu akýldýr. Onunla þeytanýn vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beðeneceði güzel bir elbisedir, bu hayâdýr. Bununla kötü iþ ve sözlerden korunulmuþ olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; ay­dýnlatýcý bir kandildir, bu da faydalý ilimdir. Bu, talebeyi doðru yolda hidâ­yet nûruna ulaþtýrýr."

Ýbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptýðý vasiyeti þöyledir: "Bir ho­caya talebe olmaya karar vermiþ bir kimse, bildireceðimiz hasletlere u- yarsa ve onlarý muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuþur. Bu da Allahü teâlânýn ih­sâný ve muvaffak kýlmasý ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beþ tâne o- lup þunlardýr:

Ýlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine piþmân olup, Allah ve kul haklarýndan borcu olanlara ödeyip tövbe et­mek.

Ýkincisi; kullanacaðý faydalý ilimleri öðrenmek.

Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdýr. Sükût (susmak), nefsin konuþmasýný (vesveseyi) önler. Halvet (yalnýzlýk), hislerin daðýlmamasýný saðlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaþmasýný, temizliðini) temin eder.

Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný düþünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.

Beþincisi; her iþine, meþveret etmeden (danýþmadan) baþlamamak­týr. Böylece, iþin bozuk ve kötü olmasýndan korunur.

Altýncýsý; bir din kardeþi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir.

Yedincisi; her iþinde ve sözünde doðru olmaktýr.

Sekizincisi; mîde ve dili korumaktýr. Çünkü, talebe þehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâ- lâya ulaþmaktan mahrûm kalýr. Dil konuþmaya meylederse, gönlü zikre alýþmaz. Zîrâ dilin günahý (isyâný) diðer bütün günahlardan daha çoktur.

Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dýþtan edebli olmaktýr. Sus- malý ve ancak lüzum olunca konuþmalýdýr.

Onuncusu; üç þeye riâyet etmelidir: Ýlki, çok acýkmayýnca yememeli­dir. Ýkincisi, çok susamadýkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasýn­dan korunulmuþ olur. Üçüncüsü, çok uyku bastýrmadýkça uyumamalýdýr.

On birincisi; kadýnlarla sohbet etmekten ve bilhassa þehvet uyan­masýna sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakýnmalý­dýr. Ancak böyle yapmakla nefsin ve þeytanýn þerrinden korunabilirsin.

On ikincisi; lüzumsuz veya zararlý yerlere bakmaktan gözü koru­maktýr. Hadîs-i þerîfte; "Müslümanlarýn odalarýna, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfýktýr." buyrulmuþtur.

On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlý abdestli bulunmaktýr. Bunun faydalarý çok olup, bundan gâfil olmamak lâzýmdýr.

On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyý ha- týrlamýyanlar ile berâber bulunmamalýdýr ki, onlarýn gafletleri bulaþma­sýn.

On beþincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akýllarýnýz bununla meþgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaþmayasýnýz.

On altýncýsý; boþ sözleri dinlemekten sakýnmalýdýr. Kalbin fesat ve daðýnýklýðý, çoðu zaman bundan doðar. Boþ sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasýndan korkulur.

On yedincisi; "Þöyle yapsaydým, böyle olurdu. Þöyle yapmasaydým, böyle olmazdý..." gibi sözlerden sakýnmalýdýr. Bunlar münâfýklarýn sözle­rindendir. "Hakkýn dilediði oldu, dilemediði olmadý. Takdir ettiði olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir.

On sekizincisi; kaçýnýlmaz durumlar hâriç, bozuk fýrkalar ve bid´at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunlarýn îtikâdlarýný deðiþtirmeleri, normal olarak mümkün deðildir. Ýlmi ve aklý az olan biri, bu münâzara yüzünden sapýtabilir.

On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalýdýr. Çünkü Hak yolun tâliple­rine bu iþ yakýþmaz. Ýnsanlara Allah için iyi davranýlýrsa, insanýn tabiatý iyi ahlâklara alýþýr ve gadablardan yâni olur olmaz þeylere kýzmaktan kurtulur.

Yirmincisi; nefsin vesveseye kapýlýp, kendisini baþkalarýndan hayýrlý (daha iyi) veya baþkalarýnýn bilmediðini biliyor olarak görmesini önleme­lidir. Böylece nefsin, iþlerin en hayýrlý olanlarý ile meþgûl olmasý saðlanýr.

Yirmi birincisi; kibirden sakýnmalýdýr. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya baþkalarýný aþaðý görmektir. Çok büyük bir kusurdur.

Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beðenmekten) sakýnmalýdýr. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklýný ve fikrini beðenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiðini sandýðýndan çok yanýlýr.

Yirmi üçüncüsü; hasetten sakýnmalýdýr. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânýn bir kuluna verdiði nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.

Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyý unutturacak hiçbir þeyle meþgûl etmemelidir.

Yirmi beþincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgi­sini kalbinden uzaklaþtýrmaktýr."

Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Zuðdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Talebe çok zaman, hocasýna ?Neden?? dediði için nîmetlerinin arttýrýlmasýndan mahrum kalmýþtýr.?

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ý Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bir kimse, hocasýnýn hareket ve davranýþlarýndan istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.?

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Allah yolunda yürümek arzusunda bulunan bir tâlib, azi­meti býrakýp ruhsatla amel ederse, artýk ondan hayýr gelmez, ilerleye­mez.?

Hindistan evliyâsýndan ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: Talebe, sâdýk olan tâlib demektir. Allahü teâlânýn sevgisi ile ve O´nun sevgisine kavuþmak arzusu ile yanmaktadýr. Bilmediði, anlaya­madýðý bir aþk ile þaþkýn hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaþlarý dinmez. Geçmiþteki günahlarýndan utanarak baþýný kaldýramaz. Her iþinde Allah´- dan korkar, titrer, Allahü teâlânýn sevgisine kavuþturacak iþleri yapmak için çýrpýnýr. Her iþinde sabreder. Her geçimsizlikte, sýkýntýda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah´ýný düþünür. Gaflet ile yaþa­maz. Kim- seyle münâkaþa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâ- lânýn evi bilir. Eshâb-ý kirâm hakkýnda hayr konuþur ve isimleri anýldý- ðýnda "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduðunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ý kirâm arasýnda olan þeyleri konuþmamaðý emir bu­yurdu. Sâlih müslüman, bunlarý konuþmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karþý bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah´ýn Resûlünü sevmenin niþânýdýr, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüþü ile evliyâ-yý kirâmý, birbirinden aþaðý ve yukarý diye ayýr­maz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduðu ancak âyet-i kerîme, ha­dîs-i þerîf ve Sahâbe-i kirâmýn sözbirliði ile anlaþýlýr. Muhabbet sarhoþ­luðu elbet baþkadýr. Aþk sâhibi mâzûrdur.

Evliyânýn meþhurlarýndan Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim öðrendiði zâtta, ayýp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Tâlib baþ­kasýnýn yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir." buyurdular.

Evlliyânýn büyüklerinden Abdülazîz Debbað (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine þöyle buyururdu: "Kulun dü­þüncesi Allahü teâlâdan baþkasýna doðru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaþmýþ olur."

Mýsýr evliyâsýndan Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine, sohbet ederken talebenin hocasýna karþý göstermesi gereken edepleri þöyle anlattý: Talebe, doðru yolu öðrenmek isteyince, hocasýna karþý tam olarak boyun eðmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasýna karþý meyyit gibi olmasý lâzýmdýr. Nasýl meyyit yýkayýcýya hiçbir þey þart koþmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasýna, bu þekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düþüp takvâ ve doðru yol üzere bulunma de­recesinden uzaklaþýr.

Talebe, özellikle hocasýnýn huzûrunda, nefsinin arzu ettiði bir þeyin iddiâsýnda bulunmamalýdýr. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarýndan olup, hocasýnýn gözünden düþmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasýnýn huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karýþma­masý, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasýna mâni olur. Onun en güzel þekilde hocasýna tâbi olmasýna yardýmcý olur. Bu ise, zâten tale­benin, hocasýnýn huzûrunda iken dikkat etmesi lâzým gelen hususlar­dandýr.

Talebe, kendi derecesinin, hocasýnýn derecesinden yüksek oldu­ðunu düþünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocasý için istemeli, Allahü teâlânýn yüksek ihsanlarýný ve bol lütuflarýný hocasý için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çýkar.

Ýstanbul?da yetiþen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadýðýndan, nasîbsiz kalmasýnlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoðunlukla ta­lebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."

Hindistan evliyâsýndan ve ha­dîs âlimi Abdülhak-ý Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) küçük yaþta iken tahsil için yaklaþýk 4 km uzaklýktaki medreseye gider gelirdi. Sabah namazýndan önce medre­seye giderdi. Gecelerinin çoðu mütâlaa, gündüzleri ise yazmakla ge­çerdi. Mahalle çocuklarý gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyu­mazdý. Annesi ona; "Arkadaþlarýnla biraz oyna rahatýna bak." dediðinde; "Anneciðim. Oyun- dan maksat hâtýrý gönlü hoþ etmek, hoþ vakit geçir­mektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazý yazmakla açýlýp rahatlý­yor." derdi. Annesinin, gece yarýsýndan sonra, o kitap okurken; "Oðlum ne yapýyorsun?" sesine karþýlýk, yalan olmamasý için, yatar ve; "Yattým anneciðim! Bir þey mi buyurmuþtunuz?" derdi. Sonra kalkýp okumasýna devam ederdi. Birkaç defa saçlarý ve sarýðý mum ateþi ile yandý. Bu azim, bir de babasýnýn duâsý ile on yedi yaþýnda iken ilim tahsilini ta­mamladý.

Hanefî mezhebi fýkýh âlimi Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini talebeliðinden beri ta- nýr ve severdi. Fakat ona baðlanýp, talebesi olmamýþtý. Bir gece rüyâsýn- da Ýmâm-ý Rabbânî´nin kendisine; "Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onlarý kendi oyunlarýna býrak!" (En´am sûresi:91) meâlindeki âyeti kerîmeyi okuduðunu gördü. O anda kalbi zikretmeye baþladý. Uzun za­man böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuþtu. "Ben Ahmed´in (yâni Ýmâm-ý Rabbâ- nî´nin) üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye edi­yor." derdi. Kýsa bir süre sonra Ýmâm-ý Rabbânî´nin huzûruna gidip, onun yoluna baðlan- dý. Hakikî ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.

Evlîyanýn büyüklerinden Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda Muhammed Ezher þöyle anlatýr: çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaþýlamýyacaðýný söy­lerdi.

Bir kadýn, çocuðunu Abdülkâdir-i Geylânî´ye getirip; "Oðlumun kal­bini size tutulmuþ gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getir­dim." dedi. Þeyh hazretleri bu genci yanýna aldý. Ona nefsin istemedikle­rini yapmasýný emretti. Tarîkatta sülûke baþlattý. Bu þekilde devâm eder­ken, bir gün annesi çýka geldi. Oðlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayýf ve sararmýþ, arpa ekmeði yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuðunu býrakýp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanýna girdi. Þeyh hazretleri oturmuþ, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oðlum ise, arpa ekmeði yer." dedi. Þeyh bunu duyunca, elini, ta­vuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânýn izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Þeyh, kadýna hitâben; "Senin oðlun böyle olduðu zaman, dilediðini yesin!" buyurdu.

Irak´ta yetiþen büyük velîlerden ve Þâfîî mezhebi fýkýh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrertleri talebeli­ðinde bir gün hocasýnýn huzûruna girdîðinde bir gevþeklik ve isteksizlik hâli vardý. Hocasý buyurdu ki: "Sende bir karartý, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrýldý. Ýki-üç gün hiçbir þey yemedi. Yanýnda da yiyecek bir þeyi yoktu. Dicle kýyýsýna gide­rek suya girip, açlýðýnýn böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtý. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline ge- tiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalýþtýrýr mýsýnýz?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altýn konulmuþ bir kâðýt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iþ yapmadým. Eðer yazýlacak bir þey varsa onu yapabili­rim." dedi. Ýçlerinde uyanýk birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî´ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye baþladý. Fakat bu iþe alýþýk olmadýðýndan bir saat kadar çalýþabildi. Ýþ sâhibi, ona bir altýn verdi ve; "Ýþte senin ücretin." dedi. Parayý alarak oradan ayrýldý. Allahü teâlâ ilim öðrenmek arzû ve isteði verdi. Din bilgilerini en ince noktalarýna kadar öðrendi.

Mýsýr evliyâsýndan Abdülvehhâb-ý Mýsrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Bir talebe hocasýný kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olma­dýkça, hakîkî talebe olamaz." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe; Allahü teâlânýn sevdikleri ile berâber ol­duðu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi olan her iþte tevâzu üzere bulunan ve âlimlerin huzûrunda onlarý can kulaðý ile dinleyen kim­sedir."

Ahmed Amiþ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi müridin yâni talebenin þeyhe (hocaya) olan ihtiyâcýný sorunca; "Daðý dað, taþý taþ gördükçe þeyhe muhtaçsýn. Bu böyle olsun, þu þöyle ol­sundan kurtuluncaya kadar, þeyhe muhtaçsýn." demiþtir.

Ýran´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden ve fýkýh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiði sorulduðunda? þöyle buyurdular: "Ýlim isteyen ilk önce nefsini kötü ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öðrenmek, kalbi îmar etmekle olur. Âzâlarýn vazîfesi olan namaz, nasýl necâsetten temizlenmeden olmuyorsa, kalbin ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sýfat ve vasýflardan, fena huylardan temiz­ledikten sonra olur.

Ýkinci olarak dünyâ meþgûliyetlerinden alâkayý kesmelidir. Zîrâ dün- yâ meþgalesi insaný ilimden alýkoyar. Ýnsan bir anda iki þeyle meþgûl olamaz.

Üçüncü olarak hocaya karþý kibirli olmamalý ve ona ukalâlýk etme­melidir. Bilhassa hastanýn tabibe teslim olduðu gibi hocaya teslim olmak lazýmdýr.

Dördüncü olarak ilmin baþýnda ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarýna kulak asmamalýdýr. Çünkü bu zihni zorlar doðru dü­þünceden uzaklaþtýrýr. Meseleler idrâk edilmez olur.

Beþinci olarak, insanýn okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan te­mizleyip, fazîletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakýn olmak ve yakýnlýk mertebesine kavuþmak olmalýdýr. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düþük adamlarla mücâdele ve akranlarýna üstünlük gâyesi göstermemelidir."

Anadolu velîlerinin büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanýný öðrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyý anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadýr. Baþ olmak, dünyâlýk elde et­mek veyâ halký baþýna toplayýp, onlarýn hürmet ve hizmetlerini celbet- menin, insaný þeytana oyuncak edeceðini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil´i (þeytaný), Bel´âm bin Baûrâ´yý, Bersisa´yý ve sa­hâbeden iken dünyâlýklara maðlûb olan Sa´lebe´yi anlatmaktadýr. Allahü teâlâya kulluðu, Allahü teâlânýn emri için yapmayý, yeterince ilim ve bil­giyi kazanýp farz-ý ayn olan bilgileri edinmeyi, bu þartlarýn kazanýlmasýn­dan sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve þükür ibâdetlerini gücü yettiði nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Endülüste´te yetiþen büyük velîlerden Ahmed Necibî hazretleri bü­yük âlim ve velî Câfer Endülüsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin yanýna gitmek üzere bir grup ile yola çýktý. Endülüs´e vardýklarýnda ya­nýndakiler, Peygamberlik iddiasýnda bulunan Ýbn-ül-Mer´e ismindeki þahsý önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaþlarý ona tâbi olup, o zâtýn yanýna gittiler. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberin­dekileri Þeyh Câfer Endülüsî´nin huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktý ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak gelirse, hoca ona bir þey yazar. Fakat defteri yazýlý ise hoca onun için bir þey yazmak istese nereye yazsýn. Onun için böyle gelen defteri karalanmýþ geri döner." bu­yurduktan sonra tekrar onlara baktý ve; "Ayný sudan içenin mizacý, tabiatý bozulmaktan, deðiþmekten kurtulur. Çeþitli sulardan içenlerin mizacý ise bozulmaktan, deðiþmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile memle­ketlerinden çýkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çýktýklarý hâlde, daha sonra Endülüs´e geldiklerinde, peygamberlik iddiâsýnda bulunan o þahsý ziyâret etmek istediklerine iþâret etti.

Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onlarýn durumuna düþmekten mu­hâfaza ettiði için Allahü teâlâya þükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kiþiyi çaðýrarak, Ahmed Necibî´yi talebelerinin olduðu yere götürmesini, diðerlerini ise geri göndermesini istedi. Ahmed Necibî´ye de; "Ey Ebü´l-Abbâs! Siz memleketinizden çýktýðýnýzdan îtibâren Allahü teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde gel­diðini biliyorduk." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Talebeye lâzým olan edeb nedir?? denildiðinde; "Talebeye üç þey çok lâzýmdýr: Birincisi; her an abdestli bulunmak. Ýkincisi; bulun­duðu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de; yiyip içtiðinin helalden olmasýna dikkat etmektir." buyurdular.

Buhârâ´da yetiþen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin babasý, Buhârâ´nýn zengin eþrâ­fýndan idi. Babasý vefât edince, oðullarýna çok fazla mal kaldý. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Þâh-ý Nakþibend Muhammed Behâeddîn-i Buhâ- rî´ye talebe olmayý tercih etti. Huzûrlarýna varýp hâlini arz etti ve talebe- liðe kabûl buyrulmasýný istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâ- eddîn´e nazar ettikten sonra;

"Evlâdým bizim yolumuzda çeþitli mihnet ve sýkýntýlar vardýr. Dünyâyý ve nefsini terketmek vardýr. Sen bunlarý yapabilecek misin?" buyurunca, Alâeddîn derhal;

"Yaparým efendim!" diye cevap verdi.

"Öyleyse bugün bir küfe elma alýp, kardeþlerinin mahallesinde sat!" buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanýnmýþ bir âileye mensûb olmasýna rað­men, kibirlenmeyerek, kardeþlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldýrýþ etmeden, baðýra baðýra elma sattý. Ertesi gün Þâh-ý Nakþibend´in huzûruna gelerek;

"Emirlerinizi yerine getirmeye çalýþtým efendim." dedi. Behâeddîn-i Buhârî;

"Bugün de kardeþlerinin dükkaný önünde satacaksýn." buyurdu. Alâ- eddîn; "Peki efendim!" diyerek, aðabeylerinin dükkaný önünde baðýra çaðýra elma satmaya baþladý.

Aðabeyleri yanýna gelip; "Bizi elâleme rezil etme, para lâzým ise, is­tediðin kadar verelim, mîrâsýndan daha fazlasýný al, fakat bu iþi býrak." dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Aðabeyleri;

"Mâdem satacaksýn, bizim dükkanýn önünde satma, git baþka yerde sat!" diye ýsrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir þeye aldýrýþ etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Þâh-ý Nakþibend hazretleri;

"Artýk bu iþ tamamdýr." diyerek elma satýþý iþini býraktýrdý ve onu ta­lebeliðe kabul buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatýr: "Þâh-ý Nakþibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrýlamýyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;

"Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu.

"Ýkrâm sâhibi zâtýnýz, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir." diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;

"Bir müddet bekle, iþi anlarsýn." buyurdu. Bir müddet sonra, kal­bimde onlara karþý muhabbetten eser kalmadý. O zaman; "Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?" buyurdu.

Beyt:

Eðer mâþûktan olmazsa muhabbet âþýka,

Âþýðýn uðraþmasý mâþûka kavuþturamaz aslâ.



Alâeddîn-i Attâr talebeliðe kabûl edilince, canla baþla çalýþmaya, hizmet etmeye baþladý. Gece-gündüz hiç boþa vakit geçirmeyip, hocasý­nýn verdiði dersleri ve vazîfeleri en kýsa zamanda yapmak gayretiyle ça­lýþtý. Talebe arkadaþlarýnýn arasýnda parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döþek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdý. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasýnýn hizme­tine verdi. Hocasý Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluðunu, derecesinin çok yüksek olduðunu bildiði için, birgün hanýmýna;

"Ey hâtun! Kýzýmýz bülûða eriþince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kýzýnýn bülûð çaðýna geldiðini öðrenince, Alâeddîn-i At- târ´ýn odasýna gitti. Bu sýrada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasýr üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasýnda, baþýnýn altýna koymak için bir de tuðlasý vardý. Baþka bir þeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî´yi karþýsýnda görünce, hemen ayaða kalktý. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki:

"Eðer kabûl edersen, evimde yeni bülûða gelmiþ bir kýzým var. Se­ninle evlendireyim." Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti:

"Hakkýmda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsu­nuz ki, yanýmda dünyâlýk olarak hiçbir þeyim yoktur." Behâeddîn-i Buhârî ise;

"Benim kýzým sana müyesser ve mukadderdir. Rýzkýnýzýn da, Allahü teâlânýn gayb hazînesinden gönderileceði bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn´e bir ev yapmak için çalýþmaya baþladýlar. O sýcak yaz günlerinde bir müddet çalýþýrlar, öðle vaktinin sýcaðýnda dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneþ altýnda dinlenirdi. Diðer talebeler güne­þin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptýðýný hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânýn yarattýklarý hakkýnda tefekkür eder ve Cehennem´in þiddetli sýcaðý yanýnda, güneþin sýcaklýðýnýn his­sedilmeyeceðini düþünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyý unutmaz, kalbinde O´nun muhabbetinden baþka bir þey bulundurmazdý. Öyle ki, bütün hüc­releri cenâb-ý Hakk´ý zikreder; "Allah! Allah!" derdi.

Ev tamamlanýnca, düðünleri yapýldý. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kýzla evlenmiþ oldu.

Behâeddîn-i Buhârî, Alâeddîn´i sohbetlerinde yanýna oturtur, sýk sýk ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlýk derecelerinde yükselmele­rini saðlardý. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara;

"Onu, kurt kapmasýn diye yanýmda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadýr. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamlarýn en yükseðine çýkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyý ve O´nun beytini (Beytullah´ý) hatýrlarým. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuþur." buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiþtirilmesini Alâeddîn-i Attâr´a býrakýp; "Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl de­recelerine çýkardý.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri sohbetlerinde tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacaðý iþler hak­kýnda buyurdular ki: "Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate ka­vuþacaðýna kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onlarý taklîd ettiðim ve hâlen etmekte olduðum her þeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:17:58
"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî baðlýlýklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularýndan vaz geçip, Hakkýn yoluna mâni olan baðlýlýklarý terketmelidir. Bunun çâresi þöyledir: "Kendisini dünyâya baðlayan þeylerin hangisinden istediði ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadýðýný anlamalýdýr. Hangi­sini terkedemiyorsa ve gönlünü ona baðlý tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduðunu anlamalý ve o baðlýlýðýn kesilmesine çalýþmalýdýr. Bizim hocamýz Þâh-ý Nakþibend, o kadar ihtiyatlý idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtýna yakýn talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: "Birbirinize sýðýnýn! Her iþte yolunuz, dînî ölçülere baðlýlýk ol­sun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sün­nettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi þekilde ona devâm edi­niz! Eðer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük dere­celere kavuþursunuz. Hâlinizin dâimâ yükseliþte olmasý lâzýmdýr."

Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber efendimize uydurmaya çalýþýrdý. Talebelerine bu þekilde olmadýkça, Resûlullah efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapýlmýþ olamayacaðýný bildirirdi. O, Resûlullah efendimize uymak, O´na hürmet göstermek için þu hususlarý talebelerine þart koþmuþtur:

1. Resûlullah´ýn mübârek isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.

2. Resûlullah efendimiz ziyâret edildiðinde kabr-i þerîfinin yanýnda sesi yükseltmemek.

3. Resûlullah´ýn haremi olan Medîne-i münevvereye tâzim ve hür­mette bulunmak, orada yasaklanan þeylerden (veya günah iþlemekten) sakýnmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.

4. Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve iþlerinden bildiri­len bir þeyi, O´nun þânýný hafife alacak bir þey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem falanca þeyi severdi de­nince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.

5. Kur´ân-ý kerîmin ve hadîs-i þerîf kitaplarýnýn üzerine, baþka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eþyâsý koymamak.

6. Allahü teâlânýn ism-i þerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduðu bir kâðýdý atmamak. Böyle kâðýtlar yýrtýlmaz. Ýslâm harfleri ile yazýlý olan kâðýtlara da hürmet etmek lâzýmdýr. Bunlarý temiz bir beze sardýktan sonra çiðnenmeyecek yerde topraða gömmek veya yakmak lâzýmdýr.

Anadolu´da yetiþen velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine yazdýðý mektup þöyledir: "Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oðlum! Göndermiþ olduðunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oðlum! Dersimizden uzak olmayasýnýz. Bir an Allahü teâlâyý anmak, Süleymân aleyhisselâmýn mülkünden daha iyidir, ifâde­sini hâtýrýndan çýkarmayýnýz. Oðul, dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarýp yakarmayý fazlaca yaparsanýz, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasýný sever. Bu, Allah adamlarýnýn yoludur."

Mýsýr evliyâsýndan Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine þöyle nasîhat ederdi: "Din âlimlerine dil uzatmaktan sakýnýn. Çünkü onlar, Allahü teâlânýn isim ve sýfatlarýnýn kapýcýlarýdýr. Velîleri in­kârdan sakýnýn. Zîrâ onlar, Allahü teâlânýn zâtýnýn kapýcýlarýdýr.

Bir þey yapmak istiyorsanýz, size yakýþaný yapýn. Ýnsanlar, bir þey vermediðiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karþý çýkmalarýna meydan vermeyin. Çünkü velî olmanýn þartlarýndan biri de þudur: Bu gibileri, yanlarýnda bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranýn onlarýn nazarýndaki kýymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakýl taþýndan daha kýymetsizdir.

Ramazân-ý þerîfin son on gününde, gece ibâdetinden geri kalmayý­nýz. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir ge­cesi bu aydadýr.

Þâyet biriniz kendisini ilâhî huzurla hissederse, yalnýz kendi nefsi için duâ etmemeli, baþkasý için de himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacaðý duâlarýn çoðu mümin kardeþleri için de olmalýdýr.

Þuna yemin ederim ki, talebeler, Allahü teâlânýn dünyâyý yarattýðý günden yok edeceði güne kadar, hocalarýnýn huzûrunda kor bir ateþ üze­rinde otursalar, doðru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldýran hocalarýnýn haklarýný ödeyemezler.

Allahü teâlâ kullarýna, bilinen rýzýklarýn daðýtýmýný sabah namazýn­dan sonra, mânevî rýzýklarýn daðýtýmýný da ikindi namazýndan sonra ya­par. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiþtir.

Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ edenleri, Allahü teâlâ kýyâmet gü­nünde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.

Allahü teâlâya kavuþturan yola dâvet edenler, fâsýk kimselere dahi kaba ve kýrýcý olmamalýlar. Onlara rýfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoþ tutmalýlar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleþtikten sonra nasîhatte bulunsunlar.

Evliyânýn meþhûrlarýdan Ali bin Meymûn Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak üzere Ýki arkadaþ, yanýna geldiler. Kabûl edip ders vermeye baþladý. Bir müddet sonra bunlardan biri ayrýlýp gitmek istedi. Arkadaþý kalmasý için çok ýsrar etti ise de, baþaramadý. Ni­hâyet ayrýlýp gitti. Gittikten kýsa bir müddet sonra geri döndü. Hâli ve ka­rarý deðiþmiþti ve aðlýyordu. Arkadaþý hâlini merak edip;

"Bu hâlin nedir? Sana ne oldu, neden döndün?" diye sorunca þöyle dedi:

"Buradan ayrýlýp memleketime dönmek üzere yola çýktým. Bir müd­det yol aldýktan sonra yolda hocamýzý âniden karþýmda gördüm. Nasýl o- lur diye çok þaþýrdým. Karþýmda o kadar heybetli duruyordu ki, ürper­meye baþladým. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzý olmadý­ðýný anladým. Onun bu kerâmetini görünce ayrýlýp gitmekle büyük hatâya düþtüðümü anladým. Artýk dönüp ilim öðrenmek için karar verdim." diyen bu talebe, hocasýnýn derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâ­sýyla olgun bir ilim ehli oldu.

Ali bin Meymûn Maðribî hazretleri birgün talebelerinden biri ile çar­þýya giderken, kýsa yol, bir hanýn içinden geçiyordu. Herkes orayý yol yapmýþtý. Talebesi;

"Biz de buradan geçelim!" dedi. Ali bin Meymûn;

"Burasý nedir?" diye sorunca, talebe;

"Han" cevâbýný verdi. Bunun üzerine;

"Bu han oradan geçilsin diye yapýlmamýþ ki, oradan geçmek için sâ­hibinin izni olmasý lâzým." buyurarak yoluna devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anýlan bir câminin yanýna geldiler. Talebe;

"Buyrun câminin içinden çarþýya gidelim!"deyince, Ali bin Meymûn;

"Câmiler, Allahü teâlânýn evleridir. Ýnsanlar burayý yol yapsýn diye yapýlmamýþtýr." deyip, çarþýya oradan da girmeyip baþka yoldan girdi.

Ali bin Meymûn Maðribî hazretleri talebelerinin iyi yetiþmeleri için son derece titizlik gösterirdi. Ufacýk bir gevþekliklerine müsâmaha gös­termez ve gördüðü kusurlarý hemen düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.

Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sýk sýk þu nasîhatý yapardý: "Hiç kimse ile münâkaþa etme­yiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim öz oðlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiþ olursunuz. Aranýzda dargýnlýk olmasýn."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin, maksadýna kavuþmasý için çok çalýþmasý, nefsini terbiye etmek için çok uðraþmasý lâzýmdýr. Fakat bir yol vardýr ki, nefsi itmînâna kavuþturup, rûhu kýsa zamanda yüksek derecelere ulaþtýrýr. O da; Allahü teâlânýn sevgili kullarýndan birinin gönlünü kazanmaktýr. Zîrâ, onlarýn kalbi, Allahü teâlânýn nazar ettiði yerdir."

Irak evliyâsýndan Ali Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe iki kýsýmdýr. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteði, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye baþlarlar. Murâd olanlarý ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kýymetlidirler. Murâd olunanlarýn baþý ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdýr. Baþkalarý ona tufeyl yâni, yanýsýra kabûl olunmaktadýrlar. Onlara aradýðýný buldururlar ve gideceði yolu tamamlarlar. Artýk onlarýn nazarýnda kâinâtýn hiçbir kýymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyý düþünürler. Bu yolda fenâ makâmýna kavuþurlar."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasý Abdülhâ- lýk-ý Goncdüvânî hazretleri; ilk sohbetinde þöyle dedi: "Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânýnýn deðerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken kendisinin ne hâlde olduðunu sezmeye bakmalýdýr. Þâyet geçen bir an içinde, huzurlu ol­duysa, bunu þükür ge- rektiren bir hâl bilmeli. "Allah´ýma þükürler olsun." demelidir. Eðer gafletle geçip gitmiþ ise, hemen onu telâfî etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan baðýþlanmasýný dilemelidir..."

Ýstanbul´da yetiþen büyük velîlerden Atpazarlý Osman Fadlý Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocasý Zâkirzâde, talebelerinden bir iþin yapýlmasýný istedi. Talebeler, o iþi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid Osman, Zâkirzâde´nin yanýna giderek; "Emir buyuracaðýnýz hizmet nedir sultâným? Derhal yerine geti­reyim." dedi. Zâkirzâde; "Senin dersin vardýr. Bu iþi yapman dersine mâ­nidir." deyince, Osman Fadlý Efendi; "Bu zamanda önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini elde edeceðimi bilsem, yine þerefli hizmetinizi yerine getirmeyi tercih ederim." dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok hoþuna gitti. Sonra; "Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini nasîb eylesin." diye duâ etti. Bu olay üzerine Seyyid Osman Fadlý Efendi, arkadaþlarýna; "Bu duâdan sonra bir gece de bütün ilimler kalbime ilhâm olundu. Bilmediðim ilim kalmadý." dedi.

Bundan sonra Zâkirzâde, Seyyid Osman´a îcâzet vermek istedi. Os- man Fadlý; "Sultâným, ben sizin hizmetinizi tercih ederim." diyerek ka­bûl etmedi. Osman Fadlý Efendi o gece rüyâsýnda: "Kullarýmý bana dâvet et- mek için kelâmýmý al!" diye kendisine Mýshaf-ý þerîfin uzatýldýðýný gördü. Korkuyla uyanan Osman Fadlý; "Talebenin vazîfesi hocasýna tes­lim ol- maktýr." dedi ve hocasýna tam olarak teslim oldu. Hocasý onu Edirne ta- rafýnda Aydos isimli kasabaya, insanlarý doðru yola dâvet için gönderdi. Osman Fadlý, Aydos´da birkaç sene kaldýktan sonra, ilahî bir iþâret üze- rine, Filibe taraflarýna gitti. Filibe´de on beþ seneden fazla in­sanlara doð- ru yolu gösterdi.

Osman Fadlý Efendi, bir gün kaylûle yaparken, þu rüyâyý gördü. Üç yüz kadar âlim gelip etrafýnda halka oldular. Hep birlikte oradan Ýstan­bul´a geldiklerinde, hocasý Zâkirzâde göründü ve; "Git þimdi senin irþâd yerin burasýdýr." diyerek, Atpazarý´nda bulunan Kul Câmiini iþâret etti ve bir sarýk ile bir âsâ hediye etti. Gördüðü bu rüyâ üzerine Ýstanbul´a gelen Osman Fadlý, hocasýnýn iþâret ettiði yere yerleþti. Bundan sonra Atpazarý Emîri diye meþhûr oldu. Kul Câmiinin hatiplik ve imâmlýk vazîfesi Osman Fadlý´ya verildi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hoca­larýndan birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocasý; "Þu rafdaki kitabý getir." dedi. Bâyezîd; "Hangi rafdaki kitabý istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocasý; "Bunca zamandýr buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduðun yerin üstündeki rafý diyorum." deyince, Bâyezîd-i Bistâmî; "Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayý, þu âna kadar baþýmý kaldýrýp etrafa bakmýþ deðilim." diye cevap verdi. Hocasý bu söz karþýsýnda "Mâdem ki durum böyledir. Senin iþin tamamdýr. Þimdi artýk Bistam´a dönebilirsin ve bizden öðrendiklerini baþkalarýna öðretebilirsin." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün yolda yürürken, bir gencin ken­disini takib etmekte olduðunu farkedip döndü ve gence; "Niçin beni tâkip ediyorsun, istediðin nedir?" dedi. Genç, edeple; "Efendim, sizin gibi ol­mak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatýp himmet buyurun da ben de kazanayým." dedi. Cevâbýnda; "Benim yaptýklarýmý yapma­dýkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu, Allahü teâlânýn bir lütfudur." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri þöyle anlatmýþtýr: "Talebeli­ðimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin emrettiði þeylerin hepsini yerine getirdim. Bunlarýn faydala­rýný ve tesirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ý kirâmýn yolunda bulunmamý söylemiþti. Ben bu vasýyeti tut­tum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin mecli­sine devâm edip, nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildi­rilenlere göre amel ettim. Allahü teâlânýn ihsânýyla bunlarýn faydasýný gördüm. Tasavvufta en faydalý ve maksada çabuk kavuþturan þey, Alla- hü teâlâya cân-u gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yal- varmak ve Allahü teâlânýn rýzâsýný istemek, nefsi ezmek, onu maðlub et- mektir. Ýþte bizi bunun için bu kapýdan içeri aldýlar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarý yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve i- peðin pazarý burasý deðildir. Bir sâlik, hakîkat yolunda kendi nefsini Fi- r´avn´ýn nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüz bin defâ daha aþaðý görmeli. Eðer böyle olmazsa, o sâlik, hakîkat yolu­nun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi temizlemek kolay deðildir. Fakat bu, yolda maksada ulaþmak için bir ip ucudur. Ýþte ben de bunun için, nefsimi varlýklarýn her tabakasýna nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinâttaki her þey ile karþýlaþtýrdým. Hakîkatte her þeyi, her varlýðý, her mahlûku daha üstün ve daha hoþ gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile var- lýklardan herhangi biri arasýnda kýyâs yaparak düþündüm. Kendimi aþa- ðý ve âciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pasý temizledi. Kâi- nâtta ne varsa hepsinden fayda gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Nefsimin önüne geçmemiþ olsaydým, onu terbiye et­mesey- dim ve kendi isteði ile baþbaþa býraksaydým, beni bu kapýdan içeri alma- dýklarý, bu makama koymadýklarý gibi, nefsimin daha bana nice za­rarlarý dokunacaktý."

Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bir talebesi þöyle anlatmýþtýr: "Ben küçük yaþta Cenânyan denilen yerden Buhârâ´ya gel­dim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra kalbime Kâbe´yi ziyâret etme arzusu düþtü. Mekke´ye gidip, Kâbe´yi ziyâret etmek þerefine ka­vuþ- tum. Buhârâ´ya döndüm. Fakat nefsim çok azgýndý. Hattâ eþkýyâlýk yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bir çekilme hâli hâsýl oldu. Bu hâl, beni ister istemez, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzû­ru- na sürükledi. Huzûruna varýnca, beni yanýna yaklaþtýrdý. Sonra en­seme öyle bir vurdu ki, yediðim sillenin tesirinden neye uðradýðýmý bile­medim. Ýstemeyerek baðýrdým. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; "Sus!" dedi. Sonra da; "Eðer sabredip o nârayý atmasaydýn, bir sohbetle iþin tamâm olurdu." buyurdu."

Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine bir gün hediye ola­rak bir mikdâr balýk getirilmiþti. Balýðýn getirildiði sýrada, o mecliste hazýr bulunan talebeleri ile berâber balýðý yemek arzu ettiler. Bunun üzerine balýk hazýrlanýp, sofra kuruldu. Talebeler, Behâeddîn Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. Ýçlerinden biri, gelip sofraya oturmadý. Behâeddîn Bu- hârî ona; "Niçin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da oruçluyum diyerek, nâ- file oruç tuttuðunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat gelmedi. Tek- rar; "Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç se- vâbý kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse söz tutmayýp, ina­dýnda ýsrâr etti. Bunun üzerine talebelerine; "Bu adam, Allahü teâlâdan uzaktýr. Siz onu terkediniz." buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sözüne peki deme­yip, muhâle- fet göstermesi sebebiyle, zâhidliðini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldý. Tamâmen dünyâya tapmaya baþladý ve felâkete düþtü.

Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri þöyle anlatmýþtýr: "Semerkand´da oturuyordum. Behâeddîn Buhârî haz­retlerinin keþf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât olduðunu duyunca, ona karþý muhabbetim iyice arttý. Sabrým kalmadý ve sohbetine kavuþmak için Buhârâ´ya gitmeye karar verdim. Yola çýkarken annem hýrkamýn bir yerine harçlýk olarak dört altýn dikti. Buhârâ´ya varýnca, Behâeddîn Buhâ- rî hazretlerinin sohbetine katýldým. Sohbeti sýrasýnda beni öyle bir hâl kapladý ki, sabrým kalmadý. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîn Bu- hârî hazretlerine beni talebeliðe kabûl etmesini söylemesi için ricâ et­tim. Durumumu arz edince, bana çok iltifât edip, kabûl ederiz, fakat sen­den altýn alýrýz buyurdu. "Ben fakirim, altýným yoktur." dedim. Talebele­rine dönüp; "Bunun hýrkasý içinde dört altýný var, yok diyor." dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldým. Hemen hýrka- mý söküp, içindeki dört altýný çýkarýp önlerine koydum. O mecliste bir ço- cuk vardý. Talebelerinden birine; "Al þu altýnlarý bu çocuða ver." buyurdu. O talebe alýp çocuða verdi. Fakat çocuk almadý. Çok ýsrar etmelerine raðmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Çok utanýp mahcub oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, tale­beleri ile birlikte baþka bir köye gitmek üzere yola çýktý. Ben de onlara katýldým. O köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliðe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanýmdaki altýnlarý, o mecliste bulunan baþka bir çocuða vermemi söylediler. Verdim fakat, o da almadý. O kadar mahcub oldum ki, utancýmdan yerin dibine girecek­tim. Talebeleri, beni talebeliðe kabûl buyurmalarý için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:

"Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iðrenç bir sýfattýr. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iþtir." Bundan sonra beni de talebeliðe kabûl etti. Beni irþâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çýkardý. Hamdolsun tevekkül sýfatý böylece kalbime yerleþti.

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediði zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceði yere hemen varýrdý. Diðer talebeleri onu bir iþ için Kasr-ý Ârifân´dan Buhârâ´ya gön­derdiler. Bu talebe uçarak giderken, Behâeddîn Buhârî hazretleri onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu. Bu hâdise üzerine Be- hâeddîn Buhârî hazretleri; "Allahü teâlâ bana talebelerimin gizli açýk bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânýn izniyle talebelerime çeþitli hâller veririm ve yine ellerinden hâllerini alýrým. Onlarý kâbiliyetlerine göre terbiye ederim. Çün- kü yetiþtirici ve terbiye edici, yetiþtirmek istediði kimseye yarayan ve en çok faydasý olan þeyi yapar." buyurdu.

Yine talebesi Emîr Hüseyin þöyle anlatmýþtýr: "

Bir gün hocam beni bir iþ için Kasr-ý Ârifân´dan Buhârâ´ya gönder­miþti. Bu gece Buhârâ´da kal, sabaha doðru geri dönersin dedi. Ben he­men yola çýktým. Yolda nefsimle mücâdele edip; "Ey nefsim! Acabâ sen bir gün ýslâh olacak mýsýn ve ben senin elinden kurtulur muyum?" diyor­dum. Nefsimi böyle azarlarken, karþýma nûr yüzlü bir zât çýktý. Bana;

"Sen bu yolda ne mihnet, ne meþakkat çektin ki, nefsini ayýplýyor­sun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve meþakkat çekmiþler­dir ki, senin bir zerresini bile çekmeðe tahammülün yoktur." dedi. Sonra vefât etmiþ olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meþakkatleri bir bir anlatýp, târif etti. Ben kusurlarýmý kabûl edip, özür diledim. Bundan sonra karþý çýkan o zât, bana daðarcýðýndan bir mikdar hamur çýkarýp verdi. "Bu hamuru Buhârâ´da piþirip, yersin." dedi. Hamuru alýp yoluma devâm ettim. Buhârâ´ya varýnca, hamuru fýrýncýya verdim. Fýrýncý hamuru gö­rünce hayret edip;

"Þimdiye kadar böyle hamur görmedim." dedi. Bana kim olduðumu ve hamuru kimin verdiðini sordu. Ben de Behâeddîn hazretlerinin tale­besi olduðumu söyledim. Fýrýncý hürmetle hamuru piþirip bana verdi. Bir parça koparýp ona verdim. Sonra hocamýn emir buyurduðu iþi bitirip, o gece Buhârâ´nýn Gülâbâd mahallesindeki mescidde akþam ve yatsý na­mazýný kýldýktan sonra, kýbleye karþý oturdum. Bu sýrada caným elma is­tedi. O anda mescidin penceresinden birkaç elma attýlar. Elmalarý alýp ekmekle yedim. Gece yarýsýna kadar o mescidde kaldým. Sonra kalkýp yola çýktým. Sabaha doðru Kasr-ý Ârifân´a vardým. Sabah namazýný ho­cam Behâeddîn Buhârî ile kýldým. Hocam bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?" diye sordu. Bilemediðimi arz ettim. "O, Hýzýr aleyhisse- lâm idi." buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atýlan elmalardan bahsetti. "O fýrýncýya ne büyük saâdet ki, senin verdiðin ha­muru piþirdi ve ondan yemek nasîb oldu." buyurdu.

Mevlânâ Abdullah-ý Hâcendî hazretleri; Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine, talebe olmasýný þöyle anlatýr: "Bir ara içime öyle bir ateþ düþtü ki, yerimde duramýyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanýyordum. Ýçimdeki arzu daya­nýlmaz duruma gelince, bulunduðum Hâcend´den ayrýldým ve Tirmiz´e kadar hep bunu düþündüm. Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Ha­kîm-i Tirmizî´nin kabrini ziyârete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarýnda bulunan mescide geldim. Orada namazý kýldýktan sonra, bir ara uyuya kalmýþým. Rüyâda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana:

"Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî´yim, yanýmdaki de Hýzýr aleyhisselâmdýr. Sen hoca aramak için þimdilik zahmet çekme. Çünkü hem kimseyi bulamazsýn, hem de istifâde edemezsin. On iki sene sonra Buhârâ´ya gidip orada bulunan ve zamânýn kutbu olan Behâeddîn Buhârî´ye talebe olur, ondan istifâde edersin." buyurdu. Bunun üzerine Tirmiz´den Hâcend´e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün çarþýda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peþlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarýnda bir hocaya baðlanma­nýn kýymeti ile ilgili hususlar konuþuyorlardý. Onlar böyle konuþurlarken, onlara karþý olan ilgim arttý. Hemen acele ile dýþarý çýkýp, çarþýdan bir þeyler alýp yanlarýna geldim. Beni yanlarýnda görünce, biri; "Bu, iyi bir in­sana benzer, bizim hocamýzýn oðlu Ýshak´a talebe olabilir." dedi. Bu du­rum karþýsýnda çok merak ettim ve o zâtýn kim olduðunu sordum. Hâ- cend´e baðlý bir köyde olduðunu bildirdiler. Bunun üzerine o köye git­tim, zâtý buldum. Fakat bana hiç yakýnlýk göstermedi ve iltifât etmedi. Bu hocanýn her hâliyle temizliði yüzünden belli olan bir de oðlu vardý. Bu du­rum karþýsýnda, bu temiz yüzlü çocuk, babasýna dedi ki:

"Babacýðým, bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya gelmiþ, sen ise ona hiç yakýnlýk göstermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep ne­dir?" Bunun üzerine aðladý ve; "Ey evlâdým, bu, Þâh-ý Nakþibend Behâ- eddîn Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur." dedi. Bunun üzerine ben tekrar Hâcend´e, memle- ketime döndüm ve hocamla ilgili bir iþâretin çýkmasýný bekledim.

Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ´ya gitmeðe zorladý. O isteði bir an dahi tehir etmeye kâdir deðildim. Hemen kalkýp Buhârâ´ya doðru yola çýktým. Bir zaman sonra Buhârâ´ya vardým ve Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öðrenip yanýna gittim. Ne zaman ki huzûr-i þerîfleri ile þereflendim, bana buyurdu ki: "Yâ Abdullah-i Hâcendî, senin daha üç günün vardýr. Yâni sana bildirilen on iki senenin tamam olmasýna daha üç günün vardýr. Bunu unuttun mu?" Bunlarý duyunca, âdetâ kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufukla­rýna yerleþti. Artýk hep onlara olan baðlýlýk ateþi ile yanýyordum. Bir müd­det sonra himmet istedim. Behâeddîn Buhârî; "Himmetin zamâný var." buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha sohbete devâm ettim.

Büyük âlimlerden birisi anlatýr: Gençlik zamânýnda, Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende þaþýlacak hâller meydana geldi. Bana dâimâ; "Beni hâtýrýndan çýkarma!" derdi. Ben de dâimâ onlarý düþünür, hatýrlardým. Bu hâl üzere iken babam hacca gitti. Beni de berâberinde götürdü. Giderken Hirat´a uðradýk. Hirat þehrini sey­rederken, Hâce hazretlerini unuttum, baðlýlýk hâtýrýmdan çýktý. O anda bendeki hâller gitti. Sonra Ýsfehan´a gittim. Orada bir büyük âlim var idi. Bütün Ýsfehanlýlar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan çok kerâ­metler meydana gelmiþti. Babam beni alýp, o zâtýn huzûruna getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuðumdan, o zâtýn huzûrundan dýþarý çýktým. Sonra hacca gittik. Beytullah´ý ziyâret ettik. Dönüþte Hâce hazretlerinin ziyâreti ile þereflen­diðim zaman, onu unuttuðum için çok çekiniyordum. Korktuðumu anla­yýp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oðlumsun. Benim oðulla­rýma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur." buyurup latîfe yollu; "Hirata gidince niçin beni unuttun?" deyip; "Unutmak katiyyen dostluða sýðmaz." mýsrâýný okudular."

Yâkûb-i Çerhî hazretleri anlatýr: Buhârâ´nýn âlimlerinden ilim öðrenip fetvâ vermeye izin aldýktan sonra, memleketime dönmeyi düþündüm. Hazret-i Hâce´ye (Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine) uð­rayýp; "Beni hâtýrýnýzdan çýkarmayýn." dedim ve çok yalvardým. "Gidece­ðin zaman mý, yanýmýza geldiniz?" buyurdu. "Hizmetinize müþtâkým, arzu ve istekliyim." dedim. "Hangi bakýmdan?" buyurdu. "Siz büyükler­densiniz ve herkesin makbûlüsünüz." dedim. "Bu kabûl þeytânî olabilir, daha saðlam delîlin var mý?" buyurdu. Sahîh hadîsde; "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarýnýn kalbine düþürür." buyuruluyor dedim. Tebessüm edip; "Biz azîzânýz." buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim deðiþti.

Bir ay önce rüyâda birisi bana: "Git, Azîzân´ýn talebesi ol!" demiþti. Onu unutmuþtum. Onlardan duyunca, bu rüyâyý hâtýrladým. Yine devâm ederek anlatýr: "Hazret-i Hâce´ye, beni þerefli hâtýrýnýzdan çýkarmayýn!" dedim. Bunun üzerine; "Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayýn diye ricâda bulundu, o da Allah´tan baþka hâtýrýmda bir þey kalmaz. Ya­nýmda bir þey býrak ki, görünce hâtýrýma gelsin buyurdu." diye anlattýktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: "Senin bana býrakacak bir þeyin yoktur. Bâri bu takyeyi sakla! Bunu gördüðün zaman beni hatýrlarsýn, beni hâtýrladýðýn zaman yanýnda bulursun." buyurdu. Ayrýlýrken; "Bu yol­culukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deþt-i Gülekî´yi gör! O evliyâullah- dandýr." buyurdu. Hâtýrýma; "Ben Belh´e gidip, oradan vata­nýma varýrým; Belh nerede, Deþt-i Gülek nerede?" diye geldi. Sonra Belh yolunu tut- tum. Ama öyle bir zarûret hâsýl oldu ki, yolum Deþt-i Gülek´e düþtü. Haz- ret-i Hâce´nin iþâreti aklýma gelip, þaþtým kaldým.

Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsýnda Buhâ- râ´da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile soh­bet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn´e dönüp; "Sana ne söy­ler- sem, sözümü tutup söylediðimi yapar mýsýn?" dedi. Molla Necmeddîn, "Elbette yaparým efendim." dedi. "Eðer bir günah iþlemeni söylesem ya­par mýsýn? Meselâ hýrsýzlýk yap desem yapar mýsýn?" dedi. Bunun üze­rine Molla Necmeddîn; "Mâzur görünüz efendim, hýrsýzlýk yapamam." dedi. "Mâdem ki bu hususdaki isteðimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!" buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehþet içinde kalýp, olduðu yere düþtü ve bayýldý. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî haz­retlerine yalvarýp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktý. Bundan sonra hep berâber o evden dýþarý çýktýlar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doðru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev du­varý gösterip talebelerine dedi ki:

"Bu duvarý delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaþ vardýr. Onu alýp getirin." Talebeleri bu emre uyup, duvarý yardýlar. Kumaþ dolu çuvalý buldular ve çýkarýp getirdiler. Sonra bir köþeye çekilip bir müddet otur­dular. Bu sýrada bir köpek sesi iþitildi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, tale­besi Molla Necmeddîn´e; "Bir arkadaþýnla gidip evin etrâfýna bakýn ne vardýr?" dedi. Gidip baktýlar ki, eve hýrsýzlar gelmiþ, baþka bir duvarý ya­rýp evde ne varsa almýþlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretle­rine haber verdiler. Talebeler bu hâle þaþtýlar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir olduklarý eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldýrdýðý kumaþ dolu çuvalý sâhibine gönderdi. Talebelerine; "Gece bu­radan geçerken, bu malýnýzý alarak hýrsýzlarýn çalmasýna mâni olduk, bu malýnýzý hýrsýzlardan kurtardýk." demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim ederek durumu anlattýlar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn´e dönüp;

"Eðer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydýn, sana çok sýrlar açýlacak ve çok þey kazanacaktýn. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuþ." dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptýðýna çok piþmân olup, yanýp yakýndý.

Âlimlerden biri; Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ta­lebelerinden bir grupla Irak´a gitti. O anlatýr: "Yolda Semnân þehrine va­rýnca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulundu­ðunu ve hocamýzý çok sevenlerden olduðunu duyduk. Topluca onun zi­yâretine gidip, hocamýza baðlýlýðýnýn sebebini sorduk. Dedi ki:

"Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Ya­nýnda heybetli bir zât vardý. Ben, Resûlullah´a tevâzu ve edeb ile yakla­þýp; "Sohbetinizle þereflenemedim, bereketli zamânýnýzda ve huzûru­nuzda bulunamadým, bu büyük ve eþsiz saâdeti kaçýrdým, þimdi ne ya­payým?" diye arz ettim. Bana; "Bereketime ve beni görmek fazîletine ka­vuþmak istersen, Behâeddîn´e uy!" buyurdu. Sonra yanýnda duran mü­bârek zâtý iþâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî´yi görmemiþ idim. Uyanýnca, ismini ve þeklini, þemâilini bir kitabýn üstüne yazdým. Uzun zaman sonra, bir manifaturacý dükkânýnda oturuyordum. Nûrlu ve hey­betli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o si­mâyý hatýrladým. Birden bende büyük bir hâl ve deðiþme oldu. Kendimi toparlayýnca, evime gelip þereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu. Kalktýk, o önde ben arkalarýnda yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadý. Ondan gördüðüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bi­zim evin nerede olduðunu, daha önceden bilmiyordu. Doðruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduðu odaya girdi. Çok kitabým vardý. Elini uzatýp bir kitap çýkardý. Bana uzattý ve;

"Bu kitâbýn üzerine ne yazdýn?" buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüðüm ve târihini yazdýðým rüyâ orada yazýlý idi. Bu kerâ­metlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsýl oldu. Kendime ge­lince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliðe kabûl buyurdu ve kapý­sýnda hizmet edenlerin saâdeti ile þereflendirdi."

Buhârâ´da yetiþen hadîs âlimlerinden ve evliyânýn büyüklerinden Behâeddîn Kýþlakî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhý, ta­lebelerle dolar taþardý. Dergâhýna gelenlere, eðer feyz ve bereketlere kavuþmak, Allahü teâlâ katýnda makbul bir zât olmak istiyorlarsa önce­likle nefsin arzularýný terkedip tam bir ihlâs ve samîmiyetle hocasýnýn hizmetinde olmanýn ehemmiyetini anlatýrdý. Bir defâsýnda, yeni gelen bir talebesine bu durumu îzâh etmek için; "Mutfakta bir derviþ var. Git onu gör." buyurdu. Bu yeni talebe mutfaða gittiðinde, sýrtýna odun yüklenip mutfaða taþýyan birisini gördü. Bu yeni talebe, böylece hafif ve aðýr de­meden, ne hizmet varsa hemen el atmak îcâb ettiðini, büyüklere hizme­tin insana neler kazandýracaðýný anladý.

Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri bir gün talebeleri ile sohbet ederken onlara Behâeddîn Kýþlakî hazretlerinin bu hâllerinden bahsettikten sonra buyurdular ki: "Ýhlâs ile sýrf Allahü teâlânýn rýzâsý için bunca hizmetler edip, bu yolda nefislerini hiçe indirmiþ nice insanlar vardýr. Onlarýn eriþ­tikleri devlet baþka hiç bir devletle mukâyese kabûl etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaþamazsanýz bile kabûl ve takdir ediniz ki, böyleleri mev­cuttur.

Hindistan´da yetiþen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) uzakta bulunan talebelerine mektup yazarak nasî- hatlarda bulunurdu. Bir talebesine yazdýðý mektup þöyledir: "Tasav­vuf yolunda bulunan talebe; hâllerini kontrol etmeli, Allahü teâlânýn rýzâ­sýndan baþka her þeyi gönlünden uzak tutmalý, insanlarla fazla görüþ­me- meli, Allahü teâlâyý anmaktan ve hatýrlamaktan bir an uzak kalmama­lýdýr. Zikre kendisini alýþtýrmalýdýr. Böyle bir alýþkanlýðý zikir ile yakýnlýðý yoksa, Allahü teâlânýn sevgisine kavuþamaz."

Diðer bir mektubunda þöyle nasîhat etmektedir: "Bedenin selâmeti, sýhhati, az yemek; rûhun selâmeti, sýhhati, günâhlarý terk etmekte; dînin selâmeti, sýhhati ise Peygamber efendimize salât (hayýr duâlar) getir­mektir."

Ýstanbul´da yetiþen velîlerden Beyzâde Mustafa Ahýskalý (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir gün talebelerinden birine þöyle buyurdular: "Allahü teâlâyý an. Allahü teâlâyý anmaktan gâfil olan ölü ve âmâdýr, kör­dür. Allahü teâlâyý anmak kalbin cilâsýdýr. Günahlarý temizler. Günahla­rýndan tövbe et. Ýlmihâl bilgilerini ihlâs ile öðren. Din büyüklerinin yolunda ol. Kalbini dalâletten, yanlýþ ve bozuk inanýþlardan temizle. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdýna yapýþ. Her zaman abdestli bulun. Farzlarý ve vâcip­leri yerine getir. Resûlullah efendimizin sünnetlerine yapýþmakta çok gayretli ol. Dinde azîmetlere yapýþ, ruhsatlardan, zarûret sebebiyle izin verilen þeylerle amel etmekten uzak dur. Bid´atleri, dinde olmayýp, dîne sonra- dan ibâdet ve îtikâd olarak giren hurâfeleri terk et. Bozuk kimsele­rin yanýna gitme. Kötü huylarýný at. Ýyi, beðenilen huylarla bezen. Yumu­þak ve cömert ol. Câhillerle mücâdeleden yüz çevir. Ýnsanlarýn faydasý için yeryüzü gibi ol. Ýnsanlardan gelen eziyet ve sýkýntýlara sabret.

Yine buyurdular ki: "Sâlik yâni Allahü teâlânýn yolunda çalýþýp ilerle­mek onun rýzâsýna ve muhabbetine, seâdet-i ebediyyeye kavuþmak iste­yen bir kimse, kendisini yetiþtirecek bir rehber bulamadýðý zaman acaba ne yapmalýdýr? Kimden feyz alýp istifâde edebilir. Geçmiþ evliyânýn rûhâ- niyetinden nasýl istifâde edebilir? Ayrýca hayatta olup da kendileriyle gö- rüþüp, sohbetlerinde bulunmak mümkün olmayan büyük âlim ve velî­ler- den istifâde edip rüþd ve hidâyet feyzlerine kavuþmak mümkün mü­dür? Mümkün ise bu nasýl olur?" diye sorulduðunda þöyle cevap verdi:

"Böyle bir sâlik, mürþid yol gösterici bulamadýðý zaman, önce Ehl-i sünnet mezhebi üzere kitâb ve sünnetden yâni ahkâm-ý þer´iyyeden za­rûrî, lâzým olan din bilgilerini bu yolun büyük âlimlerinin ilmihâl, fýkýh ve akâid kitablarýndan öðrenmeli, evliyâ-yý kirâmýn kitaplarýný okuyup her þeyini her iþini bunlara uydurmaya çalýþmalýdýr. Azîmet yolunu tutup, ruhsatlardan sakýnmalýdýr. Zarûret hâlinde ruhsatlar ile, yâni þerîatin izin verdiði bâzý þeyleri yapabilir. Îtikâd ve amel ile ilgili konularda her türlü bid´atlerden sakýnmalý, haram ve mekruhlarý terketmelidir. Dîn-i Ýslâmda hiçbir eksiklik yoktur. Büyük âlimler bunu herkesin anlayacaðý þekilde il­mihâl ve fýkýh kitaplarýnda îzâh ve beyân buyurmuþlardýr. Her gün Kur´- ân-ý kerîmden bir mikdâr okumayý âdet edinmelidir. Yine her gün belli mikdâr da salâtü selâm getirmelidir. Böylece Resûlullah efendimizin mü- barek rûhâniyetine teveccüh ile þereflenmiþ olur.

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkýk Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle nasihat ederdi: "Eðer Allahü te- âlâya tâatta bulunamazsanýz, hiç olmazsa oruç tutun. Karnýnýzý aç tut- maya ve acý çekmeðe önem verin. Çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâ- at yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden hikmet pýnarlarý, açlýk ve oruç bereketi ile fýþkýrmýþtýr. Allahü teâlâya ulaþtýracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarýna karþýlýk verilir ve kabûl edilir. O- rucun Allahü teâlâ katýnda büyük deðer ve önemi vardýr. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarýdýr. Bir kimse bütün kulluk vazîfelerini yerine ge­tirse, fakat mîdesini doldursa hiç bir yere ulaþamaz. Orucu gereðince tut- sa, baþka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere eriþir. Oruca yavaþ yavaþ alýþmak gerekir ki, sýhhate ziyan gelmesin, insaný iþten alýkoymasýn."

Irak´ta yetiþen büyük velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Irak´ta bulunan evliyânýn büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seç­kin- lerinden, muhakkîk, araþtýrýcý âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamâ­nýn- daki evliyâ içinde bir tâne olup, onlarýn temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiþtirdiði talebelerin hepsi, çok kýymetli mübârek zâtlardýr. Kendisine; "Niye herkesi talebeliðe kabûl etmiyorsun?" denilince; "Bana talebe olmaya gelen herkesin is­mini, nasýl olduðunu, Levh-il-mahfûz´da görmedikçe, hiç kimseyi talebe­liðe alma- dým." buyurdu.

Hindistan´da yetiþen velîlerden Celâl Tehâniserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle buyururdu: "Âþýklar, keþf ve kerâmet konakla­rýnda durmak istemesinler. Daha yukarýlara çýksýnlar. Hiçbir þeye baðlý kalmasýnlar. Her þeyden kesilerek ve uzaklaþarak, can çýkarcasýna iler­lesinler. Bu da þöyle olur; ibâdetlere, zühde; dünyâya düþkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat etsinler. Bunlarý vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çýkýncaya kadar uðraþsýnlar. Öl­meden evvel ölüp, nefslerini tam ýslâh edip, Hakk´a kavuþsunlar. Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçýlar) bu hususta hatâya düþüyor ve doðru yoldan çýkýyorlar. Bundan Allahü teâlâya sýðýný­rýz. Selef-i sâlihînden (radýyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki: "Usûlsüz vüsûl, kavuþma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduðu yola uymaktýr." Kur´ân-ý kerîm okumak ve din ilimleriyle meþ­gûl olmak en iyi iþtir."

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:18:32
Celâl Tehâniserî hazretleri´nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasýna raðmen, onda hiçbir mânevî hâl görülme­miþ- ti. Bir gün Celâl Tehâniserî´nin sohbetinde bulunan bu talebe, kendi ken- dine; "Þeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir zât idi ki, nazar ettiði kimse evli- yâlýk mertebesine kavuþurdu. Bugün böyle bir zât yok." diye aklýndan ge- çirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düþüncesine, Allahü teâlânýn izni ile vâkýf oldu. Onun bulunduðu tarafa bakarak; "Bugün de öyleleri vardýr." buyu- rup, bir kere ona baktýlar. Talebe o anda evliyâlýk mertebesine ka­vuþtu ve kendinden geçti. Evliyâlýkta en yüksek dereceye kavuþan ta­lebe, kýsa bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; "Herkesin bu iþi kaldýracak gücü yoktur." buyurdular.

Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) baþkalarýndan bir þey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Baþkasýna el açýp bir þey isteyen, bizim talebemiz deðil­dir. Ona dünyâda da âhirette de þefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, tale- belerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayý, her­kese karþý tevâzu üzere bulunmayý, tatlý sözlü, güler yüzlü olmayý tav­siye ediyoruz. El açýp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.

Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanlarý doðru yola teþvik eder, vâz ve nasîhatlarýyla hasta kalplere þifâ olan sözler söylerdi. Bir gün ta­lebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiði Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânýn sevdiði amel­ler, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuðunun ihtiyaçlarýný kazanarak, râzý olunan kullar zümresine dâhil olmalýdýr. Hep helâli istemeli, helâlin­den yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, din- lediklerimiz, düþündüklerimiz hep helâl olmalý. Her hareketimizi Pey­gam- ber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalýyýz. Herkes, bir sa­nata sâ- hib olmalý ve din ilimlerini iyi öðrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kýyâmet günü yardýmcý olur, yüzle- rinin ak olmasýna çalýþýrýz. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sün- net yoluna muhâlefet edenler, kýyâmet günü bizi göremeyecek­lerdir." bu- yurdular.

Mevlânâ hazretleri vefâtýndan az önce talebelerini topladý. Þefkatle onlara baktý ve; "Vefâtýmdan sonra hâtýrýnýza periþan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanýz olunuz, benimle olun. Beni hatýrlayýn. Allahü teâlânýn izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardým­larda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânýn izniyle imdâdýnýza yetiþirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzý tavsiyelerde bulunacaðým. Bunlarý iþitenler, iþitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âþikâr Allahü teâlâ- dan korkunuz. Günahlardan sakýnýnýz. Az yiyip, az uyuyup, az konuþu- nuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarýnýzý namaz kýlarak deðerlendirin. Þeh- veti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla otu­rup kalkmayýnýz. Onlarý kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâ- ber olunuz. Ya hayýr konuþunuz veya susunuz. Ýnsanlarýn sýkýntýla­rýna sabrediniz. Biliniz ki, insanlarýn en hayýrlýsý, insanlara en faydalý olandýr.

Kabrimin üzerine yapacaðýnýz türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doðru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü te- âlâdan rahmet ve maðfiret isterlerse, duâlarýnýn kabûl olmasý için ben de Rabbimize yalvarýrým. Böylece duâlarýnýn netîcesi, Allahü teâlânýn iz­niyle hâsýl olur. Rahmet ve maðfirete mazhar olurlar." buyurdu.

Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine vasýyyetinde; "Benim size nasîha­tim, Allahü teâlâdan korkarak, O´nun emir ve yasaklarýna riâyet etmeniz­dir." buyur- du.

Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin huzûruna zengin bir kimse gelip tövbe etti ve talebe­liðe kabûlünü istedi. Malýný da fakirlere daðýttý. Bin altýný kaldý. Cüneyd-i Baðdâdî; "Bu bin altýný da Dicle nehrine at." buyurdu. O kimse, Dicle ke­narýna gidip altýnlarý birer birer nehre attý. Geri döndüðünde Cüneyd-i Baðdâdî kendisine heybetle bakýp; "Niçin hepsini birden atmadýn da birer birer sayarak attýn? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var." bu­yurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliðe kabûl edildi.

Konya´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn haz­retleri, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi ve vekîlidir. Ýsmi, Hasan bin Muhammed?dir. Nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü´l-Vefâ hazretlerine dayanýr.

Mevlânâ´nýn, Çelebi Hüsâmeddîn´e karþý îtibârý fevkalâde çok idi. Bir kýþ günü, sabahýn erken saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhýn kapýsýna gelmiþti. Namaz vakti girmediði için kapý kapalýydý. Bir taraftan da kar yaðýyordu. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn´in kapýsýnýn karþýsýnda hizmet­kâr gibi el baðlayýp beklemeye baþladý. Kar lapa lapa yaðdýkça, Mevlâ- nâ´nýn üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiðinde kapýyý açan Çe­lebi Hüsâmeddîn, karþýsýnda karlar altýnda kalmýþ bir kimse gördü. Yak­laþýp dikkatle baktýðýnda, hocasý olduðunu anladý ve; "Câným efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakîrin kapýsýnda karlar altýnda beklersiniz?" diyerek ayak- larýna kapanýp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak isteyip; "Ey Hüsâmeddîn! Ýþte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de hocasýna o kadar baðlý olur." buyurdu.

Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ hazretleri derse gelmediði zamanlar talebelere ders verir, onlarý irþâd eder, doðru yolu gösterir yetiþtirirdi. Bâ- zýlarý; "Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasýl böyle bir vazîfe verilir?" diye dedikodu yaptýlar. Bir gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsýnda Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; "Ýlim deryâsýnda bir damla nasîbin olsun, bunu muhâfaza eyle de, sana düþ­man olanlarýn sözleri kesilsin." buyurarak mübârek aðzýnýn suyundan bir mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn´in aðzýna sürdüler. O andan îtibâren Arabî li­sânýyla konuþmaya baþladý. O günden sonra hiç kimse böyle sözler söylemedi.

Hindistan´da yetiþen çeþtiyye yolunun büyük velîlerinden Çýrað-ý Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultanýn memur- larýn­dan olan bir talebesine þöyle buyurdular: "Bilmelisin ki, evindeki atla- rýn, hizmetçilerin, dînarlarýn ve dirhemlerin bir gün senden alýnacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alýnacak þeyler için niçin endiþe ediyorsun? Onlar için endiþe etmek faydasýz deðil mi? Ebedî olan þeyler için endiþe etme­lisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiðini ve onlardan kaç tâne- sinin göçüp gittiðini iyice düþünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve biz- den önde gittiler."

Nasîruddîn Mahmûd hazretlerinin vefâtý yaklaþtýðý sýrada, en sevdiði talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasýnýn yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasýna þu þekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasýnda kýymetliler vardýr. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri, þimdiye kadar olduðu gibi, devâm etmiþ olur." Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn´den bu vazîfe için uygun bulduðu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sýnýf hâlinde seçerek hazýrladýðý listeyi hocasýna arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîrüddîn Mah- mûd; "Þüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarým ki, hiç bi­risi di- ðerinin yükünü omuzlarýnda taþýyamazlar." buyurdu. Bu açýkca, ve­rilen listeye hayýr mânâsýnda bir cevaptý. Gerçekten öyle oldu. Hocasýn­dan kendisine geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendi­sinde götürdü.

Ýskenderiye´de yetiþen büyük velîlerden Dâvûd-i Ýskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öðre- ten ve hakîkî âlim olan hocasýna edep ve muhabbetle nazar edip bakýn- ca, hak yoluna girmiþ olur."

Evliyânýn büyüklerinden ve hadîs âlimi Dýrâr bin Mürre (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine; "Yanýma teker teker gelin, toplu hâlde gelmeyin. Çünkü toplu geldiðinizde vaktinizi aranýzda þuradan bu­radan konuþmakla geçirirsiniz. Fakat yalnýz geldiðinizde, ya dersinizle meþgul olursunuz, yâhut Allahü teâlâyý anarsýnýz. Bunlar sizin için daha hayýrlý- dýr." buyururdu.

Tâbiînden, âlim ve velî Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerinden ücret almaz, hediyelerini kabul etmez ve; "Biz Allahü teâlânýn kitabýný ücretle satmayýz." derdi. Âyet-i kerîmeleri beþer beþer okuturdu ve; "Bizim Kur´ân-ý kerîm öðrendiðimiz, kýrâat dersi aldý­ðýmýz sahâbîler, okuduklarý on âyeti öðrenip bu âyet-i kerîmelerde buy- rulan hususlarla amel etmeden baþka âyet okumazlardý. Bizden sonra gelenler, Kur´ân-ý kerîm okuyacaklar onu su gibi içecekler fakat Kur´ân-ý kerîm boðazlarýndan aþaðýya inmeyecek." buyururdu.

Hiçbir zorluk karþýsýnda Kur´ân-ý kerîm okumayý ve kýrâat derslerini ihmâl etmezdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine ?Hocasýna muhâlefet edenin hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasýna kalbinden muhâlefet etmeye niyet etse, onunla ayný yolda bulunamaz. Verdiði sözü bozmuþ olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdýna saygýsýzlýk edenler içinse tövbe yoktur." buyurdu.

Ebû Ali Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iþ ve­rirdi. Bâzýlarýna aðýr, bâzýlarýna hafif iþler verirdi. "Niye böyle yapýyorsu­nuz." denildikte; "Bir kimse bakkallýk yapacaksa, ona bir ton sabun lâ­zým, yok eðer çamaþýrlarýmýzý yýkýyacaksa, bir kilo sabun yeter." derdi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe­nin hocasýna karþý dili ile saygýlý olmasý gerektiði gibi, söylediðini kalbin­den de reddetmemelidir." Bununla ilgili þu rüyâsýný anlatýr: Hocam Ebü´l-Kâsým Gürgânî´ye bir rüyâmý anlattým ve ona; "Sizin bana rüyâmda þöyle þöyle dediðinizi gördüm ve niçin böyle yaptýðýnýzý sordum." dedim. Ho­cam, bunun üzerine bir ay benimle konuþmadý ve; "Eðer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rü­yânda bana bu þekilde sormazdýn." dedi.

Ýran´da yaþayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle nasîhatta bulundular: "Allahü teâlâyý an­mak, O´nunla berâber olmak ve O´na ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz. Eðer bunu kendi kendinize baþaramýyorsanýz, O´nunla berâber olmak ve O´na ibâdet etmek husûsunda baþarýlý olan kimselerle yâni ve­lîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunlarýn sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yaklaþtýrýr."

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve dâmâdý Ebû Osman Hîrî Niþâbûrî anlatýr: Niþâbûr´a ona talebe olmak için gitmiþtim. Henüz çok gençtim. Yanýna gittim. Bana; "Sen henüz gençsin, bizimle oturamazsýn." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çýkarken arkamý dönerek gitmedim. Arka arka gi­derek çýktým. Kalbim ona çok ýsýnmýþtý. Bir müddet sonra kapýsýna tekrar vardým, bekledim. Bir yere gidemiyordum. Ýçimden; "Þu kapýnýn önünde bir çukur kazayým, içine gireyim, ondan çýk artýk emri gelinceye kadar orada durayým." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiþtim. Sonra sadâkatýmý anladý ve beni yanýna çaðýrdý. Huzûruna aldý. Gönlümü hoþ etti ve talebeliðe kabûl etti."

Ýslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Ebû Ýmrân (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) sultan olan babasýnýn yanýnda yetiþip büyüyünce, Allah yo­lunda bulunmayý, kendisini tasavvufa vermeyi saltanata tercih etti. Ba­basý ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karþýladý. Daha sonra iþinde kendisini serbest býraktý. Ebû Ýmrân Mûsâ, talebe olmak üzere, Þeyh-ül-Magrib o- larak tanýnan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna vardý. Ebû Midyen buna; "Kime mensûbsun?" diye sordu. O da; "Sultan Ebû Ab- dullah´a." dedi. "Nesebin (soyun) kime kadar ulaþýr?" diye so­runca, "Mu- hammed bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib´e." dedi. Ebû Mid­yen; "Fa- kîrlerin (tasavvuf yolunda bulunanlarýn) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada bulunmaz." dedi. O da; "Ey efendim! Siz þâhid olun ki þu andan îtibâren sizden baþkasýna baðlý bulunmayý terkettim. Baþka þeylerin hepsinden ayrýldým. Soyumla anýlmayý deðil, sizinle anýlmayý þe-ref kabûl ettim." dedi.

Bunun üzerine Ebû Midyen hazretleri bunu talebeliðe kabûl etti. Gayret ve istîdâdýnýn fazlalýðý sebebiyle, kýsa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtýn talebelerinin önde gelenlerinden oldu.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Midyen Maðribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bana; talebeleri­min hepsine ve beni sevenlere çok hayýrlar vereceðini vâdetti."

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocasý Cüneyd-i Baðdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz ký­larken hocasýný yanýnda duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceðinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocasý Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfe­mizdir. Sen buna fazlasýyla lâyýksýn." buyurdu. Çünkü, sâdýk talebe, ho­casýný yanýna çeker.

Niþâbur´da yetiþen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebeliðinde, hocasý Osman Hîrî hazretleri´nin, Mu- hammed bin Fadl Belhî´yi medhettiðini iþitmiþti. Onu görme arzusuna düþtü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiði gibi bulmadý. Hocasýna döndü. Hocasý ona; "O zâtý nasýl buldun?" deyince, o; "Zannettiðim gibi deðil." diye cevap verdi. Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdým! Sen onu küçüm­sedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!" buyurdu. Abdullah Râzî hatâsýný anlayýp geri döndü. Ondan çok istifâdesi oldu.

Meþhûr velîlerden Ebü´l-Abbâs el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meþhur talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi´l-Mansûr þöyle anlatmýþtýr: "Hocam Mýsýr´da talebeleri yetiþtirip insanlara rehberlik yap­týðýnda ben Fýrat´ýn öbür tarafýnda bir beldede idim. Babam, Melik Eþ- ref´in vezîri idi. Mýsýr´a gittik. Bu sýrada Melik, babamý vazîfeli olarak Mekke´ye gönderdi. Ben ise Ebü´l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzû­runa gittim. Henüz küçük idim. Yanýmda velîlerden bahsedilince, hoca­mýn sûreti karþýmda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Du­rumum deðiþti. Sonra babamýn Mekke´den döndüðü haberi geldi. Hocam ve halk onu karþýlamaya çýktýlar. Hocam bana babamý karþýlamaya çýk­mamý söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karþýlamaya çýktým.

Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalýþmam sebe­biyle deðiþen hâlime bakýp aðladýlar. Babam da ilk görüþte tanýyamadý. Büyük bir kalabalýk onu karþýlýyordu. Etrâfýnda askerler ve hizmetçiler vardý. Beni tanýyýnca, dona kaldý. Hayretinden yüzü sarardý. Hâlime çok þaþmýþtý. Sonra bir yerde konakladý. Bütün âile fertlerim etrâfýnda top­lanmýþtý. Ben bir köþeye çekilip oturmuþtum. Hocamdan ayrý kaldýðým için, evinden, yurdundan ayrý býrakýlmýþ bir esir gibi aðlýyordum. Babam bana hocamý býrakýp yanýna dönmemi istedi, dönmediðim takdirde hap­sedeceðini söyledi. Hocam da babamýn yanýna dönmemi isteyince, çâ­resiz döndüm. Fakat hocamýn ayrýlýðý bana çok aðýr geldi. Beni neden gönderdi diye epey düþündüm. Sonra kalbime þöyle doðdu. Hocamýn beni denemek için böyle yaptýðýný anladým. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandým. Hocam beni kabûl edip, çaðýrýncaya kadar hiçbir þey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuþ. Hâlimi söylemiþler. Açlýðýmýn ve susuzluðumun þiddetlen­diði bir sýrada babam uykudan uyanmýþ ve benim için; "Ona söyleyin ho­casýna gitsin. Hocasý ne diyorsa yapsýn." demiþ. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çýkýp hocamýn bulunduðu mes­cide gittik. Huzûruna varýnca babam hocamýn elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdýnýzdýr. Teslim ediyo­rum dilediðinizi yapýn." dedi. Hocam; "Umarým ki Allahü teâlâ onun se­bebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrýlýp gitti. Ba­bamý ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taþýma vazîfesi verdi. Her gün bir aðaca baðlý iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalýn ayak olarak taþýrdým. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmiþler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta býraktým. Allahü teâlâ onun mükâfâtýný verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuþuruz." cevâbýný vermiþ. Daha sonra babam vefât etti.

Ebü´l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri þöyle anlatmýþtýr: "Bir defâ­sýnda Þeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiþtik. Huzû­runa girdiðimizde yanýnda büyük bir kalabalýk gördük. Sohbetinde halk­tan baþka ileri gelen devlet adamlarý da toplanmýþtý. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalýk idik. Ýçeri girip oturunca, bize baktý ve; "Küçük çocuk muallime, öðretmene ders almaya gidince yazý levhasýnýn silinmiþ ve temiz olmasý lâzýmdýr. Eðer yazý yazýlacak levhasý, sayfasý temiz ol­mazsa öðretmen nereye yazsýn. Geldiði gibi döner gider." dedi. Bir müd­det sohbete devâm etti ve bize tekrar bakýp; "Kim çeþitli sularý içerse mi­zacý sularýn özelliklerine göre deðiþir. Tek bir suyu içerse mizacý saf ve duru olur, deðiþmez." dedi.

Mýsýr´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü´l-Ab- bâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hep ibâdetle meþgûl olurdu. Gündüzleri Kur´ân-ý kerîm okur, geceleri namaz kýlardý. Babasý doðuda sultan idi. Bir defâsýnda kendisine talebelerinden biri; "Ey efen­dim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri þeyleri söylüyor- sunuz. Hâlbuki peygamberler böyle þeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâl- leri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söyler­lerdi. Evliyânýn nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasýdýr. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?" dedi. Hocasý ona dönüp tebessüm ederek; "Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteðimle deðildir?" buyurdu.

Endülüs?te ve Mýsýr?da yetiþmiþ olan büyük velîlerden, Mâlikî mez­hebi fýkýh âlimi Ebü?l-Abbâs-ý Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatý­yor: "Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni baþlamýþtým. Bir defâsýnda, bir levhaya bâzý yazýlar yazarken, yanýma bir kimse gelerek; "O beyaz lev­hayý karalama!" dedi. Ben de; "Ýþ senin zannettiðin gibi deðil. Ben buraya mühim þeyler yazýyorum. Asýl mühim olan, amel defterlerinin günah le­keleriyle karalanmamasýdýr." dedim.

Kuzey Afrika´da yetiþen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir defâsýnda Irak´a giderek buradaki âlimlerden Ebü´l-Feth Vâsýtî´nin sohbetlerinde bulundu. O sýralarda za­mânýn en büyük velîsini arýyordu. Bir gün, Ebü´l-Feth Vâsýtî hazretleri ona dönerek; "Sen onu Irak´ta arýyorsun. Halbuki aradýðýn kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada bulacaksýn." buyurunca, geri mem­leketine döndü.

Büyük velîlerden olan Þerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm Ýbn-i Me- þîþ-i Hasenî hazretlerinin, aradýðý zât olduðunu anladý. Ýbn-i Meþîþ hazretleri, Rabat (Ribâte)´ deki bir daðda maðarada yaþamaktaydý. Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, onun huzûruna çýkmak için, dað eteðinde bulunan çeþmeden gusl abdesti aldý. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri unutarak, yâni tam bir boþ kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarýna doðru yürüdü. Ýbn-i Meþîþ hazretleri de maðaradan çýkmýþ, ayný þekilde ona doðru yü­rüyordu. Karþýlaþtýklarýnda hocasý selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan nesebini tek tek saydýktan sonra ona: "Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çýktýnýz ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet ve zenginliðini aldýnýz." buyurdu. Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî diyor ki: "Onun bu hitâbýndan sonra, bende fevkalâde bir korku hâsýl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü açýncaya kadar mübârek huzûrlarýnda oturdum. Sohbetlerine devâm ettim." Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, hocasýnýn yüksek derecesini bildirirken þöyle buyurdu: "Bir gün hocamýn huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; "Acaba hocam Ýsm-i âzamý biliyor mu?" dedim. Bu düþünce ile meþgûl iken dýþ kapýda bulunan oðullarý, bana bakýp; "Ey Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, þeref ve îtibâr, Ýsm-i âzamý bilmekle de­ðil, belki Ýsm-i âzama mazhâr olmakladýr." dedi.

Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki: "Yolumuzun esâsý beþ þeydir: 1) Gizli ve âþikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hal ve ibâdetinde, Peygamberimi­zin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbýnýn (radýyallahü anhüm) göster­diði doðru yola uyup, bid´at ve sapýklýklardan sakýnmak. 3) Bollukta ve darlýkta, insanlardan bir þey beklememek. 4) Aza ve çoða râzý olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ý Hakk´a sýðýnmak."

"Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeþlerini, arkadaþlarýný, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir. Ýçle­rinden birini kendisine sohbet arkadaþý seçmeli, bu arkadaþ, gaflete düþtüðünde, seni uyandýrmalý, ibâdette tenbelliðe düþtüðünde seni he­veslendirmeli, âciz kaldýðýn yerde sana yardým etmeli ve sen doðru yol­dan kaydýkça seni doðru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü hare­kette bulunduðunda veya bir günah iþlediðinde sana uymayýp vaz geçi­rebilecek vasýflarda olmalýdýr. Arkadaþlarýna gelebilecek eziyetlere mâni olmalýsýn. Güzel ahlâk edinip, þefkat ve merhamet üzere bulunmalýsýn. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sýmsýký sarýlmalýsýn. Lüzumsuz þeylerle gözü meþgûl edip, gönlü daðýtmamalý­sýn. Zîrâ bu, insandaki þehvet kuvvetini arttýrýr."

Mýsýr´ýn büyük velîlerinden Ebüssü´ûd Ebü´l-Aþâir el-Bâzinî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine sýk sýk þöyle buyururdu: "Allahü teâlânýn rýzâsýný kazanmak isteyen bir tâlib için, iþlerini saðlam temel üzerine kuracaðý dört esas vardýr: 1- Dili, tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyý zikirle meþgûl etmek, 2- Kalbi, dâimâ Allahü teâlâyý murâ­kabe hâlinde bulundurmak, 3- Nefsin günah olan arzularýna karþý, Allahü teâlânýn rýzâsýný düþünerek muhâlefet etmek, 4- Allahü teâlâya tam kul­luk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir hâle gelir."

Osmanlýlarýn kuruluþ devrinde Bursa´da yaþamýþ büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, Þeyhülislâm Molla Fe- nârî icâzet, diploma aldýktan sonra, Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çýkmýþtý. Emîr Sultan hazretleri bir talebe­sini, bir þeyler almak için çarþýya göndermiþti. Bu talebe, Þeyhülislâmýn vâz vereceðini duyunca, kendi kendine; "Gidip vâzý dinliyeyim, Þeyhü­lislâmýn hayýr duâsýný alayým." diye düþünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya baþladý. Cemâatin bir kýsmý dýþarýya kaçtý. Fakat, dýþa- rýda zelzele olmadýðý görüldü. Bu durumdan haberi olan Þeyhülis­lâm, murâkabeye daldý. Sonra cemâate dönüp; "Ýçinizde Emîr Sultan´ýn hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dýþarý çýksýn. Yoksa bizi helâk ettirecek." dedi. Talebe hemen dýþarý çýktý. Câminin sallanmasý durdu. Bu talebe iþini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan´ýn huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan baþýný kaldýrýp, sâdece talebeye baktý. Talebe, hocasýnýn heybetinden düþüp bayýldý. Ayýlýnca, Emîr Sultan ona; "Ey oðlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarýnýz karþýlanmadý mý ki, baþkala­rýndan yardým beklersiniz. Bir kimse hocasýndan çeþit çeþit nîmetlere kavuþurken, gidip baþkasýndan yardým istemesi, ona suâl sormasý, ilim öðrenmesi, hem ayýp, hem gevþekliktir." buyurdu.

Anadolu´da yaþamýþ büyük velîlerden Eþrefoðlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliðinde vakit ilk bahar olduðu için çiçekler yeni açmýþtý. Abdest alýp namaz kýldýktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekþe toplayýp, getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa daðýldý. Demet demet menekþe toplayýp, hocalarýna getirdiler, Eþrefoðlu ise hocasýnýn huzûruna elindeki bir menekþe ile vardý. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduðun için menekþenin yerini bulamadýn herhalde." de­yince, o; "Sultaným hangi menekþeyi koparmak istedimse; "Allah rýzâsý için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayýrma." diye söyledi. Ben de dolaþtým. Bir yerde ibâdeti bitmiþ bir menekþe gördüm. Onu koparýp ge­tirdim." dedi. Bu sözleri iþiten diðer talebeler onun üstünlüðünü bir kere daha anlamýþ oldular ve düþüncelerinden tövbe ettiler.

Doðu Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Cezire´de ilim tahsîli ile meþgûl olduðu sýrada, amcaoðlu Seyyid Sýbgatullah Efendi de Cezire´ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin talebelerinden Þeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öðrendi. Cezire dönüþünde Van´a uðradý. Van´da bulunduðu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî hazretleri de Nehrî´den Van´a gel­miþti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbýndan olan amcasý Sey- yid Muhammed Efendi, Seyyid Sýbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî hazretlerine talebe olmasýný tavsiye etti. Seyyid Tâhâ´ya talebe olan Seyyid Sýbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, ta­savvuf yolunda ilerledi. Kýsa zamanda olgunlaþarak insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldý. Van vâlisi ve halký Van´da kalmasýný ýsrarla istediler. Fakat o; "Nehri´ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalýrým." bu­yurdu. Van´da kalmak istediðini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, bu­yurdu ki: "Yok Molla Sýbgatullah! Van halký dûn-himmettir (eksik, kýsa himmetlidir). Van´ýn fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâþefe âle­minden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânýndan, ilim ve irfâný ile tanýnmýþ, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdedi- yor] vâsýtasýyla, Van´ýn irþâdý geçici olarak mümkündür. O zâtýn hayatta olup olmadýðýný bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sýbgatullah Arvâsî haz- retleri; "O zât amcamýn oðludur. Cezire´de ilim tahsîli ile meþgûl, ilim ve irfânla meþhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir baþka geliþinde o zâtý muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.

Seyyid Sýbgatullah hazretleri, hocasýný ikinci defâ ziyârete geliþinde, genç yaþtaki Seyyid Fehim Arvâsî´yi de Nehri´ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle þereflendiler. Kalma zamâný bitip ayrýlacaklarý sýrada, Seyyid Sýbgatullah ve yanýndakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldýktan sonra, sýra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sýbgatullah geride kaldýðýný görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim´in kalmasýný münâsip gördü ve; "O burada kalsýn." buyurdu. Seyyid Tâ- hâ´nýn hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kýsa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkýnda; "Baþkalarýnýn altý ayda aldýðý me­sâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldý." buyurdu.

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:19:04
Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Þerîfin duvarýna dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine iþâret ederek yanýna çaðýrdý. O da yanýna ge­lince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kita­býný okumalýsýn." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabým yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabýný hediye etti. Muþ´un Bulanýk kazâsýnýn Âbirî köyünde Molla Resûl Sibkî ismindeki bü­yük âlime gidip okumasýný tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrýlýrken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsýz olurlar. Derslerin tâkibi esnâsýnda bir zorlukla karþýlaþýrsan, onlarý rahatsýz etme. Elini göðsüne koy ve beni hatýrla. Ýn- þâallah derhal müþkilini hallederim." buyurdu.

Hocasýnýn elini öpüp duâsýný alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânýn Doðu Anadolu´daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî´nin huzûruna vardý. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesin­den birisine ders okutmak arzusundaydým. Çünkü, Arvas´ta Molla Resûl Zekî´den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardý." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl´den ders almaya baþladý. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsýnda suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim´in talebelerinden Molla Hâlid´e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsýz mýdýr, yoksa utanýyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben baþlangýçtan beri bu zâtýn yanýnda okuyor­dum. Bir zaman hocalarýna çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalýrlardý. Fakat Nehri´den döndükten sonra ne hikmetse suâl sor­mayý terk etti. Ýlim öðrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayýn, bendeniz onun sizden yüksek olduðunu tahmin ederim." diye arz etti.

Bir gün Molla Resûl´den Mutavvel´i okurken hocasýna; "Burayý anla­yamadým." dedi. Molla Resûl tekrar anlattý. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadýðýný söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarýn anlatýrým." dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açýklayamadý. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düþündüler. Üçüncü gün ayný yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliði yine açýkla­yamadý. O sýrada Seyyid Fehim hocasý Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadýðýn yer olursa, beni hatýrla." sözünü hatýrladý. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meþgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapa­yýp, mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabý Seyyid Fehim´in önüne açtý. Mu- tavvel´in o sayfasýydý. O satýrlarý açýk olarak okudu. Seyyid Fehim me- rakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasýnda bir atýf vavý (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtý. Molla Resûl´ün o satýrlarý okuyup düþünmekte olduðunu gördü. Molla Resûl´den izin isteyip, hocasýndan duyduðu gibi bir (ve) ekleyerek oku- du. Molla Resûl bunu iþitince; "Mânâ þimdi anlaþýldý." dedi. Ýkisi de iyice anlamýþtý. Molla Resûl; "Bu satýrlarý yirmi senedir okudum, anlattým. Fa- kat hep anlamadan anlatýrdým. Þimdi iyi anladým. Söyle bakalým bunu doðru okumak senin iþin deðil. Ben senelerce bunu anlayamadým. Sen nasýl anladýn? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatýrlayýp yardým istediðini söyledi. Mür- þidinden nasýl öðrendiðini anlattý. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabý kapattý. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî´nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kýsa bir müddet sonra Seyyid Fehim´le birlikte gelen Molla Resûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbe­tine kavuþup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluða e- riþip, zâhirî ilimlerde olduðu gibi, tasavvuf ilminde de yetiþti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl´e hilâfet vererek insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmakla vazîfelendirdi.

Hocasý ve mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ haz­retlerine olan muhabbet ve baðlýlýðý sebebiyle onun yattýðý odanýn dýþ ta­rafýnda pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneþ gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalýþýrdý. Hattâ bir defâ­sýnda bununla yetinmeyip, soðuk bir gecede þiddetli kar yaðarken, kapý­nýn dýþýnda uzandý. Mübârek baþýný kapýnýn eþiðine koyarak yattý. Þid­detli yaðan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altýnda çeþit çeþit feyz ve bereketlere kavuþtu. Seyyid Tâhâ haz­retleri teheccüd namazýný kýlmak için mescide gitmek üzere kapýyý açtý. Ayaðýný kapýdan dýþarý atýnca, Seyyid Fehim´in sýrtýna bastý. Seyyid Fe- him hemen ayaða kalkýp edeple mürþidinin karþýsýnda durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsýnýz. Seyyid Þerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde sey- yidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." bu- yurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, haz- retinizin bir nazarýyla olana yetiþememiþtir. Bendeniz menfaatimi arý­yorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu ku­cakladý, gecenin karanlýðýnda cihâný aydýnlatacak mânevî nûrlarý ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuþan Seyyid Fehim (kuddise sirruh) , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle þereflenme zamâný gelince, üstadý Seyyid Tâhâ onu huzûruna çaðýrdý ve insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak, onlarýn dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluþa kavuþmalarýna vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir aðýr yüktür. Ben bunu kaldýramam. Hem de buna lâyýk deðilim." deyip çekingen dav­randý. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteðe baðlý bir iþ de­ðil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iþtir." buyurdu. Memleketi olan Arvas´a gitmesini emretti. Yola çýkacaðý zaman tekrar huzûruna çaðýrdý, kitapla­rýn içindeki mektuplarýný kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet si­zin deðil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfe­tiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafýndan tas­dik buyrulmuþ ve bütün sâdât-ý kirâm büyükler tasdik buyurmuþ, ben de tasdik etmek zorundayým. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." bu­yurdu.

Evliyânýn büyüklerinden Fudayl bin Ýyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öðrenmeye teþvik eder, niyetin hâlis olmasýnýn önemini belirtir, bu hususta; "Ýlim tahsîli doðru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek amel olmaz. Fakat çoklarý ilmi, gereðini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis ilmi dünyâlýk elde etmek için bir að gibi kullanýyor." bu­yurdular.

Evliyânýn büyüklerinden ve Þâfiî mezhebî fýkýh âlimi Muhammed Gamrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine talebe olmak isteyeni, kendi baþýna sormadan iþ yapmýyacaðýna dâir söz aldýktan sonra talebeliðe kabûl ederdi. Bundan sonra talebe her iþinde, her hareketinde tamâmen hocasýna tâbi olurdu. Kendi istek ve arzularý kalmaz, hocasýnýn dedikle­rine uygun yaþardý.

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî hazretleri, Hâ- ce Hacý Þerîf Zendenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden edep ve ilim öðrendi. Osman Hârûnî, ilk defâ hocasýnýn huzûruna gelip tövbe e- dince, hocasý ona; "Þu dört þeyi terk etmelisin: 1) Dünyâyý ve dünyâ eh- lini, 2) Arzularýný ve hýrslarýný, 3) Nefsin neyi hatýrlayýp isterse onu, 4) Allahü teâlâyý zikretmek için, gece uykuyu. Netice olarak Allahü teâlâdan baþka her þeyi terk etmelisin. Herkesi kendinden iyi bil ki, hepsinden iyi olasýn. Tevâzu sâhibi ve alçak gönüllü ol ki, evliyâlýk makâmýna ulaþa­sýn. Böyle olmayanýn bizim yolumuzla ilgisi yoktur." buyurdu.

Evliyânýn büyüklerinden, kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisi olan Hâcegî Muhammed Emkenegî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hakkýnda Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri bir mektûbunda þöyle buyurmuþtur: "Hâcegî Emkenegî kuddise sirruh Hak âþýklarýný hakîkî mahbûba kavuþturmak için sýkýntýlara katlanarak ve zâ- hiren kýrýklýk içerisinde senelerce rehberlik yaptý. Bir gün talebelerinin bir kýsmý ile dikenlik bir yerden geçiyorlardý. Bir talebesinin ayaklarý yalýn idi. Hemen her adýmda bir diken batýyordu. Ýçinden gizlice âh çekiyor ve a- yaðýný da hocasýnýn Ýzinden ayýrmýyor, tâkib ediyordu. Hocasý Emkene- gî hazretleri onun bu hâli üzerine iltifât edip; "Kardeþim ayaða elem dike- ni batmadýkça, murâd gülü açýlmaz." buyurdu. Bu söz üzerine talebenin gönlü pek ziyâde hoþnûd oldu..."

Konya´da yetiþen velîlerinden Hacý Veyiszâde Mustafa Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanýnda bir gün Konya´nýn yakýn köylerin­den fakir bir genç okumak için Konya´ya gelip Ýmâm-Hatip Okuluna kay­doldu. Konya´ya gelirken annesi bir miktar yiyecek koymuþtu. Okulun açýldýðý ilk gün Kâdý Ýzzeddîn Câmiinde akþam namazý kýlan genç, mah­zun mahzun duruyordu. Bunu fark eden bir zât onun yanýna yaklaþýp kim olduðunu, ne için geldiðini sordu. Genç; "Okumak için geldim. Ýmâm-Ha­tîbe kay- doldum. Fakat yatacak yerim yok." dedi. O zât, o genci yanýna alarak hemen arka mahallede bulunan ve imâmý olmadýðý için aylardýr kapalý duran mahalle mescidine götürdü. Mescidin küçük bir imâm evi vardý. O zât; "Ýstersen burada kalabilirsin. Senden sâdece burada imâm­lýk yap- maný istiyorum." dedi. O genç kabûl etti.

Kýsa süre sonra köyünden getirdiði yiyecekler bitti. Birkaç gün aç ka- lýnca, köye gitmek için hazýrlandý. Tam bu sýrada yaþlý bir zât kapýyý çal- dý. Mescidin Ýmâm-Hatip okuluna giden, imâmýnýn kendisi olup olma­dýðýný sordu. O da evet cevâbýný verince; "Al yavrum bunu sana Hacý Ve- yiszâde Hoca gönderdi. Selamý vardýr. Dersine devâm etmeni, ye´se ka- pýlmamaný, maddî endiþeden uzak olmaný, sana yeterince yardýmda bu- lunacaðýný söyledi." dedi ve oradan ayrýlý.

Genç merakla avucunu açýnca elinde fazla miktarda paralarý gördü. Bu para ona bir aydan fazla yeterdi. Her ay o zât gelip para verirdi. Genç kendisine para gönderen þahsý tanýmak istedi. Hacý Veyiszâde´nin Azî­ziye Câmiinde imâmlýk yaptýðýný öðrenince, elini öpmek ve teþekkür et­mek için câmiye gitti. Duâdan sonra odasýna gitmekte olan Hacý Veyis- zâde gencin yanýnda durdu. Genç gayri ihtiyârî ayaða kalkarak, hemen elini öptü. Hoca Efendi kulaðýna eðilerek; "Derslerine devâm et. Sýkýntýya düþmekten korkma." dedikten sonra odasýna gitti. Gence yar­dýmlarý u- zun süre devâm etti.

Türkistan evliyâsýnýn büyüklerinden Hakîm Süleymân Ata (rahme- tullahi teâlâ aleyh) daha küçük bir çocukken hocalarýn huzûruna vardý. Kur´ân-ý kerîm dersleri almaya baþladý. Kur´ân-ý kerîmi boynuna asmaz, eliyle baþý üstünde tutarak hürmetle taþýrdý. Allahü teâlânýn ke­lâmý olan Kur´ân-ý kerîme çok hürmet gösteren bu küçücük çocuk, oku­tulduðu mektebe sýrtýný da dönmezdi. Yüzünü mektebe, arkasýný eve dönmüþ o- larak eve kadar giderdi. Bir gün Ahmed Yesevî hazretleri, onun bu hâlini gördü. Çok hoþuna gitti. Hocasýnýn ve annesinin rýzâsýyla Sü­leymân´ý Kur´ân-ý kerîm öðretmek için yanýna aldý. On beþ yaþýna ge­lince, Ahmed Yesevî hazretlerine tam talebe oldu.

Bir gün Hýzýr aleyhisselâm, Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin ya­ný- na geldi. Ahmed Yesevî hazretleri, aralarýnda Süleymân´ýn da bulun­duðu birkaç çocuðu odun getirmeleri için gönderdi. Odunlarý toplayýp dö­necekleri sýrada, yaðmur yaðmaya baþladý. Odunlarýn hepsi ýslandý. Yal­nýz elbisesiyle odunlarý örttüðü için Süleymân´ýn getirdiði odunlar kuru kaldý. O kuru odunlarla, diðerleri de tutuþtu. Hýzýr aleyhisselâm, odunla­rýn niçin ýslanmadýðýný sordu, o da, elbisesiyle örttüðünü söyledi. Bu ce­vap Hýzýr aleyhisselâmýn çok hoþuna gitti. Süleymân´a; "Bundan sonra adýn Hakîm olsun!" dedi. Sonra ona hayýr duâda bulundu. Hakîm Süley­mân´ýn içi, birden nûra gark oldu. Hýzýr aleyhisselâm, onun feyzinden di­ðer insanlarýn da istifâde etmesini emir buyurunca, hikmetler (manzû­meler) söylemeye baþladý. Ahmed Yesevî hazretlerinden duyduklarýný, þiirlerle diðer insanlara aktardý.

Fýkýh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ý Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýçinden çýkamadýðýnýz mevzû­larda, âlim- lere gidip sorunuz. Onlardan istifâde edebilmeniz için; kendi­nizi hiç kabûl edip, câhil olduðunuzu söyleyerek, samîmiyet, tertemiz bir kalb ve edeb ile gitmeniz lâzýmdýr."

Talebeleri sýdk ve ihlâs kazanmaya çalýþýrlar, farzlara çok dikkat e- derlerdi, Ýbâdetleri, hayrâtý, sünnetleri, nâfile ibâdetleri çok yaparlardý. Ri- yâya, gösteriþe yakalanmaktan çok korktuklarý için ibâdetlerini gizler­ler, görünmesinden korkarlardý. Herkese tatlý söyleyerek, güler yüzlü davra- nýp, iyilik ederlerdi. Dünyâya düþkün deðillerdi.

Harrân´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerin­den Hayât bin Kays el-Harrânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdýk talebenin alâmeti þudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O´nu hatýrlamaktan ayrýlmamalý ve O´nun hakkýný gözeterek, farz ve sünnet­lere devâm etmeli, dünyânýn geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayýp atmalý ve kalbinde dâimâ cenâb-ý Hakk´ýn sevgisini bulundurmalýdýr"

"Haramlardan sakýn ve dünyâya düþkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarýlmalý, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduðunu gösterip, dün­yâlýklara kavuþmak için onu vesîle etmemelidir."

Evliyânýn büyüklerinden ve Þafiî mezhebi fýkýh âlimi Ýbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatýr: "Edeb ve tasavvuf yolunu öð­ren- meye baþladýðýmýz zaman, beni bir takým hâller kapladý. Bunlarý ho­cama haber verince, beni konuþmaktan men ediyordu. Yanýnda bir kamçý var- dý. Bana; "Bu mevzuda konuþtuðun zaman, seni bu kamçý ile döverim." buyurdu. Hocam bana, devamlý hayýrlý amel iþlemeyi emredi­yor ve; "Sahib olduðun bu hâllerin hiç birine raðbet etme." diyordu. Ho­camýn ya- nýnda bulunduðum müddetçe buyurduðu gibi davrandým. Bâzý geceler hocamýn yanýnda kalýyordum. Âmâ bir annem vardý ve benden baþka hizmet edecek kimsesi yoktu. Bir akþam hocamdan, annemin ya­nýna git- mek için izin istedim. Bana izin verdi ve; "Bu gece, sana hayret verici bir iþ olacak. Sakýn ondan korkma." buyurdu. Yolda giderken bir­den semâ tarafýndan bir ses duydum. Baþýmý kaldýrdým, baktýðýmda, zin­cir þeklinde bir nûr vardý. Bu nûr sýrtýma dokundu. Sýrtýmda soðukluðunu hissettim. Sonra hocamýn yanýna dönerek, olup biteni anlattým. Hocam; "Elham- dülillah!" dedi ve beni alnýmdan öptü. Sonra; "Yavrum, senin üze­rindeki nîmet tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduðunu biliyor mu­sun?" bu- yurdu. Ben "Hayýr!" cevâbýný verdim. Bunun üzerine; "Bu nur­dan zincir, Resûlullah efendimizin sünnetidir." buyurdu. Bu hâdiseden sonra ho- cam, daha önce bana yasakladýðý hâllerle ilgili hususta konuþ­mama izin verdi."

Ýbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî þöyle anlatýr: "Babam Þam´da vefât et- tiði zaman, talebeleri bana; "Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâzet, diploma getirmeden babanýn yerine geçemezsin." dediler. Bunun üzeri- ne, Seyyid Ahmed´den icâzet almak için Betâih´e gitmek üzere yola çýk- tým. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis´e geldiðimde, Ebû Bekr bin Kav- vâm´ý ziyâret ettim. Bana izzet ve ikrâmda bulundu ve nereden geldiðimi ve niçin Betâih´e gideceðimi sordu. Sonra; "Oradaki Seyyid Ahmed´den icâzeti kolayca alýrsýn." dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih´e vardý- ðým zaman, Seyyid Ahmed´in huzûruna çýktým. Durumu anlattým. Bana zorluk çýkarmadan, icâzetnâme ile bir de seccâde verdi. Þam´a geri dö- nerken, yolda kalbim Ýbn-i Kavvâm´ýn sevgisi ile doldu. Kendi kendime; "Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm´a talebe olayým." diye düþünerek, icâzetnâ- memi nehire attým ve doðruca onun dergâhýna çýktým. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; "Yâ Ýbrâhim, sen benim talebemsin." Bu- yurdu. Orada bulunan­lar sebebini sordular. O da; "Yüzüne bakýn." De- yince, hepsi benim yü­züme baktýlar. "Ne görüyorsunuz?" diye sorunca; "Ýki gözünün arasýnda hilâlden bir nûr görüyoruz." dediler. Bunun üzerine o; "O nûr, benim tale­belerimin iþâretidir." buyurdu. Bundan sonra ona baðlý bir talebe oldum ve ondan ders aldým.

Mýsýr´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Ýbrâhim Desûkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Hoca hakký soruldukta; "Talebe, hocasýn- dan müsâade almadan konuþmamalýdýr. Eðer hocasý orada hazýr deðil- se, manevî olarak ondan izin istemelidir. Zîrâ her bakýmdan rehberi olan hocasý, talebesinin bu gibi þeylere riâyet ettiðini gördüðünde onu çok se- ver, kýsa zamanda hedefe ulaþtýrýr." buyurdu.

Bir talebesi kendisinden nasîhat istedi. O zaman; "Uygun olmayan yerlere gitmekten çok sakýn, oralara girip çýkanlara da dikkat et. Müslü­man kardeþinden yersiz bir þey görürsen, ona iyi muâmele etmeye gay­ret et, iyi geçin. Onun durumuna düþmekten pek sakýn. Senin en iyi, en yakýn dostun; özü, sözü doðru olandýr. O böyle kaldýðý müddetçe, onu koru." buyurdular.

"Allahü teâlâya muhabbet edip, muhabbete vesîle olursan, yerdeki­ler ve göktekiler de sana muhabbet eder. Allahü teâlâya itâat et ki, yer­dekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itâat et ki, insanlar ve cinler de sana itâat etsin. Cenab-ý Hakk´a muhabbet ve itâat edene, Allahü teâlâ ikrâmlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine âmâde olur." buyurdu.

Ömrünün sonlarýna doðru, talebelerinin büyüklerinden birine; "Ezher Câmiinde ders vermekle meþgûl bulunan kardeþim Mûsâ Desûkî´ye git. Selâmýmý söyle ve zâhirinden önce bâtýnýný, kalbini temizlesin. Gurûr, ki­bir, hased, ucb gibi bütün kötü huylardan kalbini muhafaza etsin." bu­yurdu. Talebe derhâl yola çýkýp, hocasýnýn emrini kardeþine ulaþtýrdý. Kardeþi o anda ders veriyordu. Dersini yarýda býrakýp, süratle Ýbrâhim Desûkî hazretlerine gitti. Fakat aðabeyinin, seccade üzerinde Allahü teâ- lânýn rahmetine kavuþtuðunu gördü.

Seyyid Ýbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri, talebesi olmak iste­yen birine; "Ey oðlum, tövbe etmek istersen, bu hususta lâübâli olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnýz dil ile "Tövbe ettim yâ Rabbî!" demek yetmez, hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramlarý ve yasak olan þeyleri yapmamalýdýr. Tövbe nasýl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allah´dan baþ- ka bir þey ile meþgûl etmemesi, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsýl olursa, tövbe makbuldür." buyurdu.

"Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esâsý, zarûrî olan ile yetinmektir. Sonsuz saâdeti arzu ediyorsanýz, Allahü teâlâdan baþkasýna muhtac ol­mamayý beðeniniz.

Yine talebelerine; "Hak teâlâ neyi emir buyurmuþsa onu iþlemenizi, neden nehy etmiþse yasak etmiþse ondan kaçýnmanýzý istiyorum."

"Ýlim, kulluðun gerçek mânâsýný anlamak ve Hakk´a tam kulluk et­mek içindir."

"Gýybet; yalancýlarýn meyvesi, fâsýklarýn ziyâfeti, kadýnlarýn sakýzý­dýr." buyurdu.

Seyyid Ýbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri son günlerinde tale­belerine; "Ey evlatlarým! Ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaþmaktadýr. Bir gün bu üzerinde yaþadýðýnýz dünyâ dürülecek, kýyâ­met kopacaktýr. Hergün amel defterinizi hayýrlý iþlerle doldurmaya baký­nýz. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaç- mayarak günahlarla dolduranlara da yazýklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarýnýzý boþa geçirmeyip deðerlendiriniz. Yoksa piþmân olursunuz. Duânýzýn kabûl olmasýný istiyorsanýz, helâlden yiyiniz ve müslüman kardeþlerinizin hakkýnda yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz." nasîhati oldu.

Hindistan´da yetiþen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin akrabâlarýndan biri þöyle anlatmýþtýr: "Ben, Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin talebelerinden ol- mayý arzu ediyordum. Fakat çeþitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizme­tine girmek nasîb olmamýþtý. Bir gece karar verip; "Yarýn gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasýna kabûl etmesini isteyeyim" diye düþün­düm. O gece rüyâmda kendimi derin bir deniz kenarýnda gördüm. Ýmâm-ý Rab- bânî hazretleri ise karþý sâhildeydi. Huzûruna kavuþmak istiyor­dum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldýn." buyurdu. Bu sözlerini iþitince kalbim zikretmeye baþladý. Uykudan uyandým, kalbim artýk zikre­diyordu. "Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulun- madan kalbim zikre baþladý. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasýl olur?" dedim. Sabahleyin Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördü- ðüm rüyâyý bana olan teveccüh ve tasarruflarýný anlatarak hâlimi arzet- tim. Kalbimin zikretmeye baþladýðýný söyledim. Bana; "Yolumuz tam bu- dur. Buna devâm et" buyurdular."

Büyük velîlerden Ýzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman talebelerine; "Hak yolun yolcusu olmak isteyen, kalbiyle hocasýna baðlanmalý. Hocasý ve derviþ arkadaþlarýndan baþkasýyla konuþmamalý, hallerini hocasýndan baþkasýna anlatmamalý." buyurdular.

Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Ýsmâil Hakký Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) þöyle buyurdular: "Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhis- selâmýn yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan baþka olan þey­leri kal- binden çýkarmaktýr. Meselâ; bir kimse bir iþ için sefere çýktýðýnda, önce vatanýný, hýsým ve akrabâsýný terk edip yola devâm eder. Eðer kal­binde vatanýnýn, hýsým ve akrabâsýnýn sevgisi var ve fazla ise sefere ra­hat ra- hat gidemez. Belki yola da çýkamaz. Bir peygamber gazâya çýkar­ken, bir iþle uðraþan kimseyi gazâya götürmedi. Meþhûr sözdür ki; "Bir evde iki sarýklý olmaz!" Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulma- sýna sebeb olur. Nefs ve þeytan kalbe vesvese verince, insanýn zâhiri de bozulur ve kötü iþler yapmaya baþlar. Namazýn fâidesine inancý az olan kimse, kaç rekat kýldýðýný þaþýrýr. Ekseriyâ dînî meselelerde ya­nýlýr. Çün- kü kalbi elinde deðildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdýr. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaþlarýndan ayrýlma, yoksa yolda kalýr- sýn veya dalâlete saparsýn! Topluluktan ayrýlan helâk olur. Tek olarak yo- la çýkma. Çünkü þeytan arkadaþýn olur. Yolun baþlangýcýnda olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karþý karþýyadýr. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcý olduðu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcý vardýr.

Kâmil bir hocanýn elinde terbiye olunan bir insan, kýsa bir süre içeri­sinde maksadýna kavuþur. Bunun misâli daðlardaki meyvalar ile bahçe­lerdeki meyvalardýr. Yâni daðlardaki aðaçlarýn meyvalarý terbiye ve ba­kým görmedikleri için geç olgunlaþýr ve tatlý olmazlar. Fakat bostanlarda bahçývanlarýn bakýmýyla yetiþen aðaçlarýn meyvalarý hem kýsa zamanda olgunlaþýr hem de çok lezzetli olur."

Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Kâdý Muhammed Zâhid haz­retlerinin, Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ta­lebe olmasý þöyle oldu: Memleketi olan Semerkand´da kalýp ilim tahsîl et- tikten sonra daha fazla ilim öðrenmek için Þeyh Nîmetullah adýnda bir i- lim talebesiyle Semerkand´dan Hirat´a gitmek üzere yola çýktý. Þadman köyüne vardýklarý zaman havanýn sýcak olmasý sebebiyle orada bir müd­det kaldýlar. Onlar buradayken, Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri köyü teþrif ettiler. Bir ikindi vakti Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin ziyâretine gittiler. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri ona; "Sen nerelisin?" diye sorunca, Mu- hammed Zâhid; "Semerkandlýyým." dedi. Daha sonra Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri sohbete baþladý. Çok güzel konuþuyordu. Konuþmasý sý­rasýn- da Muhammed Zâhid´in kalbinden ve hâtýrýndan geçenleri bir bir saydý. Hirat´a gitmek üzere yola çýkýþýnýn sebebini söyledi. Bunun üze­rine Mu- hammed Zâhid´in kalbine Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerine karþý sevgi ve baðlýlýk hisleri kuvvetlendi. Kalbi ona tutuldu. Ubeydullah-ý Ahrâr haz- retleri ona; "Eðer maksadýn ilim öðrenmekse o iþ burada daha kolay­dýr." buyurdu. Fakat Muhammed Zâhid´in Hirat´a gitme arzusu devâm ediyor- du. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri onun kalbinden geçen bu düþün­ceyi de keþf edip yanýna doðru yaklaþtý ve; "Hirat´a gitmekten maksadý­nýz nedir? Söyle bana ilim mi öðrenmek, yoksa tasavvufta mý yetiþmek istiyorsu- nuz?" buyurdu. Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ý Ahrâr hazretle­rinin hey- betinden dehþete kapýldý ve sustu. Yanýndaki yol arkadaþý; "Onun asýl maksadý Hirat´a gidip tasavvuf yoluna girmektir. Ýlim öðren­meye gidiyo- rum demesi bu maksadýný gizlemek içindir." diye cevap verdi. Ubeydul- lah-ý Ahrâr hazretleri tebessüm etti ve; "Eðer böyle ise çok iyi ve güzel- dir." buyurdu. Sonra alýp bahçesine götürdü. Ýnsanlarýn gö­zünden kaybo- luncaya kadar birlikte yürüdüler. Sonra durup Muhammed Zâhid´in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük deðiþiklik hisseden Muhammed Zâhid bayýldý. Ayýldýðý zaman Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri; "Herhalde sen benim yazýmý okuyabilirsin." buyurdu. Cebinden bir kâðýt çýkarýp o- kuduktan sonra katladý ve Muhammed Zâhid´e verdi. Bu kâðýtta þöyle yazýlýydý: "Bunu iyi muhâfaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huþû ve Allahü teâlânýn azameti karþýsýnda insanýn âcizliði yazýlýdýr. Bu saâdet Allahü teâlânýn muhabbetiyle ve onun resûlü Seyyidü´l-evvelîn vel-âhirî- ne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalý ilim öðren. Tâ ki Resûlullah efen- dimize tâbi olmak sûretiyle mârifet-i ilâhiyyeye kavuþa­sýn. Kötü din a- damlarýndan uzak dur. Çünkü onlar dîni dünyâ malý top­lamak ve maka-ma, mevkiye kavuþmak için âlet ederler. Helâl haram ayýrmadan buldu-ðunu yiyen ve dîne uygun olmayan iþler yapan câhil ve sapýk tarîkatçý-lardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet îtikâdýna uymayan sa­pýk kimselerden de uzak ol." Mektubu verdikten sonra Fâtiha-i þerîfe okudu. Muhammed Zâhid´e Hirat´a gitmek üzere izin verdi. Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî´ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid´e yardýmcý olunmasý ve korunmasý yazýlýydý. Bu hare­ketleri gören Muhammed Zâhid´in kalbini Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerine karþý muhabbet ve bað- lýlýk kapladý. Fakat bir türlü Hirat´a gitme azmin­den de vaz geçemedi. Mektubu alýp yola çýktý. Yolda ilerledikçe bindiði hayvan yavaþladý. Bu sebeple Muhammed Zâhid yol almaktan âciz kaldý. Buhârâ´ya 36 km ka- dar mesâfe kaldýðý sýrada Muhammed Zâhid þiddetli bir göz aðrýsýna tu- tuldu. Günlerce orada kaldý. Ýyileþince yola çýktý. Bu sefer de Humma hastalýðýna tutuldu. O zaman eðer yola devâm ederse helâk olacaðýný anladý. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin huzûruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Geri döndü. Taþ- kent´e vardýðý zaman kitaplarý ile binek hayvanýný bir arkadaþýna emânet býraktý. Bu sýrada Taþkent´te bulunan bir þeyhin talebelerinden biriyle karþýlaþtý. Ona; "Gel berâberce senin hocaný ziyâ­rete gidelim." dedi. O kimse Muhammed Zâhid´e; "Binek hayvanýn ve ki­taplarýn nerede?" diye sorunca; "Bir arkadaþýma emânet býraktým." dedi. O kimse; "Git onlarý getir. Benim eve býrak sonra berâberce ziyârete gi­deriz." dedi. Muham- med Zâhid hayvanýný ve kitaplarýný almak için gider­ken birisi ona gelip; "Hayvanýn ve eþyâlarýn kayboldu." dedi. Muhammed Zâhid hayret edip düþünceli olarak giderken; "Herhalde ziyâretine gitme­diðim için Ubeydul- lah-ý Ahrâr hazretleri bana kýrýldý. Bu sebeple bineðim ve eþyâlarým kay- boldu." diye kalbinden geçirdi. Bineðini ve eþyâlarýný aramaktan vaz ge- çip her þeyden önce Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerini zi­yâret etmeye karar verdi. Tam bu sýrada birisi gelip; "Binek hayvanýn ve eþyâlarýn bulundu." dedi. Binek hayvanýný ve eþyâlarýný emânet býraktýðý kimse gelip; "Ey Muhammed! Senin binek hayvanýný emânet aldýðýmda onu bir yere bað- ladým. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya baþladým fakat bulama- dým. Üzgün üzgün geri dönüyordum, bir de ne göreyim, hayvan sokak ortasýnda insanlar arasýnda üzerindeki eþyâ ile beraber duruyor. Hayret ettim. O kadar kalabalýk arasýnda ona kimse dokunma­mýþtý." Muham- med Zâhid binek hayvanýný ve eþyalarýný alýp Semerkant´a Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin huzûruna gitti. Huzûra varýnca, Muhammed Zâhid´e bakýp tebessüm etti ve; "Hoþ geldin." buyurdular.

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:21:05
Büyük velîlerden Kâsým Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin talebelerinden biri Allahü teâlânýn en sevgili kullarýndan sayýlan bir kutup görmek arzu ederdi. Kâsým Çelebi onun bu arzusunu anlayýnca ta- lebeyi bir iþ sebebiyle Bursa´ya gönderdi. Talebe, deniz yoluyla gider­ken fýrtýna çýktý. Nasýl olduðunu anlamadan kendisini bir adanýn orta­sýnda buldu. Adada yalnýz baþýna dolaþmaya baþladý. Netîcede çimenlik bir ye- re oturdu. Etrafta kimsecikler yoktu. Akþama kadar oralarda kaldý. Ak- þam olunca adanýn herbir tarafýndan yedi kiþinin kendisine doðru gel­diðini gördü. Bir ara aralarýnda bâzý þeyler konuþtular. Ýçlerinden birinin yüzü örtülüydü. Sonra cemâat hâlinde akþam namazýný edâ ettiler. Yüzü örtülüleri imâm olmuþtu. Daha sonra herbiri geri dönüp geldikleri tarafa gitmek için yola koyuldular. Talebe, onlarýn yanýndan ayrýldýklarýný gö­rün- ce feryâd etti. Bunun üzerine yüzü örtülü olan, o talebeye dönüp; "Oð- lum! Niçin hocan ile kanâat etmeyip baþka kimse ararsýn. Ýçinden kutup görme arzusunu çýkar." dedi. Talebe þaþkýnlýkla; "Peki efendim." deyip tövbe etti. Yüzü örtülü olana dikkatlice baktýðýnda onun kendi ho­casý Kâ- sým Çelebi olduðunu anladý. Kâsým Çelebi talebesine tebes­sümle; "Sen arkadan gelirsin. Bizim acele iþimiz var." buyurdu ve ayrýldý. O talebe kýrk gün sonra Ýstanbul´a döndü. Dergâha geldiðinde hocasýnýn vefât et- tiðini gördü.

Çin, Hindistan, Ýran ve Anadolu´da Ýslâmiyetin yayýlmasýnda büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû Ýshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine nasîhat ederek, buyurdular ki: "Ey kardeþlerim! Size dört nasîhatým var­dýr. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kýldý isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur´ân-ý kerîm öðrenip, okumaya devâm ederek emir ve ya­saklarýný gözetiniz. Bir misâfir geldi- ðinde evinizde aðýrlayýp, hemen ne var ise hazýrlayýp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbiri­nizle muhabbetli olunuz. Sakýn düþ- manlýk edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düþer parçalanýr- sýnýz."

"Bu iki parmaðýmýn yanyana durmasý gibi îmân ve muhabbet birlik­tedir. Allahü teâlânýn rýzâsý için her ikisi de mutlaka lâzýmdýr. Muhabbetin þartlarýna son derece dikkat ediniz. Din kardeþlerinizi seviniz. Yakýnday­ken de, gýyâbýnda da seviniz, seviþiniz."

"Alahü teâlânýn emirlerini yerine getirip yasaklarýndan sakýnmayý ga- nîmet biliniz."

Büyük velî, fýkýh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Kuþeyrî hazretleri, Ýs- ferâînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. Bir gün hocasý ona "Niçin yazmýyorsun? Ýyice öðrenmek için yazmak lâzým." deyince, Kuþeyrî, o âna kadar hocasýnýn anlattýðý derslerin hepsini tekrâr etti. Bunun üzerine hocasý; artýk derse girmesine lüzum kalmadýðýný, bundan sonra kitaplarý kendisinin mütâlaa etmesini ve anlayamadýðý yer olursa sormasýný söyledi. Kuþeyrî, Ýbn-i Fûrek ve E- bû Ýshâk Ýsferâînî´nin usûllerini iyice kavradýktan sonra, meþhûr kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkýllânî´nin kitaplarýný mütâlaa etti. Kuþeyrî´nin aklî ilimleri tahsil etmeye düþkün olmasý, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öðrenmesini saðladý. Bütün bu ilimleri okurken, ayný za­man- da hocasý Ebû Ali Dekkak´ýn sohbetlerine de devâm ediyordu. Bu arada hocasý Ebû Ali Dekkak´ýn kýzý, ilim, edeb sâhibi ve zamanýn en çok ibâ- det edenlerinden olan Fâtýma hâtunla evlendi. Kuþeyrî´nin Fâtýma ha­nýmýndan altý erkek ve bir kýz olmak üzere yedi çocuðu olmuþtur.

Üsküp´de yaþamýþ büyük velîlerden Lütfullah Üskübî hazretleri, Abdullah-i Ýlâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin hizmetine giriþini þöyle anlatýr: "Abdullah-ý Ýlâhî, mýknatýs gibi beni kendine çekti. Kalbim ona tutuldu. Bir gün arkadaþlarýmla öðle namazýný kýlmak için Zeyrek Câmiine gittik. Namaz vaktini beklerken, hatýrýma Abdullah-i Ýlâhî´nin ve­lîlik derecesini ve kerâmet göstermedeki gücünü imtihân etmek geldi. Bu düþüncede bir köþede otururken, kýble tarafýndan bir el göründü. Fakat elin sâhibi görünmüyordu. Bu el, beni ileri çekti. Bir saf ileri geçtim. Ayný þekilde üç defâ çekti, ben de üç saf ileri geçtim. Sonra namaz vakti geldi, sünnetler kýlýndý. Ýkâmet getirildiðinde, Abdullah-i Ýlâhî odasýndan çýkýp bize öðle namazýný kýldýrdý. Namazdan sonra, onun elini öpmek için ileri vardým. Baktým ki, hocanýn elleri, beni namazdan önce ileri çeken eldi. Bu hâdiseden Abdullah-i Ýlâhî´nin büyük bir velî olduðunu anladým. Beni ileri çekmesinden de, tasavvuf yolunda bu zavallýyý yüksek derecelere çýkaracaðýný anladým. Abdullah-ý Ýlâhî´yi imtihân etmeye kalkýþtýðým için özür dileyip, ellerini öptüm. Bana; "Bizi bir kere imtihân etmen kâfi gel­medi mi? Üç defâ imtihân ettin. Buna ne lüzûm vardý?" dedi. O anda çok utandým. Çok özürler dileyerek beni talebe olarak kabûl etmesi için yal­vardým. Bu yalvarmalarým karþýsýnda bana; "Bize hizmet etmek, talebe olmak çok zor iþtir. Sen buna tâkat getiremezsin. Önce seni bir deneye­lim. Talebeler için kullanýlan boþalmýþ testileri eline alýp su getirebilir mi­sin? Eðer bu iþi yapabilirsen, seni kabûl edelim." dedi. Ben, hemen üze­rimdeki elbisemi çýkardým. Testileri elime alýp zâviyeye su getirdim. Be­nim candan ve samîmî olarak bu iþteki isteðimi görünce talebeliðe kabûl etti. Uzun zaman hizmetinde bulundum. Her emrini canla baþla yerine getirdim. Hocama olan hizmet ve sevgim sebebiyle yüksek derecelere, mânevî hâllere kavuþtum."

Harput´un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi Osman Bedreddîn Efendiye buyurdular ki: "Hâfýz, ne söylersen kitabdan söyle. Bunda iki fâide vardýr: 1) Sen ara­dan çýkarsýn, sana gurur gelmez. Zîrâ söylediðin söz, senin deðil, baþ­kasýnýndýr. 2) Birisi itiraz ederse, baþkasýnýn sözü olduðu için yine senin nefsin araya girmez. Bu sûrette insana hiddet ve can sýkýntýsý da gelmez. Söylediðin söz, doðru ise de, yanlýþ ise de, kitabýn sâhibine âiddir."

"Yarýn cenâb-ý Hak, bizim adamlarýmýza azab ederse, biz de üzülü­rüz. Ýnþâallah ne onlara azab edilir, ne de biz mahzûn oluruz."

Medîne-i münevverede yaþayan âlim ve velîlerden Ýmâm-ý Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Bu­yurdular ki: "Ýlim öðrenmek isteyen kimsenin vakarlý ve Allahü teâlâdan korkmasý lâzýmdýr. Ýlim, çok rivâyet etmek deðildir. Ýlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiði mümin kullarýnýn kalbine koyar

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meþhûrlarýndan Mazhar-ý Cân-ý Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzâtý, Kelimât-ý Tayyi- bât denilen kitapta vardýr. Mektuplarýndan biri:

"Kardeþim, zamâný­mýz talebesinin zaîfliðinden, evliyâdan keþf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrý göz önünde tutmadýklarýndan bah- seden mektubunuz geldi. Biliniz ki, baþka þeyhlere meyli olan sefihleri, akýlsýz kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akýllý ve muhlis kimse- lerden, bu iþe tâlib olanlarý kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ ha- kîkî hakîmdir. Âl-i Ýmrân sû­resi 31. âyetinde meâlen; "Ey Habîbim! Onla- ra de ki, eðer Allah´ý sevi­yorsanýz, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever." buyrulmasý, bütün yol­lardaki sâliklerin, talebelerin maksadý olan Allahü teâlânýn sevgisini ve rýzâsýný kazanmaðý, Peygamber efendimize tâbi olmaya baðlý kýldý. O mütehassýs doktor, kullarý gaflet ve günâh hasta- lýklarýndan kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasaklarý gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçlarý alan, perhize riâyet eden sýhhat ve þifâ bulur. Kaçýnan kendini ziyân ve telef etmiþ olur.

Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardýr. Sûreti ile avâm müslü- manlarý hareket eder. Bu da, îtikâdýný düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karþý­lýðý da Cennet´in nîmetleri ve Cehennem´den kurtulmaktýr. Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanmasý, parlamasý ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiþ olan sûret bulun­makla berâ- ber, riyâzet ve mücâhedelerde de vardýr. Burada ele geçen, tecellî ve keþflerdir. Sûrete îmân ve Ýslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nite­kim Ha- dîs-i þerîfde; "Ýhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsýz sûret, derideki hastalýklara çâre bulmada, çýban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayý iyileþtirir, çýbaný geçirir. Elbette faydasýz deðildir. Hakîkatýn ise, sûretsiz hiç faydasý yok­tur. Belki o hakîkat deðil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sýðýnýrýz.

Hakîkat, temizlemek, yâni hastalýklý, mikroplu, bozuk maddeleri çý­karýp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalýrlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sýhhate kavuþmak, büsbütün þifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapýl­masýyla olur. Bu açýklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Es- hâb-ý kirâmýn tabiatlarýnda nasýl sýhhat ve þifâ tesirleri yaptýðý kolay­lýkla anlaþýlabilir. Muhakkak ki, o tedâvî ve ilâç, Allahü teâlâyý çok sev­mek, bütün gayretiyle Resûlullah´a tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lez­zet duymak ve günahlarý çirkin görüp, nefret etmekten baþkasý deðildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapý­yordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve Ýslâmiyet reçetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kýsa zamanda, belki bir anda kavuþuyorlardý. Onlar, daha sonraki asýrlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koru­yan sûreti muhâfaza edip, keþf ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunlarý kemâlin, olgunluðun îcâb ve þartlarýndan saymadýlar.

O hâlde, tam sýhhate kavuþmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullah´ýn sünnetine uymayý, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmeli­dir. Bütün zevk ve mevâcidlere, bâtýn cemiyyeti ve devamlý huzur ya­nýnda deðer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde edilmesine sebeb olan büyüðü, Resûlullah efendimizin vekîli bilmeli, ona canla baþla hiz­met edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi þeylerle, tatlý olsa da, yetinmemelidir.

Hadîs-i þerîfi ve fýkýh bilgilerini öðreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz. Amellerinizi Allahü teâlânýn habîbi olan Peygamber efendimize ittibâ, uymak niyetiyle yapýnýz." (21´inci mektup)

Anadolu´da yetiþen evliyânýn meþhurlarýndan Þeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine ve sevenlerine muhak­kak ilim ve sanat öðrenmelerini emrederdi. Ýlim ve sanat öðrenen baþ­kalarýnýn minneti altýna girmez minnetsiz yaþar derdi.

Ýstanbul evliyâsýnýn büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birine yazdýðý bir mektupta þöyle buyurdular: "Bu âleme niçin gelindiðini, asýl maksadýn Allahü teâlâya kulluk olduðunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahý iste­yip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalýdýr.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diðer þeylerin dostu çok­tur. Allah dostu, Ýksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kýymetli bir þeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardýr. Bunun için her nefese iki þükür lâzýmdýr. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki þükür olmak üzere kýrk sekiz bin þükür olur. Bir insan bütün iþlerini býraksa, þükür þü­kür diyerek Allahü teâlâya hamd ve þükretse yine þükrün hakkýný edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya þükrün binde birini edâ edemez."

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok sevdiði talebelerinden ve halîfe- lerinden olan Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî´ye yazdýðý mektûbunda buyur­dular ki: "Allahü teâlâ, kalbimin özlediði, rûhumun gözlediði Seyyid Tâhâ´yý, fena ve bekâ mertebelerine kavuþmakla þereflendirsin. Allâme­nin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdýðý mektup geldi. Ýslâmiyetin yayýlmasýna çalýþtýðýnýz ve Kur´ân-ý kerîmin hatmi hakkýnda yazýyorsu- nuz. Çok memnun olduk. Ýhlâs þartý ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, si­zin vâsýtanýzla olduðu için, her birinin sevâbý kadar sizin de amel defteri­nize yazýlacaktýr. Resûlullah´ýn; "Bir kimse Ýslâmda sünnet-i hasene ya­parsa, bunun sevâbýna ve bunu yapanlarýn sevaplarýna kavuþur. Bir kimse Ýslâmda bir sünnet-i seyyie çýðýrý açarsa, bunun günâhý ve bunu yapan- larýn günahlarý kendisine verilir." hadîs-i þerîfi bu sözümüze þâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."

Evliyânýn büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Rukýyye (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle buyurdular: "Size bu yolda lâzým olan, mücâhede ve riyâzeti elden býrakmamak, bu yolun âdâbýna gereði gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doðru söze ve helâl ye­meye devâm etmektir."

Hocam Yûsuf Mahdûm þöyle buyurmuþtur: "Sadýk talebe önce hal­vet ve uzlete çekilmeli, oruç tutmalýdýr. Yeme, uyku ve konuþmanýn az olmasýna, devamlý abdestli olmaya ve beþ vakit namazý cemâatle kýl­maya dikkat etmelidir. Her gün Kur´ân-ý kerîmden yüz âyet-i kerîme okumalýdýr. Sonra Allahü teâlâyý çok zikretmelidir. Hergün yüz Ýhlâs sû­resi, yüz istigfâr ve Resûlullah efendimizin rûh-i þerîflerine yüz salevât-ý þerîfe okumalýdýr. Buna devâm eden kimsenin Ârif-i billah olmasý müm­kündür. Bundan fazlasýný yapmak daha iyidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Susmak, açlýk, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslýdýr."

Mevlânâ Muhammed Rukýyye hazretleri buyurdular ki: Bir mürþid-i kâmile talebe olmak isteyen kimse, dînin emir ve yasaklarýna uymak ve tasavvuf yolunun edeplerine riâyet etmek sûretiyle, mürþid-i kâmilin iþâ­ret buyurduðu þekilde ibâdet ve tâatle meþgûl olunca, hem nefsini ýs­lâha, hem de ilâhî mârifetlere kavuþur: "Nefsini tanýyan, Rabbini tanýr." Hadîs-i þerîfi gereðince, cehâletten uzaklaþýr, irfân derecelerine ve Rabbine yakýnlýk makâmýna kavuþur ve büyük velîlerden olur.

Büyük velîlerden Mimþâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin edebi; hocasýna hürmet, kardeþlerine hizmet, dünyâ baðlarýný kesmek ve dînin âdâbýna göre kendini korumaktýr."

Evliyânýn büyüklerinden, kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait 6´ncý Mektup (Bu mektup, Þeyh Tâceddîn´e gönderilmiþtir.): "Devamlý abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gýybetten, söz taþýyýcýlýktan, mümini aþaðý­lamaktan, müslümana düþman olmaktan, kin tutmaktan, eli altýnda olanlara kýzmaktan ve sert davranmaktan sakýnmak lâzýmdýr. Bizim yolumuzun esâsý budur. Bunlarsýz iþ saðlam olmaz. Ama bu sayýlanlarda arada bir gevþeklik olursa, bu iþi, yâni büyüklerin verdiði vazifeleri ve o yolun îcâblarýný terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldýðý ve yapmakta olduðu vazifelere daha sýký sarýlmalýdýr. Meâlen: "Muhakkak ki sevâplar, günahlarý götürür." âyetinin sýrrý ortaya çýksýn. Doðru yolda bulunanlara selâm olsun!"

Irak´ta ve Mýsýr´da yaþamýþ olan velîlerden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerinin suâllerine cevap verir, özel meselesi olanlarla ilgilenirdi. Has­talarý ziyâret eder, cenâzesi olanlarýn cenâzesinde bulunurdu. Ölümü çok hatýrlar ve hatýrlatýrdý. Bir defâ cenâzeden dönen bir talebesine; "Ne­reden geliyorsun?" diye sordu. O da kabristandan geldiðini söyleyince; "Bu sefer kabristandan döndün. Kabristana gidip de geri dönmeyeceðin gün de gelecektir." buyurdu. Bir meclisden kalkacaðý zaman; "Biz iki defa kalkacaðýz. Birisi bu gördüðümüz kalkýþ, diðeri ise kýyâmet günün­deki kalkýþtýr." buyururdu. Ölümü hatýrlatýcý âyet-i kerîmeler ve hadîs-i þerîfler okurdu. "Dil ile ölümü zikretmenin hiç kýymeti yoktur. Asýl kýymetli olan ve Peygamber efendimizin "Lezzetleri yok eden ölümü çok hatýrla­yýnýz." hadîs-i þerîfinden murâd, ölümü dil ile deðil, kalp ile hatýrlamaktýr." buyururdu.

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Muhammed Ýsmâil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerini yetiþtirmek için gecesini gündüzüne katar, bütün gücüyle çalýþýrdý. Yetiþtirdiði talebeler içinde en büyüðü, zamânýn kutb-ül aktâbý, oðlu Gulâm Muhammed Ma´sûm hazretleridir. Öyle bir oðul ki; dedelerinin makâmýna kavuþmuþ, Ýmâm-ý Rabbânî ve Ýmâm-ý Muham- med Ma´sûm hazretlerinin esrârýna vâkýf olmuþtur.

Babasý Sibgatullah hayatta iken Muhammed Ýsmâil´i diðer oðullarýn­dan ve halîfelerinden üstün tutardý. Herkesten çok onu severdi. Bunun için hepsinden çok feyze kavuþtu. Çünkü bu yolda feyz almak, üstâda kendisini sevdirmesine baðlýdýr. Her talebe, hocasýný sevdiði kadar feyze kavuþur. Babasý icâzet vererek, bir kýsým talebelerin yetiþtirilmesi için o- na vazife vermiþti. Muhammed Ýsmâil, vazifeli olarak gittiði yerde baba­sýyla mektuplaþýr, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarýný bildirirdi. Babasýndan gelen bir mektup þöyledir:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiði, seçtiði kullarýna selâmlar ol­sun. Gözümün nûru oðlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmýþ dostlarýnýzý unutmamýþsýnýz. Kâbil´e git­tiðinizi ve oradaki dostlarýn yakýn alâkasýný yazýyorsunuz. Allahü teâlâ oradaki dostlarýmýza hayýrlar ihsân eylesin. Bâzý talebelerinizin garip ev­liyâlýk hâllerini ve beyânlarýný yazýyorsunuz. Bunlarý okumakla sevinci­mizi arttýrdýnýz. Eðer tam istikâmette olduklarýný ve hâllerinin þüpheden kurtulduklarýný anlarsanýz, talebe yetiþtirmek üzere icâzet veriniz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diðer bizi sevenlerin hepsi, sizin tevec­cühleriniz altýnda bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir þey bekleme­sinler. Bizim rýzâmýz böyledir.

Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmiþlerine mahsus olan makamlar­dan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir þey esirgemiþ deðilim, esirgemiyeceðim de. Ýnþâallah bu yüksek makama yakýnda ka­vuþursunuz. Bilmeseniz de zararý yoktur. Çünkü bir þeyin hâsýl olmasý baþkadýr, bilinmesi baþkadýr. Aralarýnda büyük fark vardýr. Bugünlerde bu fakîr, çok iyiyim. Mescide yürüyerek gidip gelebiliyorum. Fakat bir ba­caðýmda ve dizimde biraz hâlsizlik, kuvvetsizlik vardýr. Rabbimiz, inþâ- allah onu da geçirir. Mektuplarýnýzý bekliyorum. Vesselâm."

Anadolu velîlerinden Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocasýnýn oðlu Mahmûd ile ayný dersleri okuyordu. Molla Abdur- rahmân´ýn yanýnda bir tek kitab olduðundan bu kitabý oðluna verdi ve; "Yarýn þu kadarýný ezberleyeceksiniz?" dedi. Muhammed Hazîn o kitabý aradý, fakat bulamadý. Düþünceli bir þekilde evine gitti. O gece rü­yâsýnda hazret-i Ali´yi gördü. Hazret-i Ali ona; "Mahmûd´un babasýnýn kitabý var da, senin babanýn kitabý olmaz mý?" diyerek ezberlenecek kýsmý Muham- med Hazîn´e tâlim ettirdi ve bir okumada ezberledi. Sa­bahleyin derste Mahmûd tam okuyamayýnca, Molla Abdurrahmân biraz sertleþti ve Mu- hammed Hazîn´e oku dedi. Muhammed Hazîn kusursuz ve noksansýz okuyunca, Molla Abdurrahmân bunun mânevî olduðunu anladý ve sordu. Muhammed Hazîn durumu olduðu gibi anlattý.

Evliyânýn meþhûrlarýndan ve büyük Ýslâm âlimi Muhammed Ma´- sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektubunda þöyle buyur­maktadýr: Ey mes´ud ve bahtiyâr kardeþim! Allahü teâlânýn sevdiði kulla­rýnýn yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun þartlarýný ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapýþmak ve bid´atlerden sa­kýnmak lâzýmdýr. Çünkü Allahü teâlânýn sevgisine ulaþtýran yolun esâsý bu ikisidir. Ýþlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkýnýzý, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarýna uydurmalýsýnýz. Sâlih kullar gibi olmalý­sýnýz ve onlarý sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aþýrý git­meyip, orta derecede olmalýsýnýz. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmaða gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, aðlamayý, Allahü teâlâya yalvarmayý ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayý aramalýsýnýz. "Ýnsanýn dîni, arkadaþýnýn dîni gibidir." hadîs-i þerîfini unut- mayýnýz! Þunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dün- yâ lezzetlerine düþkün olmamasý lâzýmdýr.

Mübâh olan lezzetleri býrakamazsanýz, hiç olmazsa, haramlardan ve þüphelilerden kaçýnýnýz. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altýn ve gümüþ eþyânýn ve çayýrda otlayan hayvanlarýn ve ticâret eþyâsýnýn zekâtýný, topraktan, tarladan, aðaçtan alýnan mahsüllerin öþ­rünü de her hâlükârda vermek lâzýmdýr. Bunlarýn verilecek mikdârlarý, fý­kýh kitaplarýnda bildirilmiþtir.

Zekâtý ve fýtralarý, Ýslâmiyetin emrettiði kimselere seve seve verme­lidir. Akrabâyý ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalýdýr. Komþularýn haklarýný gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malý, parayý, Ýslâmiyetin izin vermediði yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlýklar, âhiretlik hâlini alýr. Belki de bunlara dünyâ denmez.

Muhammed Ma´sûm Fârûkî hazretleri bir mektubunda da þöyle bu­yurmaktadýr: ...Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur´ân-ý kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kýymetli kitaplarda ve hadîs-i þerîf­lerde bildirilen duâlarý, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kýsmýný bu fakîr, toplamýþtým. Mevlânâ Muhammed Hanîf almýþtý. Zamânýnýzýn çoðunu; "Lâ ilâhe illallah" keli­mesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanýz iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yo­lun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsýtanýn, bu muhabbet olduðunu biliniz. Fârisî beyt tercümesi:



Aradýðýn hazînenin niþânýný verdim sana!

Belki sen kavuþursun, biz varamadýksa da!



Allahü teâlâ size ve doðru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve ra­hatlýklar versin!" (Mektûbât-ý Ma´sûmiyye Birinci cild, on dördüncü mek­tup.)

Evliyanýn büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî; "Falancanýn ahvâli hak­kýnda bir þey biliyor musun?" diye sordu. O þahýs, memleketinden He- rat´a ilim tahsîl etmek için gelmiþti. Sonra Mevlânâ Sa´düddîn´e bað­landý. Bu zât, dünyâ ile irtibâtýný tamâmen kesmiþti. Talebeler arasýna da çok az karýþýrdý. Devamlý suskun ve mahzûn bir hali vardý. Hocama; "Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiðim bir þey varsa, o da; dâimâ gizli bir þey- lerle meþgûl olduðudur." dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa´düddîn; "O- na hâlini sor, durumunu iyice öðren. Sana halini anlatýncaya kadar onu býrakma." buyurdu. Bu emir üzerine, o þahsýn yanýna gittim. Ona; "Sen niçin talebelerin arasýna karýþmýyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanýn kapýsýný kapatýyorsun? Niçin yalnýz baþýna oturuyorsun?" dedim. O da; "Ben fakir ve garip birisiyim. Kendimi arkadaþlar arasýna karýþma- ya lâyýk görmüyorum. Hem de onlarýn vakitlerini zâyi etmeyi ve onlarý rahatsýz etmeyi istemiyorum." dedi. Ben, hâlini tam anlatmasýný, elbette onu arkadaþlarýn arasýna karýþmaktan men eden birþeyin oldu­ðunu ve bunu açýklamasýný ýsrârla istedim. Bu ýsrârým karþýsýnda; "Niçin bu kadar üsteliyorsun?" deyince, ben de, bana bunu sormamý hocamýn emretti- ðini, hâline iyice vâkýf oluncaya kadar yanýndan ayrýlmayacaðýmý söyle- dim. Isrârýmýn kendimden olmayýp hocamdan geldiðine iyice kanâat ge- tirince, âh çekerek þöyle dedi: "Bende bir zaman garib bir hâl mey­dana geldi. Sana ondan biraz anlatayým. Cemâatle yatsý namazýný kýl­dýktan sonra, bir süre murâkabe ile oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânýn zikri ile meþgûl olurdum. Bu sýrada, sonu görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuþatýrdý. O nûrun görünmesiyle kendimden geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardý. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine dalardým." Ondan bu hallerini dinleyince, ona gýpta etmemden dolayý içim yanýyordu. E- limde olmayarak gözlerimden yaþlar geldi. Onun sözleri bana çok tesir etti. Oradan ayrýldým. Anladým ki; Mevlânâ Sa´düddîn´in onun hâlini öð­renmemi istemesi, etrâfýnda böyle kimselerin de bulunduðunu bana bil­dirmek içindi."

Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey yavrum! Sen de bizim gibi durup dinlenmek bilmeyen bir yolculuða koyulmuþsun. Bu dünyânýn fâni ve basit hayâtý seni aldatýp azdýrmasýn. Maðrûr olma. Böyle yaparsan, hasret ve piþmanlýk günü olan kýyâmet gününde mahzun, ürkek ve müf­lis olarak dolaþýrsýn."

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeþtî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Hâce Kutbüddîn-i Þîrâzî´ye yazdýðý mektubda, þöyle buyuruyor: "Kýymetli kardeþim Delhili Hâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihân saâdeti nasîb eylesin. Þunu yazmak iste- rim ki, Hakk´ý arayan hakîkî talebelerime bildireceðim mânevî bilgileri bil- dir de, felâkete uðramasýnlar. Allahü teâlâyý tanýyan, O´ndan bir þey iste- mediði gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O´nu ta­nýmayanlar bunlarý anlamaz. Diðer bir nokta ise, aç gözlülüðü, tamaý bý­rakmaktýr. Tamaý býrakan, istediði þeylere kavuþur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkýnda; "Ýsteklerine gem vuran, Cennet´e girer." buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aþýrý isteklere düþen, belâ kefenine sarýlýr ve piþmanlýklar mezârýna gömülür. Aþýrý isteklerini býrakýp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarýlýr ve kurtuluþ mezârýna gömülür. Allahü teâlânýn istediðini kabûl eden, O´nun korumasýna kavuþur.

Þimdi, eðer tasavvufun ne olduðunu bilmek istersen, her türlü rahat­lýðý býrak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleþtir. Eðer bunlarý yaparsan, tasavvufun sýrlarý sana açýlmaya baþlar. Allahü teâlâyý isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile berâber yapmalýdýr. Ýnþâallah kalb, þeytanýn þerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuþur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânýn huzûrunda bulunan kimseyi biliyor musun?" diye sordu ve þöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü teâlâdan ne ge­lirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. Ýþte bu, baðlýlýkta en önemli þeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânýdýr. Selâm ederim."

Muînüddîn-i Çeþtî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte ol­duðu zaman buyurdu ki: "Sâdýk talebe, hocasýnýn, rehberinin söylediði sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini can kulaðý ile dinler. Onun sözün­den dýþarý çýkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni, nefsin istemediði þeyleri yapar, istediði þeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin yolunda gidip çalýþýr ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört þeyi usûl edinmiþler ve yapmýþlardýr. Maksada kavuþmakta bunu zarûrî görmüþler ve bunlarý yapanlar maksada kavuþmuþlardýr. Bu on dört makam þunlardýr:

1. Tövbe, tövbekârlar makamýdýr. Bu, Âdem aleyhisselâmýn makâ­mýna iþârettir.

2. Ýbâdet makâmý. Bu makam, Ýdrîs aleyhisselâmýn makâmýdýr.

3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlýða düþkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmýn makâmýdýr.

4. Rýzâ makâmý. Kadere rýzâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhis- selâmýn makâmýdýr.

5. Kanâatkârlýk. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmýn makâmýdýr.

6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmýn makâmýdýr.

7. Sýddîklýk makâmý. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmýn makâmýdýr.

8. Tefekkür makâmý. Bu makam, Þuayb aleyhisselâmýn makâmýdýr.

9. Ýrþâd makâmý. Bu makam, Þist aleyhisselâmýn makâmýdýr.

10. Sâlihler makâmý. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmýn makâmýdýr.

11. Muhlisler makâmý. Bu makam, Nûh aleyhisselâmýn makâmýdýr.

12. Ârifler makâmý. Bu makam, Hýzýr aleyhisselâmýn makâmýdýr.

13. Þükredenler makâmý. Bu makam, Ýbrâhim aleyhisselâmýn ma­kâmýdýr.

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:21:42
14. Makâm-ý Muhibbandýr (muhabbet makâmýdýr). Bu makam, Pey­gamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Musta­fâ´nýn makâmýdýr.

Âlim ve velî Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi hazretleri, Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe ol­masýný þöyle anlatýr:

"...Þeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesinin müderrisi, Hâcegân yo­lunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i Molla Celâl´i okuyordum. Böy­le- ce derse devâm ediyordum. Birgün ders sýrasýnda, mübârek bir zât ders- hâneye geldi. Bu zâtý sâdece þahsen tanýyordum. Bu mübârek zât bize ders veren hoca ile ahbablýðý olduðundan, bâzan medreseye gelir­miþ. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta býraktý. Gelen zât da sohbete baþladý. Soh­bet sýra- sýnda bana iltifât göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle þeyler anlattý ki, dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sýrasýnda gözyaþlarýmý tutamayýp aðlamaya baþla­dým. Nihâ- yet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktý ve hürmetle uðurlandý. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim oldu­ðunu öð- renmek istedim. "Bu zât, Þeyh Mehmed Emîn Tokâdî´dir. Çok yüksek bir zâttýr." dediler. Meðer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershâne- mize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiþ ve onlara þöyle demiþ: "Hayli zamandýr ortalýkta dolaþan bir av vardýr. Onu saâdet tuzaðýna düþürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemâat da­ðýlmadan tekrar evine dönmüþ. Ben böylece onu tanýyýp iltifâtýna mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihâyet 1736 se­nesinde Rebîül-evvel ayýnda bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapýyý çalmadan beni karþýlayýp, içeri aldý. Çok iltifât gösterip, talebeliðe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öðrendim. Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altý sene müddetle bana ilim öðretti. Buhârîyi Þerîf´i okuttuðu sýrada da bana icâzet verdi..."

Hindistan´da yetiþen evliyâdan ve Çeþtiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev´e karþý olan muhabbeti çok meþhûrdur. Talebele­rini çok sevmesine raðmen, disiplini çok sýký idi. Bir defâsýnda en iyi tale­belerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmýþ bir battaniye üze­rinde oturarak rahat olmaya çalýþtýðýndan, dergâhtan çýkarýldý. Nizâmed- dîn Evliyâ, onun bu iþi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptýðýný düþünmüþtü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafýndan affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.

Hâce Müeyyededdîn Kereh, Sultân Alâeddîn Hilcî þehzâde iken, onun çok sevdiði bir kiþiydi. Bu zât, sonra makâmýný terk ederek, Nizâ- meddîn Evliyâ´ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmeddîn Evliyâ´ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn´in salta­nat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; "Hâce´nin baþka önemli bir iþi var. Onu bitirmeye çalýþýyor." diye cevap verdi. Bu cevaptan hoþ- lanmýyan sultânýn elçisi; "Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz." dedi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Sâ­dece benim gibi deðil, benden de iyi olmasýný istiyorum." diye cevap verdi. Sultân bu cevâbý iþitince, bir þey söylemedi ve konuyu kapattý.

Hâce Þemseddîn, sarayda önemli bir mevkýde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn Evliyâ´nýn talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini üzerine aldý. Hâce Þemsed- dîn bir gün hocasýndan, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inþâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; "Ey Mevlânâ Þemseddîn! O iþ, önce býraktýðýn iþ kadar deðersizdir." buyurdu.

Nizâmeddîn Evliyâ´nýn talebeleri arasýnda, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdý Muhyiddîn Kâþânî isminde bir zât vardý. Nizâmeddîn Ev­liyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdý Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ´- nýn talebesi olunca, hocasýnýn huzûrunda, bir yerin gelirinin kendi­sine verildiðini gösteren fermâný yýrttý ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtýna kendi- ni uydurdu.

"Bir talebe için, Allahü teâlâya baðlýlýðýn þu altý esâsý vardýr: 1) Nef­sini yenmek için insanlardan uzak kalmalýdýr. 2) Her zaman temiz ve ab- destli olmalýdýr. 3) Her gün oruç tutmaya çalýþmalý, yapamýyorsa az ye- melidir. 4) Allahü teâlâdan baþka her þeyden uzaklaþmaya çalýþmalý­dýr. 5) Hocasýna sâdýk ve itâatkâr olmalýdýr. 6) Allahü teâlâyý ve hakîkati her þeyden üstün tutmalýdýr."

"Bir talebe, þu dört þeyden sakýnmalýdýr: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüþmekten, 2) Zikirden baþka bir þeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan baþka bir þeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan baþka bütün dünyevî þeylere kalbi baðlamaktan."

Buhârâ´da yetiþen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûþ hazretleri; Þâh-ý Nakþibend Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr´n, Buhârâ´ya gelmiþ olduðu haberini alýp onun sohbetlerinde bu­lunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karþýlaþtý. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeþitli merhalelerden geçip yüksele­ceðiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüd- dîn-i Attâr´ýn sohbetlerinde bulunmak arzusu arttý. Oraya vardý­ðýnda, Hâ- ce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeþitli mer- halelerden geçip yükseleceðiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd´in söylediði sözün aynýsýydý.

Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür gör­mez bu kerâmeti ile de karþýlaþýnca, sevgi ve muhabbet ateþi içine düþ- tü. O büyük zâtýn sohbetlerinde bulunmakla duyduðu lezzeti, baþka þey- lerde bulamýyordu. Her þeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtýn soh- betlerinde bulunmaya, bu þerefli ve kýymetli sohbetlerden istifâde etme- ye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kýsa zamanda toplayýp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânýn en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetiþti.

Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandýðý, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kýlmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapýsý kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini u- zatýnca, Allahü teâlânýn izni ile kapý açýlýr ve rahatlýkla içeri girerdi. Soh- betinde bulunanlara, hocasýndan aldýðý yüksek ilimleri anlatýp, çok fayda- lý olurdu. Ýnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

Evliyânýn büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Medrese tahsîlini tamamladýktan sonra, çok genç yaþta Mýsýr kâ­dýlýðýna tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî Mýsýr´a gitmeden önce, vedâ etmek için Üskü­dar´- da bulunan dayýsý Hüseyin Efendinin konaðýna gitti. Hava iyi olma­dýðý i- çin dayýsýnýn konaðýnda bir müddet bekledi. Bir gece dayýsý, onu evin karþýsýnda bulunan Selâmi Dergâhýna götürdü. Yatsý namazýndan sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanýna gittiler. Nûreddîn Cer­râhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oðlum Nûreddîn! Safâ geldi­niz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî´yi bir muhab­bet ve cez- be hâli kapladý. Sonra Allahü teâlâyý zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliðe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsýný kabûl buyurup; "Oðlum Nûreddîn! Mâsivâdan sýyrýlýp, abdestini tâzele." diye uyardý. Bunun üzerine kendi­sine verilen Mýsýr kâdýlýðý vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânýný þeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî iþlerini terk edip, hocasý Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâ- hî´yi abdest aldýktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kýrk gün Allahü teâ- lâya ibâdetini) tamamlayýnca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hýrka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oðlum Nûreddîn! Ýstanbul´a git, Karagümrük yakýnýnda ve dört yol aðzýnda, Kethüdâ Canfedâ´nýn yaptýrdýðý câmi-i þerîfin yanýnda, Bakkal Ýsmâil E- fendi isminde bir zât senin için bir oda yaptýrdý. O odada ibâdetle meþ- gûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapýlýr. O zaman insan- lara doðru yolu göstermeye çalýþ. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanýnda kemâle gelecekler." buyurdu. Nû- reddîn Efendi, hocasýnýn emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanýnda olduðu halde Karagümrük´e gittiler. Ýsmâil Efendi, hocasýnýn bahsettiði odanýn anahtarýný Nûreddîn Cerrâhî´ye teslim etti ve odayý Resûl-i ekremin emri ile yaptýðýný söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanýndaki Cerrah Mehmed Paþa Câmiinde Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný anlatýrdý. Onun sohbetlerinin güzel­liði kýsa sürede Ýstan- bul´a yayýldý. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye ge­lirdi.

Ýstanbul´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Seyyid Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduðu Sünbül Efendi dergâhýna bir gün, Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi gelerek, hazretin talebeleri arasýna girmiþti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imre­nerek bakýyordu. Kendi kendine; "Keþke Seyyid Nûreddîn Efendinin ta­lebesi olsaydým." demiþti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaþca o talebenin yanýna geldi ve; "Evlâdým! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düþünceyi Allahü teâlânýn izni ile keþfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

Ýstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî fey- ze kavuþamaz. Ancak nefs-i emmâresini yakýp, temizleyerek feyze kavuþur."

Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þeyh Rükneddîn Ebü?l-Feth (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir talebesine nasîhat edip þöyle buyurdular: ?A- mellerde mütâbeat, yâni Resûlullah?a ve getirdiklerine uymak; uzuv­larý, O?nun yasak ettiði ve mekruh buyurduðu iþlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup baðlamak, faydasýz meclis ve toplantýlara gitmemektir. Tâlibi, Hak?- tan meþgûl edip alýkoyan her þey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni fayda­sýzý, boþ þeyi demektir. Bâtýllarýn sohbetinden, arkadaþlýðýndan kaçýn­malýdýr. Hakk´ý istemeyen ise, hakîkatte bâtýldýr.?

Þeyh Rükneddîn hazretleri, talebelerinden birine yazdýðý mektu­bun- da þöyle buyurdular: ?Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; ?Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim? buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; ?Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karþý bir kötülük meydana gelmiþ deðil, ama iyilik için ne buyurursunuz?? dediler. Buyurdu ki: ?Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; ?Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiþ olur? buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslýnda benim içindir ve banadýr, baþkasýna deðil.? Bu sebebledir ki büyükler; ?Bu, kiþinin iyiliði için yeter? demiþlerdir. Beyt:

Mâdem bildin her þeyin faydasý kendindedir,

O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.



Akýllý olana, dünyâ ve âhiret iþlerinde bu kadar nasîhat yeter.?

Diyarbakýr velîlerinden Sâdýk Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Pîr Ýbrâhim Gülþenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi olma haberini babasýna götürdüklerinde, þükredip; "Elhamdülil­lah. Oðlum yaramazlar yoluna gitmemiþ, hayýrlýlar yoluna giderek iyi et­miþ." diyerek çok sevindi. Sonra bâzý hediyelerle Pîr Ýbrâhim Gülþenî hazretlerinin ziyâretine koþtu. Sevgi ve hürmetlerini arzederek kendisi de onu sevenler arasýna girdi.

Sâdýk Ali Efendinin babasý sonradan bütün mal ve mülkünü vakfedip hayýrlý iþlere sarf etti ve dergâhlar inþâ etti. Mânevî olgunluða ve yüksek­liklere kavuþmuþ olan oðlu Sâdýk Ali Efendi hocasý Ýbrâhim Gülþenî haz­retlerinden icâzet, diploma aldý.

Sâdýk Ali Efendi babasýnýn vefâtýndan sonra hocasý Ýbrâhim Gülþenî hazretlerini görmek arzusuyla Mýsýr´a gitmek üzere yola çýktý. Urfa´ya ge­lince hocasýnýn Ýstanbul´a gittiðini haber alýnca o da Ýstanbul´a geldi. Allahü teâlânýn hikmeti, Ali Efendi ve hocasý Gülþenî hazretleri ayný günde ayný yere gelip karþýlaþtýlar. Bu sýrada Ýbrâhim Gülþenî hazretleri ona; "Âferin Ali. Sen sâdýk imiþsin." buyurup, onun baðlýlýðýný takdir etti. O zamandan sonra Ali Efendi, Sâdýk Ali Efendi diye çaðrýldý.

Bu yolculuðunu Sâdýk Ali Efendi þöyle anlatýr: "Mýsýr´a gitmeyi arzu etmiþtik. Lâkin bir gece hocam Ýbrâhim Gülþenî hazretlerini rüyâda gör­düm. Bana; "Ýstanbul´a gel bizi orada bulursun." diye tenbih ettiler. Bu durumda bizim Ýstanbul´a gitmemiz îcâb ediyordu. Böylece yola çýktýk. Üsküdar´a geldiðimizde iskele kenarýnda kadýrgayla oraya gelen ho­camla karþýlaþtýk. Elhamdülillah duâsýna kavuþtuk."

Sâdýk Ali hazretleri hocalarýnýn vefâtýndan üç sene önce bir rüyâ görmüþlerdi ve tâbiri hakkýnda; "Allahü teâlâ bilir ki, hocamýzýn vefâtý yaklaþmýþtýr. Varýp onu ziyâret edeyim." Diyerek Mýsýr´a gittiler ve hoca­larýný ziyâret ettiler. Oðullarý için, duâ talebinde bulundular, sonra Diyar­bakýr´a döndüler.

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birine yazdýklarý nasîhatlerinde; "Zikirsiz hiç bir nefes alýp vermemelidir. Bü­yüklerimiz buyurdular ki: "Bir nefesten bir nefese zikirsiz geçerse, o in­sanýn vakti, kayýptýr. Vesveseden ve mâlâyânîden zikre kaçýnýz. Hep zikr ederseniz; vesvese ve mâlâyânî, zikrin nûruyla yanar, zikrin nûru kalbe iþler ve kalbde zikrin hakîkati hâsýl olur. Kalb yakîn nûrlarý ile nûrlanýr, aydýnlanýr. Tâliblerin maksudu, sâlihlerin maksadý budur.

Türkistan´ýn büyük velîlerinden Sa´düddîn-i Kaþgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattý: "Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yýllarca þe­reflendikten sonra birgün, bende hacca gitme arzusu haddi aþtý. Hocama durumu anlattým ve izin istedim. Bana; "Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ýsrârla baktýðým hâlde seni göremiyorum." buyurdu. Bu söz üzerine "Peki" dedim. Fakat üzüldüðümü anlayýnca da; "Üzülme! Ýnþâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüðün rüyâlarý Þeyh Zeynüddîn´e gidip anlat, o sana gereken cevâbý verir." diye de emrettiler. Ben yine, "Baþüstüne efendim." diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hâfî, Horasan´da meþhûr olan bir hoca idi, pekçok talebesi vardý. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüðüm rüyâlarý anlata­rak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; "Sa´düddîn! Bu­raya kadar yorulup gelmiþsin. Artýk burada bizim yanýmýzda kal ve bizim talebemiz ol." dedi. Ben de, "Efendim! Benim hocam var ve hayattadýr. Bir kimsenin üstâdý var iken baþka birine baðlanmasý uygun mudur?" dedim. Bu suâlime de; "Ýstihâre ediniz." cevâbýný verdi. Ben; "Kendime güvenim olmadýðý için, yapacaðým istihâreye de îtimad edemem." dedim. Zeynüddîn Efendi ýsrâr ile; "Sen istihâre et, biz de eder neticeye varýrýz." dedi. O gece istihâre namazý kýldým ve cenâb-ý Hakk´a duâ ederek uyu­dum. Rüyâmda, Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânýn pekçoðu Hirat´a zi­yârete gelmiþler. Zeynüddîn Efendi de oradaydý. O velîlerin, Zeynüddîn Efendiye karþý hâlleri soðuktu. Kendi aralarýnda konuþuyorlar, ona hiç il­tifât etmiyorlardý. Gece uyandýðýmda anladým ki, bir kimsenin üstâdý var iken baþkasýna baðlanmasý uygun deðildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim. Daha ben konuþmaya baþlamadan; "Yol birdir. Bütün yollar ayný noktaya çýkar. Sen yine eski yoluna devâm et. Eðer bir müþ- kilin olursa, bizden yardým isteyebilirsin. Sana yardýma hazýrýz." dedi. Meðer o da gece rüyâsýnda, gâyet büyük ve heybetli bir aðacýn da­lýný kesmeye çalýþmýþ, fakat bir türlü baþaramamýþ. Bu rüyâsýna dayana­rak, sabahleyin ben daha konuþmaya baþlamadan böyle söylemiþ. Böy­lece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamýn kýymetini ve bü­yüklüðünü, her sözünün hikmetli olduðunu yakînen anladým. Derhâl ho­camýn huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sýkýca sarýldým. Uzun bir zaman geçti. Hocam bir gün bana; "Sa´düddîn! Senin hacca gitmenin zamâný geldi. Orada bize de duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de þefâat dileðinde bulunup hürmetimizi arz et. Yolculuk esnâsýnda, bir baþkasýna Allahü teâlânýn kahrý senin vâsýtanla tecellî ederse, sakýn bu gücü kullanayým deme!" buyurdu. Ben de; "Baþüstüne efendim!" diyerek, hazýrlýðýmý yaptým ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye dönüþ yolcu­luðumda, hocamýn haber verdiði hâl, bende zuhûr etmeye baþladý. Ya­nýma yaklaþan birini görsem, gözlerimden çýkan bir þua ile o kimse ânýnda kendinden geçer, bayýlýrdý. Eðer yanýma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende meydana çýkýnca, insanlardan kaçmaya baþladým. Yanýma gelmeye çalýþanlara uzaktan iþâret ederek, yanýma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dýþarýya çýkmadým. Böylece hocamýn kerâmetleriyle, insanlara zararlý olacak bir hâlimden kurtulmuþ oldum."

Sa´düddîn-i Kaþgârî hazretleri buyurdular ki: "Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüðü ile bizlere gâyet yakýndýr. Bu sözü anlayamazsanýz da, böylece îtikâd edip inanmalýsýnýz. Size lâ­zým olan odur ki, tenhâda ve açýkta edebi gözetiniz. Evinizde tek baþý­nýza olduðunuz zaman dahî, ayaðýnýzý uzatmayýnýz. Her ân Allahü teâ- lânýn sizi gördüðünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtýn edebi ile süsleyiniz. Görünüþteki zâhir edeb; Allahü teâlânýn emirlerini yapmak, yasaklarýndan kaçýnmak, dâimâ ab- destli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her iþin inceliðini titiz­likle yapmak, Ýslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardýr. Bâtýn edebi ise; yabancýlarla düþüp kalkmamak, dünyâya baðlanmamak, Allahü teâ- lâyý unutturacak her türlü iþten uzaklaþmaktýr."

Anadolu´da yetiþen ve Anadolu´yu aydýnlatan evliyânýn meþhurlarýn­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdýk talebe Ýslâmiyete dikkatle uyar, haramlardan son derece sakýnýr. Ýbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiði ve kendini tam verdiði takdirde uzun zaman çalýþmakla kavuþulan derecelere kýsa zamanda kavuþur. Bu iþâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört senede ta­savvufta yetiþip kemâle ermiþtir. Bu talebesine daha sonra icâzet verip, Devrek´e irþâd vazîfesiyle göndermiþ ve pekçok talebe yetiþtirmiþtir. Bu zât da talebelerinden Ereðlili Ýsmâil Aðaya icâzet verip Ereðli´ye irþâd için gönderdi. En meþhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine halîfe býrakýp bütün talebelerinin ona teslim olmasýný vasiyet et­miþtir. Ayrýca kerâmet ehli çok talebesi vardý.

Ýstanbul´da yetiþen evliyândan Sâlih Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hocasý Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvuf ilmindeki üstün derece­sinden haberdâr oldu. Sonra tasavvuf ilmine dâir bâzý zor meseleleri, sormak ve sohbetinden istifâde etmek maksadýyla, Üsküdar´da bulunan Nûrî Efendiyi ziyârete gitti. Sohbetini dinledi. Sohbette sormak istediði meselelerin cevâbýný soruyu sormadan aldý. Kalp ilimlerine dâir pekçok þeyler duydu. Hayretler içinde kaldý. Onun büyüklüðünü anlayýp kalbi, Nûrî Efendiye karþý derin bir sevgi ile doldu. O akþam orada kalmaya, Nûrî Efendinin mânevî kemâlâtýndan istifâde etmeye karar verdi. Yatsý namazý vakti girdiðinde namaza kalkýldý. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan Sâlih Efendi, kýrâat ilmindeki mahâretini göstermek arzusu ile ilerle­yince; Nûrî Efendi, Sâlih Efendiyi mihrâba dâvet etti. Sâlih Efendi de mihrâba geçip imâm olarak iftitah (namaza baþlama) tekbîrini aldý. Ýçin­den Sübhâneke ve E´ûzü besmeleyi okuduktan sonra; "Elhamdülillahi...." dedi. Fâtiha´nýn devâmýný okuyamadý. Birkaç defâ tekrarlayýp yine hatýr­layamayýnca mihrâbdan çekildi. Nûrî Efendi geçip namazý kýldýrdý. Sâlih Efendi o zaman, Nûrî Efendinin, tasarrufu kuvvetli, hâl ve kerâmet ehli bir zât olduðunu anladý. Tövbe ve istigfâr edip, ona talebe oldu. Tam yir- mi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Sadâkatinin mükâfâtý olarak mâ- nevî derecelere kavuþtu. Talebeliði esnâsýnda hocasýnýn emriyle, Mes- nevî Hân ismiyle meþhûr Hoca Hüsâmeddîn Efendiye giderek Mes­nevî-yi Þerîf okudu.

Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri þöyle anlatýr: Kalbime büyükler yoluna girmek arzusu düþünce, civârýmýzda bulunan âlimlerin çoðuna gittim. Talebe olmak is­tedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe hâsýl olmadý. Nihâyet Akra belde­sinde bir câmide Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini görünce, gördüðüm anda kalbimde o büyük zâta karþý çekilme, þiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarýlýp duâ ve teveccühlerini taleb et­tim. Sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsýný tâlim edip, öðretmelerini ricâ ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet etmekle, o yüksek kapýnýn hizmetçileri arasýnda bulunmakla þereflendim. O sene Rama­zân-ý þerîf ayýnda Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri îtikâfa çekildiler. Bu îtikâfta leðen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmiþti. Bir gece ellerini yýkadýktan sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamâmen içtim. Bu içtiðim su, beni mest eden bir þerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açýlma meydana geldi."

Mevlânâ Sâlih Gülâbî hazretleri; Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerine yaz­dýðý bir mektubunda diyor ki: "O mukaddes makâmýn süpürgecilerinin en aþaðýsý olan Muhammed Sâlih, o kapýnýn hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmýn kölelerinin sadakasýna kavuþarak, muhlislerinize ihsân buyurduðunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle þereflenmekteyim. Her tecellîde, baþka bir fenâ hâsýl olmaktadýr. Bir tecellîde, bundan baþka tecellî olmaz sanýyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaþýlýyor ki, isimlerde ve sýfatlarda ayrý ayrý seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadýr. Böyle ayrý ayrý tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktýr. O hakîkî kapýnýza sýðýnarak, bu hiçbir þeye yaramýyan beceriksizi, alçak olan ye­rinden kaldýrdýðýnýz, böyle þerefli hâllere ulaþtýrdýðýnýz ve bu alçaðýn hatý­rýna, hayâline bile gelmeyen nîmetlere kavuþturduðunuz gibi, lütuf ve ih­sân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaþtýrma­nýzý, noksanlýktan, yolda kalmaktan kurtarmanýzý, kendi muradlarýndan, isteklerinden vazgeçerek, Allahü teâlânýn rýzâsýndan baþka hiçbir þey söylememek, yapmamak ve düþünmemek saâdetine kavuþturmanýzý, yalvarýrým. Arayanlarýn özlediði o yüksek teveccühünüz ve ihsânýnýz ol­madýkça, bunlara kavuþmak imkânsýzdýr. Ucu bucaðý olmayan, o mer­hamet deryânýzdan bu fakîre birkaç damla serpmekle þereflendireceði­nizi ümîd ediyorum. Bunlarý yazmak, bunlarý istemek, bu alçak için çok yersiz olduðunu düþünüyorum. Bu garîbi, doðru olarak, size lâyýk olarak sevebilmekle þereflendiriniz. Ýnsaný, bütün saâdetlere, bütün yükseklik­lere ka- vuþduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiþtirme, yükseltme gölgenizi bütün insanlarýn baþlarý üstünden ayýr­masýn! Âmîn.

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:22:24
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) þöyle anlatýr: "Üç yaþýnda iken gece kalkardým. Dayým Muham- med bin Süvâr gece ibâdet eder, aðlar ve bana; "Sehl yat uyu, kalbimi meþgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldým ki, dayýma; "Bana garip bir hâl oluyor, baþýmý arþýn önünde secdede buluyorum." dedim. "Oðlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattýðýnda dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyo­rum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlýlýk buldum. Bir sene geçince, dayým bana; "Sana öðrettiðimi iyi mu­hâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar býrakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtýný alýrsýn." buyurdu. Yýllarca devâm ettim, sonra; "Sehl, Allahü teâlânýn kendisiyle olduðunu bilen, hiç günah iþliyebilir mi? Hep böyle bil, günah iþlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur´ân-ý kerîmi öðrendim. Yedi yaþýnda iken oruç tuttum. Yiyeceðim sadece arpa ekmeði idi. On iki yaþýnda, bir meseleye takýldým. Kimse çözemedi. Bas­ra´ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan´a gittim. Habîb ibni Hamza´ya sordum. O ce­vaplandýrdý. Yanýnda fazla kalmadým ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster´e geldim. Ýbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum."

Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Basra´da bir gün parmaðýný sar- mýþtý. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmaðýný sardýn?" diye so­runca; "Aðrýyor da onun için." cevabýný verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mý- sýr´a gitmiþti. Burada Zünnûn-i Mýsrî hazretlerini gördüðünde, onun da parmaðý sarýlý idi. Ayný soruyu ona da sordu. "Niçin parmaðýný sardýn?"

"Falan zamandan beri aðrýyor, o sebepten sardým." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman anladým ki, Zünnûn hazretlerinin parmaðý aðrýyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasýna uymak için parmaðýný sarmýþtý."

Abdullah Tüsterî hazretleri bir gün baðdaþ kurup oturmuþ ve sýrtýný da duvara yaslamýþ bir þekilde; "Aklýnýza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler; "Daha evvel siz böyle yapmazdýnýz, þimdi ne oldu?" diye sorduklarýnda, "Üstâd hayatta olduðu müddet zar­fýnda, talebenin edebe riâyet etmesi lâzýmdýr." dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mýsrî´nin vefât ettiði gün olduðunu öðrendiler.

Yine bir gün, talebelerinden birine bir iþ buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkýn dilinden çekindiðim için yapmam dedi." Bunun üzerine soh­betinde bulananlara dönüp; "Bir kimse þu iki vasfý kazanmadýðý müd­detçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan baþkasýný görmeye­cek þekilde halk senin gözünden düþmeli. Ýkincisi, nefs gözünden düþ­meli ve halkýn kendisinde gördüðü hiçbir sýfattan çekinmemelidir. Her þeyi Hak´dan görmelidir." dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Al­lah! demek için, bütün gücünü harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam ederek, devâmlý Allahü teâlâyý zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde aðaçtan dü­þen bir dal parçasý baþýný yardý. Baþýndan akan kanýn, yere damlayan her damlasýnýn "Allah" ismini yazdýðý görüldü.

Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Selâhaddîn Uþâkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) aradýðý mânevî sýrlarýn Cemâleddîn Uþâkî hazretlerinde bulunduðunu görerek, ona talebe oldu. Bu sýrada Selâhaddîn Uþâkî´nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu do­ðup, paþaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde bu­yurmasýný ricâ etti. Pa- þanýn izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrýldý. Bundan sonra hocasýnýn hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uþâkî, onunla birlikte Ýstanbul´a gitti. Selâhaddîn Uþâkî, Eyyûb´da ikâmet etti. Hocasý­nýn sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayýp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocasý, kýzýný Selâhad- dîn Uþâkî´ye verdi.

Selâhaddîn Uþâkî´nin çocuðu olduktan bir süre sonra, hocasý ve ka­yýnpederi onu evden çýkararak; "Al hanýmýný evimden ayrýl! Bundan son- ra kendi geçimini temin et." dedi. Selâhaddîn Uþâkî; "Peki hocam, baþ- üstüne!" diyerek hanýmý ve çocuðu ile berâber, hocasýnýn evinden ayrýl- dý. Eðrikapý´dan, Fâtih Câmii civârýnda, Âþýkpaþa mevkiinde bulu­nan, Horhor çeþmesine doðru yürürken bir evin kenarýnda durakladý. Kýþ gü- nüydü ve kar yaðýyordu. Yolun karþý tarafýnda bulunan Tâhir Aða on­larý görünce evine dâvet etmek için yanlarýna birini gönderdi. Tâhir Aða, Se- lâhaddîn Uþâkî´yi, evine götürdü. Ona; "Siz kimlerdensiniz? Kýþ gü­nünde neden bu hâle düþüp sokak kenarýnda kimsesiz garibler gibi du­ruyor- sunuz?" diye sordu. Selâhaddîn Uþâkî; "Bâtýnî hükümdârýn celâline tu- tuldum." dedi. Tâhir Aða da; "Ben de zâhirî hükümdârýn celâline tutul­dum." deyince, Selâhaddîn Uþâkî sebebini sordu. Tâhir Aða; "Sarayda kýymetli bir kýlýç vardý. Kýlýç kayboldu. Pâdiþâh, Üçüncü Sultan Mustafa bana; "Bu kýlýcý kýrk güne kadar bul! Bulamazsan seni en aðýr þekilde cezalandýrýrým." dedi. Bu kýlýcý bulmaða imkân olmadý. Otuz beþ gün geçti. Ömrümün son günlerini yaþýyorum." dedi. Selâhaddîn Uþâkî bir süre tefekküre daldý. Sonra baþýný kaldýrýp Tâhir Aðaya; "Kýlýç sarayýn fa- lanca yerine düþmüþ. Üzerini de kâðýt parçalarý örtmüþ. Adamlarýný gön- der oraya bir baksýnlar." dedi. Tâhir Aða hemen adamlarýndan birini ora- ya gönderdi. Giden kiþi târif edilen yerde kýlýcý bularak, Tâhir Aðaya ge- tirdi. Pâdiþâh, Tâhir Aðanýn suçu olmadýðýný anlayarak, ona kýrk gün izin verdi. Tâhir Aða, Selâhaddîn Uþâkî´ye; "Efendim, siz benim dar gü­nüm- de Hýzýr gibi yetiþtiniz. Siz de hâlinizi bana anlatýn." diye ricâda bu­lundu. Selâhaddîn Uþâkî de hâlini Tâhir Aðaya anlattý. Tâhir Aða onlarý bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarýný temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uþâkî´ye; "Âilenizle filan eve gidelim." dedi. Bir- likte satýn aldýðý eve varýnca, Tâhir Aða; "Bu ev size bizim hedi­yemizdir." diyerek kabûl buyurmasýný ricâ etti. Selâhaddîn Uþâkî ve ha­nýmý bu eve yerleþtiler. Daha sonra Selâhaddîn Uþâkî, Tâhir Aða dergâ­hýna þeyh ola- rak tâyin edildi. Bir gün Selâhaddîn Uþâkî, hanýmýný ve ço­cuðunu alarak hocasý ve kayýnpederi Cemâleddîn Uþâkî´nin evine gitti. Hocasý ona; "O celâlim sebebiyle bu ikrâma kavuþtun." buyurdular.

Konya´nýn büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ hazretleri´nin hocasý olan Seyyid Burhâ- neddîn Tirmizî hazretleri´nin talebesi idi. Kuyumculuk yapardý. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya´nýn kuyumcular çarþýsýndan geçerken, bir kuyumcu dükkânýndan gelen çekiç seslerinden çok etki­lendi. Her çe- kicin vuruluþunda çýkan seslerin, "Allah! Allah!" dediðini mü­þâhede etti. Bu sesler, eþi bulunmaz bir haz ve dükkânýn sâhibine karþý kalbinde bü- yük bir muhabbet hâsýl etti. Kapýnýn önünden Mevlânâ haz­retlerinin geç- mekte olduðunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çýraklarý, onu hürmetle selâmladýlar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh etti­ðinde, dükkân- daki bütün eþyâlar altýn oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânýndaki bütün malzemeyi, âletleri, çýraklarýna ve fa­kirlere daðýtýp Mevlânâ´nýn peþinden gitti. Ona talebe olmayý, dünyâ ser­vetlerinden üs- tün gördü. Huzûra vardýðýnda Mevlânâ onu talebeliðe ka­bûl etti. Selâ- haddîn´deki istidâd ve kâbiliyeti görünce, yetiþmesi için ça­lýþtý. Selâhad- dîn de hocasýna kusûr etmiyerek, on sene hizmet etti. Mevlânâ, hocasý Þems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiði hürmet ve saygý kadar, bu talebe- sine de þefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu, kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek þekilde yetiþtirdi. Mevlânâ Celâleddîn, Selâ- haddîn´i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiþ ve oðlu Sul- tan Veled´e, Selâhaddîn´in kerîmesini nikâh etmiþti.

Selâhaddîn Zerkûb bir gün dedi ki: "Gönlümde bulunan nûr çeþme­leri, bende gizli ve örtülü olduðu hâlde, hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarýna, nûrlarýn nehir gibi aktýðýný gördüm." Kayýnpederin­den bu sözleri iþiten Sultan Veled, babasý Mevlânâ´ya; "Efendim! Selâ- haddîn hazretlerini sevmeniz, ona aþýrý muhabbet beslemeniz, nû­runuzu müþâhede ettiði için midir?" diye sordu. Babasý da; "Kýymetli ev­lâdým! Mýknatýsýn demiri çektiði gibi, insanoðlu da kendisini sevene karþý muhabbet etmektedir. Çocuðun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevkle­rinden, onu yedirip içirmesinden, giydirip kuþatmasýndan dolayý deðildir. Aralarýndaki bu bað, Allahü teâlânýn kalbe yerleþtirdiði akrabâlýk, annelik muhabbetinden dolayýdýr." diyerek, Selâhaddîn´in derecesini açýkladý.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatýr: Þâh-ý Nakþi- bend (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaþ­týrýlan- lardan birisi de, kýz kardeþimin oðlu Þemsüddîn idi. Bir gün Þâh-ý Nakþi- bend hazretlerinin evine, hatýrý sayýlýr misâfirler gelmiþti. Þâh-ý Nakþi- bend bu Þemseddîn´e; "Nehre git de suyu bu tarafa baðla" bu­yurdu. Þemseddîn emri yerine getirmekte gevþeklik gösterdi. Biraz sonra da ge- lip, Þâh-ý Nakþibend´e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yo- luna suyu baðlayamadým." dedi. Bu ihmâl, Þâh-ý Nakþibend hazretle­rini çok üzdü. Mevlânâ Þems; "Kendini boðazlayýp da su yerine kanýný akýt- saydýn. Senin için bu sözü söylemekten daha hayýrlý olurdu." bu­yurdu.

Ondan sonra Þemsüddîn´e bir hastalýk musallat oldu. Çâresini bu­lamadýlar. Bir ara benim yanýma geldi. Hâlini anlattý: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr´a git. Hâlini arz et. Senin için, Þâh-ý Nakþibend hazretle­rine gidip, þefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini ba­ðýþlar" dedim. Yeðenim Þemseddîn, Alâeddîn Attâr´a gitmeyip, Muham- med Pârisâ´ya gitmeyi tercih ederek, onun yanýna gitmiþ, o da; "Senin derdin bizim tarafýmýzdan þifâya kavuþturulamaz. Senin baþvura­caðýn yer, Alâüddîn-i Attâr´ýn kapýsýdýr." demiþ. Yeðenim Þemsüddîn yine gitmemiþ. Gelip olanlarý bana anlattý. Ben de kendisine; "Sana Alâüddîn-i Attâr hazretlerine git demedim mi? Baþka yol kalmadý..." de­dim. Yine Alâüddîn Attâr´a gitmedi. Tekrar Muhammed Pârisâ´ya gitti. Bundan son- ra, Þemsüddîn öyle hastalandý ki insanlarý bile tanýyamaz hâle geldi. Ço- cuklarýnýn isimlerini bile unuttu. Sâdýk talebelerin, þu üç edebe uymalarý mecbûriyeti vardýr: Hocasýna makbûl sayýlacak ne hiz­met yapsa, bundan dolayý aslâ gurûra düþmemeli, nefse pay çýkarma­malýdýr. Kendisinden makbûl olmýyan bir iþ zuhûr etse, ümitsizliðe düþ­memeli, ayrýlmayý aslâ aklýna getirmemelidir. Hocasýnýn verdiði emri mu­hâkeme ve münâkaþa etmeden yerine getirmek için canla baþla gayret göstermelidir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, marâz-ý mevtinde (ölüm hastalýðýnda) bulunduðu sýrada, talebelerine þöyle vasiyet etti: "Ey kýymetli talebelerim! Ýlim öðrenmekten ve Muham- med aleyhisselâmýn yoluna tabî olmaktan aslâ ayrýlmayýnýz. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsýtasýdýr. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: "Ýlim öðrenmek, her müslüman erkek ve kadýna farzdýr." Yâni her müslüman ereðin ve kadý­nýn, kenidne lâzým olan din bilgilerini öðrenemsi farzdýr. Bunlar, sýrasýyla þu bilgilerdir: 1- Îmân ve îtikâd bilgileri. 2- Namazla ilgili bilgiler. 3- Oruçla ilgili bilgiler. 4- Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5- Eðer zengin ise hac ile bilgiler. 6- Ana-baba hakkýný öðrenmek. Allahü teâlânýn kendisinden râzý olmasýný isteyen, annesinin ve babasýnýn rýzâsýný kazanýr. Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlânýn rýzâsý, ana-babanýn rýzâsýný ka­zanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakýmdan, ana-babanýn hakýný gö­zetmek mühimdir. 7- Sýla-i rahm (akrabâyý ziyâyeret). 8- Komþu hakkýný gözetmek. 9- Lâzým olan alýþ-veriþ bilgilerini öðrenmek. 10-Helâli ve ha­ramlarý öðrenmek lâzýmdýr. Çünkü insanlarýn çoðu, bilmediðinden ve bil­diði ile amel etmediðinden helâk olmuþtur. Þiir:

"Dünyâ tâlibleri, hep hýrs ile mest oldular,

Para için, dâim kendilerini bozdular.

Hüdâya yaptýklarý ahidleri bozdular,

Hepsi Mûsâ´ya düþman, Fir´avn´a dost oldular."



Ýyi biliniz ki, dünyâyý ve dünyâya düþkün olanlarý sevmek, sizin, Alla- hü teâlânýn râzý olduðu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engel­dir. Dâimâ Allahü teâlâyý hatýrlayýp, O´nu zikrediniz. Böylece dîninizi dünyâya deðiþmemiþ olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan daha tesirli deðildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkma­yýnýz.

Ey dostlarým, dâmiâ Allahü teâlâyý zikrediniz. Allahü teâlâdan baþka herþeyi býrakýnýz. "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" der­ken nefyediniz, Allahü teâlâdan baþka hiçbir ma´bûd olmadýðýný biliniz. "Ýlallah" derken, Allahü teâlânýn noksan sýfatlarýndan münezzeh oldu­ðunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâyý zik­retmek temizler. Bedeninizi namaz kýlmak, malýnýzý zekât vermek temiz­ler. Yolunuzu, insanlarýn sizden hoþnut, memnun olmasý temizler. Ýhlâs sâhibi oluncaya kadar ihlâsý, kurtuluþa erinceye kadar da kurtluþu arayý­nýz.

Kalbin, dilin ve bedenin temiz olmasý, helâl lokma yemeye baðlýdýr. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanýn mîdesi, içinde temiz su topla­nan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su daðýlýr ve bu su ile çi­çekler yetiþir, aðaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sal- lallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i þerîfte buyurdu ki: "Bir kimse, hiç ha- ram karýþtýrmadan kýrk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nahirler gibi hikmet akýtýr. Dünyâ muhabbetini kal­bin- den giderir."

Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lazýmdýr. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatlarýn baþýdýr. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, iþle­nen günahlara kalbden piþmanlýk ve bir daha günâhý iþlememektir. Al- lahü teâlâdan dâimâ korkunuz. Kendi günahlarýnýza bakýp, tövbe edi­niz. Baþkalarý sizden hoþnûd olsun. Günahlarýnýza piþmân olup, o kadar að- layýp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken gü- nahlara piþmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâ­zým- dýr. Ýþte, bütün iþin aslý budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânýn rý­zâ- sýný aramak ve kötü iþleri terketmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihâ- net etmemek, kendi kusûrlarýný görüp, amelleri ile övünmemek, amelleri- ni görmemek, dâimâ Allahü teâlâyý zikretmekle meþgûl olmaktýr. Hiçbir iþe, Allahü teâlânýn ismini söylemeden (besmelesiz) baþlamayýnýz ki, â- hirette yaptýðýnýz o iþten dolayý utanmayasýnýz. Bu bakýmdan, bir þeye baþlarken, önce Besmele çekiniz, sonra iþe baþlayýnýz.

Allahü teâlânýn emirlerine itâat ediniz. Nerede olursanýz olun, ilim öðrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayýnýz. Her ne olursa olsun karþýnýza her ne güçlük çýkarsa çýksýn, ilmi ve ameli aslâ terketmeyiniz.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sakýndýrmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiði þeylerden, dîne uygun olmayan iþlerden ve bid´atlerden sakýnýnýz. Âyet-i kerîmede meâ- len buyruldu ki: "Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emri­nizde olanlarý ateþten (Cehhennem´den) koruyunuz ki, onun yakacaðý, insanlar ve taþlardýr..." (Tahrim sûresi:6). Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakýnýnýz! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd þöyle anlat­mýþtýr: Havanýn çok sert ve soðuk olduðu bir gün, Þeyh Abdülallâm´ý gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardý. Soðuk olmasýna raðmen, alnýn­dan buram buram ter damlýyordu. Bunun üzerine; "Bu soðukta böyle terlemenizin sebebi ne- dir?" dedim. Cevâbýnda "Bir gün burada bir günah iþleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadým. Bunun ýzdýrabýndan dolayý ve kýyâmet günü bunun günâhýndan nasýl kurtulurum diye düþünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de baþkalarý için nice emr-i mârûfu kaçýrýyorsunuz, hâlinize bir ba­kýnýz!

Ýþlerinizi, dînimizin emirlerine uygun yapýnýz. Bir iþ yapacaðýnýz za­man, bakýnýz, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapýnýz. Uymu­yorsa, vazgeçiniz. Bütün iþlerin baþý, dînin emirlerine yapýþmaktýr ve al- lahü teâlânýn koyduðu hudutlarý aþmamaktýr. Akýllý kimse, kendi hâlini düþünür. Ýnsanlar ile kendi arasýndaki hudûda, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyý bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuþtur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuþurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, allahü teâlâya ve insanlara karþý uyulmasý gereken bir hudut vardýr. Fýrsatý ganîmet biliniz, yaptýðýnýz iþleri kurtulu­þunuza vesîle olacak þekilde yapýnýz. Helâl rýzýk kazanmak için çalýþýnýz. Kâfi miktârda kazanýp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanýzda dînimizin emrine uygun olarak davranýnýz. Resûlullah efendimiz; "Ýþlerin hayýrlýsý, vasat olanýdýr." buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancýnýzdan yiyiniz. Eðer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tât yapmak için dinlenmiþ olasýnýz. Fakat, Allahü teâlâyý zikretmeden uyumayýnýz. Resûlullah efen­dimiz; "Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayýrlýdýr." buyurdu.

Ey talebelerim! Ýnsanlarýn maksada, saâdete kavuþmaktan mahrum kalmalarýnýn sebebi; âhiret yolunu býrakýp, yalancý dünyâya sarýlmalarý­dýr. Âhiret saâdetini isteyen kimse, doðru îtikâda sâhib olup, bid´at ve dalâlet olan þeylerden uzak durarak ve yaptýðý her iþten hesâba çekile­ceðini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarým! Gidiþâtýnýzdan habersiz olmak kadar kötü bir þey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanýn delîlidir. Baþkalarýnýn habersiz olduðu þeyler, bu yolun büyüklerine açýl­mýþtýr. Onlarýn maksadý, Allahü teâlânýn rýzâsýný aramaktýr. Onlar, buna kavuþmuþlardýr. Alahü teâlâ, her asýrda sevip seçtiði kullarýndan bir bü­yük zât yaratýr. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey tale­belerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saâde­tine kavuþursunuz. Ümmet-i Muhammed´in aydýnlatýcýlarý olan âlimlere yakýn olunuz. Resûlullah efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleri­dir." buyurdu. Sakýn, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayýnýz. Bu, kurtuluþ vesîlesidir. Resûlullah efendimiz; "Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ iþlemez." buyurdu.

Câhiller ile görüþmek, insaný Allahü teâlâdan uzaklaþtýrýr. Sima´ ya­pýyoruz diyerek hoplayýp, zýplayan kimselerin meclislerinden uzak duru­nuz. Onlarla oturmayýnýz. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu iþten uzak durmuþlardýr. Gerçekten sima´ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda býçak çalsan haberi olmaz. Eðer böyle olursa, o kimse sima´ hâlinde olduðunu gösterir.

Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayýf kimselern iþidir. Eðer bundan daha çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat ve yazýlarýna bakýnýz. Bu kadar kifâyet eder. Akýllý olana bir iþâret yetiþir."

Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe, tavus gibi olmalýdýr. Güzel kanatlarýna, renk renk tüylerine deðil, siyah bacaklarýna bakmalýdýr. Nefsini son de­rece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu þekilde görmemek büyük günâhtýr. Muhabbet, ihlâslý amel ve gayret talebeliðin þartýdýr. Bunlardan birinin eksik olmasý mânevî felâket alâmetidir."

Hocasý Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdýðý mektûbda; "Tale­benin hocasýna ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliði dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararý yoktur. Bu üçünden birinde noksanlýk olup, hâl var ise Al­lah korusun istidractýr. Þekâvet alâmetidir." diye yazdý. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle baþlamýþtýr.

Büyük ve meþhûr velîlerden Sýrrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gençler! Gençliðinizin kýymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz yaþlýlardan ibret alýnýz da, zayýf ve güç­süz duruma düþmeden evvel, çok ibâdet yapýnýz." (O, bu sözü söyler- ken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)

"Ýhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doðru ilim sâhibi olmaktan baþka, dünyâda her þey boþ ve faydasýzdýr."

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye so­rul- du. O; "Kiþi akýllý ve idrâk sâhibi olmalý. Sükût etmeli. Ýnsanlarla az gö­rüþmelidir." buyurdu.

Velîlerin büyüklerinden Sinân Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce Erdebil´de tahsil yaptý. Sonra Tebriz´e geldi. Orada Dede Ömer Rû- þenî hazretlerinin sohbetlerine katýldý. Bir gece rüyâ gördü. Bu rüyâ­sýný tâbir eder ümidiyle Dede Rûþenî hazretlerinin huzûruna geldi ve rü­yâsýný anlattý. Dede Rûþenî hazretleri onu dinledikten sonra; "Oðlum bi­zim hocamýzda cezbe, kendinden geçme, aþk ve irfân, zühd ve takvâ ile ilim ve melâmîlik halleri vardý. Sonra bunlarý talebelerine taksim ettiler. Aþký bize, cezbeyi Alâeddîn´e, zühdü Molla Habîb´e, takvâyý Þükrullah´a, ilmi Þeyh Sinân´a, melâmîliði Gülle´ye verdiler. Senin istediðin irfândýr. O meziyet Pîr Muhammed´de idi. Þimdi ise Çelebi Halîfe´dedir. O da Rum diyârlarýndadýr. Senin bu rüyânýn tâbiri onlarda müyesser olacaktýr." bu­yurdu. Sonra bir mektup yazýp onu Anadolu´ya gönderdi. Sinân Erdebilî aylar süren bir yolculuktan sonra, Ýstanbul´a geldi. Çelebi Halîfe´nin bu­lunduðu dergâhý öðrendi. Bir Cumâ günüydü. Çelebi Halîfe vâz için câ­miye geldi. Sinân Erdebilî de câmide bir köþeye oturup bekledi. Çelebi Halîfe onu bir köþede görünce; "Sinân, oðlum, Dede Rûþenî´nin mektu­bunu getir, görelim. Bakalým ne buyurmuþlar?" dedi. O da hayretle aya- ða kalkýp mühürlü mektubu verdi. Çelebi Halîfe mektubu okudukta, se- lâmýný alýp; "Ýnþâallah hayýrlýsý olur." buyurdular ve Sinân Erdebilî´ye ders olarak halvet, yalnýzlýk ve uzleti emrettiler.

Türkistan evliyâsý Sûfî Allahyâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin Habîbullah-ý Buhârî?ye talebe olmasý þöyle anlatýlýr: Sûfî Allahyâr hazretlerinin kabadayýlýðý çok meþhûr olmuþtu. O, sokaklarda dolaþýrken sokakta oynayan çocuklar korkarak daðýlýyorlardý. Habîbullâh-ý Buhârî hazretlerinin bir talebesini de hýrpalamýþtý. O gece Sûfî Allahyâr hazret­leri çok sayýda halýyý üst üste yýðarak, üstünde arkadaþlarýyla birlikte o- turmakta idi. Gecenin ilerlemiþ bir saatinde Sûfî Allahyâr hazretleri bir­den ayaða kalkarak Habîbullah-ý Buhârî hazretlerinin dergahýna doðru koþmaya baþlar. Kapýyý çalar. Habîbullâh-ý Buhârî hazretlerine talebe ol- mak istediðini söyler ve bütün günâhlarýna tövbe eder. Ancak kendisi­nin bir þartla talebeliðe kabul edilebileceði belirtilir. Þart þudur: Sûfî Allahyâr hazretleri hemen o günden itibaren sokakta ciðer satacak, bunu yaparken kafasýna da koyunun sakatatýný saracaktýr. Sûfî Allahyâr haz­retleri þartý kabul eder ve bütün þartlara riâyet ederek hiç bir þeye aldýr­madan uzun zaman ciðer satar. Nihâyet bir gün dergaha kabul edilir ve büyük bir ihlasla hizmete baþlar. On iki yýl burada kalarak tasavvufta yüksek derecelere ulaþýr.

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Þâh Kubâd Þirvânî hazretle­rinin, Ömer Rûþenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmasý þöyle anlatýlýr: Karabað?da Dede Ömer Rûþenî hazretleriyle karþýlaþýnca, kendisine talebe olmak istediðini bildirdi. Rûþenî hazretleri; ?Bu altýn yal­dýzlý elbiselerini sat. Yerine aba alýp giy. Köle ve hizmetçilerini býrak.? buyurdu. Þâh Kubâd; "Baþüstüne Efendim!" diyerek, bütün kýymetli eþ­yâlarýný sattý. Elde ettiði binlerce altýný alýp Rûþenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliðe kabûl edilip nefsine zor gelen þeyleri yaparak hocasýna candan hizmet etti. Rûþenî hazretlerine tam olarak baðlandý. Þâh Kubâd yetiþtikten sonra Rûþenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldýðý altýnlarý da kendisine verip, Þirvan?a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inþâ etti. Orada insanlarý iyi bir müslüman olarak yetiþtirmeye çalýþtý.

Hindistan´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Þâh-ý A´lâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) anlatýr: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarýna ka­vuþmak i- çin çok çalýþtým. Çok gayret ettim. Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve ev- liyânýn kutbu Þeyh Nizâmeddîn Nârnûlî kendi kýyâfetinde zâhir oldu. Be- ni benden aldý. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediðini iþâret etti. Tâ- katým kalmadý. Yalýn ayak, baþý açýk dýþarý çýktým. Nereye gide­ceðimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir þeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aþký beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha þehre girmemiþtim ki, hazret-i Hâce kendi na´lýn ve sarýðýný bir hizmet- çinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhýna gitmeden, diðer bir hiz- metçi geldi. Bana bir kâðýt verip dedi ki: "Hazret-i þeyh, Allahü teâlânýn ism-i þerîfini kendi eliyle yazýp, size gönderdi. "Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuþsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi." Yedi gün mescidde kaldým ve o ismin zikrine devâm ettim. Kal­bimde bir de- rece safâ hâsýl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. "El­hamdülillah her- kesten a´lâ oldun" buyurdu ve Îzâhýnda âciz kalacaðým mânevî ihsân- larda bulundu. O günden îtibâren "A´lâ" diye tanýndým. Haz­ret-i þeyhin iþâreti ile bu ismi, þecereye ve sicile yazdým. Ondan sonra bir yýl beþ ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldým. Riyâzet ve mücâhedeler yaptým. Nihâyet birgün beni husûsî odasýna çaðýrdý ve; "Bâbâ! On dört hâne- dandan bana ulaþan nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memle- ketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, Ýslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük de­deniz Kutb-ý Rabbânî Þeyh Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlý rüyâmda bana buyuruyor ki: "Toru- numuzu çabuk gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boþ kalmýþtýr."

"Yerin boþluðu"nun mânâsý nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Þeyh husûsî hýrka, hilâfet ve ayrýca baston ve tesbih verdi. Agra´ya gel­diðimde, iþittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül atkýyâ Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiþ. Anladým ki, boþ yer buna iþâret idi. Pâni-püt´e geldim. Babamdan kalan pîrânýn (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekîli oldum. Onlarýn arzu ettikleri þekilde hizmete devâm ettim.

Eski günlerimde Þeyh Muhammed Mevdûd´un türbesine benzer bir hücrede beþ gün kaldým. Hiçbir þey yemedim, içmedim. Hatýrýma geldi ki, gâibden bir þey gelmedikçe kendim bir þey yemiyeceðim. Dermansýz kaldým. Ayaða kalkýp yürüyecek tâkatým kalmadý. Gözlerim kararmaya baþladý. Âniden hücrenin dýþýndan bir ses kulaðýma geldi. "A´lâ, dýþarý gel" diyordu. O sözden kuvvet alýp, zorla dýþarý çýktým. Gördüm ki, nûr yüzlü bir zât karþýmda duruyordu. Elinde de beyaz bir þey vardý. Yanýma geldi. Elinde bulunan beyaz þeyi parça parça yapýp, hepsini bana ye­dirdi. Ekmek gibi bir þeydi. Fakat rengi ve tadý ekmeðe benzemiyordu. O zât bir þey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müþkillerimi ondan sormadýðýma üzüldüm. O gece ayný zâtý rüyâda gördüm. Soracaklarýmý sordum ve cevaplarýný aldým.

Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þâh Raûf Ahmed hazretlerine, ho­casý Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdýðý bir mektupda þöyle demektedir: ?Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânýn mübârek ismi ile baþlýyorum. Selâm ederim. Ýki mektu­bunuzu ve gönderdiðiniz, içinde hep doðru yazýlar bulunan risâleyi al­dým. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karþýlýklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâký yaymadaki gayretinizi arttýrsýn, in­sanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânýn aþkýyla ya­nýp tutuþsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoþnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuþ­masýna sebeb olursunuz. Hocanýzý duâdan unutmayýnýz. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ý Þerîf, Avârif, Te?arruf, Nefehât-ül-Üns ve fýkýh kitaplarý mecli­sinizde okunsun. Bâzý zamanlar Allahü teâlânýn sevgisinden secdeye kapanýp yalvarýn, yakarýn, aðlayýn, inleyin. Yalnýz olduðunuz zamanlar bizi hatýrlayýn ve hayýr duâ edin. Risâlenizi çok beðendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk?ý arayanlarý da kendi yoluna, dînine kavuþtursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiði iyi­likleri size de versin. Size ve yanýnýzdakilere selâm ederim.?

Hindistan?ýn büyük velîlerinden Seyyid Þemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin âilesi tarafýndan tam bir islâm terbi- yesi ile yetiþtirildi. Kalbine Ýslâm âlimlerinin sevgisi yerleþtirildi. Ken­disi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateþi alevlenip fazlalaþýyordu. Bu mu- habbet dayanýlamayacak hâle gelince, kendisine irþâd edici, yol gösterici bir mürþid-i kâmil aramak üzere, bulunduðu Verþâne þehrinden çýkýp, kasaba kasaba, þehir þehir dolaþmaya baþladý. Mültan þehri civâ­rýna geldiðinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Þeker ile karþýlaþtý. O büyük zâtýn sohbetlerinde bulunup, icâzet aldý. Bundan son- ra, Genc-i Þeker hazretlerinin izni, iþâreti ve emri ile, Kalyar þehri ta­rafý- na gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ý Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ah- med Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuþtu. Haz- ret-i Hâce onu görünce çok sevinip; ?Þemseddîn! Sen benim mânevî oð- lumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve u- zun zaman ayakta kalmasýný Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.? buyurup, onu talebeliðe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kýymetli sohbetlerde ve husûsî hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldý. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler ile çok gayret ederek, evliyâlýk yolunda üstün derecelere, anlaþýlamayan yüksekliklere kavuþtu. Ondan icâzet ve hilâfet alýp mezun oldu. Zâhirî ve bâtýnî ilimlerde, diðer talebe arkadaþlarýndan ileride idi. Nitekim yüksek hocasý onun için; ?Bi­zim Þems?imiz evliyâ içinde güneþ gibidir.? buyurup, ona Þems-ül-evliyâ lakabýný vermiþtir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiði bu talebesini, insanlarý irþâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt þehrine gönderdi. Hocasýndan aldýðý vi- lâyet nûru ile o taraflarý aydýnlatan Þems-ül-evliyâ, binlerce kiþiyi evli­yâlýk mertebelerine kavuþturdu.

Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:22:51
Zâhirî ve bâtýnî ilimleri kendisinde toplayan Ýslâm âlimlerinden ve ev- liyânýn büyüklerinden Þeyh Ýbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed Sayyâd el-Yemenî þöyle anlatýyor: "Fakîh Ýbrâhim bin Ali hazretlerine talebe oluþumun ilk zamanlarý idi. Bana, nef- se güç gelen iþleri yapmamý emrediyor, bu þekilde vazifeler veri­yordu. Ben ise buradaki inceliði anlýyamýyordum. Bir gece yalnýz kaldý­ðýmda, bu hâlden þikâyetçi oldum. Yanýna vardýðýmda, ben hiçbir þey söylemeden; "Allahü teâlâya benden þikâyetçi oldun ve þöyle þöyle söy­ledin deðil mi?" diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamýn bu kerâmetini görünce, bana verdiði vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduðunu anladým. Kendisinden hiç þikâyetçi ol­mamaya karar verdim. Yine ona talebe olduðumun ilk zamanlarýnda çok konuþurdum. Konuþtuðum zaman da, düzgün konuþamazdým. Yerli yer­siz, lüzumlu lü- zumsuz konuþurdum. Hattâ hocamýn huzûrunda bile böyle konuþurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsýz olurdum. Fakat bir türlü terkedemi- yordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiði hâlde yine terk ede- medim. Nihâyet birgün yine böyle konuþurken, hocam; "Yâ Rabbî! Bu- nun dilini baðla!" buyurdu. Bundan sonra hocamýn yanýnda tekrar konuþ- mak istediysem de konuþamadým. Konuþmak isteyip de ko­nuþamadýðým zaman çok sýkýlýr, ölecekmiþ gibi olurdum. Hocamýn ya­nýnda hiç konuþa- mayýnca, sýkýntýlý bir hâlde þehrin dýþýna çýktým. "Yâ Rabbî! Þehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamýn duâsý ile dilim baðlandý. Bu hâle dayanamýyorum." dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini ihsân etti. Hoca- mýn yanýna geldiðimde, ben hiçbir þey söylemeden; "Allahü teâlâya ben den þikâyetçi olmamaya karar vermiþtin. Þimdi bu hâle tekrar döndün öyle mi?" buyurdu."

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk zamanlarýnda, kendisini mânevî olarak terbiye edip ye­tiþtirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Þeyh Tâc, bu vesîle ile çok yer dolaþtý. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarýnda bile, kalbi çok saf, temiz; aþk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduðundan, seyahatleri sýrasýnda kabirlerini ziyâret ettiði velîlerin rûhâ- niyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete gelmiþ baþka velîlerin rûhâniyetleri ile görüþürdü. Hindistan´da Ecmîr þehrine gittiðinde, orada bulunan evliyâ- nýn büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüþtü ve o büyük velî, Þeyh Tâc´a nefy ve isbât yâni; "Lâ ilâhe illallah" zikrini Çeþtiyye yoluna mahsus þekilde öð- retti ve çeþitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti esnâsýnda Hâce Muînüddîn-i Çeþtî, Þeyh Tâc´a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî´nin med- fûn olduðu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasýný em- retmiþti. O da bir müddet sonra Bâkûr´a gidip, orada zikrle meþgûl olma- ya baþladý. Zaman zaman da, orada medfûn olan Þeyh Hamîdüddîn´in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki bir hâlini kendisi þöyle an­latýr: "Bâkûr´da bulunduðum zamanlar, çok nûrlara, hâllere kavuþtum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnýz kalýp, ibâdet ve zikr ile meþgûl ol­maya girerdim. Üç evin arasýnda tenhâ bir oda vardý. Hiçbir þeyin beni ve zihnimi meþgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlýkta o yere girer, kapýyý kapatýrdým. O karanlýk vakitte odanýn içinde güneþ mi­sâli bir nûr zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarlarý aydýnlatacak kadar parlardý. O nûrun aydýnlýðý, güneþli bir öðle vaktindeki aydýnlýk kadar olurdu. Ben bu ýþýkta Kur´ân-ý kerîm okurdum. Bu nûr devamlý bana ar­kadaþ idi."

Sýk sýk seyahate devâm eden Þeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karþýlaþtý. Nihâyet Delhi´nin yakýn köylerinde bulunan Þeyhul- lah Bahþ (Þeyh Ýlâh-bahþ) hazretlerinin dergâhýna geldi. Þeyh Ýlâh-bahþ ona; "Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliðe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taþýtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir müd- det mutfaða su taþýmakla meþgûl ol." dedi. O ise asîl bir âi­leye mensub olup, böyle þeylere alýþýk olmadýðý hâlde nefsi terbiye için hocasýnýn bu emrini seve seve kabûl etti ve su taþýmaya baþladý. Bu günlerde onda hârikulâde hâller görüldü. Gücünün üstünde yük taþýrdý. O beldenin insanlarý, onda gördükleri yüksek hâlleri anlatýrken; "Su testi­sini doldurur, baþýnýn üzerinde götürürdü. Biz dikkat ettiðimizde testinin, baþýndan iki karýþ yukarýda, onunla birlikte boþlukta hareket ettiðini gö­rürdük." demiþlerdir.

Þeyh Tâc ise bu hizmeti büyük bir edeb ve þevkle yapýp; "Böyle bir vazifem var iken baþka iþleri neylerim" derdi. Hocasýna hizmet etmesi bereketiyle kavuþtuðu derecelerin pekçok olduðunu bildirirdi. "Ulaþtýðým derecelere hizmetle ulaþtým." derdi. O büyük zâtýn hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalýp icâzet aldý.

Bu sýrada Hâce Muhammed Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor´da bir sene kaldýktan sonra gelip Delhi´ye yerleþti. O za­man Þeyh Ýlâh-bahþ da vefât etmiþti. Þeyh Tâc ise ondan icâzetliydi. Bu- nunla berâber Muhammed Bâkî-billah´ýn sohbet ve terbiyesine ka­vuþmak þevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtýn þerefli huzûruna koþtu. Asâ- let ve icâzetine raðmen büyük bir tevâzu ve edeb örneði gös­tererek, hazret-i Hâce´nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetle- rine kavuþtu. Yâni Hâce hazretleri ona ayrýca teveccüh ve iltifât­larda bulunur, husûsî odalarýnda onunla baþbaþa kalýp sohbet ederdi. Muham- med Bâkî-billah´ýn husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturaný ve enîsi, sohbet arkadaþý idi. Ondan feyz alanlar arasýnda Þeyh Tâc önde gelen- lerdendir. Kendisi þöyle anlatýr:

"Hazret-i Hâce´miz bana icâzet verecekleri zaman, mübârek kalble- rinden geçmiþ ki: "Eðer o da hâl esnâsýnda, Nakþibendî büyükleri­nin kendisine icâzet verdiðini görse ne iyi olur." O sýrada hâl esnâsýnda ken- dimi Buhârâ´nýn iftihar kaynaðý olan, Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimle­riyle meþhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda gördüm. Üze­rinde is- mi yazýlý olan mübârek takkelerini baþýma koydular. Çok tevec­cühte bu- lundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce´mize arzettiðimde tebes­süm edip, daha evvel hatýrýna geleni anlattý ve icâzet verdi.

Rivâyet edilir ki: Hâce Muhammed Bâkî, Þeyh Tâc´a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânýn ihsâný ve o büyüklerin bereketi ile, Þeyh Tâc´ýn nazarýnda öyle bir bereket ve tesir hâsýl oldu ki; her kime bu yüksek yo­lun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hâller hâsýl olurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah vefât edince, Þeyh Tâc þaþkýna dön- dü. Kalbindeki rahatsýzlýktan dolayý diyâr diyâr dolaþmaya baþladý. Hin- distan ve Keþmîr´in çok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardý. Harem-i þerîfin büyük âlimlerinden ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi. Nakþiben- diyye yolunun büyüklerine karþý tam bir ihlâs ve îtikâdý olan bu zât, aþk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reþahât Ayn-ül-Hayât kita­býný Fâ- risîden Arabîye tercüme etmiþti. Bu tercümeyi, Arabistan halkýnýn, bu bü- yükleri tanýmalarý ve onlarýn yolunda yürümeleri için yapmýþtý.

Ýþte Nakþibendiyyenin büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakþibendî o- raya gelince, yine bu yolun büyüklerinden bâzýlarý, mânevî iþâretler ile Ýbn-i Allân´ý onun huzûruna gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradýðýný bul­manýn neþe ve sürûru içinde Þeyh Tâc´ýn huzûruna gelen Ýbn-i Allân, o büyük zâtý görüp sohbetinde bulununca, muhabbet ve baðlýlýðý çok arttý. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan baþkalarýnýn da, Þeyh Tâc´a karþý muhabbet ve ihlâslarý- nýn artmasýna vesîle oldu.

Þeyh Tâc, birçok defâlar Hicaz´dan Hindistan´a geldi ve tekrar o þe­refli diyâra gitti. Son defâsýnda Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok in­sanlar onun vesîlesiyle evliyâlýk yoluna katýldýlar. Hattâ o diyârýn pâdi­þâhý da, onun hâlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanýp sohbetlerde bu- lunurken hac mevsimi yaklaþtý. Fakirlik ve kanâate râzý iki talebesi ile bir- likte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i þerîfine git­mek üzere yola çýktýlar.

Sâlihlerden bir zât þöyle anlatýr: "O sene hac esnâsýnda Þeyh Tâc´ý gördüm. Bana buyurdu ki: "Senelerdir sahrâlarda, þehirlerde dolaþtým. Þimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya geldim. Tâ ki, ayný yerde top­rak olayým. O eþikte toprak olan baþa ne mutlu."

Talebelerinden biri þöyle anlatýr: "Bir gün hocamýzla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O baþýný eðmiþ, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra baþýný kaldýrdýðýnda kendisinden bir nûr çýktý ve o nûr yakýnda bu- lunan bir nar aðacýnýn üzerine gitti. Ertesi gün baktýðýmýzda o aðacýn, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarýnýn inci hâline döndüklerini gördük."

Büyük velîlerden Muhammed Þirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz´de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Þirvan´a dönüp ticâ­retle meþgûl oldu. Velîlik yoluna giriþi þöyle anlatýlýr:

Þirvânî hazretleri önceleri ipek alýp satardý. Geylân ve Laheycan bel- delerine mal gönderirdi. O beldede bir ortaðý vardý. O, mallarý orada sa- tar ve memleketin parasýna çevirirdi. Bir gün ortaðý vefât etti. Geride kim- sesi olmadýðý için bütün malýna oranýn idârecisi el koydu. Þirvânî hazret- leri bunu iþitince, oraya gitmek üzere yola çýktý. Vardýðýnda hâkime durumu anlattý. Mallarýný geri istedi. Lâkin ne yaptýysa malýný kurtara­madý. Bunun üzerine Allahü teâlânýn sevgili kulu Þeyh Zâhid hazretleri­nin dergâhýna gelip hâlini ona anlattý ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; "Oðlum! Sen bu iþe memur deðilsin ve bunun için yaratýlmadýn. Ýsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler sen­den meydana gelir." buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazret­leri ona nazar etti ve Þirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman soh­betlerinde bulunup yetiþti.

Þirvânî, hocasý Zâhid hazretlerinin pirinç tarlalarýnda ve baðlarýnda çalýþtý. Geceleyin oralara gidip sulama iþlerine bakardý. Çalýþýrken yerine bakacak bir derviþin geldiðini görse hemen namaza dururdu. O namaza baþladýðýnda suyun akýþý ve seviyesi yükselir, bað ve çeltik tarlasý baþ­tan baþa sulanýrdý. Namazýný bitirdiðinde suyun seviyesi düþer ve akýþý azalýr, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviþ arkadaþý suyun fazlalaþ­masý iþini hocasýna anlattýðýnda hocasý; "Vakti geldi." buyurdu ve Þirvâ- nî´yi çaðýrýp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bil­gilerini öðretmekle vazîfelendirdi.

Evliyânýn büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Talebenin dikkat et­mesi gere- ken ve kendine lâzým olan þeyler þunlardýr: a) Kalbini ve niye­tini kötülük- lerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hýrslý ol- mak, c) Bid´atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlý iyi düþüncelerle meþgûl olmak, f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarýndan bir zerre bile dýþarý çýkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini be­ðenmiþler tâifesinden olmamak, k) Ýbâdet ve tâatinden dolayý gurûrlan­mamak."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz bi­rincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasýnda Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri; "Be- ni Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ´dan üstün zannetmeyin" buyur­muþtu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasýsýnýz" dediler. "Benim onlar yanýndaki yerim, bir sultanýn çocuklarýný yetiþtiren bir hoca gibidir. Onlar sultanýn çocuklarý olduðu için, bu hocadan üstündürler." buyurdular.

Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sýbgatullah´a buyurdular ki: "Molla Sýbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her þeyden üs­tündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseðine kavuþturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalýklarýný izâle eder, giderir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliðinde hocasý Yâkûb-i Çerhî (r.aleyh) hazretlerine talebe oldu ve onun sohbe­tinde kemâle ulaþtý. Bu hocasý ile tanýþmasýný þöyle anlatmýþtýr:

Herat´a gittiðim zaman, güzel yüzlü ve hoþ kýlýklý bir tüccar ile tanýþ­tým. Hâcegân yolunda olduðu anlaþýlýyordu. Bu yolu kimden aldýðýný sor­dum. Yâkûb-i Çerhî´den aldýðýný söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî´nin büyük­lüðünü ve üstün hâllerini anlattý. Bunun üzerine Yâkûb-i Çerhî´nin soh­betine kavuþmak için, ikâmet ettiði yer olan Helfetû´ya gitmek üzere yola çýktým. Çiganiyân´a varýnca hastalandým. Yirmi gün orada kaldým. Bu sý­rada Yâkûb-i Çerhî hakkýnda menfî sözler iþittim. Seyahatime devâm e- dip etmeme husûsunda tereddüde düþtüm. Fakat bu kadar yol aldýktan sonra, geri dönülmeyeceðini düþünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuþunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir baþka gün tekrar ziyâretine gittiðimde, bu sefer sert ve haþmetli davrandý. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanlarýn sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düþmüþ ol­mamdan dolayýdýr, diye düþündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluþmasýný, sohbetine kavuþmasýný ve münâsebetlerini anlattý. Sonra bana elini uzatýp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktým yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlýk gör­düm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayýp, hemen elini geri çekti. Baktým, yüzü birden bire deðiþip, öyle güzel bir hâl aldý ki sîmâsý­nýn güzelliðine hayran kaldým. Kalbimde hâsýl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayýp sarýlmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden u- zatýp;

"Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuþ olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî´nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ý adedi (tek sayý) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti. Sonra: "Bize hocamýzdan gelen usûl budur. Eðer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.

Ubeydullah-ý Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldý. Ondan feyz alýp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (dip­loma) aldý. Ýnsanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak üzere ve­dâlaþýp ayrýlýrken, hocasý ona, râbýta þartýný anlattý ve; "Bu yolu tâlim e- derken dehþet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidât­lýlara ulaþtýr!" buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ý Ahrâr hakkýnda þöyle buyur­muþtur: "Bir talebe, bir büyüðün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmýþ, fitili ve yaðýný hazýrlamýþ, onun yanmasý için sâdece bir ateþ tutmak gerekecek."

Türkistan´ýn büyük velîlerinden Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri talebe­lerine þöyle buyurmuþlardýr: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiði ve nisbet sâhibi kýlýndýðý hâlde, her dýþarý çýktý­ðýnda kaybetmemiþ olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâ­fa- za edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kiþi, onu en kýymetli þeyi bilsin. Fânî varlýðýný tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlýkta aydýnlatsýn."

Yine þöyle buyurmuþtur: "Benim birkaç günlük hayâtýmý fýrsat bilip Allahü teâlâya baðlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksýnýz? Bu fýrsatý ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse piþmân olursunuz. Son piþmânlýðýn faydasý olmaz."

Bir gün ders esnâsýnda Yûsuf Bahri Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir konuda hocasýna îtirâzda bulundu. Dersten çýkýnca hocasý, Yû- suf Bahri Efendiyi yanýna çaðýrarak; ?Benden nasîbini aldýn. Bundan sonra Mýsýr?da Þeyh Murtaza?dan ilim öðrenmeye devâm edeceksin.? buyurdu.

Yûsuf Bahri Efendi, hazýrlýðýný yapýp, heybesine kitaplarý doldurarak yola çýktý. Kâhire?ye varýnca, Þeyh Murtaza?yý arayýp, Câmi-i Ezher?de ders okuttuðunu öðrenince, oraya gitti. Câmi, kapýsýna kadar dolu idi. Kapýnýn önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye baþladý. O sýrada içe­riden biri gelip; ?Þeyh Murtaza Efendi; ?Kapýda duran Yûsuf?a omuzunda- ki heybeyi Nil?e atýp gelmesini söyleyin diyor? dedi. Yûsuf Bahri Efendi bu âni hitap ile þaþýrdý. Nil kenarýna giderek, bir kazýk çaktý ve heybenin u- cuna bir ip baðlayýp, Nil?e attý. Ýpin ucunu da kazýða bað­ladý. Sonra tek- rar Câmi-i Ezher?e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; ?Hoca sana, kazýðý çeksin de gelsin, diyor.? dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dö- nüp, baðladýðý ipi söktü ve heybe Nil sularýnda kayboldu. Geri dönüp câmiye geldiðinde talebeliðe kabûl edildi. Böylece bir büyüðe baðlanmak için boþ gidilmesi gerektiðini anladý.

Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza Efendinin sohbetlerinde kemâle gel­dikten sonra, icâzet, diploma aldý. Hocasý onu insanlara doðru yolu an­latmak için memleketine gönderdi. Giderken; ?Yûsuf, hac zamâný yakýn­dýr. Hac farîzasýný yerine getir de öyle git.? buyurdu. Yûsuf Bahri Efendi hac farîzasýný yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i þe­rîflerini ziyâret maksadýyla Medîne?ye gitti. Ravda-i mutahherayý ziyâret ederken iç kapýsýnýn üstündeki hadîs-i þerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla olduðunu gördü. Kaldýrýlmasýný ilgililere söyledi. Bu durumu görüþ­mek için toplanan ulemâ; ?Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediðine, bir Türk hoca gelmiþ de fazla diyor.? diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi kü­çümsediler ve öldürmek istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalýðý yatýþtýrmak için; ?Benim söylediðim hadîs-i þerîfi yazýn, bir de kapýnýn üstündeki ha­dîs-i þerifi yazýn. Her ikisini de kapýnýn önüne koyalým. Sabahleyin bakýn, benim dediðim gibi çýkmazsa, beni öldürün.? dedi. Denileni yaptýlar. Er­tesi sabah kaðýtlara bakýldýðýnda, Yûsuf Bahri Efendinin söylediði þekilde yazýlý olan kaðýdýn altýna ince bir kalemle; ?Sadeka Yûsuf-i Bahri.? yazýl­mýþ olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri ünvânýný kazanan Yû­suf Bahri Efendinin büyüklüðü Medîne ulemâsý tarafýndan kabûl edildi. Durum Sultan Ýkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri Efendiyi Ýstanbul?a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüþhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin dergâhýna bir gün taþradan bir hoca efendi, gelip hürmetle el öptü ve aðlamaya baþladý. Kendisinden aðlamasýnýn sebebi soruldukta, þöyle anlattý: ?Efendim! Ben size daha görmeden âþýk oldum. Bir þehirde vâizdim. Bir gün kürside vâz ederken kulaðýma; ?Allah için bu zamânýn kutbu, Ahmed Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretleridir.? diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine aklým baþýmdan gitti. Konuþamaz oldum. Að­lamaya baþladým. Benim aðlamamý görünce, cemâat da aðlamaya baþ­ladý. Sonra güçlükle; ?Ey müslümanlar! Hastayým. Vâz edecek hâlim kalmadý.? dedim ve kürsüden indim. Eve gittim. Aklýmdan gitmez oldu­nuz. Uyku uyuyamaz oldum. Ertesi gün mescide geldim ve kürsüye çýk­tým. Yine ayný nidâ geldi. Kendimden geçtim. Üç gün bu hâlim devâm etti. Cemâat gelip; ?Bu hâlin nedir bize anlat? Derdine derman olalým, tabib bulalým. Bizden saklama!? dediler. Bunun üzerine onlara; ?Benim ilaç kabûl etmez bir derdim var. Beni periþan eyleyen bir sevgidir, bir aþktýr, gece gündüz kalbimi yakar, gözlerimden yaþ akýtýr. Câmide vâz ederken kulaðýma gelen bir nidâ ile ben bu hâle geldim. O nidâ da; ?Bu zamânýn büyüðü Ahmed Ziyâeddîn hazretleridir.? nidâsýydý. Bunun üze­rine bu zâta âþýk oldum. Nerede olduðunu bir bilsem.? dedim. Cemâat daðýldý. Bir müddet sonra bana, sizden haber getirdiler ve nerede oldu­ðunuzu öðrendim. Þimdi de mübârek huzûrunuza gelerek sizleri gör­mekle þereflendim.? Hoca efendinin anlattýklarýný dinleyen Ziyâeddîn hazretleri tebessüm edip; ?Hoca efendi, Allahü teâlânýn sevgili kullarý ke­râmetini açýklamaktan hayâ eder. Ýnsan, Allahü teâlâya kul olmakla, ibâ­det etmekle þereflenir. Ýstikâmet doðru yolda olmak en büyük kerâmet­tir.? buyurdu ve onu talebeliðe kabûl etti.









Ynt: Talebe By: Yaðmur Gümüþ 8-B Date: 26 Ekim 2015, 15:03:21
Bismillah...
Talebelik yani öðrencilik sadece ders olarak ödev yapmak, okumak  test
çözmek deðildir... Tam anlamýyla görevlerini yerine getirmek demektir...
Paylaþým için Allah razý olsun...

radyobeyan