Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:17:17
Talebe
Endülüs, Mýsýr ve Filistin taraflarýnda yaþamýþ büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaþlarý terk etmesi, maksaddan uzaklaþtýracak þeylerden uzak durmasýdýr.Yine buyurdular ki: Kalben hocasýný beðenmeyen, hocasýndan gelen hiç bir feyze kavuþamaz.Evliyânýn meþhurlarýndan Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve dostlarýna en faydalý iþin sâlih kimselerle, iyi insanlarla görüþüp sohbet etmek, arkadaþlýk kurmak olduðunu söylerdi. Ahlâk ve davranýþ bakýmýndan sâlih, iyi kimselere uymak lâzým olduðunu önemle tavsiye ederdi. Ayrýca velîlerin kabirlerini ziyâreti, arkadaþ ve dostlara hizmeti tavsiye ederdi. Kendi günahlarýnýn tamâmen baðýþlandýðýna kanâat getirmeyen kimsenin herhangi bir günahý sebebiyle baþkasýný kýnamasýný doðru bulmazdý. Kiþinin ise kendi günahlarýnýn tamâmen baðýþlandýðýný bilemeyeceðine göre, baþkalarýný kýnama husûsunda hiç konuþmamasý gerektiðini belirtirdi.
Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah-ý Turuðbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Allah yolunda bulunup, O´nun rýzâsýný kazanmak isteyen talebenin vasfý nasýldýr?" diye sorulduðunda; "Talebe, bu yolda meþakkat ve sýkýntý içindedir. Fakat karþýlaþtýðý zorluklar, kendisi- ne neþe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!" cevâbýný verdi.
Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hocanýn, talebeyi azarlamamasý, talebenin de, hocasýna çekinmeden sormasý lâzýmdýr."
Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Harputlu Ýshak Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebeleri üzerine çok titrer, "Talebe, solmayan gü- le ve konuþan bülbüle benzer." buyururdu.
Büyük velîlerden Ýbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dört þey talebeye zarûrî lâzýmdýr: "Birincisi; bir binek hayvanýdýr, bu sabýrdýr. Ýbâdetlere yönelmede, günahlardan sakýnmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. Ýkincisi; oturup rahat edebileceði ve korunup barýnacaðý bir evdir, bu akýldýr. Onunla þeytanýn vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beðeneceði güzel bir elbisedir, bu hayâdýr. Bununla kötü iþ ve sözlerden korunulmuþ olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; aydýnlatýcý bir kandildir, bu da faydalý ilimdir. Bu, talebeyi doðru yolda hidâyet nûruna ulaþtýrýr."
Ýbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptýðý vasiyeti þöyledir: "Bir hocaya talebe olmaya karar vermiþ bir kimse, bildireceðimiz hasletlere u- yarsa ve onlarý muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuþur. Bu da Allahü teâlânýn ihsâný ve muvaffak kýlmasý ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beþ tâne o- lup þunlardýr:
Ýlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine piþmân olup, Allah ve kul haklarýndan borcu olanlara ödeyip tövbe etmek.
Ýkincisi; kullanacaðý faydalý ilimleri öðrenmek.
Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdýr. Sükût (susmak), nefsin konuþmasýný (vesveseyi) önler. Halvet (yalnýzlýk), hislerin daðýlmamasýný saðlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaþmasýný, temizliðini) temin eder.
Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný düþünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.
Beþincisi; her iþine, meþveret etmeden (danýþmadan) baþlamamaktýr. Böylece, iþin bozuk ve kötü olmasýndan korunur.
Altýncýsý; bir din kardeþi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir.
Yedincisi; her iþinde ve sözünde doðru olmaktýr.
Sekizincisi; mîde ve dili korumaktýr. Çünkü, talebe þehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâ- lâya ulaþmaktan mahrûm kalýr. Dil konuþmaya meylederse, gönlü zikre alýþmaz. Zîrâ dilin günahý (isyâný) diðer bütün günahlardan daha çoktur.
Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dýþtan edebli olmaktýr. Sus- malý ve ancak lüzum olunca konuþmalýdýr.
Onuncusu; üç þeye riâyet etmelidir: Ýlki, çok acýkmayýnca yememelidir. Ýkincisi, çok susamadýkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasýndan korunulmuþ olur. Üçüncüsü, çok uyku bastýrmadýkça uyumamalýdýr.
On birincisi; kadýnlarla sohbet etmekten ve bilhassa þehvet uyanmasýna sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakýnmalýdýr. Ancak böyle yapmakla nefsin ve þeytanýn þerrinden korunabilirsin.
On ikincisi; lüzumsuz veya zararlý yerlere bakmaktan gözü korumaktýr. Hadîs-i þerîfte; "Müslümanlarýn odalarýna, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfýktýr." buyrulmuþtur.
On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlý abdestli bulunmaktýr. Bunun faydalarý çok olup, bundan gâfil olmamak lâzýmdýr.
On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyý ha- týrlamýyanlar ile berâber bulunmamalýdýr ki, onlarýn gafletleri bulaþmasýn.
On beþincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akýllarýnýz bununla meþgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaþmayasýnýz.
On altýncýsý; boþ sözleri dinlemekten sakýnmalýdýr. Kalbin fesat ve daðýnýklýðý, çoðu zaman bundan doðar. Boþ sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasýndan korkulur.
On yedincisi; "Þöyle yapsaydým, böyle olurdu. Þöyle yapmasaydým, böyle olmazdý..." gibi sözlerden sakýnmalýdýr. Bunlar münâfýklarýn sözlerindendir. "Hakkýn dilediði oldu, dilemediði olmadý. Takdir ettiði olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir.
On sekizincisi; kaçýnýlmaz durumlar hâriç, bozuk fýrkalar ve bid´at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunlarýn îtikâdlarýný deðiþtirmeleri, normal olarak mümkün deðildir. Ýlmi ve aklý az olan biri, bu münâzara yüzünden sapýtabilir.
On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalýdýr. Çünkü Hak yolun tâliplerine bu iþ yakýþmaz. Ýnsanlara Allah için iyi davranýlýrsa, insanýn tabiatý iyi ahlâklara alýþýr ve gadablardan yâni olur olmaz þeylere kýzmaktan kurtulur.
Yirmincisi; nefsin vesveseye kapýlýp, kendisini baþkalarýndan hayýrlý (daha iyi) veya baþkalarýnýn bilmediðini biliyor olarak görmesini önlemelidir. Böylece nefsin, iþlerin en hayýrlý olanlarý ile meþgûl olmasý saðlanýr.
Yirmi birincisi; kibirden sakýnmalýdýr. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya baþkalarýný aþaðý görmektir. Çok büyük bir kusurdur.
Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beðenmekten) sakýnmalýdýr. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklýný ve fikrini beðenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiðini sandýðýndan çok yanýlýr.
Yirmi üçüncüsü; hasetten sakýnmalýdýr. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânýn bir kuluna verdiði nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.
Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyý unutturacak hiçbir þeyle meþgûl etmemelidir.
Yirmi beþincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgisini kalbinden uzaklaþtýrmaktýr."
Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Zuðdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Talebe çok zaman, hocasýna ?Neden?? dediði için nîmetlerinin arttýrýlmasýndan mahrum kalmýþtýr.?
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ý Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bir kimse, hocasýnýn hareket ve davranýþlarýndan istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.?
Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Allah yolunda yürümek arzusunda bulunan bir tâlib, azimeti býrakýp ruhsatla amel ederse, artýk ondan hayýr gelmez, ilerleyemez.?
Hindistan evliyâsýndan ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe, sâdýk olan tâlib demektir. Allahü teâlânýn sevgisi ile ve O´nun sevgisine kavuþmak arzusu ile yanmaktadýr. Bilmediði, anlayamadýðý bir aþk ile þaþkýn hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaþlarý dinmez. Geçmiþteki günahlarýndan utanarak baþýný kaldýramaz. Her iþinde Allah´- dan korkar, titrer, Allahü teâlânýn sevgisine kavuþturacak iþleri yapmak için çýrpýnýr. Her iþinde sabreder. Her geçimsizlikte, sýkýntýda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah´ýný düþünür. Gaflet ile yaþamaz. Kim- seyle münâkaþa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâ- lânýn evi bilir. Eshâb-ý kirâm hakkýnda hayr konuþur ve isimleri anýldý- ðýnda "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduðunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ý kirâm arasýnda olan þeyleri konuþmamaðý emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunlarý konuþmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karþý bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah´ýn Resûlünü sevmenin niþânýdýr, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüþü ile evliyâ-yý kirâmý, birbirinden aþaðý ve yukarý diye ayýrmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduðu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i þerîf ve Sahâbe-i kirâmýn sözbirliði ile anlaþýlýr. Muhabbet sarhoþluðu elbet baþkadýr. Aþk sâhibi mâzûrdur.
Evliyânýn meþhurlarýndan Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim öðrendiði zâtta, ayýp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."
Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Tâlib baþkasýnýn yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir." buyurdular.
Evlliyânýn büyüklerinden Abdülazîz Debbað (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine þöyle buyururdu: "Kulun düþüncesi Allahü teâlâdan baþkasýna doðru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaþmýþ olur."
Mýsýr evliyâsýndan Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasýna karþý göstermesi gereken edepleri þöyle anlattý: Talebe, doðru yolu öðrenmek isteyince, hocasýna karþý tam olarak boyun eðmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasýna karþý meyyit gibi olmasý lâzýmdýr. Nasýl meyyit yýkayýcýya hiçbir þey þart koþmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasýna, bu þekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düþüp takvâ ve doðru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaþýr.
Talebe, özellikle hocasýnýn huzûrunda, nefsinin arzu ettiði bir þeyin iddiâsýnda bulunmamalýdýr. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarýndan olup, hocasýnýn gözünden düþmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasýnýn huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karýþmamasý, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasýna mâni olur. Onun en güzel þekilde hocasýna tâbi olmasýna yardýmcý olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasýnýn huzûrunda iken dikkat etmesi lâzým gelen hususlardandýr.
Talebe, kendi derecesinin, hocasýnýn derecesinden yüksek olduðunu düþünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocasý için istemeli, Allahü teâlânýn yüksek ihsanlarýný ve bol lütuflarýný hocasý için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çýkar.
Ýstanbul?da yetiþen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadýðýndan, nasîbsiz kalmasýnlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoðunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."
Hindistan evliyâsýndan ve hadîs âlimi Abdülhak-ý Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) küçük yaþta iken tahsil için yaklaþýk 4 km uzaklýktaki medreseye gider gelirdi. Sabah namazýndan önce medreseye giderdi. Gecelerinin çoðu mütâlaa, gündüzleri ise yazmakla geçerdi. Mahalle çocuklarý gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyumazdý. Annesi ona; "Arkadaþlarýnla biraz oyna rahatýna bak." dediðinde; "Anneciðim. Oyun- dan maksat hâtýrý gönlü hoþ etmek, hoþ vakit geçirmektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazý yazmakla açýlýp rahatlýyor." derdi. Annesinin, gece yarýsýndan sonra, o kitap okurken; "Oðlum ne yapýyorsun?" sesine karþýlýk, yalan olmamasý için, yatar ve; "Yattým anneciðim! Bir þey mi buyurmuþtunuz?" derdi. Sonra kalkýp okumasýna devam ederdi. Birkaç defa saçlarý ve sarýðý mum ateþi ile yandý. Bu azim, bir de babasýnýn duâsý ile on yedi yaþýnda iken ilim tahsilini tamamladý.
Hanefî mezhebi fýkýh âlimi Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini talebeliðinden beri ta- nýr ve severdi. Fakat ona baðlanýp, talebesi olmamýþtý. Bir gece rüyâsýn- da Ýmâm-ý Rabbânî´nin kendisine; "Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onlarý kendi oyunlarýna býrak!" (En´am sûresi:91) meâlindeki âyeti kerîmeyi okuduðunu gördü. O anda kalbi zikretmeye baþladý. Uzun zaman böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuþtu. "Ben Ahmed´in (yâni Ýmâm-ý Rabbâ- nî´nin) üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor." derdi. Kýsa bir süre sonra Ýmâm-ý Rabbânî´nin huzûruna gidip, onun yoluna baðlan- dý. Hakikî ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.
Evlîyanýn büyüklerinden Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda Muhammed Ezher þöyle anlatýr: çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaþýlamýyacaðýný söylerdi.
Bir kadýn, çocuðunu Abdülkâdir-i Geylânî´ye getirip; "Oðlumun kalbini size tutulmuþ gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Þeyh hazretleri bu genci yanýna aldý. Ona nefsin istemediklerini yapmasýný emretti. Tarîkatta sülûke baþlattý. Bu þekilde devâm ederken, bir gün annesi çýka geldi. Oðlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayýf ve sararmýþ, arpa ekmeði yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuðunu býrakýp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanýna girdi. Þeyh hazretleri oturmuþ, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oðlum ise, arpa ekmeði yer." dedi. Þeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânýn izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Þeyh, kadýna hitâben; "Senin oðlun böyle olduðu zaman, dilediðini yesin!" buyurdu.
Irak´ta yetiþen büyük velîlerden ve Þâfîî mezhebi fýkýh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrertleri talebeliðinde bir gün hocasýnýn huzûruna girdîðinde bir gevþeklik ve isteksizlik hâli vardý. Hocasý buyurdu ki: "Sende bir karartý, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrýldý. Ýki-üç gün hiçbir þey yemedi. Yanýnda da yiyecek bir þeyi yoktu. Dicle kýyýsýna giderek suya girip, açlýðýnýn böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtý. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline ge- tiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalýþtýrýr mýsýnýz?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altýn konulmuþ bir kâðýt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iþ yapmadým. Eðer yazýlacak bir þey varsa onu yapabilirim." dedi. Ýçlerinde uyanýk birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî´ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye baþladý. Fakat bu iþe alýþýk olmadýðýndan bir saat kadar çalýþabildi. Ýþ sâhibi, ona bir altýn verdi ve; "Ýþte senin ücretin." dedi. Parayý alarak oradan ayrýldý. Allahü teâlâ ilim öðrenmek arzû ve isteði verdi. Din bilgilerini en ince noktalarýna kadar öðrendi.
Mýsýr evliyâsýndan Abdülvehhâb-ý Mýsrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Bir talebe hocasýný kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadýkça, hakîkî talebe olamaz." buyurdular.
Evliyânýn büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe; Allahü teâlânýn sevdikleri ile berâber olduðu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi olan her iþte tevâzu üzere bulunan ve âlimlerin huzûrunda onlarý can kulaðý ile dinleyen kimsedir."
Ahmed Amiþ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi müridin yâni talebenin þeyhe (hocaya) olan ihtiyâcýný sorunca; "Daðý dað, taþý taþ gördükçe þeyhe muhtaçsýn. Bu böyle olsun, þu þöyle olsundan kurtuluncaya kadar, þeyhe muhtaçsýn." demiþtir.
Ýran´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden ve fýkýh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiði sorulduðunda? þöyle buyurdular: "Ýlim isteyen ilk önce nefsini kötü ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öðrenmek, kalbi îmar etmekle olur. Âzâlarýn vazîfesi olan namaz, nasýl necâsetten temizlenmeden olmuyorsa, kalbin ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sýfat ve vasýflardan, fena huylardan temizledikten sonra olur.
Ýkinci olarak dünyâ meþgûliyetlerinden alâkayý kesmelidir. Zîrâ dün- yâ meþgalesi insaný ilimden alýkoyar. Ýnsan bir anda iki þeyle meþgûl olamaz.
Üçüncü olarak hocaya karþý kibirli olmamalý ve ona ukalâlýk etmemelidir. Bilhassa hastanýn tabibe teslim olduðu gibi hocaya teslim olmak lazýmdýr.
Dördüncü olarak ilmin baþýnda ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarýna kulak asmamalýdýr. Çünkü bu zihni zorlar doðru düþünceden uzaklaþtýrýr. Meseleler idrâk edilmez olur.
Beþinci olarak, insanýn okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan temizleyip, fazîletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakýn olmak ve yakýnlýk mertebesine kavuþmak olmalýdýr. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düþük adamlarla mücâdele ve akranlarýna üstünlük gâyesi göstermemelidir."
Anadolu velîlerinin büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanýný öðrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyý anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadýr. Baþ olmak, dünyâlýk elde etmek veyâ halký baþýna toplayýp, onlarýn hürmet ve hizmetlerini celbet- menin, insaný þeytana oyuncak edeceðini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil´i (þeytaný), Bel´âm bin Baûrâ´yý, Bersisa´yý ve sahâbeden iken dünyâlýklara maðlûb olan Sa´lebe´yi anlatmaktadýr. Allahü teâlâya kulluðu, Allahü teâlânýn emri için yapmayý, yeterince ilim ve bilgiyi kazanýp farz-ý ayn olan bilgileri edinmeyi, bu þartlarýn kazanýlmasýndan sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve þükür ibâdetlerini gücü yettiði nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.
Endülüste´te yetiþen büyük velîlerden Ahmed Necibî hazretleri büyük âlim ve velî Câfer Endülüsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin yanýna gitmek üzere bir grup ile yola çýktý. Endülüs´e vardýklarýnda yanýndakiler, Peygamberlik iddiasýnda bulunan Ýbn-ül-Mer´e ismindeki þahsý önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaþlarý ona tâbi olup, o zâtýn yanýna gittiler. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Þeyh Câfer Endülüsî´nin huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktý ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak gelirse, hoca ona bir þey yazar. Fakat defteri yazýlý ise hoca onun için bir þey yazmak istese nereye yazsýn. Onun için böyle gelen defteri karalanmýþ geri döner." buyurduktan sonra tekrar onlara baktý ve; "Ayný sudan içenin mizacý, tabiatý bozulmaktan, deðiþmekten kurtulur. Çeþitli sulardan içenlerin mizacý ise bozulmaktan, deðiþmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile memleketlerinden çýkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çýktýklarý hâlde, daha sonra Endülüs´e geldiklerinde, peygamberlik iddiâsýnda bulunan o þahsý ziyâret etmek istediklerine iþâret etti.
Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onlarýn durumuna düþmekten muhâfaza ettiði için Allahü teâlâya þükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kiþiyi çaðýrarak, Ahmed Necibî´yi talebelerinin olduðu yere götürmesini, diðerlerini ise geri göndermesini istedi. Ahmed Necibî´ye de; "Ey Ebü´l-Abbâs! Siz memleketinizden çýktýðýnýzdan îtibâren Allahü teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde geldiðini biliyorduk." buyurdular.
Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Talebeye lâzým olan edeb nedir?? denildiðinde; "Talebeye üç þey çok lâzýmdýr: Birincisi; her an abdestli bulunmak. Ýkincisi; bulunduðu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de; yiyip içtiðinin helalden olmasýna dikkat etmektir." buyurdular.
Buhârâ´da yetiþen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin babasý, Buhârâ´nýn zengin eþrâfýndan idi. Babasý vefât edince, oðullarýna çok fazla mal kaldý. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Þâh-ý Nakþibend Muhammed Behâeddîn-i Buhâ- rî´ye talebe olmayý tercih etti. Huzûrlarýna varýp hâlini arz etti ve talebe- liðe kabûl buyrulmasýný istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâ- eddîn´e nazar ettikten sonra;
"Evlâdým bizim yolumuzda çeþitli mihnet ve sýkýntýlar vardýr. Dünyâyý ve nefsini terketmek vardýr. Sen bunlarý yapabilecek misin?" buyurunca, Alâeddîn derhal;
"Yaparým efendim!" diye cevap verdi.
"Öyleyse bugün bir küfe elma alýp, kardeþlerinin mahallesinde sat!" buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanýnmýþ bir âileye mensûb olmasýna raðmen, kibirlenmeyerek, kardeþlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldýrýþ etmeden, baðýra baðýra elma sattý. Ertesi gün Þâh-ý Nakþibend´in huzûruna gelerek;
"Emirlerinizi yerine getirmeye çalýþtým efendim." dedi. Behâeddîn-i Buhârî;
"Bugün de kardeþlerinin dükkaný önünde satacaksýn." buyurdu. Alâ- eddîn; "Peki efendim!" diyerek, aðabeylerinin dükkaný önünde baðýra çaðýra elma satmaya baþladý.
Aðabeyleri yanýna gelip; "Bizi elâleme rezil etme, para lâzým ise, istediðin kadar verelim, mîrâsýndan daha fazlasýný al, fakat bu iþi býrak." dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Aðabeyleri;
"Mâdem satacaksýn, bizim dükkanýn önünde satma, git baþka yerde sat!" diye ýsrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir þeye aldýrýþ etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Þâh-ý Nakþibend hazretleri;
"Artýk bu iþ tamamdýr." diyerek elma satýþý iþini býraktýrdý ve onu talebeliðe kabul buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatýr: "Þâh-ý Nakþibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrýlamýyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;
"Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu.
"Ýkrâm sâhibi zâtýnýz, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir." diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;
"Bir müddet bekle, iþi anlarsýn." buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karþý muhabbetten eser kalmadý. O zaman; "Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?" buyurdu.
Beyt:
Eðer mâþûktan olmazsa muhabbet âþýka,
Âþýðýn uðraþmasý mâþûka kavuþturamaz aslâ.
Alâeddîn-i Attâr talebeliðe kabûl edilince, canla baþla çalýþmaya, hizmet etmeye baþladý. Gece-gündüz hiç boþa vakit geçirmeyip, hocasýnýn verdiði dersleri ve vazîfeleri en kýsa zamanda yapmak gayretiyle çalýþtý. Talebe arkadaþlarýnýn arasýnda parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döþek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdý. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasýnýn hizmetine verdi. Hocasý Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluðunu, derecesinin çok yüksek olduðunu bildiði için, birgün hanýmýna;
"Ey hâtun! Kýzýmýz bülûða eriþince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kýzýnýn bülûð çaðýna geldiðini öðrenince, Alâeddîn-i At- târ´ýn odasýna gitti. Bu sýrada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasýr üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasýnda, baþýnýn altýna koymak için bir de tuðlasý vardý. Baþka bir þeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî´yi karþýsýnda görünce, hemen ayaða kalktý. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki:
"Eðer kabûl edersen, evimde yeni bülûða gelmiþ bir kýzým var. Seninle evlendireyim." Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti:
"Hakkýmda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanýmda dünyâlýk olarak hiçbir þeyim yoktur." Behâeddîn-i Buhârî ise;
"Benim kýzým sana müyesser ve mukadderdir. Rýzkýnýzýn da, Allahü teâlânýn gayb hazînesinden gönderileceði bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn´e bir ev yapmak için çalýþmaya baþladýlar. O sýcak yaz günlerinde bir müddet çalýþýrlar, öðle vaktinin sýcaðýnda dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneþ altýnda dinlenirdi. Diðer talebeler güneþin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptýðýný hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânýn yarattýklarý hakkýnda tefekkür eder ve Cehennem´in þiddetli sýcaðý yanýnda, güneþin sýcaklýðýnýn hissedilmeyeceðini düþünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyý unutmaz, kalbinde O´nun muhabbetinden baþka bir þey bulundurmazdý. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ý Hakk´ý zikreder; "Allah! Allah!" derdi.
Ev tamamlanýnca, düðünleri yapýldý. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kýzla evlenmiþ oldu.
Behâeddîn-i Buhârî, Alâeddîn´i sohbetlerinde yanýna oturtur, sýk sýk ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlýk derecelerinde yükselmelerini saðlardý. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara;
"Onu, kurt kapmasýn diye yanýmda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadýr. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamlarýn en yükseðine çýkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyý ve O´nun beytini (Beytullah´ý) hatýrlarým. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuþur." buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiþtirilmesini Alâeddîn-i Attâr´a býrakýp; "Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çýkardý.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri sohbetlerinde tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacaðý iþler hakkýnda buyurdular ki: "Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuþacaðýna kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onlarý taklîd ettiðim ve hâlen etmekte olduðum her þeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:17:58
"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî baðlýlýklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularýndan vaz geçip, Hakkýn yoluna mâni olan baðlýlýklarý terketmelidir. Bunun çâresi þöyledir: "Kendisini dünyâya baðlayan þeylerin hangisinden istediði ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadýðýný anlamalýdýr. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona baðlý tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduðunu anlamalý ve o baðlýlýðýn kesilmesine çalýþmalýdýr. Bizim hocamýz Þâh-ý Nakþibend, o kadar ihtiyatlý idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."
Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtýna yakýn talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: "Birbirinize sýðýnýn! Her iþte yolunuz, dînî ölçülere baðlýlýk olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi þekilde ona devâm ediniz! Eðer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuþursunuz. Hâlinizin dâimâ yükseliþte olmasý lâzýmdýr."
Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber efendimize uydurmaya çalýþýrdý. Talebelerine bu þekilde olmadýkça, Resûlullah efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapýlmýþ olamayacaðýný bildirirdi. O, Resûlullah efendimize uymak, O´na hürmet göstermek için þu hususlarý talebelerine þart koþmuþtur:
1. Resûlullah´ýn mübârek isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.
2. Resûlullah efendimiz ziyâret edildiðinde kabr-i þerîfinin yanýnda sesi yükseltmemek.
3. Resûlullah´ýn haremi olan Medîne-i münevvereye tâzim ve hürmette bulunmak, orada yasaklanan þeylerden (veya günah iþlemekten) sakýnmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.
4. Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve iþlerinden bildirilen bir þeyi, O´nun þânýný hafife alacak bir þey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem falanca þeyi severdi denince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.
5. Kur´ân-ý kerîmin ve hadîs-i þerîf kitaplarýnýn üzerine, baþka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eþyâsý koymamak.
6. Allahü teâlânýn ism-i þerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduðu bir kâðýdý atmamak. Böyle kâðýtlar yýrtýlmaz. Ýslâm harfleri ile yazýlý olan kâðýtlara da hürmet etmek lâzýmdýr. Bunlarý temiz bir beze sardýktan sonra çiðnenmeyecek yerde topraða gömmek veya yakmak lâzýmdýr.
Anadolu´da yetiþen velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine yazdýðý mektup þöyledir: "Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oðlum! Göndermiþ olduðunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oðlum! Dersimizden uzak olmayasýnýz. Bir an Allahü teâlâyý anmak, Süleymân aleyhisselâmýn mülkünden daha iyidir, ifâdesini hâtýrýndan çýkarmayýnýz. Oðul, dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarýp yakarmayý fazlaca yaparsanýz, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasýný sever. Bu, Allah adamlarýnýn yoludur."
Mýsýr evliyâsýndan Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle nasîhat ederdi: "Din âlimlerine dil uzatmaktan sakýnýn. Çünkü onlar, Allahü teâlânýn isim ve sýfatlarýnýn kapýcýlarýdýr. Velîleri inkârdan sakýnýn. Zîrâ onlar, Allahü teâlânýn zâtýnýn kapýcýlarýdýr.
Bir þey yapmak istiyorsanýz, size yakýþaný yapýn. Ýnsanlar, bir þey vermediðiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karþý çýkmalarýna meydan vermeyin. Çünkü velî olmanýn þartlarýndan biri de þudur: Bu gibileri, yanlarýnda bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranýn onlarýn nazarýndaki kýymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakýl taþýndan daha kýymetsizdir.
Ramazân-ý þerîfin son on gününde, gece ibâdetinden geri kalmayýnýz. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir gecesi bu aydadýr.
Þâyet biriniz kendisini ilâhî huzurla hissederse, yalnýz kendi nefsi için duâ etmemeli, baþkasý için de himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacaðý duâlarýn çoðu mümin kardeþleri için de olmalýdýr.
Þuna yemin ederim ki, talebeler, Allahü teâlânýn dünyâyý yarattýðý günden yok edeceði güne kadar, hocalarýnýn huzûrunda kor bir ateþ üzerinde otursalar, doðru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldýran hocalarýnýn haklarýný ödeyemezler.
Allahü teâlâ kullarýna, bilinen rýzýklarýn daðýtýmýný sabah namazýndan sonra, mânevî rýzýklarýn daðýtýmýný da ikindi namazýndan sonra yapar. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiþtir.
Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ edenleri, Allahü teâlâ kýyâmet gününde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.
Allahü teâlâya kavuþturan yola dâvet edenler, fâsýk kimselere dahi kaba ve kýrýcý olmamalýlar. Onlara rýfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoþ tutmalýlar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleþtikten sonra nasîhatte bulunsunlar.
Evliyânýn meþhûrlarýdan Ali bin Meymûn Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak üzere Ýki arkadaþ, yanýna geldiler. Kabûl edip ders vermeye baþladý. Bir müddet sonra bunlardan biri ayrýlýp gitmek istedi. Arkadaþý kalmasý için çok ýsrar etti ise de, baþaramadý. Nihâyet ayrýlýp gitti. Gittikten kýsa bir müddet sonra geri döndü. Hâli ve kararý deðiþmiþti ve aðlýyordu. Arkadaþý hâlini merak edip;
"Bu hâlin nedir? Sana ne oldu, neden döndün?" diye sorunca þöyle dedi:
"Buradan ayrýlýp memleketime dönmek üzere yola çýktým. Bir müddet yol aldýktan sonra yolda hocamýzý âniden karþýmda gördüm. Nasýl o- lur diye çok þaþýrdým. Karþýmda o kadar heybetli duruyordu ki, ürpermeye baþladým. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzý olmadýðýný anladým. Onun bu kerâmetini görünce ayrýlýp gitmekle büyük hatâya düþtüðümü anladým. Artýk dönüp ilim öðrenmek için karar verdim." diyen bu talebe, hocasýnýn derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâsýyla olgun bir ilim ehli oldu.
Ali bin Meymûn Maðribî hazretleri birgün talebelerinden biri ile çarþýya giderken, kýsa yol, bir hanýn içinden geçiyordu. Herkes orayý yol yapmýþtý. Talebesi;
"Biz de buradan geçelim!" dedi. Ali bin Meymûn;
"Burasý nedir?" diye sorunca, talebe;
"Han" cevâbýný verdi. Bunun üzerine;
"Bu han oradan geçilsin diye yapýlmamýþ ki, oradan geçmek için sâhibinin izni olmasý lâzým." buyurarak yoluna devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anýlan bir câminin yanýna geldiler. Talebe;
"Buyrun câminin içinden çarþýya gidelim!"deyince, Ali bin Meymûn;
"Câmiler, Allahü teâlânýn evleridir. Ýnsanlar burayý yol yapsýn diye yapýlmamýþtýr." deyip, çarþýya oradan da girmeyip baþka yoldan girdi.
Ali bin Meymûn Maðribî hazretleri talebelerinin iyi yetiþmeleri için son derece titizlik gösterirdi. Ufacýk bir gevþekliklerine müsâmaha göstermez ve gördüðü kusurlarý hemen düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.
Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sýk sýk þu nasîhatý yapardý: "Hiç kimse ile münâkaþa etmeyiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim öz oðlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiþ olursunuz. Aranýzda dargýnlýk olmasýn."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin, maksadýna kavuþmasý için çok çalýþmasý, nefsini terbiye etmek için çok uðraþmasý lâzýmdýr. Fakat bir yol vardýr ki, nefsi itmînâna kavuþturup, rûhu kýsa zamanda yüksek derecelere ulaþtýrýr. O da; Allahü teâlânýn sevgili kullarýndan birinin gönlünü kazanmaktýr. Zîrâ, onlarýn kalbi, Allahü teâlânýn nazar ettiði yerdir."
Irak evliyâsýndan Ali Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe iki kýsýmdýr. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteði, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye baþlarlar. Murâd olanlarý ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kýymetlidirler. Murâd olunanlarýn baþý ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdýr. Baþkalarý ona tufeyl yâni, yanýsýra kabûl olunmaktadýrlar. Onlara aradýðýný buldururlar ve gideceði yolu tamamlarlar. Artýk onlarýn nazarýnda kâinâtýn hiçbir kýymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyý düþünürler. Bu yolda fenâ makâmýna kavuþurlar."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasý Abdülhâ- lýk-ý Goncdüvânî hazretleri; ilk sohbetinde þöyle dedi: "Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânýnýn deðerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken kendisinin ne hâlde olduðunu sezmeye bakmalýdýr. Þâyet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu þükür ge- rektiren bir hâl bilmeli. "Allah´ýma þükürler olsun." demelidir. Eðer gafletle geçip gitmiþ ise, hemen onu telâfî etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan baðýþlanmasýný dilemelidir..."
Ýstanbul´da yetiþen büyük velîlerden Atpazarlý Osman Fadlý Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocasý Zâkirzâde, talebelerinden bir iþin yapýlmasýný istedi. Talebeler, o iþi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid Osman, Zâkirzâde´nin yanýna giderek; "Emir buyuracaðýnýz hizmet nedir sultâným? Derhal yerine getireyim." dedi. Zâkirzâde; "Senin dersin vardýr. Bu iþi yapman dersine mânidir." deyince, Osman Fadlý Efendi; "Bu zamanda önce ve sonra gelenlerin ilimlerini elde edeceðimi bilsem, yine þerefli hizmetinizi yerine getirmeyi tercih ederim." dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok hoþuna gitti. Sonra; "Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra gelenlerin ilimlerini nasîb eylesin." diye duâ etti. Bu olay üzerine Seyyid Osman Fadlý Efendi, arkadaþlarýna; "Bu duâdan sonra bir gece de bütün ilimler kalbime ilhâm olundu. Bilmediðim ilim kalmadý." dedi.
Bundan sonra Zâkirzâde, Seyyid Osman´a îcâzet vermek istedi. Os- man Fadlý; "Sultâným, ben sizin hizmetinizi tercih ederim." diyerek kabûl etmedi. Osman Fadlý Efendi o gece rüyâsýnda: "Kullarýmý bana dâvet et- mek için kelâmýmý al!" diye kendisine Mýshaf-ý þerîfin uzatýldýðýný gördü. Korkuyla uyanan Osman Fadlý; "Talebenin vazîfesi hocasýna teslim ol- maktýr." dedi ve hocasýna tam olarak teslim oldu. Hocasý onu Edirne ta- rafýnda Aydos isimli kasabaya, insanlarý doðru yola dâvet için gönderdi. Osman Fadlý, Aydos´da birkaç sene kaldýktan sonra, ilahî bir iþâret üze- rine, Filibe taraflarýna gitti. Filibe´de on beþ seneden fazla insanlara doð- ru yolu gösterdi.
Osman Fadlý Efendi, bir gün kaylûle yaparken, þu rüyâyý gördü. Üç yüz kadar âlim gelip etrafýnda halka oldular. Hep birlikte oradan Ýstanbul´a geldiklerinde, hocasý Zâkirzâde göründü ve; "Git þimdi senin irþâd yerin burasýdýr." diyerek, Atpazarý´nda bulunan Kul Câmiini iþâret etti ve bir sarýk ile bir âsâ hediye etti. Gördüðü bu rüyâ üzerine Ýstanbul´a gelen Osman Fadlý, hocasýnýn iþâret ettiði yere yerleþti. Bundan sonra Atpazarý Emîri diye meþhûr oldu. Kul Câmiinin hatiplik ve imâmlýk vazîfesi Osman Fadlý´ya verildi.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocalarýndan birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocasý; "Þu rafdaki kitabý getir." dedi. Bâyezîd; "Hangi rafdaki kitabý istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocasý; "Bunca zamandýr buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduðun yerin üstündeki rafý diyorum." deyince, Bâyezîd-i Bistâmî; "Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayý, þu âna kadar baþýmý kaldýrýp etrafa bakmýþ deðilim." diye cevap verdi. Hocasý bu söz karþýsýnda "Mâdem ki durum böyledir. Senin iþin tamamdýr. Þimdi artýk Bistam´a dönebilirsin ve bizden öðrendiklerini baþkalarýna öðretebilirsin." buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takib etmekte olduðunu farkedip döndü ve gence; "Niçin beni tâkip ediyorsun, istediðin nedir?" dedi. Genç, edeple; "Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatýp himmet buyurun da ben de kazanayým." dedi. Cevâbýnda; "Benim yaptýklarýmý yapmadýkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu, Allahü teâlânýn bir lütfudur." buyurdular.
Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri þöyle anlatmýþtýr: "Talebeliðimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin emrettiði þeylerin hepsini yerine getirdim. Bunlarýn faydalarýný ve tesirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ý kirâmýn yolunda bulunmamý söylemiþti. Ben bu vasýyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devâm edip, nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü teâlânýn ihsânýyla bunlarýn faydasýný gördüm. Tasavvufta en faydalý ve maksada çabuk kavuþturan þey, Alla- hü teâlâya cân-u gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yal- varmak ve Allahü teâlânýn rýzâsýný istemek, nefsi ezmek, onu maðlub et- mektir. Ýþte bizi bunun için bu kapýdan içeri aldýlar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarý yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve i- peðin pazarý burasý deðildir. Bir sâlik, hakîkat yolunda kendi nefsini Fi- r´avn´ýn nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüz bin defâ daha aþaðý görmeli. Eðer böyle olmazsa, o sâlik, hakîkat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi temizlemek kolay deðildir. Fakat bu, yolda maksada ulaþmak için bir ip ucudur. Ýþte ben de bunun için, nefsimi varlýklarýn her tabakasýna nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinâttaki her þey ile karþýlaþtýrdým. Hakîkatte her þeyi, her varlýðý, her mahlûku daha üstün ve daha hoþ gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile var- lýklardan herhangi biri arasýnda kýyâs yaparak düþündüm. Kendimi aþa- ðý ve âciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pasý temizledi. Kâi- nâtta ne varsa hepsinden fayda gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Nefsimin önüne geçmemiþ olsaydým, onu terbiye etmesey- dim ve kendi isteði ile baþbaþa býraksaydým, beni bu kapýdan içeri alma- dýklarý, bu makama koymadýklarý gibi, nefsimin daha bana nice zararlarý dokunacaktý."
Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bir talebesi þöyle anlatmýþtýr: "Ben küçük yaþta Cenânyan denilen yerden Buhârâ´ya geldim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra kalbime Kâbe´yi ziyâret etme arzusu düþtü. Mekke´ye gidip, Kâbe´yi ziyâret etmek þerefine kavuþ- tum. Buhârâ´ya döndüm. Fakat nefsim çok azgýndý. Hattâ eþkýyâlýk yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bir çekilme hâli hâsýl oldu. Bu hâl, beni ister istemez, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûru- na sürükledi. Huzûruna varýnca, beni yanýna yaklaþtýrdý. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediðim sillenin tesirinden neye uðradýðýmý bilemedim. Ýstemeyerek baðýrdým. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; "Sus!" dedi. Sonra da; "Eðer sabredip o nârayý atmasaydýn, bir sohbetle iþin tamâm olurdu." buyurdu."
Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine bir gün hediye olarak bir mikdâr balýk getirilmiþti. Balýðýn getirildiði sýrada, o mecliste hazýr bulunan talebeleri ile berâber balýðý yemek arzu ettiler. Bunun üzerine balýk hazýrlanýp, sofra kuruldu. Talebeler, Behâeddîn Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. Ýçlerinden biri, gelip sofraya oturmadý. Behâeddîn Bu- hârî ona; "Niçin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da oruçluyum diyerek, nâ- file oruç tuttuðunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat gelmedi. Tek- rar; "Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç se- vâbý kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse söz tutmayýp, inadýnda ýsrâr etti. Bunun üzerine talebelerine; "Bu adam, Allahü teâlâdan uzaktýr. Siz onu terkediniz." buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sözüne peki demeyip, muhâle- fet göstermesi sebebiyle, zâhidliðini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldý. Tamâmen dünyâya tapmaya baþladý ve felâkete düþtü.
Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri þöyle anlatmýþtýr: "Semerkand´da oturuyordum. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin keþf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât olduðunu duyunca, ona karþý muhabbetim iyice arttý. Sabrým kalmadý ve sohbetine kavuþmak için Buhârâ´ya gitmeye karar verdim. Yola çýkarken annem hýrkamýn bir yerine harçlýk olarak dört altýn dikti. Buhârâ´ya varýnca, Behâeddîn Buhâ- rî hazretlerinin sohbetine katýldým. Sohbeti sýrasýnda beni öyle bir hâl kapladý ki, sabrým kalmadý. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîn Bu- hârî hazretlerine beni talebeliðe kabûl etmesini söylemesi için ricâ ettim. Durumumu arz edince, bana çok iltifât edip, kabûl ederiz, fakat senden altýn alýrýz buyurdu. "Ben fakirim, altýným yoktur." dedim. Talebelerine dönüp; "Bunun hýrkasý içinde dört altýný var, yok diyor." dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldým. Hemen hýrka- mý söküp, içindeki dört altýný çýkarýp önlerine koydum. O mecliste bir ço- cuk vardý. Talebelerinden birine; "Al þu altýnlarý bu çocuða ver." buyurdu. O talebe alýp çocuða verdi. Fakat çocuk almadý. Çok ýsrar etmelerine raðmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Çok utanýp mahcub oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebeleri ile birlikte baþka bir köye gitmek üzere yola çýktý. Ben de onlara katýldým. O köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliðe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanýmdaki altýnlarý, o mecliste bulunan baþka bir çocuða vermemi söylediler. Verdim fakat, o da almadý. O kadar mahcub oldum ki, utancýmdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliðe kabûl buyurmalarý için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:
"Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iðrenç bir sýfattýr. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iþtir." Bundan sonra beni de talebeliðe kabûl etti. Beni irþâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çýkardý. Hamdolsun tevekkül sýfatý böylece kalbime yerleþti.
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediði zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceði yere hemen varýrdý. Diðer talebeleri onu bir iþ için Kasr-ý Ârifân´dan Buhârâ´ya gönderdiler. Bu talebe uçarak giderken, Behâeddîn Buhârî hazretleri onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu. Bu hâdise üzerine Be- hâeddîn Buhârî hazretleri; "Allahü teâlâ bana talebelerimin gizli açýk bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânýn izniyle talebelerime çeþitli hâller veririm ve yine ellerinden hâllerini alýrým. Onlarý kâbiliyetlerine göre terbiye ederim. Çün- kü yetiþtirici ve terbiye edici, yetiþtirmek istediði kimseye yarayan ve en çok faydasý olan þeyi yapar." buyurdu.
Yine talebesi Emîr Hüseyin þöyle anlatmýþtýr: "
Bir gün hocam beni bir iþ için Kasr-ý Ârifân´dan Buhârâ´ya göndermiþti. Bu gece Buhârâ´da kal, sabaha doðru geri dönersin dedi. Ben hemen yola çýktým. Yolda nefsimle mücâdele edip; "Ey nefsim! Acabâ sen bir gün ýslâh olacak mýsýn ve ben senin elinden kurtulur muyum?" diyordum. Nefsimi böyle azarlarken, karþýma nûr yüzlü bir zât çýktý. Bana;
"Sen bu yolda ne mihnet, ne meþakkat çektin ki, nefsini ayýplýyorsun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve meþakkat çekmiþlerdir ki, senin bir zerresini bile çekmeðe tahammülün yoktur." dedi. Sonra vefât etmiþ olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meþakkatleri bir bir anlatýp, târif etti. Ben kusurlarýmý kabûl edip, özür diledim. Bundan sonra karþý çýkan o zât, bana daðarcýðýndan bir mikdar hamur çýkarýp verdi. "Bu hamuru Buhârâ´da piþirip, yersin." dedi. Hamuru alýp yoluma devâm ettim. Buhârâ´ya varýnca, hamuru fýrýncýya verdim. Fýrýncý hamuru görünce hayret edip;
"Þimdiye kadar böyle hamur görmedim." dedi. Bana kim olduðumu ve hamuru kimin verdiðini sordu. Ben de Behâeddîn hazretlerinin talebesi olduðumu söyledim. Fýrýncý hürmetle hamuru piþirip bana verdi. Bir parça koparýp ona verdim. Sonra hocamýn emir buyurduðu iþi bitirip, o gece Buhârâ´nýn Gülâbâd mahallesindeki mescidde akþam ve yatsý namazýný kýldýktan sonra, kýbleye karþý oturdum. Bu sýrada caným elma istedi. O anda mescidin penceresinden birkaç elma attýlar. Elmalarý alýp ekmekle yedim. Gece yarýsýna kadar o mescidde kaldým. Sonra kalkýp yola çýktým. Sabaha doðru Kasr-ý Ârifân´a vardým. Sabah namazýný hocam Behâeddîn Buhârî ile kýldým. Hocam bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?" diye sordu. Bilemediðimi arz ettim. "O, Hýzýr aleyhisse- lâm idi." buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atýlan elmalardan bahsetti. "O fýrýncýya ne büyük saâdet ki, senin verdiðin hamuru piþirdi ve ondan yemek nasîb oldu." buyurdu.
Mevlânâ Abdullah-ý Hâcendî hazretleri; Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine, talebe olmasýný þöyle anlatýr: "Bir ara içime öyle bir ateþ düþtü ki, yerimde duramýyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanýyordum. Ýçimdeki arzu dayanýlmaz duruma gelince, bulunduðum Hâcend´den ayrýldým ve Tirmiz´e kadar hep bunu düþündüm. Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî´nin kabrini ziyârete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarýnda bulunan mescide geldim. Orada namazý kýldýktan sonra, bir ara uyuya kalmýþým. Rüyâda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana:
"Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî´yim, yanýmdaki de Hýzýr aleyhisselâmdýr. Sen hoca aramak için þimdilik zahmet çekme. Çünkü hem kimseyi bulamazsýn, hem de istifâde edemezsin. On iki sene sonra Buhârâ´ya gidip orada bulunan ve zamânýn kutbu olan Behâeddîn Buhârî´ye talebe olur, ondan istifâde edersin." buyurdu. Bunun üzerine Tirmiz´den Hâcend´e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün çarþýda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peþlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarýnda bir hocaya baðlanmanýn kýymeti ile ilgili hususlar konuþuyorlardý. Onlar böyle konuþurlarken, onlara karþý olan ilgim arttý. Hemen acele ile dýþarý çýkýp, çarþýdan bir þeyler alýp yanlarýna geldim. Beni yanlarýnda görünce, biri; "Bu, iyi bir insana benzer, bizim hocamýzýn oðlu Ýshak´a talebe olabilir." dedi. Bu durum karþýsýnda çok merak ettim ve o zâtýn kim olduðunu sordum. Hâ- cend´e baðlý bir köyde olduðunu bildirdiler. Bunun üzerine o köye gittim, zâtý buldum. Fakat bana hiç yakýnlýk göstermedi ve iltifât etmedi. Bu hocanýn her hâliyle temizliði yüzünden belli olan bir de oðlu vardý. Bu durum karþýsýnda, bu temiz yüzlü çocuk, babasýna dedi ki:
"Babacýðým, bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya gelmiþ, sen ise ona hiç yakýnlýk göstermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?" Bunun üzerine aðladý ve; "Ey evlâdým, bu, Þâh-ý Nakþibend Behâ- eddîn Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur." dedi. Bunun üzerine ben tekrar Hâcend´e, memle- ketime döndüm ve hocamla ilgili bir iþâretin çýkmasýný bekledim.
Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ´ya gitmeðe zorladý. O isteði bir an dahi tehir etmeye kâdir deðildim. Hemen kalkýp Buhârâ´ya doðru yola çýktým. Bir zaman sonra Buhârâ´ya vardým ve Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öðrenip yanýna gittim. Ne zaman ki huzûr-i þerîfleri ile þereflendim, bana buyurdu ki: "Yâ Abdullah-i Hâcendî, senin daha üç günün vardýr. Yâni sana bildirilen on iki senenin tamam olmasýna daha üç günün vardýr. Bunu unuttun mu?" Bunlarý duyunca, âdetâ kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufuklarýna yerleþti. Artýk hep onlara olan baðlýlýk ateþi ile yanýyordum. Bir müddet sonra himmet istedim. Behâeddîn Buhârî; "Himmetin zamâný var." buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha sohbete devâm ettim.
Büyük âlimlerden birisi anlatýr: Gençlik zamânýnda, Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende þaþýlacak hâller meydana geldi. Bana dâimâ; "Beni hâtýrýndan çýkarma!" derdi. Ben de dâimâ onlarý düþünür, hatýrlardým. Bu hâl üzere iken babam hacca gitti. Beni de berâberinde götürdü. Giderken Hirat´a uðradýk. Hirat þehrini seyrederken, Hâce hazretlerini unuttum, baðlýlýk hâtýrýmdan çýktý. O anda bendeki hâller gitti. Sonra Ýsfehan´a gittim. Orada bir büyük âlim var idi. Bütün Ýsfehanlýlar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan çok kerâmetler meydana gelmiþti. Babam beni alýp, o zâtýn huzûruna getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuðumdan, o zâtýn huzûrundan dýþarý çýktým. Sonra hacca gittik. Beytullah´ý ziyâret ettik. Dönüþte Hâce hazretlerinin ziyâreti ile þereflendiðim zaman, onu unuttuðum için çok çekiniyordum. Korktuðumu anlayýp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oðlumsun. Benim oðullarýma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur." buyurup latîfe yollu; "Hirata gidince niçin beni unuttun?" deyip; "Unutmak katiyyen dostluða sýðmaz." mýsrâýný okudular."
Yâkûb-i Çerhî hazretleri anlatýr: Buhârâ´nýn âlimlerinden ilim öðrenip fetvâ vermeye izin aldýktan sonra, memleketime dönmeyi düþündüm. Hazret-i Hâce´ye (Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine) uðrayýp; "Beni hâtýrýnýzdan çýkarmayýn." dedim ve çok yalvardým. "Gideceðin zaman mý, yanýmýza geldiniz?" buyurdu. "Hizmetinize müþtâkým, arzu ve istekliyim." dedim. "Hangi bakýmdan?" buyurdu. "Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbûlüsünüz." dedim. "Bu kabûl þeytânî olabilir, daha saðlam delîlin var mý?" buyurdu. Sahîh hadîsde; "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarýnýn kalbine düþürür." buyuruluyor dedim. Tebessüm edip; "Biz azîzânýz." buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim deðiþti.
Bir ay önce rüyâda birisi bana: "Git, Azîzân´ýn talebesi ol!" demiþti. Onu unutmuþtum. Onlardan duyunca, bu rüyâyý hâtýrladým. Yine devâm ederek anlatýr: "Hazret-i Hâce´ye, beni þerefli hâtýrýnýzdan çýkarmayýn!" dedim. Bunun üzerine; "Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayýn diye ricâda bulundu, o da Allah´tan baþka hâtýrýmda bir þey kalmaz. Yanýmda bir þey býrak ki, görünce hâtýrýma gelsin buyurdu." diye anlattýktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: "Senin bana býrakacak bir þeyin yoktur. Bâri bu takyeyi sakla! Bunu gördüðün zaman beni hatýrlarsýn, beni hâtýrladýðýn zaman yanýnda bulursun." buyurdu. Ayrýlýrken; "Bu yolculukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deþt-i Gülekî´yi gör! O evliyâullah- dandýr." buyurdu. Hâtýrýma; "Ben Belh´e gidip, oradan vatanýma varýrým; Belh nerede, Deþt-i Gülek nerede?" diye geldi. Sonra Belh yolunu tut- tum. Ama öyle bir zarûret hâsýl oldu ki, yolum Deþt-i Gülek´e düþtü. Haz- ret-i Hâce´nin iþâreti aklýma gelip, þaþtým kaldým.
Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsýnda Buhâ- râ´da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile sohbet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn´e dönüp; "Sana ne söyler- sem, sözümü tutup söylediðimi yapar mýsýn?" dedi. Molla Necmeddîn, "Elbette yaparým efendim." dedi. "Eðer bir günah iþlemeni söylesem yapar mýsýn? Meselâ hýrsýzlýk yap desem yapar mýsýn?" dedi. Bunun üzerine Molla Necmeddîn; "Mâzur görünüz efendim, hýrsýzlýk yapamam." dedi. "Mâdem ki bu hususdaki isteðimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!" buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehþet içinde kalýp, olduðu yere düþtü ve bayýldý. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî hazretlerine yalvarýp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktý. Bundan sonra hep berâber o evden dýþarý çýktýlar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doðru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev duvarý gösterip talebelerine dedi ki:
"Bu duvarý delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaþ vardýr. Onu alýp getirin." Talebeleri bu emre uyup, duvarý yardýlar. Kumaþ dolu çuvalý buldular ve çýkarýp getirdiler. Sonra bir köþeye çekilip bir müddet oturdular. Bu sýrada bir köpek sesi iþitildi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn´e; "Bir arkadaþýnla gidip evin etrâfýna bakýn ne vardýr?" dedi. Gidip baktýlar ki, eve hýrsýzlar gelmiþ, baþka bir duvarý yarýp evde ne varsa almýþlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretlerine haber verdiler. Talebeler bu hâle þaþtýlar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir olduklarý eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldýrdýðý kumaþ dolu çuvalý sâhibine gönderdi. Talebelerine; "Gece buradan geçerken, bu malýnýzý alarak hýrsýzlarýn çalmasýna mâni olduk, bu malýnýzý hýrsýzlardan kurtardýk." demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim ederek durumu anlattýlar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn´e dönüp;
"Eðer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydýn, sana çok sýrlar açýlacak ve çok þey kazanacaktýn. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuþ." dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptýðýna çok piþmân olup, yanýp yakýndý.
Âlimlerden biri; Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden bir grupla Irak´a gitti. O anlatýr: "Yolda Semnân þehrine varýnca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulunduðunu ve hocamýzý çok sevenlerden olduðunu duyduk. Topluca onun ziyâretine gidip, hocamýza baðlýlýðýnýn sebebini sorduk. Dedi ki:
"Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Yanýnda heybetli bir zât vardý. Ben, Resûlullah´a tevâzu ve edeb ile yaklaþýp; "Sohbetinizle þereflenemedim, bereketli zamânýnýzda ve huzûrunuzda bulunamadým, bu büyük ve eþsiz saâdeti kaçýrdým, þimdi ne yapayým?" diye arz ettim. Bana; "Bereketime ve beni görmek fazîletine kavuþmak istersen, Behâeddîn´e uy!" buyurdu. Sonra yanýnda duran mübârek zâtý iþâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî´yi görmemiþ idim. Uyanýnca, ismini ve þeklini, þemâilini bir kitabýn üstüne yazdým. Uzun zaman sonra, bir manifaturacý dükkânýnda oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simâyý hatýrladým. Birden bende büyük bir hâl ve deðiþme oldu. Kendimi toparlayýnca, evime gelip þereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu. Kalktýk, o önde ben arkalarýnda yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadý. Ondan gördüðüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bizim evin nerede olduðunu, daha önceden bilmiyordu. Doðruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduðu odaya girdi. Çok kitabým vardý. Elini uzatýp bir kitap çýkardý. Bana uzattý ve;
"Bu kitâbýn üzerine ne yazdýn?" buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüðüm ve târihini yazdýðým rüyâ orada yazýlý idi. Bu kerâmetlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsýl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliðe kabûl buyurdu ve kapýsýnda hizmet edenlerin saâdeti ile þereflendirdi."
Buhârâ´da yetiþen hadîs âlimlerinden ve evliyânýn büyüklerinden Behâeddîn Kýþlakî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhý, talebelerle dolar taþardý. Dergâhýna gelenlere, eðer feyz ve bereketlere kavuþmak, Allahü teâlâ katýnda makbul bir zât olmak istiyorlarsa öncelikle nefsin arzularýný terkedip tam bir ihlâs ve samîmiyetle hocasýnýn hizmetinde olmanýn ehemmiyetini anlatýrdý. Bir defâsýnda, yeni gelen bir talebesine bu durumu îzâh etmek için; "Mutfakta bir derviþ var. Git onu gör." buyurdu. Bu yeni talebe mutfaða gittiðinde, sýrtýna odun yüklenip mutfaða taþýyan birisini gördü. Bu yeni talebe, böylece hafif ve aðýr demeden, ne hizmet varsa hemen el atmak îcâb ettiðini, büyüklere hizmetin insana neler kazandýracaðýný anladý.
Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri bir gün talebeleri ile sohbet ederken onlara Behâeddîn Kýþlakî hazretlerinin bu hâllerinden bahsettikten sonra buyurdular ki: "Ýhlâs ile sýrf Allahü teâlânýn rýzâsý için bunca hizmetler edip, bu yolda nefislerini hiçe indirmiþ nice insanlar vardýr. Onlarýn eriþtikleri devlet baþka hiç bir devletle mukâyese kabûl etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaþamazsanýz bile kabûl ve takdir ediniz ki, böyleleri mevcuttur.
Hindistan´da yetiþen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) uzakta bulunan talebelerine mektup yazarak nasî- hatlarda bulunurdu. Bir talebesine yazdýðý mektup þöyledir: "Tasavvuf yolunda bulunan talebe; hâllerini kontrol etmeli, Allahü teâlânýn rýzâsýndan baþka her þeyi gönlünden uzak tutmalý, insanlarla fazla görüþme- meli, Allahü teâlâyý anmaktan ve hatýrlamaktan bir an uzak kalmamalýdýr. Zikre kendisini alýþtýrmalýdýr. Böyle bir alýþkanlýðý zikir ile yakýnlýðý yoksa, Allahü teâlânýn sevgisine kavuþamaz."
Diðer bir mektubunda þöyle nasîhat etmektedir: "Bedenin selâmeti, sýhhati, az yemek; rûhun selâmeti, sýhhati, günâhlarý terk etmekte; dînin selâmeti, sýhhati ise Peygamber efendimize salât (hayýr duâlar) getirmektir."
Ýstanbul´da yetiþen velîlerden Beyzâde Mustafa Ahýskalý (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir gün talebelerinden birine þöyle buyurdular: "Allahü teâlâyý an. Allahü teâlâyý anmaktan gâfil olan ölü ve âmâdýr, kördür. Allahü teâlâyý anmak kalbin cilâsýdýr. Günahlarý temizler. Günahlarýndan tövbe et. Ýlmihâl bilgilerini ihlâs ile öðren. Din büyüklerinin yolunda ol. Kalbini dalâletten, yanlýþ ve bozuk inanýþlardan temizle. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdýna yapýþ. Her zaman abdestli bulun. Farzlarý ve vâcipleri yerine getir. Resûlullah efendimizin sünnetlerine yapýþmakta çok gayretli ol. Dinde azîmetlere yapýþ, ruhsatlardan, zarûret sebebiyle izin verilen þeylerle amel etmekten uzak dur. Bid´atleri, dinde olmayýp, dîne sonra- dan ibâdet ve îtikâd olarak giren hurâfeleri terk et. Bozuk kimselerin yanýna gitme. Kötü huylarýný at. Ýyi, beðenilen huylarla bezen. Yumuþak ve cömert ol. Câhillerle mücâdeleden yüz çevir. Ýnsanlarýn faydasý için yeryüzü gibi ol. Ýnsanlardan gelen eziyet ve sýkýntýlara sabret.
Yine buyurdular ki: "Sâlik yâni Allahü teâlânýn yolunda çalýþýp ilerlemek onun rýzâsýna ve muhabbetine, seâdet-i ebediyyeye kavuþmak isteyen bir kimse, kendisini yetiþtirecek bir rehber bulamadýðý zaman acaba ne yapmalýdýr? Kimden feyz alýp istifâde edebilir. Geçmiþ evliyânýn rûhâ- niyetinden nasýl istifâde edebilir? Ayrýca hayatta olup da kendileriyle gö- rüþüp, sohbetlerinde bulunmak mümkün olmayan büyük âlim ve velîler- den istifâde edip rüþd ve hidâyet feyzlerine kavuþmak mümkün müdür? Mümkün ise bu nasýl olur?" diye sorulduðunda þöyle cevap verdi:
"Böyle bir sâlik, mürþid yol gösterici bulamadýðý zaman, önce Ehl-i sünnet mezhebi üzere kitâb ve sünnetden yâni ahkâm-ý þer´iyyeden zarûrî, lâzým olan din bilgilerini bu yolun büyük âlimlerinin ilmihâl, fýkýh ve akâid kitablarýndan öðrenmeli, evliyâ-yý kirâmýn kitaplarýný okuyup her þeyini her iþini bunlara uydurmaya çalýþmalýdýr. Azîmet yolunu tutup, ruhsatlardan sakýnmalýdýr. Zarûret hâlinde ruhsatlar ile, yâni þerîatin izin verdiði bâzý þeyleri yapabilir. Îtikâd ve amel ile ilgili konularda her türlü bid´atlerden sakýnmalý, haram ve mekruhlarý terketmelidir. Dîn-i Ýslâmda hiçbir eksiklik yoktur. Büyük âlimler bunu herkesin anlayacaðý þekilde ilmihâl ve fýkýh kitaplarýnda îzâh ve beyân buyurmuþlardýr. Her gün Kur´- ân-ý kerîmden bir mikdâr okumayý âdet edinmelidir. Yine her gün belli mikdâr da salâtü selâm getirmelidir. Böylece Resûlullah efendimizin mü- barek rûhâniyetine teveccüh ile þereflenmiþ olur.
Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkýk Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle nasihat ederdi: "Eðer Allahü te- âlâya tâatta bulunamazsanýz, hiç olmazsa oruç tutun. Karnýnýzý aç tut- maya ve acý çekmeðe önem verin. Çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâ- at yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden hikmet pýnarlarý, açlýk ve oruç bereketi ile fýþkýrmýþtýr. Allahü teâlâya ulaþtýracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarýna karþýlýk verilir ve kabûl edilir. O- rucun Allahü teâlâ katýnda büyük deðer ve önemi vardýr. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarýdýr. Bir kimse bütün kulluk vazîfelerini yerine getirse, fakat mîdesini doldursa hiç bir yere ulaþamaz. Orucu gereðince tut- sa, baþka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere eriþir. Oruca yavaþ yavaþ alýþmak gerekir ki, sýhhate ziyan gelmesin, insaný iþten alýkoymasýn."
Irak´ta yetiþen büyük velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Irak´ta bulunan evliyânýn büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seçkin- lerinden, muhakkîk, araþtýrýcý âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamânýn- daki evliyâ içinde bir tâne olup, onlarýn temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiþtirdiði talebelerin hepsi, çok kýymetli mübârek zâtlardýr. Kendisine; "Niye herkesi talebeliðe kabûl etmiyorsun?" denilince; "Bana talebe olmaya gelen herkesin ismini, nasýl olduðunu, Levh-il-mahfûz´da görmedikçe, hiç kimseyi talebeliðe alma- dým." buyurdu.
Hindistan´da yetiþen velîlerden Celâl Tehâniserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle buyururdu: "Âþýklar, keþf ve kerâmet konaklarýnda durmak istemesinler. Daha yukarýlara çýksýnlar. Hiçbir þeye baðlý kalmasýnlar. Her þeyden kesilerek ve uzaklaþarak, can çýkarcasýna ilerlesinler. Bu da þöyle olur; ibâdetlere, zühde; dünyâya düþkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat etsinler. Bunlarý vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çýkýncaya kadar uðraþsýnlar. Ölmeden evvel ölüp, nefslerini tam ýslâh edip, Hakk´a kavuþsunlar. Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçýlar) bu hususta hatâya düþüyor ve doðru yoldan çýkýyorlar. Bundan Allahü teâlâya sýðýnýrýz. Selef-i sâlihînden (radýyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki: "Usûlsüz vüsûl, kavuþma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduðu yola uymaktýr." Kur´ân-ý kerîm okumak ve din ilimleriyle meþgûl olmak en iyi iþtir."
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:18:32
Celâl Tehâniserî hazretleri´nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasýna raðmen, onda hiçbir mânevî hâl görülmemiþ- ti. Bir gün Celâl Tehâniserî´nin sohbetinde bulunan bu talebe, kendi ken- dine; "Þeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir zât idi ki, nazar ettiði kimse evli- yâlýk mertebesine kavuþurdu. Bugün böyle bir zât yok." diye aklýndan ge- çirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düþüncesine, Allahü teâlânýn izni ile vâkýf oldu. Onun bulunduðu tarafa bakarak; "Bugün de öyleleri vardýr." buyu- rup, bir kere ona baktýlar. Talebe o anda evliyâlýk mertebesine kavuþtu ve kendinden geçti. Evliyâlýkta en yüksek dereceye kavuþan talebe, kýsa bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; "Herkesin bu iþi kaldýracak gücü yoktur." buyurdular.
Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) baþkalarýndan bir þey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Baþkasýna el açýp bir þey isteyen, bizim talebemiz deðildir. Ona dünyâda da âhirette de þefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, tale- belerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayý, herkese karþý tevâzu üzere bulunmayý, tatlý sözlü, güler yüzlü olmayý tavsiye ediyoruz. El açýp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.
Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanlarý doðru yola teþvik eder, vâz ve nasîhatlarýyla hasta kalplere þifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiði Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânýn sevdiði ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuðunun ihtiyaçlarýný kazanarak, râzý olunan kullar zümresine dâhil olmalýdýr. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, din- lediklerimiz, düþündüklerimiz hep helâl olmalý. Her hareketimizi Peygam- ber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalýyýz. Herkes, bir sanata sâ- hib olmalý ve din ilimlerini iyi öðrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kýyâmet günü yardýmcý olur, yüzle- rinin ak olmasýna çalýþýrýz. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sün- net yoluna muhâlefet edenler, kýyâmet günü bizi göremeyeceklerdir." bu- yurdular.
Mevlânâ hazretleri vefâtýndan az önce talebelerini topladý. Þefkatle onlara baktý ve; "Vefâtýmdan sonra hâtýrýnýza periþan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanýz olunuz, benimle olun. Beni hatýrlayýn. Allahü teâlânýn izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardýmlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânýn izniyle imdâdýnýza yetiþirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzý tavsiyelerde bulunacaðým. Bunlarý iþitenler, iþitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âþikâr Allahü teâlâ- dan korkunuz. Günahlardan sakýnýnýz. Az yiyip, az uyuyup, az konuþu- nuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarýnýzý namaz kýlarak deðerlendirin. Þeh- veti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayýnýz. Onlarý kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâ- ber olunuz. Ya hayýr konuþunuz veya susunuz. Ýnsanlarýn sýkýntýlarýna sabrediniz. Biliniz ki, insanlarýn en hayýrlýsý, insanlara en faydalý olandýr.
Kabrimin üzerine yapacaðýnýz türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doðru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü te- âlâdan rahmet ve maðfiret isterlerse, duâlarýnýn kabûl olmasý için ben de Rabbimize yalvarýrým. Böylece duâlarýnýn netîcesi, Allahü teâlânýn izniyle hâsýl olur. Rahmet ve maðfirete mazhar olurlar." buyurdu.
Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine vasýyyetinde; "Benim size nasîhatim, Allahü teâlâdan korkarak, O´nun emir ve yasaklarýna riâyet etmenizdir." buyur- du.
Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin huzûruna zengin bir kimse gelip tövbe etti ve talebeliðe kabûlünü istedi. Malýný da fakirlere daðýttý. Bin altýný kaldý. Cüneyd-i Baðdâdî; "Bu bin altýný da Dicle nehrine at." buyurdu. O kimse, Dicle kenarýna gidip altýnlarý birer birer nehre attý. Geri döndüðünde Cüneyd-i Baðdâdî kendisine heybetle bakýp; "Niçin hepsini birden atmadýn da birer birer sayarak attýn? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var." buyurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliðe kabûl edildi.
Konya´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi ve vekîlidir. Ýsmi, Hasan bin Muhammed?dir. Nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü´l-Vefâ hazretlerine dayanýr.
Mevlânâ´nýn, Çelebi Hüsâmeddîn´e karþý îtibârý fevkalâde çok idi. Bir kýþ günü, sabahýn erken saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhýn kapýsýna gelmiþti. Namaz vakti girmediði için kapý kapalýydý. Bir taraftan da kar yaðýyordu. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn´in kapýsýnýn karþýsýnda hizmetkâr gibi el baðlayýp beklemeye baþladý. Kar lapa lapa yaðdýkça, Mevlâ- nâ´nýn üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiðinde kapýyý açan Çelebi Hüsâmeddîn, karþýsýnda karlar altýnda kalmýþ bir kimse gördü. Yaklaþýp dikkatle baktýðýnda, hocasý olduðunu anladý ve; "Câným efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakîrin kapýsýnda karlar altýnda beklersiniz?" diyerek ayak- larýna kapanýp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak isteyip; "Ey Hüsâmeddîn! Ýþte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de hocasýna o kadar baðlý olur." buyurdu.
Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ hazretleri derse gelmediði zamanlar talebelere ders verir, onlarý irþâd eder, doðru yolu gösterir yetiþtirirdi. Bâ- zýlarý; "Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasýl böyle bir vazîfe verilir?" diye dedikodu yaptýlar. Bir gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsýnda Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; "Ýlim deryâsýnda bir damla nasîbin olsun, bunu muhâfaza eyle de, sana düþman olanlarýn sözleri kesilsin." buyurarak mübârek aðzýnýn suyundan bir mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn´in aðzýna sürdüler. O andan îtibâren Arabî lisânýyla konuþmaya baþladý. O günden sonra hiç kimse böyle sözler söylemedi.
Hindistan´da yetiþen çeþtiyye yolunun büyük velîlerinden Çýrað-ý Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultanýn memur- larýndan olan bir talebesine þöyle buyurdular: "Bilmelisin ki, evindeki atla- rýn, hizmetçilerin, dînarlarýn ve dirhemlerin bir gün senden alýnacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alýnacak þeyler için niçin endiþe ediyorsun? Onlar için endiþe etmek faydasýz deðil mi? Ebedî olan þeyler için endiþe etmelisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiðini ve onlardan kaç tâne- sinin göçüp gittiðini iyice düþünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve biz- den önde gittiler."
Nasîruddîn Mahmûd hazretlerinin vefâtý yaklaþtýðý sýrada, en sevdiði talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasýnýn yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasýna þu þekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasýnda kýymetliler vardýr. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri, þimdiye kadar olduðu gibi, devâm etmiþ olur." Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn´den bu vazîfe için uygun bulduðu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sýnýf hâlinde seçerek hazýrladýðý listeyi hocasýna arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîrüddîn Mah- mûd; "Þüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarým ki, hiç birisi di- ðerinin yükünü omuzlarýnda taþýyamazlar." buyurdu. Bu açýkca, verilen listeye hayýr mânâsýnda bir cevaptý. Gerçekten öyle oldu. Hocasýndan kendisine geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendisinde götürdü.
Ýskenderiye´de yetiþen büyük velîlerden Dâvûd-i Ýskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öðre- ten ve hakîkî âlim olan hocasýna edep ve muhabbetle nazar edip bakýn- ca, hak yoluna girmiþ olur."
Evliyânýn büyüklerinden ve hadîs âlimi Dýrâr bin Mürre (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine; "Yanýma teker teker gelin, toplu hâlde gelmeyin. Çünkü toplu geldiðinizde vaktinizi aranýzda þuradan buradan konuþmakla geçirirsiniz. Fakat yalnýz geldiðinizde, ya dersinizle meþgul olursunuz, yâhut Allahü teâlâyý anarsýnýz. Bunlar sizin için daha hayýrlý- dýr." buyururdu.
Tâbiînden, âlim ve velî Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerinden ücret almaz, hediyelerini kabul etmez ve; "Biz Allahü teâlânýn kitabýný ücretle satmayýz." derdi. Âyet-i kerîmeleri beþer beþer okuturdu ve; "Bizim Kur´ân-ý kerîm öðrendiðimiz, kýrâat dersi aldýðýmýz sahâbîler, okuduklarý on âyeti öðrenip bu âyet-i kerîmelerde buy- rulan hususlarla amel etmeden baþka âyet okumazlardý. Bizden sonra gelenler, Kur´ân-ý kerîm okuyacaklar onu su gibi içecekler fakat Kur´ân-ý kerîm boðazlarýndan aþaðýya inmeyecek." buyururdu.
Hiçbir zorluk karþýsýnda Kur´ân-ý kerîm okumayý ve kýrâat derslerini ihmâl etmezdi.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Hocasýna muhâlefet edenin hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasýna kalbinden muhâlefet etmeye niyet etse, onunla ayný yolda bulunamaz. Verdiði sözü bozmuþ olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdýna saygýsýzlýk edenler içinse tövbe yoktur." buyurdu.
Ebû Ali Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iþ verirdi. Bâzýlarýna aðýr, bâzýlarýna hafif iþler verirdi. "Niye böyle yapýyorsunuz." denildikte; "Bir kimse bakkallýk yapacaksa, ona bir ton sabun lâzým, yok eðer çamaþýrlarýmýzý yýkýyacaksa, bir kilo sabun yeter." derdi.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin hocasýna karþý dili ile saygýlý olmasý gerektiði gibi, söylediðini kalbinden de reddetmemelidir." Bununla ilgili þu rüyâsýný anlatýr: Hocam Ebü´l-Kâsým Gürgânî´ye bir rüyâmý anlattým ve ona; "Sizin bana rüyâmda þöyle þöyle dediðinizi gördüm ve niçin böyle yaptýðýnýzý sordum." dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuþmadý ve; "Eðer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu þekilde sormazdýn." dedi.
Ýran´da yaþayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle nasîhatta bulundular: "Allahü teâlâyý anmak, O´nunla berâber olmak ve O´na ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz. Eðer bunu kendi kendinize baþaramýyorsanýz, O´nunla berâber olmak ve O´na ibâdet etmek husûsunda baþarýlý olan kimselerle yâni velîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunlarýn sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yaklaþtýrýr."
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve dâmâdý Ebû Osman Hîrî Niþâbûrî anlatýr: Niþâbûr´a ona talebe olmak için gitmiþtim. Henüz çok gençtim. Yanýna gittim. Bana; "Sen henüz gençsin, bizimle oturamazsýn." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çýkarken arkamý dönerek gitmedim. Arka arka giderek çýktým. Kalbim ona çok ýsýnmýþtý. Bir müddet sonra kapýsýna tekrar vardým, bekledim. Bir yere gidemiyordum. Ýçimden; "Þu kapýnýn önünde bir çukur kazayým, içine gireyim, ondan çýk artýk emri gelinceye kadar orada durayým." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiþtim. Sonra sadâkatýmý anladý ve beni yanýna çaðýrdý. Huzûruna aldý. Gönlümü hoþ etti ve talebeliðe kabûl etti."
Ýslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Ebû Ýmrân (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) sultan olan babasýnýn yanýnda yetiþip büyüyünce, Allah yolunda bulunmayý, kendisini tasavvufa vermeyi saltanata tercih etti. Babasý ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karþýladý. Daha sonra iþinde kendisini serbest býraktý. Ebû Ýmrân Mûsâ, talebe olmak üzere, Þeyh-ül-Magrib o- larak tanýnan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna vardý. Ebû Midyen buna; "Kime mensûbsun?" diye sordu. O da; "Sultan Ebû Ab- dullah´a." dedi. "Nesebin (soyun) kime kadar ulaþýr?" diye sorunca, "Mu- hammed bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib´e." dedi. Ebû Midyen; "Fa- kîrlerin (tasavvuf yolunda bulunanlarýn) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada bulunmaz." dedi. O da; "Ey efendim! Siz þâhid olun ki þu andan îtibâren sizden baþkasýna baðlý bulunmayý terkettim. Baþka þeylerin hepsinden ayrýldým. Soyumla anýlmayý deðil, sizinle anýlmayý þe-ref kabûl ettim." dedi.
Bunun üzerine Ebû Midyen hazretleri bunu talebeliðe kabûl etti. Gayret ve istîdâdýnýn fazlalýðý sebebiyle, kýsa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtýn talebelerinin önde gelenlerinden oldu.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Midyen Maðribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bana; talebelerimin hepsine ve beni sevenlere çok hayýrlar vereceðini vâdetti."
Evliyânýn büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocasý Cüneyd-i Baðdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kýlarken hocasýný yanýnda duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceðinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocasý Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna fazlasýyla lâyýksýn." buyurdu. Çünkü, sâdýk talebe, hocasýný yanýna çeker.
Niþâbur´da yetiþen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebeliðinde, hocasý Osman Hîrî hazretleri´nin, Mu- hammed bin Fadl Belhî´yi medhettiðini iþitmiþti. Onu görme arzusuna düþtü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiði gibi bulmadý. Hocasýna döndü. Hocasý ona; "O zâtý nasýl buldun?" deyince, o; "Zannettiðim gibi deðil." diye cevap verdi. Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdým! Sen onu küçümsedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!" buyurdu. Abdullah Râzî hatâsýný anlayýp geri döndü. Ondan çok istifâdesi oldu.
Meþhûr velîlerden Ebü´l-Abbâs el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meþhur talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi´l-Mansûr þöyle anlatmýþtýr: "Hocam Mýsýr´da talebeleri yetiþtirip insanlara rehberlik yaptýðýnda ben Fýrat´ýn öbür tarafýnda bir beldede idim. Babam, Melik Eþ- ref´in vezîri idi. Mýsýr´a gittik. Bu sýrada Melik, babamý vazîfeli olarak Mekke´ye gönderdi. Ben ise Ebü´l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzûruna gittim. Henüz küçük idim. Yanýmda velîlerden bahsedilince, hocamýn sûreti karþýmda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Durumum deðiþti. Sonra babamýn Mekke´den döndüðü haberi geldi. Hocam ve halk onu karþýlamaya çýktýlar. Hocam bana babamý karþýlamaya çýkmamý söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karþýlamaya çýktým.
Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalýþmam sebebiyle deðiþen hâlime bakýp aðladýlar. Babam da ilk görüþte tanýyamadý. Büyük bir kalabalýk onu karþýlýyordu. Etrâfýnda askerler ve hizmetçiler vardý. Beni tanýyýnca, dona kaldý. Hayretinden yüzü sarardý. Hâlime çok þaþmýþtý. Sonra bir yerde konakladý. Bütün âile fertlerim etrâfýnda toplanmýþtý. Ben bir köþeye çekilip oturmuþtum. Hocamdan ayrý kaldýðým için, evinden, yurdundan ayrý býrakýlmýþ bir esir gibi aðlýyordum. Babam bana hocamý býrakýp yanýna dönmemi istedi, dönmediðim takdirde hapsedeceðini söyledi. Hocam da babamýn yanýna dönmemi isteyince, çâresiz döndüm. Fakat hocamýn ayrýlýðý bana çok aðýr geldi. Beni neden gönderdi diye epey düþündüm. Sonra kalbime þöyle doðdu. Hocamýn beni denemek için böyle yaptýðýný anladým. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandým. Hocam beni kabûl edip, çaðýrýncaya kadar hiçbir þey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuþ. Hâlimi söylemiþler. Açlýðýmýn ve susuzluðumun þiddetlendiði bir sýrada babam uykudan uyanmýþ ve benim için; "Ona söyleyin hocasýna gitsin. Hocasý ne diyorsa yapsýn." demiþ. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çýkýp hocamýn bulunduðu mescide gittik. Huzûruna varýnca babam hocamýn elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdýnýzdýr. Teslim ediyorum dilediðinizi yapýn." dedi. Hocam; "Umarým ki Allahü teâlâ onun sebebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrýlýp gitti. Babamý ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taþýma vazîfesi verdi. Her gün bir aðaca baðlý iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalýn ayak olarak taþýrdým. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmiþler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta býraktým. Allahü teâlâ onun mükâfâtýný verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuþuruz." cevâbýný vermiþ. Daha sonra babam vefât etti.
Ebü´l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri þöyle anlatmýþtýr: "Bir defâsýnda Þeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiþtik. Huzûruna girdiðimizde yanýnda büyük bir kalabalýk gördük. Sohbetinde halktan baþka ileri gelen devlet adamlarý da toplanmýþtý. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalýk idik. Ýçeri girip oturunca, bize baktý ve; "Küçük çocuk muallime, öðretmene ders almaya gidince yazý levhasýnýn silinmiþ ve temiz olmasý lâzýmdýr. Eðer yazý yazýlacak levhasý, sayfasý temiz olmazsa öðretmen nereye yazsýn. Geldiði gibi döner gider." dedi. Bir müddet sohbete devâm etti ve bize tekrar bakýp; "Kim çeþitli sularý içerse mizacý sularýn özelliklerine göre deðiþir. Tek bir suyu içerse mizacý saf ve duru olur, deðiþmez." dedi.
Mýsýr´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü´l-Ab- bâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hep ibâdetle meþgûl olurdu. Gündüzleri Kur´ân-ý kerîm okur, geceleri namaz kýlardý. Babasý doðuda sultan idi. Bir defâsýnda kendisine talebelerinden biri; "Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri þeyleri söylüyor- sunuz. Hâlbuki peygamberler böyle þeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâl- leri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi. Evliyânýn nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasýdýr. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?" dedi. Hocasý ona dönüp tebessüm ederek; "Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteðimle deðildir?" buyurdu.
Endülüs?te ve Mýsýr?da yetiþmiþ olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebü?l-Abbâs-ý Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatýyor: "Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni baþlamýþtým. Bir defâsýnda, bir levhaya bâzý yazýlar yazarken, yanýma bir kimse gelerek; "O beyaz levhayý karalama!" dedi. Ben de; "Ýþ senin zannettiðin gibi deðil. Ben buraya mühim þeyler yazýyorum. Asýl mühim olan, amel defterlerinin günah lekeleriyle karalanmamasýdýr." dedim.
Kuzey Afrika´da yetiþen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir defâsýnda Irak´a giderek buradaki âlimlerden Ebü´l-Feth Vâsýtî´nin sohbetlerinde bulundu. O sýralarda zamânýn en büyük velîsini arýyordu. Bir gün, Ebü´l-Feth Vâsýtî hazretleri ona dönerek; "Sen onu Irak´ta arýyorsun. Halbuki aradýðýn kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada bulacaksýn." buyurunca, geri memleketine döndü.
Büyük velîlerden olan Þerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm Ýbn-i Me- þîþ-i Hasenî hazretlerinin, aradýðý zât olduðunu anladý. Ýbn-i Meþîþ hazretleri, Rabat (Ribâte)´ deki bir daðda maðarada yaþamaktaydý. Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, onun huzûruna çýkmak için, dað eteðinde bulunan çeþmeden gusl abdesti aldý. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri unutarak, yâni tam bir boþ kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarýna doðru yürüdü. Ýbn-i Meþîþ hazretleri de maðaradan çýkmýþ, ayný þekilde ona doðru yürüyordu. Karþýlaþtýklarýnda hocasý selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan nesebini tek tek saydýktan sonra ona: "Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çýktýnýz ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet ve zenginliðini aldýnýz." buyurdu. Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî diyor ki: "Onun bu hitâbýndan sonra, bende fevkalâde bir korku hâsýl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü açýncaya kadar mübârek huzûrlarýnda oturdum. Sohbetlerine devâm ettim." Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, hocasýnýn yüksek derecesini bildirirken þöyle buyurdu: "Bir gün hocamýn huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; "Acaba hocam Ýsm-i âzamý biliyor mu?" dedim. Bu düþünce ile meþgûl iken dýþ kapýda bulunan oðullarý, bana bakýp; "Ey Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî, þeref ve îtibâr, Ýsm-i âzamý bilmekle deðil, belki Ýsm-i âzama mazhâr olmakladýr." dedi.
Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki: "Yolumuzun esâsý beþ þeydir: 1) Gizli ve âþikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hal ve ibâdetinde, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbýnýn (radýyallahü anhüm) gösterdiði doðru yola uyup, bid´at ve sapýklýklardan sakýnmak. 3) Bollukta ve darlýkta, insanlardan bir þey beklememek. 4) Aza ve çoða râzý olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ý Hakk´a sýðýnmak."
"Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeþlerini, arkadaþlarýný, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir. Ýçlerinden birini kendisine sohbet arkadaþý seçmeli, bu arkadaþ, gaflete düþtüðünde, seni uyandýrmalý, ibâdette tenbelliðe düþtüðünde seni heveslendirmeli, âciz kaldýðýn yerde sana yardým etmeli ve sen doðru yoldan kaydýkça seni doðru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü harekette bulunduðunda veya bir günah iþlediðinde sana uymayýp vaz geçirebilecek vasýflarda olmalýdýr. Arkadaþlarýna gelebilecek eziyetlere mâni olmalýsýn. Güzel ahlâk edinip, þefkat ve merhamet üzere bulunmalýsýn. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sýmsýký sarýlmalýsýn. Lüzumsuz þeylerle gözü meþgûl edip, gönlü daðýtmamalýsýn. Zîrâ bu, insandaki þehvet kuvvetini arttýrýr."
Mýsýr´ýn büyük velîlerinden Ebüssü´ûd Ebü´l-Aþâir el-Bâzinî (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebelerine sýk sýk þöyle buyururdu: "Allahü teâlânýn rýzâsýný kazanmak isteyen bir tâlib için, iþlerini saðlam temel üzerine kuracaðý dört esas vardýr: 1- Dili, tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyý zikirle meþgûl etmek, 2- Kalbi, dâimâ Allahü teâlâyý murâkabe hâlinde bulundurmak, 3- Nefsin günah olan arzularýna karþý, Allahü teâlânýn rýzâsýný düþünerek muhâlefet etmek, 4- Allahü teâlâya tam kulluk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir hâle gelir."
Osmanlýlarýn kuruluþ devrinde Bursa´da yaþamýþ büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, Þeyhülislâm Molla Fe- nârî icâzet, diploma aldýktan sonra, Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çýkmýþtý. Emîr Sultan hazretleri bir talebesini, bir þeyler almak için çarþýya göndermiþti. Bu talebe, Þeyhülislâmýn vâz vereceðini duyunca, kendi kendine; "Gidip vâzý dinliyeyim, Þeyhülislâmýn hayýr duâsýný alayým." diye düþünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya baþladý. Cemâatin bir kýsmý dýþarýya kaçtý. Fakat, dýþa- rýda zelzele olmadýðý görüldü. Bu durumdan haberi olan Þeyhülislâm, murâkabeye daldý. Sonra cemâate dönüp; "Ýçinizde Emîr Sultan´ýn hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dýþarý çýksýn. Yoksa bizi helâk ettirecek." dedi. Talebe hemen dýþarý çýktý. Câminin sallanmasý durdu. Bu talebe iþini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan´ýn huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan baþýný kaldýrýp, sâdece talebeye baktý. Talebe, hocasýnýn heybetinden düþüp bayýldý. Ayýlýnca, Emîr Sultan ona; "Ey oðlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarýnýz karþýlanmadý mý ki, baþkalarýndan yardým beklersiniz. Bir kimse hocasýndan çeþit çeþit nîmetlere kavuþurken, gidip baþkasýndan yardým istemesi, ona suâl sormasý, ilim öðrenmesi, hem ayýp, hem gevþekliktir." buyurdu.
Anadolu´da yaþamýþ büyük velîlerden Eþrefoðlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliðinde vakit ilk bahar olduðu için çiçekler yeni açmýþtý. Abdest alýp namaz kýldýktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekþe toplayýp, getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa daðýldý. Demet demet menekþe toplayýp, hocalarýna getirdiler, Eþrefoðlu ise hocasýnýn huzûruna elindeki bir menekþe ile vardý. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduðun için menekþenin yerini bulamadýn herhalde." deyince, o; "Sultaným hangi menekþeyi koparmak istedimse; "Allah rýzâsý için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayýrma." diye söyledi. Ben de dolaþtým. Bir yerde ibâdeti bitmiþ bir menekþe gördüm. Onu koparýp getirdim." dedi. Bu sözleri iþiten diðer talebeler onun üstünlüðünü bir kere daha anlamýþ oldular ve düþüncelerinden tövbe ettiler.
Doðu Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Cezire´de ilim tahsîli ile meþgûl olduðu sýrada, amcaoðlu Seyyid Sýbgatullah Efendi de Cezire´ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretlerinin talebelerinden Þeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öðrendi. Cezire dönüþünde Van´a uðradý. Van´da bulunduðu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî hazretleri de Nehrî´den Van´a gelmiþti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbýndan olan amcasý Sey- yid Muhammed Efendi, Seyyid Sýbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî hazretlerine talebe olmasýný tavsiye etti. Seyyid Tâhâ´ya talebe olan Seyyid Sýbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kýsa zamanda olgunlaþarak insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldý. Van vâlisi ve halký Van´da kalmasýný ýsrarla istediler. Fakat o; "Nehri´ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalýrým." buyurdu. Van´da kalmak istediðini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla Sýbgatullah! Van halký dûn-himmettir (eksik, kýsa himmetlidir). Van´ýn fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâþefe âleminden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânýndan, ilim ve irfâný ile tanýnmýþ, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdedi- yor] vâsýtasýyla, Van´ýn irþâdý geçici olarak mümkündür. O zâtýn hayatta olup olmadýðýný bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sýbgatullah Arvâsî haz- retleri; "O zât amcamýn oðludur. Cezire´de ilim tahsîli ile meþgûl, ilim ve irfânla meþhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir baþka geliþinde o zâtý muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.
Seyyid Sýbgatullah hazretleri, hocasýný ikinci defâ ziyârete geliþinde, genç yaþtaki Seyyid Fehim Arvâsî´yi de Nehri´ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle þereflendiler. Kalma zamâný bitip ayrýlacaklarý sýrada, Seyyid Sýbgatullah ve yanýndakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldýktan sonra, sýra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sýbgatullah geride kaldýðýný görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim´in kalmasýný münâsip gördü ve; "O burada kalsýn." buyurdu. Seyyid Tâ- hâ´nýn hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kýsa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkýnda; "Baþkalarýnýn altý ayda aldýðý mesâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldý." buyurdu.
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:19:04
Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Þerîfin duvarýna dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine iþâret ederek yanýna çaðýrdý. O da yanýna gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabýný okumalýsýn." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabým yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabýný hediye etti. Muþ´un Bulanýk kazâsýnýn Âbirî köyünde Molla Resûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip okumasýný tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrýlýrken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsýz olurlar. Derslerin tâkibi esnâsýnda bir zorlukla karþýlaþýrsan, onlarý rahatsýz etme. Elini göðsüne koy ve beni hatýrla. Ýn- þâallah derhal müþkilini hallederim." buyurdu.
Hocasýnýn elini öpüp duâsýný alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânýn Doðu Anadolu´daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî´nin huzûruna vardý. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak arzusundaydým. Çünkü, Arvas´ta Molla Resûl Zekî´den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardý." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl´den ders almaya baþladý. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsýnda suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim´in talebelerinden Molla Hâlid´e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsýz mýdýr, yoksa utanýyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben baþlangýçtan beri bu zâtýn yanýnda okuyordum. Bir zaman hocalarýna çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalýrlardý. Fakat Nehri´den döndükten sonra ne hikmetse suâl sormayý terk etti. Ýlim öðrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayýn, bendeniz onun sizden yüksek olduðunu tahmin ederim." diye arz etti.
Bir gün Molla Resûl´den Mutavvel´i okurken hocasýna; "Burayý anlayamadým." dedi. Molla Resûl tekrar anlattý. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadýðýný söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarýn anlatýrým." dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açýklayamadý. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düþündüler. Üçüncü gün ayný yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliði yine açýklayamadý. O sýrada Seyyid Fehim hocasý Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadýðýn yer olursa, beni hatýrla." sözünü hatýrladý. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meþgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapayýp, mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabý Seyyid Fehim´in önüne açtý. Mu- tavvel´in o sayfasýydý. O satýrlarý açýk olarak okudu. Seyyid Fehim me- rakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasýnda bir atýf vavý (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtý. Molla Resûl´ün o satýrlarý okuyup düþünmekte olduðunu gördü. Molla Resûl´den izin isteyip, hocasýndan duyduðu gibi bir (ve) ekleyerek oku- du. Molla Resûl bunu iþitince; "Mânâ þimdi anlaþýldý." dedi. Ýkisi de iyice anlamýþtý. Molla Resûl; "Bu satýrlarý yirmi senedir okudum, anlattým. Fa- kat hep anlamadan anlatýrdým. Þimdi iyi anladým. Söyle bakalým bunu doðru okumak senin iþin deðil. Ben senelerce bunu anlayamadým. Sen nasýl anladýn? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatýrlayýp yardým istediðini söyledi. Mür- þidinden nasýl öðrendiðini anlattý. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabý kapattý. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî´nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kýsa bir müddet sonra Seyyid Fehim´le birlikte gelen Molla Resûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavuþup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluða e- riþip, zâhirî ilimlerde olduðu gibi, tasavvuf ilminde de yetiþti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl´e hilâfet vererek insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmakla vazîfelendirdi.
Hocasý ve mürþidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve baðlýlýðý sebebiyle onun yattýðý odanýn dýþ tarafýnda pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneþ gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalýþýrdý. Hattâ bir defâsýnda bununla yetinmeyip, soðuk bir gecede þiddetli kar yaðarken, kapýnýn dýþýnda uzandý. Mübârek baþýný kapýnýn eþiðine koyarak yattý. Þiddetli yaðan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altýnda çeþit çeþit feyz ve bereketlere kavuþtu. Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd namazýný kýlmak için mescide gitmek üzere kapýyý açtý. Ayaðýný kapýdan dýþarý atýnca, Seyyid Fehim´in sýrtýna bastý. Seyyid Fe- him hemen ayaða kalkýp edeple mürþidinin karþýsýnda durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsýnýz. Seyyid Þerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde sey- yidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." bu- yurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, haz- retinizin bir nazarýyla olana yetiþememiþtir. Bendeniz menfaatimi arýyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladý, gecenin karanlýðýnda cihâný aydýnlatacak mânevî nûrlarý ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuþan Seyyid Fehim (kuddise sirruh) , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle þereflenme zamâný gelince, üstadý Seyyid Tâhâ onu huzûruna çaðýrdý ve insanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak, onlarýn dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluþa kavuþmalarýna vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir aðýr yüktür. Ben bunu kaldýramam. Hem de buna lâyýk deðilim." deyip çekingen davrandý. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteðe baðlý bir iþ deðil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iþtir." buyurdu. Memleketi olan Arvas´a gitmesini emretti. Yola çýkacaðý zaman tekrar huzûruna çaðýrdý, kitaplarýn içindeki mektuplarýný kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin deðil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafýndan tasdik buyrulmuþ ve bütün sâdât-ý kirâm büyükler tasdik buyurmuþ, ben de tasdik etmek zorundayým. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.
Evliyânýn büyüklerinden Fudayl bin Ýyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öðrenmeye teþvik eder, niyetin hâlis olmasýnýn önemini belirtir, bu hususta; "Ýlim tahsîli doðru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek amel olmaz. Fakat çoklarý ilmi, gereðini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis ilmi dünyâlýk elde etmek için bir að gibi kullanýyor." buyurdular.
Evliyânýn büyüklerinden ve Þâfiî mezhebî fýkýh âlimi Muhammed Gamrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine talebe olmak isteyeni, kendi baþýna sormadan iþ yapmýyacaðýna dâir söz aldýktan sonra talebeliðe kabûl ederdi. Bundan sonra talebe her iþinde, her hareketinde tamâmen hocasýna tâbi olurdu. Kendi istek ve arzularý kalmaz, hocasýnýn dediklerine uygun yaþardý.
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî hazretleri, Hâ- ce Hacý Þerîf Zendenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden edep ve ilim öðrendi. Osman Hârûnî, ilk defâ hocasýnýn huzûruna gelip tövbe e- dince, hocasý ona; "Þu dört þeyi terk etmelisin: 1) Dünyâyý ve dünyâ eh- lini, 2) Arzularýný ve hýrslarýný, 3) Nefsin neyi hatýrlayýp isterse onu, 4) Allahü teâlâyý zikretmek için, gece uykuyu. Netice olarak Allahü teâlâdan baþka her þeyi terk etmelisin. Herkesi kendinden iyi bil ki, hepsinden iyi olasýn. Tevâzu sâhibi ve alçak gönüllü ol ki, evliyâlýk makâmýna ulaþasýn. Böyle olmayanýn bizim yolumuzla ilgisi yoktur." buyurdu.
Evliyânýn büyüklerinden, kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisi olan Hâcegî Muhammed Emkenegî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hakkýnda Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri bir mektûbunda þöyle buyurmuþtur: "Hâcegî Emkenegî kuddise sirruh Hak âþýklarýný hakîkî mahbûba kavuþturmak için sýkýntýlara katlanarak ve zâ- hiren kýrýklýk içerisinde senelerce rehberlik yaptý. Bir gün talebelerinin bir kýsmý ile dikenlik bir yerden geçiyorlardý. Bir talebesinin ayaklarý yalýn idi. Hemen her adýmda bir diken batýyordu. Ýçinden gizlice âh çekiyor ve a- yaðýný da hocasýnýn Ýzinden ayýrmýyor, tâkib ediyordu. Hocasý Emkene- gî hazretleri onun bu hâli üzerine iltifât edip; "Kardeþim ayaða elem dike- ni batmadýkça, murâd gülü açýlmaz." buyurdu. Bu söz üzerine talebenin gönlü pek ziyâde hoþnûd oldu..."
Konya´da yetiþen velîlerinden Hacý Veyiszâde Mustafa Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanýnda bir gün Konya´nýn yakýn köylerinden fakir bir genç okumak için Konya´ya gelip Ýmâm-Hatip Okuluna kaydoldu. Konya´ya gelirken annesi bir miktar yiyecek koymuþtu. Okulun açýldýðý ilk gün Kâdý Ýzzeddîn Câmiinde akþam namazý kýlan genç, mahzun mahzun duruyordu. Bunu fark eden bir zât onun yanýna yaklaþýp kim olduðunu, ne için geldiðini sordu. Genç; "Okumak için geldim. Ýmâm-Hatîbe kay- doldum. Fakat yatacak yerim yok." dedi. O zât, o genci yanýna alarak hemen arka mahallede bulunan ve imâmý olmadýðý için aylardýr kapalý duran mahalle mescidine götürdü. Mescidin küçük bir imâm evi vardý. O zât; "Ýstersen burada kalabilirsin. Senden sâdece burada imâmlýk yap- maný istiyorum." dedi. O genç kabûl etti.
Kýsa süre sonra köyünden getirdiði yiyecekler bitti. Birkaç gün aç ka- lýnca, köye gitmek için hazýrlandý. Tam bu sýrada yaþlý bir zât kapýyý çal- dý. Mescidin Ýmâm-Hatip okuluna giden, imâmýnýn kendisi olup olmadýðýný sordu. O da evet cevâbýný verince; "Al yavrum bunu sana Hacý Ve- yiszâde Hoca gönderdi. Selamý vardýr. Dersine devâm etmeni, ye´se ka- pýlmamaný, maddî endiþeden uzak olmaný, sana yeterince yardýmda bu- lunacaðýný söyledi." dedi ve oradan ayrýlý.
Genç merakla avucunu açýnca elinde fazla miktarda paralarý gördü. Bu para ona bir aydan fazla yeterdi. Her ay o zât gelip para verirdi. Genç kendisine para gönderen þahsý tanýmak istedi. Hacý Veyiszâde´nin Azîziye Câmiinde imâmlýk yaptýðýný öðrenince, elini öpmek ve teþekkür etmek için câmiye gitti. Duâdan sonra odasýna gitmekte olan Hacý Veyis- zâde gencin yanýnda durdu. Genç gayri ihtiyârî ayaða kalkarak, hemen elini öptü. Hoca Efendi kulaðýna eðilerek; "Derslerine devâm et. Sýkýntýya düþmekten korkma." dedikten sonra odasýna gitti. Gence yardýmlarý u- zun süre devâm etti.
Türkistan evliyâsýnýn büyüklerinden Hakîm Süleymân Ata (rahme- tullahi teâlâ aleyh) daha küçük bir çocukken hocalarýn huzûruna vardý. Kur´ân-ý kerîm dersleri almaya baþladý. Kur´ân-ý kerîmi boynuna asmaz, eliyle baþý üstünde tutarak hürmetle taþýrdý. Allahü teâlânýn kelâmý olan Kur´ân-ý kerîme çok hürmet gösteren bu küçücük çocuk, okutulduðu mektebe sýrtýný da dönmezdi. Yüzünü mektebe, arkasýný eve dönmüþ o- larak eve kadar giderdi. Bir gün Ahmed Yesevî hazretleri, onun bu hâlini gördü. Çok hoþuna gitti. Hocasýnýn ve annesinin rýzâsýyla Süleymân´ý Kur´ân-ý kerîm öðretmek için yanýna aldý. On beþ yaþýna gelince, Ahmed Yesevî hazretlerine tam talebe oldu.
Bir gün Hýzýr aleyhisselâm, Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin yaný- na geldi. Ahmed Yesevî hazretleri, aralarýnda Süleymân´ýn da bulunduðu birkaç çocuðu odun getirmeleri için gönderdi. Odunlarý toplayýp dönecekleri sýrada, yaðmur yaðmaya baþladý. Odunlarýn hepsi ýslandý. Yalnýz elbisesiyle odunlarý örttüðü için Süleymân´ýn getirdiði odunlar kuru kaldý. O kuru odunlarla, diðerleri de tutuþtu. Hýzýr aleyhisselâm, odunlarýn niçin ýslanmadýðýný sordu, o da, elbisesiyle örttüðünü söyledi. Bu cevap Hýzýr aleyhisselâmýn çok hoþuna gitti. Süleymân´a; "Bundan sonra adýn Hakîm olsun!" dedi. Sonra ona hayýr duâda bulundu. Hakîm Süleymân´ýn içi, birden nûra gark oldu. Hýzýr aleyhisselâm, onun feyzinden diðer insanlarýn da istifâde etmesini emir buyurunca, hikmetler (manzûmeler) söylemeye baþladý. Ahmed Yesevî hazretlerinden duyduklarýný, þiirlerle diðer insanlara aktardý.
Fýkýh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ý Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýçinden çýkamadýðýnýz mevzûlarda, âlim- lere gidip sorunuz. Onlardan istifâde edebilmeniz için; kendinizi hiç kabûl edip, câhil olduðunuzu söyleyerek, samîmiyet, tertemiz bir kalb ve edeb ile gitmeniz lâzýmdýr."
Talebeleri sýdk ve ihlâs kazanmaya çalýþýrlar, farzlara çok dikkat e- derlerdi, Ýbâdetleri, hayrâtý, sünnetleri, nâfile ibâdetleri çok yaparlardý. Ri- yâya, gösteriþe yakalanmaktan çok korktuklarý için ibâdetlerini gizlerler, görünmesinden korkarlardý. Herkese tatlý söyleyerek, güler yüzlü davra- nýp, iyilik ederlerdi. Dünyâya düþkün deðillerdi.
Harrân´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden Hayât bin Kays el-Harrânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdýk talebenin alâmeti þudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O´nu hatýrlamaktan ayrýlmamalý ve O´nun hakkýný gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânýn geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayýp atmalý ve kalbinde dâimâ cenâb-ý Hakk´ýn sevgisini bulundurmalýdýr"
"Haramlardan sakýn ve dünyâya düþkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarýlmalý, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduðunu gösterip, dünyâlýklara kavuþmak için onu vesîle etmemelidir."
Evliyânýn büyüklerinden ve Þafiî mezhebi fýkýh âlimi Ýbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatýr: "Edeb ve tasavvuf yolunu öðren- meye baþladýðýmýz zaman, beni bir takým hâller kapladý. Bunlarý hocama haber verince, beni konuþmaktan men ediyordu. Yanýnda bir kamçý var- dý. Bana; "Bu mevzuda konuþtuðun zaman, seni bu kamçý ile döverim." buyurdu. Hocam bana, devamlý hayýrlý amel iþlemeyi emrediyor ve; "Sahib olduðun bu hâllerin hiç birine raðbet etme." diyordu. Hocamýn ya- nýnda bulunduðum müddetçe buyurduðu gibi davrandým. Bâzý geceler hocamýn yanýnda kalýyordum. Âmâ bir annem vardý ve benden baþka hizmet edecek kimsesi yoktu. Bir akþam hocamdan, annemin yanýna git- mek için izin istedim. Bana izin verdi ve; "Bu gece, sana hayret verici bir iþ olacak. Sakýn ondan korkma." buyurdu. Yolda giderken birden semâ tarafýndan bir ses duydum. Baþýmý kaldýrdým, baktýðýmda, zincir þeklinde bir nûr vardý. Bu nûr sýrtýma dokundu. Sýrtýmda soðukluðunu hissettim. Sonra hocamýn yanýna dönerek, olup biteni anlattým. Hocam; "Elham- dülillah!" dedi ve beni alnýmdan öptü. Sonra; "Yavrum, senin üzerindeki nîmet tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduðunu biliyor musun?" bu- yurdu. Ben "Hayýr!" cevâbýný verdim. Bunun üzerine; "Bu nurdan zincir, Resûlullah efendimizin sünnetidir." buyurdu. Bu hâdiseden sonra ho- cam, daha önce bana yasakladýðý hâllerle ilgili hususta konuþmama izin verdi."
Ýbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî þöyle anlatýr: "Babam Þam´da vefât et- tiði zaman, talebeleri bana; "Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâzet, diploma getirmeden babanýn yerine geçemezsin." dediler. Bunun üzeri- ne, Seyyid Ahmed´den icâzet almak için Betâih´e gitmek üzere yola çýk- tým. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis´e geldiðimde, Ebû Bekr bin Kav- vâm´ý ziyâret ettim. Bana izzet ve ikrâmda bulundu ve nereden geldiðimi ve niçin Betâih´e gideceðimi sordu. Sonra; "Oradaki Seyyid Ahmed´den icâzeti kolayca alýrsýn." dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih´e vardý- ðým zaman, Seyyid Ahmed´in huzûruna çýktým. Durumu anlattým. Bana zorluk çýkarmadan, icâzetnâme ile bir de seccâde verdi. Þam´a geri dö- nerken, yolda kalbim Ýbn-i Kavvâm´ýn sevgisi ile doldu. Kendi kendime; "Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm´a talebe olayým." diye düþünerek, icâzetnâ- memi nehire attým ve doðruca onun dergâhýna çýktým. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; "Yâ Ýbrâhim, sen benim talebemsin." Bu- yurdu. Orada bulunanlar sebebini sordular. O da; "Yüzüne bakýn." De- yince, hepsi benim yüzüme baktýlar. "Ne görüyorsunuz?" diye sorunca; "Ýki gözünün arasýnda hilâlden bir nûr görüyoruz." dediler. Bunun üzerine o; "O nûr, benim talebelerimin iþâretidir." buyurdu. Bundan sonra ona baðlý bir talebe oldum ve ondan ders aldým.
Mýsýr´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Ýbrâhim Desûkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Hoca hakký soruldukta; "Talebe, hocasýn- dan müsâade almadan konuþmamalýdýr. Eðer hocasý orada hazýr deðil- se, manevî olarak ondan izin istemelidir. Zîrâ her bakýmdan rehberi olan hocasý, talebesinin bu gibi þeylere riâyet ettiðini gördüðünde onu çok se- ver, kýsa zamanda hedefe ulaþtýrýr." buyurdu.
Bir talebesi kendisinden nasîhat istedi. O zaman; "Uygun olmayan yerlere gitmekten çok sakýn, oralara girip çýkanlara da dikkat et. Müslüman kardeþinden yersiz bir þey görürsen, ona iyi muâmele etmeye gayret et, iyi geçin. Onun durumuna düþmekten pek sakýn. Senin en iyi, en yakýn dostun; özü, sözü doðru olandýr. O böyle kaldýðý müddetçe, onu koru." buyurdular.
"Allahü teâlâya muhabbet edip, muhabbete vesîle olursan, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet eder. Allahü teâlâya itâat et ki, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itâat et ki, insanlar ve cinler de sana itâat etsin. Cenab-ý Hakk´a muhabbet ve itâat edene, Allahü teâlâ ikrâmlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine âmâde olur." buyurdu.
Ömrünün sonlarýna doðru, talebelerinin büyüklerinden birine; "Ezher Câmiinde ders vermekle meþgûl bulunan kardeþim Mûsâ Desûkî´ye git. Selâmýmý söyle ve zâhirinden önce bâtýnýný, kalbini temizlesin. Gurûr, kibir, hased, ucb gibi bütün kötü huylardan kalbini muhafaza etsin." buyurdu. Talebe derhâl yola çýkýp, hocasýnýn emrini kardeþine ulaþtýrdý. Kardeþi o anda ders veriyordu. Dersini yarýda býrakýp, süratle Ýbrâhim Desûkî hazretlerine gitti. Fakat aðabeyinin, seccade üzerinde Allahü teâ- lânýn rahmetine kavuþtuðunu gördü.
Seyyid Ýbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri, talebesi olmak isteyen birine; "Ey oðlum, tövbe etmek istersen, bu hususta lâübâli olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnýz dil ile "Tövbe ettim yâ Rabbî!" demek yetmez, hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramlarý ve yasak olan þeyleri yapmamalýdýr. Tövbe nasýl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allah´dan baþ- ka bir þey ile meþgûl etmemesi, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsýl olursa, tövbe makbuldür." buyurdu.
"Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esâsý, zarûrî olan ile yetinmektir. Sonsuz saâdeti arzu ediyorsanýz, Allahü teâlâdan baþkasýna muhtac olmamayý beðeniniz.
Yine talebelerine; "Hak teâlâ neyi emir buyurmuþsa onu iþlemenizi, neden nehy etmiþse yasak etmiþse ondan kaçýnmanýzý istiyorum."
"Ýlim, kulluðun gerçek mânâsýný anlamak ve Hakk´a tam kulluk etmek içindir."
"Gýybet; yalancýlarýn meyvesi, fâsýklarýn ziyâfeti, kadýnlarýn sakýzýdýr." buyurdu.
Seyyid Ýbrâhim Burhâneddîn Desûkî hazretleri son günlerinde talebelerine; "Ey evlatlarým! Ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaþmaktadýr. Bir gün bu üzerinde yaþadýðýnýz dünyâ dürülecek, kýyâmet kopacaktýr. Hergün amel defterinizi hayýrlý iþlerle doldurmaya bakýnýz. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaç- mayarak günahlarla dolduranlara da yazýklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarýnýzý boþa geçirmeyip deðerlendiriniz. Yoksa piþmân olursunuz. Duânýzýn kabûl olmasýný istiyorsanýz, helâlden yiyiniz ve müslüman kardeþlerinizin hakkýnda yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz." nasîhati oldu.
Hindistan´da yetiþen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin akrabâlarýndan biri þöyle anlatmýþtýr: "Ben, Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin talebelerinden ol- mayý arzu ediyordum. Fakat çeþitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamýþtý. Bir gece karar verip; "Yarýn gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasýna kabûl etmesini isteyeyim" diye düþündüm. O gece rüyâmda kendimi derin bir deniz kenarýnda gördüm. Ýmâm-ý Rab- bânî hazretleri ise karþý sâhildeydi. Huzûruna kavuþmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldýn." buyurdu. Bu sözlerini iþitince kalbim zikretmeye baþladý. Uykudan uyandým, kalbim artýk zikrediyordu. "Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulun- madan kalbim zikre baþladý. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasýl olur?" dedim. Sabahleyin Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördü- ðüm rüyâyý bana olan teveccüh ve tasarruflarýný anlatarak hâlimi arzet- tim. Kalbimin zikretmeye baþladýðýný söyledim. Bana; "Yolumuz tam bu- dur. Buna devâm et" buyurdular."
Büyük velîlerden Ýzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman talebelerine; "Hak yolun yolcusu olmak isteyen, kalbiyle hocasýna baðlanmalý. Hocasý ve derviþ arkadaþlarýndan baþkasýyla konuþmamalý, hallerini hocasýndan baþkasýna anlatmamalý." buyurdular.
Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Ýsmâil Hakký Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) þöyle buyurdular: "Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhis- selâmýn yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan baþka olan þeyleri kal- binden çýkarmaktýr. Meselâ; bir kimse bir iþ için sefere çýktýðýnda, önce vatanýný, hýsým ve akrabâsýný terk edip yola devâm eder. Eðer kalbinde vatanýnýn, hýsým ve akrabâsýnýn sevgisi var ve fazla ise sefere rahat ra- hat gidemez. Belki yola da çýkamaz. Bir peygamber gazâya çýkarken, bir iþle uðraþan kimseyi gazâya götürmedi. Meþhûr sözdür ki; "Bir evde iki sarýklý olmaz!" Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulma- sýna sebeb olur. Nefs ve þeytan kalbe vesvese verince, insanýn zâhiri de bozulur ve kötü iþler yapmaya baþlar. Namazýn fâidesine inancý az olan kimse, kaç rekat kýldýðýný þaþýrýr. Ekseriyâ dînî meselelerde yanýlýr. Çün- kü kalbi elinde deðildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdýr. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaþlarýndan ayrýlma, yoksa yolda kalýr- sýn veya dalâlete saparsýn! Topluluktan ayrýlan helâk olur. Tek olarak yo- la çýkma. Çünkü þeytan arkadaþýn olur. Yolun baþlangýcýnda olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karþý karþýyadýr. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcý olduðu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcý vardýr.
Kâmil bir hocanýn elinde terbiye olunan bir insan, kýsa bir süre içerisinde maksadýna kavuþur. Bunun misâli daðlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardýr. Yâni daðlardaki aðaçlarýn meyvalarý terbiye ve bakým görmedikleri için geç olgunlaþýr ve tatlý olmazlar. Fakat bostanlarda bahçývanlarýn bakýmýyla yetiþen aðaçlarýn meyvalarý hem kýsa zamanda olgunlaþýr hem de çok lezzetli olur."
Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Kâdý Muhammed Zâhid hazretlerinin, Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmasý þöyle oldu: Memleketi olan Semerkand´da kalýp ilim tahsîl et- tikten sonra daha fazla ilim öðrenmek için Þeyh Nîmetullah adýnda bir i- lim talebesiyle Semerkand´dan Hirat´a gitmek üzere yola çýktý. Þadman köyüne vardýklarý zaman havanýn sýcak olmasý sebebiyle orada bir müddet kaldýlar. Onlar buradayken, Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri köyü teþrif ettiler. Bir ikindi vakti Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin ziyâretine gittiler. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri ona; "Sen nerelisin?" diye sorunca, Mu- hammed Zâhid; "Semerkandlýyým." dedi. Daha sonra Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri sohbete baþladý. Çok güzel konuþuyordu. Konuþmasý sýrasýn- da Muhammed Zâhid´in kalbinden ve hâtýrýndan geçenleri bir bir saydý. Hirat´a gitmek üzere yola çýkýþýnýn sebebini söyledi. Bunun üzerine Mu- hammed Zâhid´in kalbine Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerine karþý sevgi ve baðlýlýk hisleri kuvvetlendi. Kalbi ona tutuldu. Ubeydullah-ý Ahrâr haz- retleri ona; "Eðer maksadýn ilim öðrenmekse o iþ burada daha kolaydýr." buyurdu. Fakat Muhammed Zâhid´in Hirat´a gitme arzusu devâm ediyor- du. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri onun kalbinden geçen bu düþünceyi de keþf edip yanýna doðru yaklaþtý ve; "Hirat´a gitmekten maksadýnýz nedir? Söyle bana ilim mi öðrenmek, yoksa tasavvufta mý yetiþmek istiyorsu- nuz?" buyurdu. Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin hey- betinden dehþete kapýldý ve sustu. Yanýndaki yol arkadaþý; "Onun asýl maksadý Hirat´a gidip tasavvuf yoluna girmektir. Ýlim öðrenmeye gidiyo- rum demesi bu maksadýný gizlemek içindir." diye cevap verdi. Ubeydul- lah-ý Ahrâr hazretleri tebessüm etti ve; "Eðer böyle ise çok iyi ve güzel- dir." buyurdu. Sonra alýp bahçesine götürdü. Ýnsanlarýn gözünden kaybo- luncaya kadar birlikte yürüdüler. Sonra durup Muhammed Zâhid´in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük deðiþiklik hisseden Muhammed Zâhid bayýldý. Ayýldýðý zaman Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri; "Herhalde sen benim yazýmý okuyabilirsin." buyurdu. Cebinden bir kâðýt çýkarýp o- kuduktan sonra katladý ve Muhammed Zâhid´e verdi. Bu kâðýtta þöyle yazýlýydý: "Bunu iyi muhâfaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huþû ve Allahü teâlânýn azameti karþýsýnda insanýn âcizliði yazýlýdýr. Bu saâdet Allahü teâlânýn muhabbetiyle ve onun resûlü Seyyidü´l-evvelîn vel-âhirî- ne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalý ilim öðren. Tâ ki Resûlullah efen- dimize tâbi olmak sûretiyle mârifet-i ilâhiyyeye kavuþasýn. Kötü din a- damlarýndan uzak dur. Çünkü onlar dîni dünyâ malý toplamak ve maka-ma, mevkiye kavuþmak için âlet ederler. Helâl haram ayýrmadan buldu-ðunu yiyen ve dîne uygun olmayan iþler yapan câhil ve sapýk tarîkatçý-lardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet îtikâdýna uymayan sapýk kimselerden de uzak ol." Mektubu verdikten sonra Fâtiha-i þerîfe okudu. Muhammed Zâhid´e Hirat´a gitmek üzere izin verdi. Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî´ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid´e yardýmcý olunmasý ve korunmasý yazýlýydý. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhid´in kalbini Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerine karþý muhabbet ve bað- lýlýk kapladý. Fakat bir türlü Hirat´a gitme azminden de vaz geçemedi. Mektubu alýp yola çýktý. Yolda ilerledikçe bindiði hayvan yavaþladý. Bu sebeple Muhammed Zâhid yol almaktan âciz kaldý. Buhârâ´ya 36 km ka- dar mesâfe kaldýðý sýrada Muhammed Zâhid þiddetli bir göz aðrýsýna tu- tuldu. Günlerce orada kaldý. Ýyileþince yola çýktý. Bu sefer de Humma hastalýðýna tutuldu. O zaman eðer yola devâm ederse helâk olacaðýný anladý. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin huzûruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Geri döndü. Taþ- kent´e vardýðý zaman kitaplarý ile binek hayvanýný bir arkadaþýna emânet býraktý. Bu sýrada Taþkent´te bulunan bir þeyhin talebelerinden biriyle karþýlaþtý. Ona; "Gel berâberce senin hocaný ziyârete gidelim." dedi. O kimse Muhammed Zâhid´e; "Binek hayvanýn ve kitaplarýn nerede?" diye sorunca; "Bir arkadaþýma emânet býraktým." dedi. O kimse; "Git onlarý getir. Benim eve býrak sonra berâberce ziyârete gideriz." dedi. Muham- med Zâhid hayvanýný ve kitaplarýný almak için giderken birisi ona gelip; "Hayvanýn ve eþyâlarýn kayboldu." dedi. Muhammed Zâhid hayret edip düþünceli olarak giderken; "Herhalde ziyâretine gitmediðim için Ubeydul- lah-ý Ahrâr hazretleri bana kýrýldý. Bu sebeple bineðim ve eþyâlarým kay- boldu." diye kalbinden geçirdi. Bineðini ve eþyâlarýný aramaktan vaz ge- çip her þeyden önce Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerini ziyâret etmeye karar verdi. Tam bu sýrada birisi gelip; "Binek hayvanýn ve eþyâlarýn bulundu." dedi. Binek hayvanýný ve eþyâlarýný emânet býraktýðý kimse gelip; "Ey Muhammed! Senin binek hayvanýný emânet aldýðýmda onu bir yere bað- ladým. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya baþladým fakat bulama- dým. Üzgün üzgün geri dönüyordum, bir de ne göreyim, hayvan sokak ortasýnda insanlar arasýnda üzerindeki eþyâ ile beraber duruyor. Hayret ettim. O kadar kalabalýk arasýnda ona kimse dokunmamýþtý." Muham- med Zâhid binek hayvanýný ve eþyalarýný alýp Semerkant´a Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin huzûruna gitti. Huzûra varýnca, Muhammed Zâhid´e bakýp tebessüm etti ve; "Hoþ geldin." buyurdular.
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:21:05
Büyük velîlerden Kâsým Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri Allahü teâlânýn en sevgili kullarýndan sayýlan bir kutup görmek arzu ederdi. Kâsým Çelebi onun bu arzusunu anlayýnca ta- lebeyi bir iþ sebebiyle Bursa´ya gönderdi. Talebe, deniz yoluyla giderken fýrtýna çýktý. Nasýl olduðunu anlamadan kendisini bir adanýn ortasýnda buldu. Adada yalnýz baþýna dolaþmaya baþladý. Netîcede çimenlik bir ye- re oturdu. Etrafta kimsecikler yoktu. Akþama kadar oralarda kaldý. Ak- þam olunca adanýn herbir tarafýndan yedi kiþinin kendisine doðru geldiðini gördü. Bir ara aralarýnda bâzý þeyler konuþtular. Ýçlerinden birinin yüzü örtülüydü. Sonra cemâat hâlinde akþam namazýný edâ ettiler. Yüzü örtülüleri imâm olmuþtu. Daha sonra herbiri geri dönüp geldikleri tarafa gitmek için yola koyuldular. Talebe, onlarýn yanýndan ayrýldýklarýný görün- ce feryâd etti. Bunun üzerine yüzü örtülü olan, o talebeye dönüp; "Oð- lum! Niçin hocan ile kanâat etmeyip baþka kimse ararsýn. Ýçinden kutup görme arzusunu çýkar." dedi. Talebe þaþkýnlýkla; "Peki efendim." deyip tövbe etti. Yüzü örtülü olana dikkatlice baktýðýnda onun kendi hocasý Kâ- sým Çelebi olduðunu anladý. Kâsým Çelebi talebesine tebessümle; "Sen arkadan gelirsin. Bizim acele iþimiz var." buyurdu ve ayrýldý. O talebe kýrk gün sonra Ýstanbul´a döndü. Dergâha geldiðinde hocasýnýn vefât et- tiðini gördü.
Çin, Hindistan, Ýran ve Anadolu´da Ýslâmiyetin yayýlmasýnda büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû Ýshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine nasîhat ederek, buyurdular ki: "Ey kardeþlerim! Size dört nasîhatým vardýr. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kýldý isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur´ân-ý kerîm öðrenip, okumaya devâm ederek emir ve yasaklarýný gözetiniz. Bir misâfir geldi- ðinde evinizde aðýrlayýp, hemen ne var ise hazýrlayýp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbirinizle muhabbetli olunuz. Sakýn düþ- manlýk edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düþer parçalanýr- sýnýz."
"Bu iki parmaðýmýn yanyana durmasý gibi îmân ve muhabbet birliktedir. Allahü teâlânýn rýzâsý için her ikisi de mutlaka lâzýmdýr. Muhabbetin þartlarýna son derece dikkat ediniz. Din kardeþlerinizi seviniz. Yakýndayken de, gýyâbýnda da seviniz, seviþiniz."
"Alahü teâlânýn emirlerini yerine getirip yasaklarýndan sakýnmayý ga- nîmet biliniz."
Büyük velî, fýkýh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Kuþeyrî hazretleri, Ýs- ferâînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. Bir gün hocasý ona "Niçin yazmýyorsun? Ýyice öðrenmek için yazmak lâzým." deyince, Kuþeyrî, o âna kadar hocasýnýn anlattýðý derslerin hepsini tekrâr etti. Bunun üzerine hocasý; artýk derse girmesine lüzum kalmadýðýný, bundan sonra kitaplarý kendisinin mütâlaa etmesini ve anlayamadýðý yer olursa sormasýný söyledi. Kuþeyrî, Ýbn-i Fûrek ve E- bû Ýshâk Ýsferâînî´nin usûllerini iyice kavradýktan sonra, meþhûr kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkýllânî´nin kitaplarýný mütâlaa etti. Kuþeyrî´nin aklî ilimleri tahsil etmeye düþkün olmasý, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öðrenmesini saðladý. Bütün bu ilimleri okurken, ayný zaman- da hocasý Ebû Ali Dekkak´ýn sohbetlerine de devâm ediyordu. Bu arada hocasý Ebû Ali Dekkak´ýn kýzý, ilim, edeb sâhibi ve zamanýn en çok ibâ- det edenlerinden olan Fâtýma hâtunla evlendi. Kuþeyrî´nin Fâtýma hanýmýndan altý erkek ve bir kýz olmak üzere yedi çocuðu olmuþtur.
Üsküp´de yaþamýþ büyük velîlerden Lütfullah Üskübî hazretleri, Abdullah-i Ýlâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin hizmetine giriþini þöyle anlatýr: "Abdullah-ý Ýlâhî, mýknatýs gibi beni kendine çekti. Kalbim ona tutuldu. Bir gün arkadaþlarýmla öðle namazýný kýlmak için Zeyrek Câmiine gittik. Namaz vaktini beklerken, hatýrýma Abdullah-i Ýlâhî´nin velîlik derecesini ve kerâmet göstermedeki gücünü imtihân etmek geldi. Bu düþüncede bir köþede otururken, kýble tarafýndan bir el göründü. Fakat elin sâhibi görünmüyordu. Bu el, beni ileri çekti. Bir saf ileri geçtim. Ayný þekilde üç defâ çekti, ben de üç saf ileri geçtim. Sonra namaz vakti geldi, sünnetler kýlýndý. Ýkâmet getirildiðinde, Abdullah-i Ýlâhî odasýndan çýkýp bize öðle namazýný kýldýrdý. Namazdan sonra, onun elini öpmek için ileri vardým. Baktým ki, hocanýn elleri, beni namazdan önce ileri çeken eldi. Bu hâdiseden Abdullah-i Ýlâhî´nin büyük bir velî olduðunu anladým. Beni ileri çekmesinden de, tasavvuf yolunda bu zavallýyý yüksek derecelere çýkaracaðýný anladým. Abdullah-ý Ýlâhî´yi imtihân etmeye kalkýþtýðým için özür dileyip, ellerini öptüm. Bana; "Bizi bir kere imtihân etmen kâfi gelmedi mi? Üç defâ imtihân ettin. Buna ne lüzûm vardý?" dedi. O anda çok utandým. Çok özürler dileyerek beni talebe olarak kabûl etmesi için yalvardým. Bu yalvarmalarým karþýsýnda bana; "Bize hizmet etmek, talebe olmak çok zor iþtir. Sen buna tâkat getiremezsin. Önce seni bir deneyelim. Talebeler için kullanýlan boþalmýþ testileri eline alýp su getirebilir misin? Eðer bu iþi yapabilirsen, seni kabûl edelim." dedi. Ben, hemen üzerimdeki elbisemi çýkardým. Testileri elime alýp zâviyeye su getirdim. Benim candan ve samîmî olarak bu iþteki isteðimi görünce talebeliðe kabûl etti. Uzun zaman hizmetinde bulundum. Her emrini canla baþla yerine getirdim. Hocama olan hizmet ve sevgim sebebiyle yüksek derecelere, mânevî hâllere kavuþtum."
Harput´un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi Osman Bedreddîn Efendiye buyurdular ki: "Hâfýz, ne söylersen kitabdan söyle. Bunda iki fâide vardýr: 1) Sen aradan çýkarsýn, sana gurur gelmez. Zîrâ söylediðin söz, senin deðil, baþkasýnýndýr. 2) Birisi itiraz ederse, baþkasýnýn sözü olduðu için yine senin nefsin araya girmez. Bu sûrette insana hiddet ve can sýkýntýsý da gelmez. Söylediðin söz, doðru ise de, yanlýþ ise de, kitabýn sâhibine âiddir."
"Yarýn cenâb-ý Hak, bizim adamlarýmýza azab ederse, biz de üzülürüz. Ýnþâallah ne onlara azab edilir, ne de biz mahzûn oluruz."
Medîne-i münevverede yaþayan âlim ve velîlerden Ýmâm-ý Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Buyurdular ki: "Ýlim öðrenmek isteyen kimsenin vakarlý ve Allahü teâlâdan korkmasý lâzýmdýr. Ýlim, çok rivâyet etmek deðildir. Ýlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiði mümin kullarýnýn kalbine koyar
Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meþhûrlarýndan Mazhar-ý Cân-ý Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzâtý, Kelimât-ý Tayyi- bât denilen kitapta vardýr. Mektuplarýndan biri:
"Kardeþim, zamânýmýz talebesinin zaîfliðinden, evliyâdan keþf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrý göz önünde tutmadýklarýndan bah- seden mektubunuz geldi. Biliniz ki, baþka þeyhlere meyli olan sefihleri, akýlsýz kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akýllý ve muhlis kimse- lerden, bu iþe tâlib olanlarý kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ ha- kîkî hakîmdir. Âl-i Ýmrân sûresi 31. âyetinde meâlen; "Ey Habîbim! Onla- ra de ki, eðer Allah´ý seviyorsanýz, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever." buyrulmasý, bütün yollardaki sâliklerin, talebelerin maksadý olan Allahü teâlânýn sevgisini ve rýzâsýný kazanmaðý, Peygamber efendimize tâbi olmaya baðlý kýldý. O mütehassýs doktor, kullarý gaflet ve günâh hasta- lýklarýndan kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasaklarý gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçlarý alan, perhize riâyet eden sýhhat ve þifâ bulur. Kaçýnan kendini ziyân ve telef etmiþ olur.
Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardýr. Sûreti ile avâm müslü- manlarý hareket eder. Bu da, îtikâdýný düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karþýlýðý da Cennet´in nîmetleri ve Cehennem´den kurtulmaktýr. Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanmasý, parlamasý ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiþ olan sûret bulunmakla berâ- ber, riyâzet ve mücâhedelerde de vardýr. Burada ele geçen, tecellî ve keþflerdir. Sûrete îmân ve Ýslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nitekim Ha- dîs-i þerîfde; "Ýhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsýz sûret, derideki hastalýklara çâre bulmada, çýban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayý iyileþtirir, çýbaný geçirir. Elbette faydasýz deðildir. Hakîkatýn ise, sûretsiz hiç faydasý yoktur. Belki o hakîkat deðil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sýðýnýrýz.
Hakîkat, temizlemek, yâni hastalýklý, mikroplu, bozuk maddeleri çýkarýp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalýrlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sýhhate kavuþmak, büsbütün þifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapýlmasýyla olur. Bu açýklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Es- hâb-ý kirâmýn tabiatlarýnda nasýl sýhhat ve þifâ tesirleri yaptýðý kolaylýkla anlaþýlabilir. Muhakkak ki, o tedâvî ve ilâç, Allahü teâlâyý çok sevmek, bütün gayretiyle Resûlullah´a tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lezzet duymak ve günahlarý çirkin görüp, nefret etmekten baþkasý deðildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapýyordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve Ýslâmiyet reçetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kýsa zamanda, belki bir anda kavuþuyorlardý. Onlar, daha sonraki asýrlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koruyan sûreti muhâfaza edip, keþf ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunlarý kemâlin, olgunluðun îcâb ve þartlarýndan saymadýlar.
O hâlde, tam sýhhate kavuþmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullah´ýn sünnetine uymayý, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevâcidlere, bâtýn cemiyyeti ve devamlý huzur yanýnda deðer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde edilmesine sebeb olan büyüðü, Resûlullah efendimizin vekîli bilmeli, ona canla baþla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi þeylerle, tatlý olsa da, yetinmemelidir.
Hadîs-i þerîfi ve fýkýh bilgilerini öðreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz. Amellerinizi Allahü teâlânýn habîbi olan Peygamber efendimize ittibâ, uymak niyetiyle yapýnýz." (21´inci mektup)
Anadolu´da yetiþen evliyânýn meþhurlarýndan Þeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine ve sevenlerine muhakkak ilim ve sanat öðrenmelerini emrederdi. Ýlim ve sanat öðrenen baþkalarýnýn minneti altýna girmez minnetsiz yaþar derdi.
Ýstanbul evliyâsýnýn büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birine yazdýðý bir mektupta þöyle buyurdular: "Bu âleme niçin gelindiðini, asýl maksadýn Allahü teâlâya kulluk olduðunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahý isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalýdýr.
Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diðer þeylerin dostu çoktur. Allah dostu, Ýksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kýymetli bir þeydir.
Bir nefesde iki nîmet vardýr. Bunun için her nefese iki þükür lâzýmdýr. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki þükür olmak üzere kýrk sekiz bin þükür olur. Bir insan bütün iþlerini býraksa, þükür þükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve þükretse yine þükrün hakkýný edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya þükrün binde birini edâ edemez."
Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok sevdiði talebelerinden ve halîfe- lerinden olan Seyyid Tâhâ-yý Hakkârî´ye yazdýðý mektûbunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kalbimin özlediði, rûhumun gözlediði Seyyid Tâhâ´yý, fena ve bekâ mertebelerine kavuþmakla þereflendirsin. Allâmenin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdýðý mektup geldi. Ýslâmiyetin yayýlmasýna çalýþtýðýnýz ve Kur´ân-ý kerîmin hatmi hakkýnda yazýyorsu- nuz. Çok memnun olduk. Ýhlâs þartý ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsýtanýzla olduðu için, her birinin sevâbý kadar sizin de amel defterinize yazýlacaktýr. Resûlullah´ýn; "Bir kimse Ýslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbýna ve bunu yapanlarýn sevaplarýna kavuþur. Bir kimse Ýslâmda bir sünnet-i seyyie çýðýrý açarsa, bunun günâhý ve bunu yapan- larýn günahlarý kendisine verilir." hadîs-i þerîfi bu sözümüze þâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."
Evliyânýn büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Rukýyye (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine þöyle buyurdular: "Size bu yolda lâzým olan, mücâhede ve riyâzeti elden býrakmamak, bu yolun âdâbýna gereði gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doðru söze ve helâl yemeye devâm etmektir."
Hocam Yûsuf Mahdûm þöyle buyurmuþtur: "Sadýk talebe önce halvet ve uzlete çekilmeli, oruç tutmalýdýr. Yeme, uyku ve konuþmanýn az olmasýna, devamlý abdestli olmaya ve beþ vakit namazý cemâatle kýlmaya dikkat etmelidir. Her gün Kur´ân-ý kerîmden yüz âyet-i kerîme okumalýdýr. Sonra Allahü teâlâyý çok zikretmelidir. Hergün yüz Ýhlâs sûresi, yüz istigfâr ve Resûlullah efendimizin rûh-i þerîflerine yüz salevât-ý þerîfe okumalýdýr. Buna devâm eden kimsenin Ârif-i billah olmasý mümkündür. Bundan fazlasýný yapmak daha iyidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Susmak, açlýk, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslýdýr."
Mevlânâ Muhammed Rukýyye hazretleri buyurdular ki: Bir mürþid-i kâmile talebe olmak isteyen kimse, dînin emir ve yasaklarýna uymak ve tasavvuf yolunun edeplerine riâyet etmek sûretiyle, mürþid-i kâmilin iþâret buyurduðu þekilde ibâdet ve tâatle meþgûl olunca, hem nefsini ýslâha, hem de ilâhî mârifetlere kavuþur: "Nefsini tanýyan, Rabbini tanýr." Hadîs-i þerîfi gereðince, cehâletten uzaklaþýr, irfân derecelerine ve Rabbine yakýnlýk makâmýna kavuþur ve büyük velîlerden olur.
Büyük velîlerden Mimþâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin edebi; hocasýna hürmet, kardeþlerine hizmet, dünyâ baðlarýný kesmek ve dînin âdâbýna göre kendini korumaktýr."
Evliyânýn büyüklerinden, kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait 6´ncý Mektup (Bu mektup, Þeyh Tâceddîn´e gönderilmiþtir.): "Devamlý abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gýybetten, söz taþýyýcýlýktan, mümini aþaðýlamaktan, müslümana düþman olmaktan, kin tutmaktan, eli altýnda olanlara kýzmaktan ve sert davranmaktan sakýnmak lâzýmdýr. Bizim yolumuzun esâsý budur. Bunlarsýz iþ saðlam olmaz. Ama bu sayýlanlarda arada bir gevþeklik olursa, bu iþi, yâni büyüklerin verdiði vazifeleri ve o yolun îcâblarýný terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldýðý ve yapmakta olduðu vazifelere daha sýký sarýlmalýdýr. Meâlen: "Muhakkak ki sevâplar, günahlarý götürür." âyetinin sýrrý ortaya çýksýn. Doðru yolda bulunanlara selâm olsun!"
Irak´ta ve Mýsýr´da yaþamýþ olan velîlerden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin suâllerine cevap verir, özel meselesi olanlarla ilgilenirdi. Hastalarý ziyâret eder, cenâzesi olanlarýn cenâzesinde bulunurdu. Ölümü çok hatýrlar ve hatýrlatýrdý. Bir defâ cenâzeden dönen bir talebesine; "Nereden geliyorsun?" diye sordu. O da kabristandan geldiðini söyleyince; "Bu sefer kabristandan döndün. Kabristana gidip de geri dönmeyeceðin gün de gelecektir." buyurdu. Bir meclisden kalkacaðý zaman; "Biz iki defa kalkacaðýz. Birisi bu gördüðümüz kalkýþ, diðeri ise kýyâmet günündeki kalkýþtýr." buyururdu. Ölümü hatýrlatýcý âyet-i kerîmeler ve hadîs-i þerîfler okurdu. "Dil ile ölümü zikretmenin hiç kýymeti yoktur. Asýl kýymetli olan ve Peygamber efendimizin "Lezzetleri yok eden ölümü çok hatýrlayýnýz." hadîs-i þerîfinden murâd, ölümü dil ile deðil, kalp ile hatýrlamaktýr." buyururdu.
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Muhammed Ýsmâil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerini yetiþtirmek için gecesini gündüzüne katar, bütün gücüyle çalýþýrdý. Yetiþtirdiði talebeler içinde en büyüðü, zamânýn kutb-ül aktâbý, oðlu Gulâm Muhammed Ma´sûm hazretleridir. Öyle bir oðul ki; dedelerinin makâmýna kavuþmuþ, Ýmâm-ý Rabbânî ve Ýmâm-ý Muham- med Ma´sûm hazretlerinin esrârýna vâkýf olmuþtur.
Babasý Sibgatullah hayatta iken Muhammed Ýsmâil´i diðer oðullarýndan ve halîfelerinden üstün tutardý. Herkesten çok onu severdi. Bunun için hepsinden çok feyze kavuþtu. Çünkü bu yolda feyz almak, üstâda kendisini sevdirmesine baðlýdýr. Her talebe, hocasýný sevdiði kadar feyze kavuþur. Babasý icâzet vererek, bir kýsým talebelerin yetiþtirilmesi için o- na vazife vermiþti. Muhammed Ýsmâil, vazifeli olarak gittiði yerde babasýyla mektuplaþýr, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarýný bildirirdi. Babasýndan gelen bir mektup þöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiði, seçtiði kullarýna selâmlar olsun. Gözümün nûru oðlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmýþ dostlarýnýzý unutmamýþsýnýz. Kâbil´e gittiðinizi ve oradaki dostlarýn yakýn alâkasýný yazýyorsunuz. Allahü teâlâ oradaki dostlarýmýza hayýrlar ihsân eylesin. Bâzý talebelerinizin garip evliyâlýk hâllerini ve beyânlarýný yazýyorsunuz. Bunlarý okumakla sevincimizi arttýrdýnýz. Eðer tam istikâmette olduklarýný ve hâllerinin þüpheden kurtulduklarýný anlarsanýz, talebe yetiþtirmek üzere icâzet veriniz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diðer bizi sevenlerin hepsi, sizin teveccühleriniz altýnda bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir þey beklemesinler. Bizim rýzâmýz böyledir.
Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmiþlerine mahsus olan makamlardan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir þey esirgemiþ deðilim, esirgemiyeceðim de. Ýnþâallah bu yüksek makama yakýnda kavuþursunuz. Bilmeseniz de zararý yoktur. Çünkü bir þeyin hâsýl olmasý baþkadýr, bilinmesi baþkadýr. Aralarýnda büyük fark vardýr. Bugünlerde bu fakîr, çok iyiyim. Mescide yürüyerek gidip gelebiliyorum. Fakat bir bacaðýmda ve dizimde biraz hâlsizlik, kuvvetsizlik vardýr. Rabbimiz, inþâ- allah onu da geçirir. Mektuplarýnýzý bekliyorum. Vesselâm."
Anadolu velîlerinden Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocasýnýn oðlu Mahmûd ile ayný dersleri okuyordu. Molla Abdur- rahmân´ýn yanýnda bir tek kitab olduðundan bu kitabý oðluna verdi ve; "Yarýn þu kadarýný ezberleyeceksiniz?" dedi. Muhammed Hazîn o kitabý aradý, fakat bulamadý. Düþünceli bir þekilde evine gitti. O gece rüyâsýnda hazret-i Ali´yi gördü. Hazret-i Ali ona; "Mahmûd´un babasýnýn kitabý var da, senin babanýn kitabý olmaz mý?" diyerek ezberlenecek kýsmý Muham- med Hazîn´e tâlim ettirdi ve bir okumada ezberledi. Sabahleyin derste Mahmûd tam okuyamayýnca, Molla Abdurrahmân biraz sertleþti ve Mu- hammed Hazîn´e oku dedi. Muhammed Hazîn kusursuz ve noksansýz okuyunca, Molla Abdurrahmân bunun mânevî olduðunu anladý ve sordu. Muhammed Hazîn durumu olduðu gibi anlattý.
Evliyânýn meþhûrlarýndan ve büyük Ýslâm âlimi Muhammed Ma´- sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektubunda þöyle buyurmaktadýr: Ey mes´ud ve bahtiyâr kardeþim! Allahü teâlânýn sevdiði kullarýnýn yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun þartlarýný ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapýþmak ve bid´atlerden sakýnmak lâzýmdýr. Çünkü Allahü teâlânýn sevgisine ulaþtýran yolun esâsý bu ikisidir. Ýþlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkýnýzý, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarýna uydurmalýsýnýz. Sâlih kullar gibi olmalýsýnýz ve onlarý sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aþýrý gitmeyip, orta derecede olmalýsýnýz. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmaða gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, aðlamayý, Allahü teâlâya yalvarmayý ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayý aramalýsýnýz. "Ýnsanýn dîni, arkadaþýnýn dîni gibidir." hadîs-i þerîfini unut- mayýnýz! Þunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dün- yâ lezzetlerine düþkün olmamasý lâzýmdýr.
Mübâh olan lezzetleri býrakamazsanýz, hiç olmazsa, haramlardan ve þüphelilerden kaçýnýnýz. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altýn ve gümüþ eþyânýn ve çayýrda otlayan hayvanlarýn ve ticâret eþyâsýnýn zekâtýný, topraktan, tarladan, aðaçtan alýnan mahsüllerin öþrünü de her hâlükârda vermek lâzýmdýr. Bunlarýn verilecek mikdârlarý, fýkýh kitaplarýnda bildirilmiþtir.
Zekâtý ve fýtralarý, Ýslâmiyetin emrettiði kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyý ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalýdýr. Komþularýn haklarýný gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malý, parayý, Ýslâmiyetin izin vermediði yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlýklar, âhiretlik hâlini alýr. Belki de bunlara dünyâ denmez.
Muhammed Ma´sûm Fârûkî hazretleri bir mektubunda da þöyle buyurmaktadýr: ...Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur´ân-ý kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kýymetli kitaplarda ve hadîs-i þerîflerde bildirilen duâlarý, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kýsmýný bu fakîr, toplamýþtým. Mevlânâ Muhammed Hanîf almýþtý. Zamânýnýzýn çoðunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanýz iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsýtanýn, bu muhabbet olduðunu biliniz. Fârisî beyt tercümesi:
Aradýðýn hazînenin niþânýný verdim sana!
Belki sen kavuþursun, biz varamadýksa da!
Allahü teâlâ size ve doðru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlýklar versin!" (Mektûbât-ý Ma´sûmiyye Birinci cild, on dördüncü mektup.)
Evliyanýn büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine Mevlânâ Sa´düddîn Kaþgârî; "Falancanýn ahvâli hakkýnda bir þey biliyor musun?" diye sordu. O þahýs, memleketinden He- rat´a ilim tahsîl etmek için gelmiþti. Sonra Mevlânâ Sa´düddîn´e baðlandý. Bu zât, dünyâ ile irtibâtýný tamâmen kesmiþti. Talebeler arasýna da çok az karýþýrdý. Devamlý suskun ve mahzûn bir hali vardý. Hocama; "Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiðim bir þey varsa, o da; dâimâ gizli bir þey- lerle meþgûl olduðudur." dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa´düddîn; "O- na hâlini sor, durumunu iyice öðren. Sana halini anlatýncaya kadar onu býrakma." buyurdu. Bu emir üzerine, o þahsýn yanýna gittim. Ona; "Sen niçin talebelerin arasýna karýþmýyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanýn kapýsýný kapatýyorsun? Niçin yalnýz baþýna oturuyorsun?" dedim. O da; "Ben fakir ve garip birisiyim. Kendimi arkadaþlar arasýna karýþma- ya lâyýk görmüyorum. Hem de onlarýn vakitlerini zâyi etmeyi ve onlarý rahatsýz etmeyi istemiyorum." dedi. Ben, hâlini tam anlatmasýný, elbette onu arkadaþlarýn arasýna karýþmaktan men eden birþeyin olduðunu ve bunu açýklamasýný ýsrârla istedim. Bu ýsrârým karþýsýnda; "Niçin bu kadar üsteliyorsun?" deyince, ben de, bana bunu sormamý hocamýn emretti- ðini, hâline iyice vâkýf oluncaya kadar yanýndan ayrýlmayacaðýmý söyle- dim. Isrârýmýn kendimden olmayýp hocamdan geldiðine iyice kanâat ge- tirince, âh çekerek þöyle dedi: "Bende bir zaman garib bir hâl meydana geldi. Sana ondan biraz anlatayým. Cemâatle yatsý namazýný kýldýktan sonra, bir süre murâkabe ile oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânýn zikri ile meþgûl olurdum. Bu sýrada, sonu görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuþatýrdý. O nûrun görünmesiyle kendimden geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardý. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine dalardým." Ondan bu hallerini dinleyince, ona gýpta etmemden dolayý içim yanýyordu. E- limde olmayarak gözlerimden yaþlar geldi. Onun sözleri bana çok tesir etti. Oradan ayrýldým. Anladým ki; Mevlânâ Sa´düddîn´in onun hâlini öðrenmemi istemesi, etrâfýnda böyle kimselerin de bulunduðunu bana bildirmek içindi."
Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey yavrum! Sen de bizim gibi durup dinlenmek bilmeyen bir yolculuða koyulmuþsun. Bu dünyânýn fâni ve basit hayâtý seni aldatýp azdýrmasýn. Maðrûr olma. Böyle yaparsan, hasret ve piþmanlýk günü olan kýyâmet gününde mahzun, ürkek ve müflis olarak dolaþýrsýn."
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeþtî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Hâce Kutbüddîn-i Þîrâzî´ye yazdýðý mektubda, þöyle buyuruyor: "Kýymetli kardeþim Delhili Hâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihân saâdeti nasîb eylesin. Þunu yazmak iste- rim ki, Hakk´ý arayan hakîkî talebelerime bildireceðim mânevî bilgileri bil- dir de, felâkete uðramasýnlar. Allahü teâlâyý tanýyan, O´ndan bir þey iste- mediði gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O´nu tanýmayanlar bunlarý anlamaz. Diðer bir nokta ise, aç gözlülüðü, tamaý býrakmaktýr. Tamaý býrakan, istediði þeylere kavuþur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkýnda; "Ýsteklerine gem vuran, Cennet´e girer." buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aþýrý isteklere düþen, belâ kefenine sarýlýr ve piþmanlýklar mezârýna gömülür. Aþýrý isteklerini býrakýp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarýlýr ve kurtuluþ mezârýna gömülür. Allahü teâlânýn istediðini kabûl eden, O´nun korumasýna kavuþur.
Þimdi, eðer tasavvufun ne olduðunu bilmek istersen, her türlü rahatlýðý býrak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleþtir. Eðer bunlarý yaparsan, tasavvufun sýrlarý sana açýlmaya baþlar. Allahü teâlâyý isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile berâber yapmalýdýr. Ýnþâallah kalb, þeytanýn þerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuþur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânýn huzûrunda bulunan kimseyi biliyor musun?" diye sordu ve þöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü teâlâdan ne gelirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. Ýþte bu, baðlýlýkta en önemli þeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânýdýr. Selâm ederim."
Muînüddîn-i Çeþtî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte olduðu zaman buyurdu ki: "Sâdýk talebe, hocasýnýn, rehberinin söylediði sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini can kulaðý ile dinler. Onun sözünden dýþarý çýkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni, nefsin istemediði þeyleri yapar, istediði þeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin yolunda gidip çalýþýr ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört þeyi usûl edinmiþler ve yapmýþlardýr. Maksada kavuþmakta bunu zarûrî görmüþler ve bunlarý yapanlar maksada kavuþmuþlardýr. Bu on dört makam þunlardýr:
1. Tövbe, tövbekârlar makamýdýr. Bu, Âdem aleyhisselâmýn makâmýna iþârettir.
2. Ýbâdet makâmý. Bu makam, Ýdrîs aleyhisselâmýn makâmýdýr.
3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlýða düþkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmýn makâmýdýr.
4. Rýzâ makâmý. Kadere rýzâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhis- selâmýn makâmýdýr.
5. Kanâatkârlýk. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmýn makâmýdýr.
6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmýn makâmýdýr.
7. Sýddîklýk makâmý. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmýn makâmýdýr.
8. Tefekkür makâmý. Bu makam, Þuayb aleyhisselâmýn makâmýdýr.
9. Ýrþâd makâmý. Bu makam, Þist aleyhisselâmýn makâmýdýr.
10. Sâlihler makâmý. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmýn makâmýdýr.
11. Muhlisler makâmý. Bu makam, Nûh aleyhisselâmýn makâmýdýr.
12. Ârifler makâmý. Bu makam, Hýzýr aleyhisselâmýn makâmýdýr.
13. Þükredenler makâmý. Bu makam, Ýbrâhim aleyhisselâmýn makâmýdýr.
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:21:42
14. Makâm-ý Muhibbandýr (muhabbet makâmýdýr). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ´nýn makâmýdýr.
Âlim ve velî Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi hazretleri, Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmasýný þöyle anlatýr:
"...Þeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesinin müderrisi, Hâcegân yolunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i Molla Celâl´i okuyordum. Böyle- ce derse devâm ediyordum. Birgün ders sýrasýnda, mübârek bir zât ders- hâneye geldi. Bu zâtý sâdece þahsen tanýyordum. Bu mübârek zât bize ders veren hoca ile ahbablýðý olduðundan, bâzan medreseye gelirmiþ. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta býraktý. Gelen zât da sohbete baþladý. Sohbet sýra- sýnda bana iltifât göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle þeyler anlattý ki, dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sýrasýnda gözyaþlarýmý tutamayýp aðlamaya baþladým. Nihâ- yet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktý ve hürmetle uðurlandý. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim olduðunu öð- renmek istedim. "Bu zât, Þeyh Mehmed Emîn Tokâdî´dir. Çok yüksek bir zâttýr." dediler. Meðer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershâne- mize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiþ ve onlara þöyle demiþ: "Hayli zamandýr ortalýkta dolaþan bir av vardýr. Onu saâdet tuzaðýna düþürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemâat daðýlmadan tekrar evine dönmüþ. Ben böylece onu tanýyýp iltifâtýna mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihâyet 1736 senesinde Rebîül-evvel ayýnda bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapýyý çalmadan beni karþýlayýp, içeri aldý. Çok iltifât gösterip, talebeliðe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öðrendim. Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altý sene müddetle bana ilim öðretti. Buhârîyi Þerîf´i okuttuðu sýrada da bana icâzet verdi..."
Hindistan´da yetiþen evliyâdan ve Çeþtiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev´e karþý olan muhabbeti çok meþhûrdur. Talebelerini çok sevmesine raðmen, disiplini çok sýký idi. Bir defâsýnda en iyi talebelerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmýþ bir battaniye üzerinde oturarak rahat olmaya çalýþtýðýndan, dergâhtan çýkarýldý. Nizâmed- dîn Evliyâ, onun bu iþi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptýðýný düþünmüþtü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafýndan affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.
Hâce Müeyyededdîn Kereh, Sultân Alâeddîn Hilcî þehzâde iken, onun çok sevdiði bir kiþiydi. Bu zât, sonra makâmýný terk ederek, Nizâ- meddîn Evliyâ´ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmeddîn Evliyâ´ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn´in saltanat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; "Hâce´nin baþka önemli bir iþi var. Onu bitirmeye çalýþýyor." diye cevap verdi. Bu cevaptan hoþ- lanmýyan sultânýn elçisi; "Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz." dedi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Sâdece benim gibi deðil, benden de iyi olmasýný istiyorum." diye cevap verdi. Sultân bu cevâbý iþitince, bir þey söylemedi ve konuyu kapattý.
Hâce Þemseddîn, sarayda önemli bir mevkýde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn Evliyâ´nýn talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini üzerine aldý. Hâce Þemsed- dîn bir gün hocasýndan, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inþâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; "Ey Mevlânâ Þemseddîn! O iþ, önce býraktýðýn iþ kadar deðersizdir." buyurdu.
Nizâmeddîn Evliyâ´nýn talebeleri arasýnda, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdý Muhyiddîn Kâþânî isminde bir zât vardý. Nizâmeddîn Evliyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdý Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ´- nýn talebesi olunca, hocasýnýn huzûrunda, bir yerin gelirinin kendisine verildiðini gösteren fermâný yýrttý ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtýna kendi- ni uydurdu.
"Bir talebe için, Allahü teâlâya baðlýlýðýn þu altý esâsý vardýr: 1) Nefsini yenmek için insanlardan uzak kalmalýdýr. 2) Her zaman temiz ve ab- destli olmalýdýr. 3) Her gün oruç tutmaya çalýþmalý, yapamýyorsa az ye- melidir. 4) Allahü teâlâdan baþka her þeyden uzaklaþmaya çalýþmalýdýr. 5) Hocasýna sâdýk ve itâatkâr olmalýdýr. 6) Allahü teâlâyý ve hakîkati her þeyden üstün tutmalýdýr."
"Bir talebe, þu dört þeyden sakýnmalýdýr: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüþmekten, 2) Zikirden baþka bir þeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan baþka bir þeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan baþka bütün dünyevî þeylere kalbi baðlamaktan."
Buhârâ´da yetiþen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûþ hazretleri; Þâh-ý Nakþibend Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr´n, Buhârâ´ya gelmiþ olduðu haberini alýp onun sohbetlerinde bulunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karþýlaþtý. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeþitli merhalelerden geçip yükseleceðiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüd- dîn-i Attâr´ýn sohbetlerinde bulunmak arzusu arttý. Oraya vardýðýnda, Hâ- ce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeþitli mer- halelerden geçip yükseleceðiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd´in söylediði sözün aynýsýydý.
Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür görmez bu kerâmeti ile de karþýlaþýnca, sevgi ve muhabbet ateþi içine düþ- tü. O büyük zâtýn sohbetlerinde bulunmakla duyduðu lezzeti, baþka þey- lerde bulamýyordu. Her þeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtýn soh- betlerinde bulunmaya, bu þerefli ve kýymetli sohbetlerden istifâde etme- ye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kýsa zamanda toplayýp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânýn en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetiþti.
Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandýðý, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kýlmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapýsý kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini u- zatýnca, Allahü teâlânýn izni ile kapý açýlýr ve rahatlýkla içeri girerdi. Soh- betinde bulunanlara, hocasýndan aldýðý yüksek ilimleri anlatýp, çok fayda- lý olurdu. Ýnsanlar ondan çok istifâde ettiler.
Evliyânýn büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Medrese tahsîlini tamamladýktan sonra, çok genç yaþta Mýsýr kâdýlýðýna tâyin edildi.
Nûreddîn Cerrâhî Mýsýr´a gitmeden önce, vedâ etmek için Üsküdar´- da bulunan dayýsý Hüseyin Efendinin konaðýna gitti. Hava iyi olmadýðý i- çin dayýsýnýn konaðýnda bir müddet bekledi. Bir gece dayýsý, onu evin karþýsýnda bulunan Selâmi Dergâhýna götürdü. Yatsý namazýndan sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanýna gittiler. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oðlum Nûreddîn! Safâ geldiniz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî´yi bir muhabbet ve cez- be hâli kapladý. Sonra Allahü teâlâyý zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliðe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsýný kabûl buyurup; "Oðlum Nûreddîn! Mâsivâdan sýyrýlýp, abdestini tâzele." diye uyardý. Bunun üzerine kendisine verilen Mýsýr kâdýlýðý vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânýný þeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî iþlerini terk edip, hocasý Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâ- hî´yi abdest aldýktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kýrk gün Allahü teâ- lâya ibâdetini) tamamlayýnca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hýrka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oðlum Nûreddîn! Ýstanbul´a git, Karagümrük yakýnýnda ve dört yol aðzýnda, Kethüdâ Canfedâ´nýn yaptýrdýðý câmi-i þerîfin yanýnda, Bakkal Ýsmâil E- fendi isminde bir zât senin için bir oda yaptýrdý. O odada ibâdetle meþ- gûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapýlýr. O zaman insan- lara doðru yolu göstermeye çalýþ. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanýnda kemâle gelecekler." buyurdu. Nû- reddîn Efendi, hocasýnýn emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanýnda olduðu halde Karagümrük´e gittiler. Ýsmâil Efendi, hocasýnýn bahsettiði odanýn anahtarýný Nûreddîn Cerrâhî´ye teslim etti ve odayý Resûl-i ekremin emri ile yaptýðýný söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanýndaki Cerrah Mehmed Paþa Câmiinde Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný anlatýrdý. Onun sohbetlerinin güzelliði kýsa sürede Ýstan- bul´a yayýldý. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye gelirdi.
Ýstanbul´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Seyyid Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduðu Sünbül Efendi dergâhýna bir gün, Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi gelerek, hazretin talebeleri arasýna girmiþti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imrenerek bakýyordu. Kendi kendine; "Keþke Seyyid Nûreddîn Efendinin talebesi olsaydým." demiþti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaþca o talebenin yanýna geldi ve; "Evlâdým! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düþünceyi Allahü teâlânýn izni ile keþfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.
Ýstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî fey- ze kavuþamaz. Ancak nefs-i emmâresini yakýp, temizleyerek feyze kavuþur."
Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þeyh Rükneddîn Ebü?l-Feth (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir talebesine nasîhat edip þöyle buyurdular: ?A- mellerde mütâbeat, yâni Resûlullah?a ve getirdiklerine uymak; uzuvlarý, O?nun yasak ettiði ve mekruh buyurduðu iþlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup baðlamak, faydasýz meclis ve toplantýlara gitmemektir. Tâlibi, Hak?- tan meþgûl edip alýkoyan her þey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni faydasýzý, boþ þeyi demektir. Bâtýllarýn sohbetinden, arkadaþlýðýndan kaçýnmalýdýr. Hakk´ý istemeyen ise, hakîkatte bâtýldýr.?
Þeyh Rükneddîn hazretleri, talebelerinden birine yazdýðý mektubun- da þöyle buyurdular: ?Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; ?Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim? buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; ?Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karþý bir kötülük meydana gelmiþ deðil, ama iyilik için ne buyurursunuz?? dediler. Buyurdu ki: ?Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; ?Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiþ olur? buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslýnda benim içindir ve banadýr, baþkasýna deðil.? Bu sebebledir ki büyükler; ?Bu, kiþinin iyiliði için yeter? demiþlerdir. Beyt:
Mâdem bildin her þeyin faydasý kendindedir,
O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.
Akýllý olana, dünyâ ve âhiret iþlerinde bu kadar nasîhat yeter.?
Diyarbakýr velîlerinden Sâdýk Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Pîr Ýbrâhim Gülþenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi olma haberini babasýna götürdüklerinde, þükredip; "Elhamdülillah. Oðlum yaramazlar yoluna gitmemiþ, hayýrlýlar yoluna giderek iyi etmiþ." diyerek çok sevindi. Sonra bâzý hediyelerle Pîr Ýbrâhim Gülþenî hazretlerinin ziyâretine koþtu. Sevgi ve hürmetlerini arzederek kendisi de onu sevenler arasýna girdi.
Sâdýk Ali Efendinin babasý sonradan bütün mal ve mülkünü vakfedip hayýrlý iþlere sarf etti ve dergâhlar inþâ etti. Mânevî olgunluða ve yüksekliklere kavuþmuþ olan oðlu Sâdýk Ali Efendi hocasý Ýbrâhim Gülþenî hazretlerinden icâzet, diploma aldý.
Sâdýk Ali Efendi babasýnýn vefâtýndan sonra hocasý Ýbrâhim Gülþenî hazretlerini görmek arzusuyla Mýsýr´a gitmek üzere yola çýktý. Urfa´ya gelince hocasýnýn Ýstanbul´a gittiðini haber alýnca o da Ýstanbul´a geldi. Allahü teâlânýn hikmeti, Ali Efendi ve hocasý Gülþenî hazretleri ayný günde ayný yere gelip karþýlaþtýlar. Bu sýrada Ýbrâhim Gülþenî hazretleri ona; "Âferin Ali. Sen sâdýk imiþsin." buyurup, onun baðlýlýðýný takdir etti. O zamandan sonra Ali Efendi, Sâdýk Ali Efendi diye çaðrýldý.
Bu yolculuðunu Sâdýk Ali Efendi þöyle anlatýr: "Mýsýr´a gitmeyi arzu etmiþtik. Lâkin bir gece hocam Ýbrâhim Gülþenî hazretlerini rüyâda gördüm. Bana; "Ýstanbul´a gel bizi orada bulursun." diye tenbih ettiler. Bu durumda bizim Ýstanbul´a gitmemiz îcâb ediyordu. Böylece yola çýktýk. Üsküdar´a geldiðimizde iskele kenarýnda kadýrgayla oraya gelen hocamla karþýlaþtýk. Elhamdülillah duâsýna kavuþtuk."
Sâdýk Ali hazretleri hocalarýnýn vefâtýndan üç sene önce bir rüyâ görmüþlerdi ve tâbiri hakkýnda; "Allahü teâlâ bilir ki, hocamýzýn vefâtý yaklaþmýþtýr. Varýp onu ziyâret edeyim." Diyerek Mýsýr´a gittiler ve hocalarýný ziyâret ettiler. Oðullarý için, duâ talebinde bulundular, sonra Diyarbakýr´a döndüler.
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birine yazdýklarý nasîhatlerinde; "Zikirsiz hiç bir nefes alýp vermemelidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Bir nefesten bir nefese zikirsiz geçerse, o insanýn vakti, kayýptýr. Vesveseden ve mâlâyânîden zikre kaçýnýz. Hep zikr ederseniz; vesvese ve mâlâyânî, zikrin nûruyla yanar, zikrin nûru kalbe iþler ve kalbde zikrin hakîkati hâsýl olur. Kalb yakîn nûrlarý ile nûrlanýr, aydýnlanýr. Tâliblerin maksudu, sâlihlerin maksadý budur.
Türkistan´ýn büyük velîlerinden Sa´düddîn-i Kaþgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattý: "Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yýllarca þereflendikten sonra birgün, bende hacca gitme arzusu haddi aþtý. Hocama durumu anlattým ve izin istedim. Bana; "Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ýsrârla baktýðým hâlde seni göremiyorum." buyurdu. Bu söz üzerine "Peki" dedim. Fakat üzüldüðümü anlayýnca da; "Üzülme! Ýnþâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüðün rüyâlarý Þeyh Zeynüddîn´e gidip anlat, o sana gereken cevâbý verir." diye de emrettiler. Ben yine, "Baþüstüne efendim." diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hâfî, Horasan´da meþhûr olan bir hoca idi, pekçok talebesi vardý. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüðüm rüyâlarý anlatarak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; "Sa´düddîn! Buraya kadar yorulup gelmiþsin. Artýk burada bizim yanýmýzda kal ve bizim talebemiz ol." dedi. Ben de, "Efendim! Benim hocam var ve hayattadýr. Bir kimsenin üstâdý var iken baþka birine baðlanmasý uygun mudur?" dedim. Bu suâlime de; "Ýstihâre ediniz." cevâbýný verdi. Ben; "Kendime güvenim olmadýðý için, yapacaðým istihâreye de îtimad edemem." dedim. Zeynüddîn Efendi ýsrâr ile; "Sen istihâre et, biz de eder neticeye varýrýz." dedi. O gece istihâre namazý kýldým ve cenâb-ý Hakk´a duâ ederek uyudum. Rüyâmda, Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânýn pekçoðu Hirat´a ziyârete gelmiþler. Zeynüddîn Efendi de oradaydý. O velîlerin, Zeynüddîn Efendiye karþý hâlleri soðuktu. Kendi aralarýnda konuþuyorlar, ona hiç iltifât etmiyorlardý. Gece uyandýðýmda anladým ki, bir kimsenin üstâdý var iken baþkasýna baðlanmasý uygun deðildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim. Daha ben konuþmaya baþlamadan; "Yol birdir. Bütün yollar ayný noktaya çýkar. Sen yine eski yoluna devâm et. Eðer bir müþ- kilin olursa, bizden yardým isteyebilirsin. Sana yardýma hazýrýz." dedi. Meðer o da gece rüyâsýnda, gâyet büyük ve heybetli bir aðacýn dalýný kesmeye çalýþmýþ, fakat bir türlü baþaramamýþ. Bu rüyâsýna dayanarak, sabahleyin ben daha konuþmaya baþlamadan böyle söylemiþ. Böylece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamýn kýymetini ve büyüklüðünü, her sözünün hikmetli olduðunu yakînen anladým. Derhâl hocamýn huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sýkýca sarýldým. Uzun bir zaman geçti. Hocam bir gün bana; "Sa´düddîn! Senin hacca gitmenin zamâný geldi. Orada bize de duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de þefâat dileðinde bulunup hürmetimizi arz et. Yolculuk esnâsýnda, bir baþkasýna Allahü teâlânýn kahrý senin vâsýtanla tecellî ederse, sakýn bu gücü kullanayým deme!" buyurdu. Ben de; "Baþüstüne efendim!" diyerek, hazýrlýðýmý yaptým ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye dönüþ yolculuðumda, hocamýn haber verdiði hâl, bende zuhûr etmeye baþladý. Yanýma yaklaþan birini görsem, gözlerimden çýkan bir þua ile o kimse ânýnda kendinden geçer, bayýlýrdý. Eðer yanýma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende meydana çýkýnca, insanlardan kaçmaya baþladým. Yanýma gelmeye çalýþanlara uzaktan iþâret ederek, yanýma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dýþarýya çýkmadým. Böylece hocamýn kerâmetleriyle, insanlara zararlý olacak bir hâlimden kurtulmuþ oldum."
Sa´düddîn-i Kaþgârî hazretleri buyurdular ki: "Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüðü ile bizlere gâyet yakýndýr. Bu sözü anlayamazsanýz da, böylece îtikâd edip inanmalýsýnýz. Size lâzým olan odur ki, tenhâda ve açýkta edebi gözetiniz. Evinizde tek baþýnýza olduðunuz zaman dahî, ayaðýnýzý uzatmayýnýz. Her ân Allahü teâ- lânýn sizi gördüðünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtýn edebi ile süsleyiniz. Görünüþteki zâhir edeb; Allahü teâlânýn emirlerini yapmak, yasaklarýndan kaçýnmak, dâimâ ab- destli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her iþin inceliðini titizlikle yapmak, Ýslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardýr. Bâtýn edebi ise; yabancýlarla düþüp kalkmamak, dünyâya baðlanmamak, Allahü teâ- lâyý unutturacak her türlü iþten uzaklaþmaktýr."
Anadolu´da yetiþen ve Anadolu´yu aydýnlatan evliyânýn meþhurlarýndan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdýk talebe Ýslâmiyete dikkatle uyar, haramlardan son derece sakýnýr. Ýbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiði ve kendini tam verdiði takdirde uzun zaman çalýþmakla kavuþulan derecelere kýsa zamanda kavuþur. Bu iþâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört senede tasavvufta yetiþip kemâle ermiþtir. Bu talebesine daha sonra icâzet verip, Devrek´e irþâd vazîfesiyle göndermiþ ve pekçok talebe yetiþtirmiþtir. Bu zât da talebelerinden Ereðlili Ýsmâil Aðaya icâzet verip Ereðli´ye irþâd için gönderdi. En meþhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine halîfe býrakýp bütün talebelerinin ona teslim olmasýný vasiyet etmiþtir. Ayrýca kerâmet ehli çok talebesi vardý.
Ýstanbul´da yetiþen evliyândan Sâlih Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hocasý Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvuf ilmindeki üstün derecesinden haberdâr oldu. Sonra tasavvuf ilmine dâir bâzý zor meseleleri, sormak ve sohbetinden istifâde etmek maksadýyla, Üsküdar´da bulunan Nûrî Efendiyi ziyârete gitti. Sohbetini dinledi. Sohbette sormak istediði meselelerin cevâbýný soruyu sormadan aldý. Kalp ilimlerine dâir pekçok þeyler duydu. Hayretler içinde kaldý. Onun büyüklüðünü anlayýp kalbi, Nûrî Efendiye karþý derin bir sevgi ile doldu. O akþam orada kalmaya, Nûrî Efendinin mânevî kemâlâtýndan istifâde etmeye karar verdi. Yatsý namazý vakti girdiðinde namaza kalkýldý. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan Sâlih Efendi, kýrâat ilmindeki mahâretini göstermek arzusu ile ilerleyince; Nûrî Efendi, Sâlih Efendiyi mihrâba dâvet etti. Sâlih Efendi de mihrâba geçip imâm olarak iftitah (namaza baþlama) tekbîrini aldý. Ýçinden Sübhâneke ve E´ûzü besmeleyi okuduktan sonra; "Elhamdülillahi...." dedi. Fâtiha´nýn devâmýný okuyamadý. Birkaç defâ tekrarlayýp yine hatýrlayamayýnca mihrâbdan çekildi. Nûrî Efendi geçip namazý kýldýrdý. Sâlih Efendi o zaman, Nûrî Efendinin, tasarrufu kuvvetli, hâl ve kerâmet ehli bir zât olduðunu anladý. Tövbe ve istigfâr edip, ona talebe oldu. Tam yir- mi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Sadâkatinin mükâfâtý olarak mâ- nevî derecelere kavuþtu. Talebeliði esnâsýnda hocasýnýn emriyle, Mes- nevî Hân ismiyle meþhûr Hoca Hüsâmeddîn Efendiye giderek Mesnevî-yi Þerîf okudu.
Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri þöyle anlatýr: Kalbime büyükler yoluna girmek arzusu düþünce, civârýmýzda bulunan âlimlerin çoðuna gittim. Talebe olmak istedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe hâsýl olmadý. Nihâyet Akra beldesinde bir câmide Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini görünce, gördüðüm anda kalbimde o büyük zâta karþý çekilme, þiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarýlýp duâ ve teveccühlerini taleb ettim. Sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsýný tâlim edip, öðretmelerini ricâ ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet etmekle, o yüksek kapýnýn hizmetçileri arasýnda bulunmakla þereflendim. O sene Ramazân-ý þerîf ayýnda Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri îtikâfa çekildiler. Bu îtikâfta leðen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmiþti. Bir gece ellerini yýkadýktan sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamâmen içtim. Bu içtiðim su, beni mest eden bir þerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açýlma meydana geldi."
Mevlânâ Sâlih Gülâbî hazretleri; Ýmâm-ý Rabbânî hazretlerine yazdýðý bir mektubunda diyor ki: "O mukaddes makâmýn süpürgecilerinin en aþaðýsý olan Muhammed Sâlih, o kapýnýn hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmýn kölelerinin sadakasýna kavuþarak, muhlislerinize ihsân buyurduðunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle þereflenmekteyim. Her tecellîde, baþka bir fenâ hâsýl olmaktadýr. Bir tecellîde, bundan baþka tecellî olmaz sanýyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaþýlýyor ki, isimlerde ve sýfatlarda ayrý ayrý seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadýr. Böyle ayrý ayrý tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktýr. O hakîkî kapýnýza sýðýnarak, bu hiçbir þeye yaramýyan beceriksizi, alçak olan yerinden kaldýrdýðýnýz, böyle þerefli hâllere ulaþtýrdýðýnýz ve bu alçaðýn hatýrýna, hayâline bile gelmeyen nîmetlere kavuþturduðunuz gibi, lütuf ve ihsân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaþtýrmanýzý, noksanlýktan, yolda kalmaktan kurtarmanýzý, kendi muradlarýndan, isteklerinden vazgeçerek, Allahü teâlânýn rýzâsýndan baþka hiçbir þey söylememek, yapmamak ve düþünmemek saâdetine kavuþturmanýzý, yalvarýrým. Arayanlarýn özlediði o yüksek teveccühünüz ve ihsânýnýz olmadýkça, bunlara kavuþmak imkânsýzdýr. Ucu bucaðý olmayan, o merhamet deryânýzdan bu fakîre birkaç damla serpmekle þereflendireceðinizi ümîd ediyorum. Bunlarý yazmak, bunlarý istemek, bu alçak için çok yersiz olduðunu düþünüyorum. Bu garîbi, doðru olarak, size lâyýk olarak sevebilmekle þereflendiriniz. Ýnsaný, bütün saâdetlere, bütün yüksekliklere ka- vuþduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiþtirme, yükseltme gölgenizi bütün insanlarýn baþlarý üstünden ayýrmasýn! Âmîn.
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:22:24
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) þöyle anlatýr: "Üç yaþýnda iken gece kalkardým. Dayým Muham- med bin Süvâr gece ibâdet eder, aðlar ve bana; "Sehl yat uyu, kalbimi meþgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldým ki, dayýma; "Bana garip bir hâl oluyor, baþýmý arþýn önünde secdede buluyorum." dedim. "Oðlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattýðýnda dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyorum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlýlýk buldum. Bir sene geçince, dayým bana; "Sana öðrettiðimi iyi muhâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar býrakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtýný alýrsýn." buyurdu. Yýllarca devâm ettim, sonra; "Sehl, Allahü teâlânýn kendisiyle olduðunu bilen, hiç günah iþliyebilir mi? Hep böyle bil, günah iþlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur´ân-ý kerîmi öðrendim. Yedi yaþýnda iken oruç tuttum. Yiyeceðim sadece arpa ekmeði idi. On iki yaþýnda, bir meseleye takýldým. Kimse çözemedi. Basra´ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan´a gittim. Habîb ibni Hamza´ya sordum. O cevaplandýrdý. Yanýnda fazla kalmadým ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster´e geldim. Ýbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum."
Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Basra´da bir gün parmaðýný sar- mýþtý. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmaðýný sardýn?" diye sorunca; "Aðrýyor da onun için." cevabýný verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mý- sýr´a gitmiþti. Burada Zünnûn-i Mýsrî hazretlerini gördüðünde, onun da parmaðý sarýlý idi. Ayný soruyu ona da sordu. "Niçin parmaðýný sardýn?"
"Falan zamandan beri aðrýyor, o sebepten sardým." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman anladým ki, Zünnûn hazretlerinin parmaðý aðrýyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasýna uymak için parmaðýný sarmýþtý."
Abdullah Tüsterî hazretleri bir gün baðdaþ kurup oturmuþ ve sýrtýný da duvara yaslamýþ bir þekilde; "Aklýnýza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler; "Daha evvel siz böyle yapmazdýnýz, þimdi ne oldu?" diye sorduklarýnda, "Üstâd hayatta olduðu müddet zarfýnda, talebenin edebe riâyet etmesi lâzýmdýr." dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mýsrî´nin vefât ettiði gün olduðunu öðrendiler.
Yine bir gün, talebelerinden birine bir iþ buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkýn dilinden çekindiðim için yapmam dedi." Bunun üzerine sohbetinde bulananlara dönüp; "Bir kimse þu iki vasfý kazanmadýðý müddetçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan baþkasýný görmeyecek þekilde halk senin gözünden düþmeli. Ýkincisi, nefs gözünden düþmeli ve halkýn kendisinde gördüðü hiçbir sýfattan çekinmemelidir. Her þeyi Hak´dan görmelidir." dedi.
Sehl-i Tüsterî bir talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Allah! demek için, bütün gücünü harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam ederek, devâmlý Allahü teâlâyý zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde aðaçtan düþen bir dal parçasý baþýný yardý. Baþýndan akan kanýn, yere damlayan her damlasýnýn "Allah" ismini yazdýðý görüldü.
Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Selâhaddîn Uþâkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) aradýðý mânevî sýrlarýn Cemâleddîn Uþâkî hazretlerinde bulunduðunu görerek, ona talebe oldu. Bu sýrada Selâhaddîn Uþâkî´nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu doðup, paþaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde buyurmasýný ricâ etti. Pa- þanýn izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrýldý. Bundan sonra hocasýnýn hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uþâkî, onunla birlikte Ýstanbul´a gitti. Selâhaddîn Uþâkî, Eyyûb´da ikâmet etti. Hocasýnýn sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayýp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocasý, kýzýný Selâhad- dîn Uþâkî´ye verdi.
Selâhaddîn Uþâkî´nin çocuðu olduktan bir süre sonra, hocasý ve kayýnpederi onu evden çýkararak; "Al hanýmýný evimden ayrýl! Bundan son- ra kendi geçimini temin et." dedi. Selâhaddîn Uþâkî; "Peki hocam, baþ- üstüne!" diyerek hanýmý ve çocuðu ile berâber, hocasýnýn evinden ayrýl- dý. Eðrikapý´dan, Fâtih Câmii civârýnda, Âþýkpaþa mevkiinde bulunan, Horhor çeþmesine doðru yürürken bir evin kenarýnda durakladý. Kýþ gü- nüydü ve kar yaðýyordu. Yolun karþý tarafýnda bulunan Tâhir Aða onlarý görünce evine dâvet etmek için yanlarýna birini gönderdi. Tâhir Aða, Se- lâhaddîn Uþâkî´yi, evine götürdü. Ona; "Siz kimlerdensiniz? Kýþ gününde neden bu hâle düþüp sokak kenarýnda kimsesiz garibler gibi duruyor- sunuz?" diye sordu. Selâhaddîn Uþâkî; "Bâtýnî hükümdârýn celâline tu- tuldum." dedi. Tâhir Aða da; "Ben de zâhirî hükümdârýn celâline tutuldum." deyince, Selâhaddîn Uþâkî sebebini sordu. Tâhir Aða; "Sarayda kýymetli bir kýlýç vardý. Kýlýç kayboldu. Pâdiþâh, Üçüncü Sultan Mustafa bana; "Bu kýlýcý kýrk güne kadar bul! Bulamazsan seni en aðýr þekilde cezalandýrýrým." dedi. Bu kýlýcý bulmaða imkân olmadý. Otuz beþ gün geçti. Ömrümün son günlerini yaþýyorum." dedi. Selâhaddîn Uþâkî bir süre tefekküre daldý. Sonra baþýný kaldýrýp Tâhir Aðaya; "Kýlýç sarayýn fa- lanca yerine düþmüþ. Üzerini de kâðýt parçalarý örtmüþ. Adamlarýný gön- der oraya bir baksýnlar." dedi. Tâhir Aða hemen adamlarýndan birini ora- ya gönderdi. Giden kiþi târif edilen yerde kýlýcý bularak, Tâhir Aðaya ge- tirdi. Pâdiþâh, Tâhir Aðanýn suçu olmadýðýný anlayarak, ona kýrk gün izin verdi. Tâhir Aða, Selâhaddîn Uþâkî´ye; "Efendim, siz benim dar günüm- de Hýzýr gibi yetiþtiniz. Siz de hâlinizi bana anlatýn." diye ricâda bulundu. Selâhaddîn Uþâkî de hâlini Tâhir Aðaya anlattý. Tâhir Aða onlarý bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarýný temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uþâkî´ye; "Âilenizle filan eve gidelim." dedi. Bir- likte satýn aldýðý eve varýnca, Tâhir Aða; "Bu ev size bizim hediyemizdir." diyerek kabûl buyurmasýný ricâ etti. Selâhaddîn Uþâkî ve hanýmý bu eve yerleþtiler. Daha sonra Selâhaddîn Uþâkî, Tâhir Aða dergâhýna þeyh ola- rak tâyin edildi. Bir gün Selâhaddîn Uþâkî, hanýmýný ve çocuðunu alarak hocasý ve kayýnpederi Cemâleddîn Uþâkî´nin evine gitti. Hocasý ona; "O celâlim sebebiyle bu ikrâma kavuþtun." buyurdular.
Konya´nýn büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ hazretleri´nin hocasý olan Seyyid Burhâ- neddîn Tirmizî hazretleri´nin talebesi idi. Kuyumculuk yapardý. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya´nýn kuyumcular çarþýsýndan geçerken, bir kuyumcu dükkânýndan gelen çekiç seslerinden çok etkilendi. Her çe- kicin vuruluþunda çýkan seslerin, "Allah! Allah!" dediðini müþâhede etti. Bu sesler, eþi bulunmaz bir haz ve dükkânýn sâhibine karþý kalbinde bü- yük bir muhabbet hâsýl etti. Kapýnýn önünden Mevlânâ hazretlerinin geç- mekte olduðunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çýraklarý, onu hürmetle selâmladýlar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh ettiðinde, dükkân- daki bütün eþyâlar altýn oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânýndaki bütün malzemeyi, âletleri, çýraklarýna ve fakirlere daðýtýp Mevlânâ´nýn peþinden gitti. Ona talebe olmayý, dünyâ servetlerinden üs- tün gördü. Huzûra vardýðýnda Mevlânâ onu talebeliðe kabûl etti. Selâ- haddîn´deki istidâd ve kâbiliyeti görünce, yetiþmesi için çalýþtý. Selâhad- dîn de hocasýna kusûr etmiyerek, on sene hizmet etti. Mevlânâ, hocasý Þems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiði hürmet ve saygý kadar, bu talebe- sine de þefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu, kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek þekilde yetiþtirdi. Mevlânâ Celâleddîn, Selâ- haddîn´i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiþ ve oðlu Sul- tan Veled´e, Selâhaddîn´in kerîmesini nikâh etmiþti.
Selâhaddîn Zerkûb bir gün dedi ki: "Gönlümde bulunan nûr çeþmeleri, bende gizli ve örtülü olduðu hâlde, hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarýna, nûrlarýn nehir gibi aktýðýný gördüm." Kayýnpederinden bu sözleri iþiten Sultan Veled, babasý Mevlânâ´ya; "Efendim! Selâ- haddîn hazretlerini sevmeniz, ona aþýrý muhabbet beslemeniz, nûrunuzu müþâhede ettiði için midir?" diye sordu. Babasý da; "Kýymetli evlâdým! Mýknatýsýn demiri çektiði gibi, insanoðlu da kendisini sevene karþý muhabbet etmektedir. Çocuðun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevklerinden, onu yedirip içirmesinden, giydirip kuþatmasýndan dolayý deðildir. Aralarýndaki bu bað, Allahü teâlânýn kalbe yerleþtirdiði akrabâlýk, annelik muhabbetinden dolayýdýr." diyerek, Selâhaddîn´in derecesini açýkladý.
Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatýr: Þâh-ý Nakþi- bend (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaþtýrýlan- lardan birisi de, kýz kardeþimin oðlu Þemsüddîn idi. Bir gün Þâh-ý Nakþi- bend hazretlerinin evine, hatýrý sayýlýr misâfirler gelmiþti. Þâh-ý Nakþi- bend bu Þemseddîn´e; "Nehre git de suyu bu tarafa baðla" buyurdu. Þemseddîn emri yerine getirmekte gevþeklik gösterdi. Biraz sonra da ge- lip, Þâh-ý Nakþibend´e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yo- luna suyu baðlayamadým." dedi. Bu ihmâl, Þâh-ý Nakþibend hazretlerini çok üzdü. Mevlânâ Þems; "Kendini boðazlayýp da su yerine kanýný akýt- saydýn. Senin için bu sözü söylemekten daha hayýrlý olurdu." buyurdu.
Ondan sonra Þemsüddîn´e bir hastalýk musallat oldu. Çâresini bulamadýlar. Bir ara benim yanýma geldi. Hâlini anlattý: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr´a git. Hâlini arz et. Senin için, Þâh-ý Nakþibend hazretlerine gidip, þefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini baðýþlar" dedim. Yeðenim Þemseddîn, Alâeddîn Attâr´a gitmeyip, Muham- med Pârisâ´ya gitmeyi tercih ederek, onun yanýna gitmiþ, o da; "Senin derdin bizim tarafýmýzdan þifâya kavuþturulamaz. Senin baþvuracaðýn yer, Alâüddîn-i Attâr´ýn kapýsýdýr." demiþ. Yeðenim Þemsüddîn yine gitmemiþ. Gelip olanlarý bana anlattý. Ben de kendisine; "Sana Alâüddîn-i Attâr hazretlerine git demedim mi? Baþka yol kalmadý..." dedim. Yine Alâüddîn Attâr´a gitmedi. Tekrar Muhammed Pârisâ´ya gitti. Bundan son- ra, Þemsüddîn öyle hastalandý ki insanlarý bile tanýyamaz hâle geldi. Ço- cuklarýnýn isimlerini bile unuttu. Sâdýk talebelerin, þu üç edebe uymalarý mecbûriyeti vardýr: Hocasýna makbûl sayýlacak ne hizmet yapsa, bundan dolayý aslâ gurûra düþmemeli, nefse pay çýkarmamalýdýr. Kendisinden makbûl olmýyan bir iþ zuhûr etse, ümitsizliðe düþmemeli, ayrýlmayý aslâ aklýna getirmemelidir. Hocasýnýn verdiði emri muhâkeme ve münâkaþa etmeden yerine getirmek için canla baþla gayret göstermelidir."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, marâz-ý mevtinde (ölüm hastalýðýnda) bulunduðu sýrada, talebelerine þöyle vasiyet etti: "Ey kýymetli talebelerim! Ýlim öðrenmekten ve Muham- med aleyhisselâmýn yoluna tabî olmaktan aslâ ayrýlmayýnýz. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsýtasýdýr. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: "Ýlim öðrenmek, her müslüman erkek ve kadýna farzdýr." Yâni her müslüman ereðin ve kadýnýn, kenidne lâzým olan din bilgilerini öðrenemsi farzdýr. Bunlar, sýrasýyla þu bilgilerdir: 1- Îmân ve îtikâd bilgileri. 2- Namazla ilgili bilgiler. 3- Oruçla ilgili bilgiler. 4- Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5- Eðer zengin ise hac ile bilgiler. 6- Ana-baba hakkýný öðrenmek. Allahü teâlânýn kendisinden râzý olmasýný isteyen, annesinin ve babasýnýn rýzâsýný kazanýr. Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlânýn rýzâsý, ana-babanýn rýzâsýný kazanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakýmdan, ana-babanýn hakýný gözetmek mühimdir. 7- Sýla-i rahm (akrabâyý ziyâyeret). 8- Komþu hakkýný gözetmek. 9- Lâzým olan alýþ-veriþ bilgilerini öðrenmek. 10-Helâli ve haramlarý öðrenmek lâzýmdýr. Çünkü insanlarýn çoðu, bilmediðinden ve bildiði ile amel etmediðinden helâk olmuþtur. Þiir:
"Dünyâ tâlibleri, hep hýrs ile mest oldular,
Para için, dâim kendilerini bozdular.
Hüdâya yaptýklarý ahidleri bozdular,
Hepsi Mûsâ´ya düþman, Fir´avn´a dost oldular."
Ýyi biliniz ki, dünyâyý ve dünyâya düþkün olanlarý sevmek, sizin, Alla- hü teâlânýn râzý olduðu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engeldir. Dâimâ Allahü teâlâyý hatýrlayýp, O´nu zikrediniz. Böylece dîninizi dünyâya deðiþmemiþ olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan daha tesirli deðildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayýnýz.
Ey dostlarým, dâmiâ Allahü teâlâyý zikrediniz. Allahü teâlâdan baþka herþeyi býrakýnýz. "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" derken nefyediniz, Allahü teâlâdan baþka hiçbir ma´bûd olmadýðýný biliniz. "Ýlallah" derken, Allahü teâlânýn noksan sýfatlarýndan münezzeh olduðunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâyý zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kýlmak, malýnýzý zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanlarýn sizden hoþnut, memnun olmasý temizler. Ýhlâs sâhibi oluncaya kadar ihlâsý, kurtuluþa erinceye kadar da kurtluþu arayýnýz.
Kalbin, dilin ve bedenin temiz olmasý, helâl lokma yemeye baðlýdýr. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanýn mîdesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su daðýlýr ve bu su ile çiçekler yetiþir, aðaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sal- lallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i þerîfte buyurdu ki: "Bir kimse, hiç ha- ram karýþtýrmadan kýrk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nahirler gibi hikmet akýtýr. Dünyâ muhabbetini kalbin- den giderir."
Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lazýmdýr. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatlarýn baþýdýr. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, iþlenen günahlara kalbden piþmanlýk ve bir daha günâhý iþlememektir. Al- lahü teâlâdan dâimâ korkunuz. Kendi günahlarýnýza bakýp, tövbe ediniz. Baþkalarý sizden hoþnûd olsun. Günahlarýnýza piþmân olup, o kadar að- layýp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken gü- nahlara piþmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâzým- dýr. Ýþte, bütün iþin aslý budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânýn rýzâ- sýný aramak ve kötü iþleri terketmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihâ- net etmemek, kendi kusûrlarýný görüp, amelleri ile övünmemek, amelleri- ni görmemek, dâimâ Allahü teâlâyý zikretmekle meþgûl olmaktýr. Hiçbir iþe, Allahü teâlânýn ismini söylemeden (besmelesiz) baþlamayýnýz ki, â- hirette yaptýðýnýz o iþten dolayý utanmayasýnýz. Bu bakýmdan, bir þeye baþlarken, önce Besmele çekiniz, sonra iþe baþlayýnýz.
Allahü teâlânýn emirlerine itâat ediniz. Nerede olursanýz olun, ilim öðrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayýnýz. Her ne olursa olsun karþýnýza her ne güçlük çýkarsa çýksýn, ilmi ve ameli aslâ terketmeyiniz.
Emr-i mârûf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sakýndýrmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiði þeylerden, dîne uygun olmayan iþlerden ve bid´atlerden sakýnýnýz. Âyet-i kerîmede meâ- len buyruldu ki: "Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanlarý ateþten (Cehhennem´den) koruyunuz ki, onun yakacaðý, insanlar ve taþlardýr..." (Tahrim sûresi:6). Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakýnýnýz! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd þöyle anlatmýþtýr: Havanýn çok sert ve soðuk olduðu bir gün, Þeyh Abdülallâm´ý gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardý. Soðuk olmasýna raðmen, alnýndan buram buram ter damlýyordu. Bunun üzerine; "Bu soðukta böyle terlemenizin sebebi ne- dir?" dedim. Cevâbýnda "Bir gün burada bir günah iþleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadým. Bunun ýzdýrabýndan dolayý ve kýyâmet günü bunun günâhýndan nasýl kurtulurum diye düþünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de baþkalarý için nice emr-i mârûfu kaçýrýyorsunuz, hâlinize bir bakýnýz!
Ýþlerinizi, dînimizin emirlerine uygun yapýnýz. Bir iþ yapacaðýnýz zaman, bakýnýz, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapýnýz. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün iþlerin baþý, dînin emirlerine yapýþmaktýr ve al- lahü teâlânýn koyduðu hudutlarý aþmamaktýr. Akýllý kimse, kendi hâlini düþünür. Ýnsanlar ile kendi arasýndaki hudûda, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyý bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuþtur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuþurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, allahü teâlâya ve insanlara karþý uyulmasý gereken bir hudut vardýr. Fýrsatý ganîmet biliniz, yaptýðýnýz iþleri kurtuluþunuza vesîle olacak þekilde yapýnýz. Helâl rýzýk kazanmak için çalýþýnýz. Kâfi miktârda kazanýp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanýzda dînimizin emrine uygun olarak davranýnýz. Resûlullah efendimiz; "Ýþlerin hayýrlýsý, vasat olanýdýr." buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancýnýzdan yiyiniz. Eðer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tât yapmak için dinlenmiþ olasýnýz. Fakat, Allahü teâlâyý zikretmeden uyumayýnýz. Resûlullah efendimiz; "Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayýrlýdýr." buyurdu.
Ey talebelerim! Ýnsanlarýn maksada, saâdete kavuþmaktan mahrum kalmalarýnýn sebebi; âhiret yolunu býrakýp, yalancý dünyâya sarýlmalarýdýr. Âhiret saâdetini isteyen kimse, doðru îtikâda sâhib olup, bid´at ve dalâlet olan þeylerden uzak durarak ve yaptýðý her iþten hesâba çekileceðini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarým! Gidiþâtýnýzdan habersiz olmak kadar kötü bir þey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanýn delîlidir. Baþkalarýnýn habersiz olduðu þeyler, bu yolun büyüklerine açýlmýþtýr. Onlarýn maksadý, Allahü teâlânýn rýzâsýný aramaktýr. Onlar, buna kavuþmuþlardýr. Alahü teâlâ, her asýrda sevip seçtiði kullarýndan bir büyük zât yaratýr. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saâdetine kavuþursunuz. Ümmet-i Muhammed´in aydýnlatýcýlarý olan âlimlere yakýn olunuz. Resûlullah efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Sakýn, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayýnýz. Bu, kurtuluþ vesîlesidir. Resûlullah efendimiz; "Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ iþlemez." buyurdu.
Câhiller ile görüþmek, insaný Allahü teâlâdan uzaklaþtýrýr. Sima´ yapýyoruz diyerek hoplayýp, zýplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayýnýz. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu iþten uzak durmuþlardýr. Gerçekten sima´ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda býçak çalsan haberi olmaz. Eðer böyle olursa, o kimse sima´ hâlinde olduðunu gösterir.
Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayýf kimselern iþidir. Eðer bundan daha çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat ve yazýlarýna bakýnýz. Bu kadar kifâyet eder. Akýllý olana bir iþâret yetiþir."
Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe, tavus gibi olmalýdýr. Güzel kanatlarýna, renk renk tüylerine deðil, siyah bacaklarýna bakmalýdýr. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu þekilde görmemek büyük günâhtýr. Muhabbet, ihlâslý amel ve gayret talebeliðin þartýdýr. Bunlardan birinin eksik olmasý mânevî felâket alâmetidir."
Hocasý Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdýðý mektûbda; "Talebenin hocasýna ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliði dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararý yoktur. Bu üçünden birinde noksanlýk olup, hâl var ise Allah korusun istidractýr. Þekâvet alâmetidir." diye yazdý. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle baþlamýþtýr.
Büyük ve meþhûr velîlerden Sýrrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gençler! Gençliðinizin kýymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz yaþlýlardan ibret alýnýz da, zayýf ve güçsüz duruma düþmeden evvel, çok ibâdet yapýnýz." (O, bu sözü söyler- ken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)
"Ýhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doðru ilim sâhibi olmaktan baþka, dünyâda her þey boþ ve faydasýzdýr."
Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye sorul- du. O; "Kiþi akýllý ve idrâk sâhibi olmalý. Sükût etmeli. Ýnsanlarla az görüþmelidir." buyurdu.
Velîlerin büyüklerinden Sinân Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce Erdebil´de tahsil yaptý. Sonra Tebriz´e geldi. Orada Dede Ömer Rû- þenî hazretlerinin sohbetlerine katýldý. Bir gece rüyâ gördü. Bu rüyâsýný tâbir eder ümidiyle Dede Rûþenî hazretlerinin huzûruna geldi ve rüyâsýný anlattý. Dede Rûþenî hazretleri onu dinledikten sonra; "Oðlum bizim hocamýzda cezbe, kendinden geçme, aþk ve irfân, zühd ve takvâ ile ilim ve melâmîlik halleri vardý. Sonra bunlarý talebelerine taksim ettiler. Aþký bize, cezbeyi Alâeddîn´e, zühdü Molla Habîb´e, takvâyý Þükrullah´a, ilmi Þeyh Sinân´a, melâmîliði Gülle´ye verdiler. Senin istediðin irfândýr. O meziyet Pîr Muhammed´de idi. Þimdi ise Çelebi Halîfe´dedir. O da Rum diyârlarýndadýr. Senin bu rüyânýn tâbiri onlarda müyesser olacaktýr." buyurdu. Sonra bir mektup yazýp onu Anadolu´ya gönderdi. Sinân Erdebilî aylar süren bir yolculuktan sonra, Ýstanbul´a geldi. Çelebi Halîfe´nin bulunduðu dergâhý öðrendi. Bir Cumâ günüydü. Çelebi Halîfe vâz için câmiye geldi. Sinân Erdebilî de câmide bir köþeye oturup bekledi. Çelebi Halîfe onu bir köþede görünce; "Sinân, oðlum, Dede Rûþenî´nin mektubunu getir, görelim. Bakalým ne buyurmuþlar?" dedi. O da hayretle aya- ða kalkýp mühürlü mektubu verdi. Çelebi Halîfe mektubu okudukta, se- lâmýný alýp; "Ýnþâallah hayýrlýsý olur." buyurdular ve Sinân Erdebilî´ye ders olarak halvet, yalnýzlýk ve uzleti emrettiler.
Türkistan evliyâsý Sûfî Allahyâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Habîbullah-ý Buhârî?ye talebe olmasý þöyle anlatýlýr: Sûfî Allahyâr hazretlerinin kabadayýlýðý çok meþhûr olmuþtu. O, sokaklarda dolaþýrken sokakta oynayan çocuklar korkarak daðýlýyorlardý. Habîbullâh-ý Buhârî hazretlerinin bir talebesini de hýrpalamýþtý. O gece Sûfî Allahyâr hazretleri çok sayýda halýyý üst üste yýðarak, üstünde arkadaþlarýyla birlikte o- turmakta idi. Gecenin ilerlemiþ bir saatinde Sûfî Allahyâr hazretleri birden ayaða kalkarak Habîbullah-ý Buhârî hazretlerinin dergahýna doðru koþmaya baþlar. Kapýyý çalar. Habîbullâh-ý Buhârî hazretlerine talebe ol- mak istediðini söyler ve bütün günâhlarýna tövbe eder. Ancak kendisinin bir þartla talebeliðe kabul edilebileceði belirtilir. Þart þudur: Sûfî Allahyâr hazretleri hemen o günden itibaren sokakta ciðer satacak, bunu yaparken kafasýna da koyunun sakatatýný saracaktýr. Sûfî Allahyâr hazretleri þartý kabul eder ve bütün þartlara riâyet ederek hiç bir þeye aldýrmadan uzun zaman ciðer satar. Nihâyet bir gün dergaha kabul edilir ve büyük bir ihlasla hizmete baþlar. On iki yýl burada kalarak tasavvufta yüksek derecelere ulaþýr.
Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Þâh Kubâd Þirvânî hazretlerinin, Ömer Rûþenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmasý þöyle anlatýlýr: Karabað?da Dede Ömer Rûþenî hazretleriyle karþýlaþýnca, kendisine talebe olmak istediðini bildirdi. Rûþenî hazretleri; ?Bu altýn yaldýzlý elbiselerini sat. Yerine aba alýp giy. Köle ve hizmetçilerini býrak.? buyurdu. Þâh Kubâd; "Baþüstüne Efendim!" diyerek, bütün kýymetli eþyâlarýný sattý. Elde ettiði binlerce altýný alýp Rûþenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliðe kabûl edilip nefsine zor gelen þeyleri yaparak hocasýna candan hizmet etti. Rûþenî hazretlerine tam olarak baðlandý. Þâh Kubâd yetiþtikten sonra Rûþenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldýðý altýnlarý da kendisine verip, Þirvan?a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inþâ etti. Orada insanlarý iyi bir müslüman olarak yetiþtirmeye çalýþtý.
Hindistan´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Þâh-ý A´lâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) anlatýr: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarýna kavuþmak i- çin çok çalýþtým. Çok gayret ettim. Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve ev- liyânýn kutbu Þeyh Nizâmeddîn Nârnûlî kendi kýyâfetinde zâhir oldu. Be- ni benden aldý. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediðini iþâret etti. Tâ- katým kalmadý. Yalýn ayak, baþý açýk dýþarý çýktým. Nereye gideceðimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir þeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aþký beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha þehre girmemiþtim ki, hazret-i Hâce kendi na´lýn ve sarýðýný bir hizmet- çinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhýna gitmeden, diðer bir hiz- metçi geldi. Bana bir kâðýt verip dedi ki: "Hazret-i þeyh, Allahü teâlânýn ism-i þerîfini kendi eliyle yazýp, size gönderdi. "Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuþsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi." Yedi gün mescidde kaldým ve o ismin zikrine devâm ettim. Kalbimde bir de- rece safâ hâsýl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. "Elhamdülillah her- kesten a´lâ oldun" buyurdu ve Îzâhýnda âciz kalacaðým mânevî ihsân- larda bulundu. O günden îtibâren "A´lâ" diye tanýndým. Hazret-i þeyhin iþâreti ile bu ismi, þecereye ve sicile yazdým. Ondan sonra bir yýl beþ ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldým. Riyâzet ve mücâhedeler yaptým. Nihâyet birgün beni husûsî odasýna çaðýrdý ve; "Bâbâ! On dört hâne- dandan bana ulaþan nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memle- ketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, Ýslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük dedeniz Kutb-ý Rabbânî Þeyh Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlý rüyâmda bana buyuruyor ki: "Toru- numuzu çabuk gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boþ kalmýþtýr."
"Yerin boþluðu"nun mânâsý nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Þeyh husûsî hýrka, hilâfet ve ayrýca baston ve tesbih verdi. Agra´ya geldiðimde, iþittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül atkýyâ Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiþ. Anladým ki, boþ yer buna iþâret idi. Pâni-püt´e geldim. Babamdan kalan pîrânýn (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekîli oldum. Onlarýn arzu ettikleri þekilde hizmete devâm ettim.
Eski günlerimde Þeyh Muhammed Mevdûd´un türbesine benzer bir hücrede beþ gün kaldým. Hiçbir þey yemedim, içmedim. Hatýrýma geldi ki, gâibden bir þey gelmedikçe kendim bir þey yemiyeceðim. Dermansýz kaldým. Ayaða kalkýp yürüyecek tâkatým kalmadý. Gözlerim kararmaya baþladý. Âniden hücrenin dýþýndan bir ses kulaðýma geldi. "A´lâ, dýþarý gel" diyordu. O sözden kuvvet alýp, zorla dýþarý çýktým. Gördüm ki, nûr yüzlü bir zât karþýmda duruyordu. Elinde de beyaz bir þey vardý. Yanýma geldi. Elinde bulunan beyaz þeyi parça parça yapýp, hepsini bana yedirdi. Ekmek gibi bir þeydi. Fakat rengi ve tadý ekmeðe benzemiyordu. O zât bir þey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müþkillerimi ondan sormadýðýma üzüldüm. O gece ayný zâtý rüyâda gördüm. Soracaklarýmý sordum ve cevaplarýný aldým.
Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þâh Raûf Ahmed hazretlerine, hocasý Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdýðý bir mektupda þöyle demektedir: ?Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânýn mübârek ismi ile baþlýyorum. Selâm ederim. Ýki mektubunuzu ve gönderdiðiniz, içinde hep doðru yazýlar bulunan risâleyi aldým. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karþýlýklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâký yaymadaki gayretinizi arttýrsýn, insanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânýn aþkýyla yanýp tutuþsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoþnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuþmasýna sebeb olursunuz. Hocanýzý duâdan unutmayýnýz. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ý Þerîf, Avârif, Te?arruf, Nefehât-ül-Üns ve fýkýh kitaplarý meclisinizde okunsun. Bâzý zamanlar Allahü teâlânýn sevgisinden secdeye kapanýp yalvarýn, yakarýn, aðlayýn, inleyin. Yalnýz olduðunuz zamanlar bizi hatýrlayýn ve hayýr duâ edin. Risâlenizi çok beðendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk?ý arayanlarý da kendi yoluna, dînine kavuþtursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiði iyilikleri size de versin. Size ve yanýnýzdakilere selâm ederim.?
Hindistan?ýn büyük velîlerinden Seyyid Þemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin âilesi tarafýndan tam bir islâm terbi- yesi ile yetiþtirildi. Kalbine Ýslâm âlimlerinin sevgisi yerleþtirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateþi alevlenip fazlalaþýyordu. Bu mu- habbet dayanýlamayacak hâle gelince, kendisine irþâd edici, yol gösterici bir mürþid-i kâmil aramak üzere, bulunduðu Verþâne þehrinden çýkýp, kasaba kasaba, þehir þehir dolaþmaya baþladý. Mültan þehri civârýna geldiðinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Þeker ile karþýlaþtý. O büyük zâtýn sohbetlerinde bulunup, icâzet aldý. Bundan son- ra, Genc-i Þeker hazretlerinin izni, iþâreti ve emri ile, Kalyar þehri tarafý- na gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ý Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ah- med Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuþtu. Haz- ret-i Hâce onu görünce çok sevinip; ?Þemseddîn! Sen benim mânevî oð- lumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve u- zun zaman ayakta kalmasýný Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.? buyurup, onu talebeliðe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kýymetli sohbetlerde ve husûsî hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldý. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler ile çok gayret ederek, evliyâlýk yolunda üstün derecelere, anlaþýlamayan yüksekliklere kavuþtu. Ondan icâzet ve hilâfet alýp mezun oldu. Zâhirî ve bâtýnî ilimlerde, diðer talebe arkadaþlarýndan ileride idi. Nitekim yüksek hocasý onun için; ?Bizim Þems?imiz evliyâ içinde güneþ gibidir.? buyurup, ona Þems-ül-evliyâ lakabýný vermiþtir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiði bu talebesini, insanlarý irþâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt þehrine gönderdi. Hocasýndan aldýðý vi- lâyet nûru ile o taraflarý aydýnlatan Þems-ül-evliyâ, binlerce kiþiyi evliyâlýk mertebelerine kavuþturdu.
Ynt: Talebe By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:22:51
Zâhirî ve bâtýnî ilimleri kendisinde toplayan Ýslâm âlimlerinden ve ev- liyânýn büyüklerinden Þeyh Ýbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed Sayyâd el-Yemenî þöyle anlatýyor: "Fakîh Ýbrâhim bin Ali hazretlerine talebe oluþumun ilk zamanlarý idi. Bana, nef- se güç gelen iþleri yapmamý emrediyor, bu þekilde vazifeler veriyordu. Ben ise buradaki inceliði anlýyamýyordum. Bir gece yalnýz kaldýðýmda, bu hâlden þikâyetçi oldum. Yanýna vardýðýmda, ben hiçbir þey söylemeden; "Allahü teâlâya benden þikâyetçi oldun ve þöyle þöyle söyledin deðil mi?" diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamýn bu kerâmetini görünce, bana verdiði vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduðunu anladým. Kendisinden hiç þikâyetçi olmamaya karar verdim. Yine ona talebe olduðumun ilk zamanlarýnda çok konuþurdum. Konuþtuðum zaman da, düzgün konuþamazdým. Yerli yersiz, lüzumlu lü- zumsuz konuþurdum. Hattâ hocamýn huzûrunda bile böyle konuþurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsýz olurdum. Fakat bir türlü terkedemi- yordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiði hâlde yine terk ede- medim. Nihâyet birgün yine böyle konuþurken, hocam; "Yâ Rabbî! Bu- nun dilini baðla!" buyurdu. Bundan sonra hocamýn yanýnda tekrar konuþ- mak istediysem de konuþamadým. Konuþmak isteyip de konuþamadýðým zaman çok sýkýlýr, ölecekmiþ gibi olurdum. Hocamýn yanýnda hiç konuþa- mayýnca, sýkýntýlý bir hâlde þehrin dýþýna çýktým. "Yâ Rabbî! Þehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamýn duâsý ile dilim baðlandý. Bu hâle dayanamýyorum." dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini ihsân etti. Hoca- mýn yanýna geldiðimde, ben hiçbir þey söylemeden; "Allahü teâlâya ben den þikâyetçi olmamaya karar vermiþtin. Þimdi bu hâle tekrar döndün öyle mi?" buyurdu."
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk zamanlarýnda, kendisini mânevî olarak terbiye edip yetiþtirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Þeyh Tâc, bu vesîle ile çok yer dolaþtý. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarýnda bile, kalbi çok saf, temiz; aþk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduðundan, seyahatleri sýrasýnda kabirlerini ziyâret ettiði velîlerin rûhâ- niyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete gelmiþ baþka velîlerin rûhâniyetleri ile görüþürdü. Hindistan´da Ecmîr þehrine gittiðinde, orada bulunan evliyâ- nýn büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüþtü ve o büyük velî, Þeyh Tâc´a nefy ve isbât yâni; "Lâ ilâhe illallah" zikrini Çeþtiyye yoluna mahsus þekilde öð- retti ve çeþitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti esnâsýnda Hâce Muînüddîn-i Çeþtî, Þeyh Tâc´a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî´nin med- fûn olduðu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasýný em- retmiþti. O da bir müddet sonra Bâkûr´a gidip, orada zikrle meþgûl olma- ya baþladý. Zaman zaman da, orada medfûn olan Þeyh Hamîdüddîn´in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki bir hâlini kendisi þöyle anlatýr: "Bâkûr´da bulunduðum zamanlar, çok nûrlara, hâllere kavuþtum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnýz kalýp, ibâdet ve zikr ile meþgûl olmaya girerdim. Üç evin arasýnda tenhâ bir oda vardý. Hiçbir þeyin beni ve zihnimi meþgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlýkta o yere girer, kapýyý kapatýrdým. O karanlýk vakitte odanýn içinde güneþ misâli bir nûr zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarlarý aydýnlatacak kadar parlardý. O nûrun aydýnlýðý, güneþli bir öðle vaktindeki aydýnlýk kadar olurdu. Ben bu ýþýkta Kur´ân-ý kerîm okurdum. Bu nûr devamlý bana arkadaþ idi."
Sýk sýk seyahate devâm eden Þeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karþýlaþtý. Nihâyet Delhi´nin yakýn köylerinde bulunan Þeyhul- lah Bahþ (Þeyh Ýlâh-bahþ) hazretlerinin dergâhýna geldi. Þeyh Ýlâh-bahþ ona; "Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliðe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taþýtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir müd- det mutfaða su taþýmakla meþgûl ol." dedi. O ise asîl bir âileye mensub olup, böyle þeylere alýþýk olmadýðý hâlde nefsi terbiye için hocasýnýn bu emrini seve seve kabûl etti ve su taþýmaya baþladý. Bu günlerde onda hârikulâde hâller görüldü. Gücünün üstünde yük taþýrdý. O beldenin insanlarý, onda gördükleri yüksek hâlleri anlatýrken; "Su testisini doldurur, baþýnýn üzerinde götürürdü. Biz dikkat ettiðimizde testinin, baþýndan iki karýþ yukarýda, onunla birlikte boþlukta hareket ettiðini görürdük." demiþlerdir.
Þeyh Tâc ise bu hizmeti büyük bir edeb ve þevkle yapýp; "Böyle bir vazifem var iken baþka iþleri neylerim" derdi. Hocasýna hizmet etmesi bereketiyle kavuþtuðu derecelerin pekçok olduðunu bildirirdi. "Ulaþtýðým derecelere hizmetle ulaþtým." derdi. O büyük zâtýn hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalýp icâzet aldý.
Bu sýrada Hâce Muhammed Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor´da bir sene kaldýktan sonra gelip Delhi´ye yerleþti. O zaman Þeyh Ýlâh-bahþ da vefât etmiþti. Þeyh Tâc ise ondan icâzetliydi. Bu- nunla berâber Muhammed Bâkî-billah´ýn sohbet ve terbiyesine kavuþmak þevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtýn þerefli huzûruna koþtu. Asâ- let ve icâzetine raðmen büyük bir tevâzu ve edeb örneði göstererek, hazret-i Hâce´nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetle- rine kavuþtu. Yâni Hâce hazretleri ona ayrýca teveccüh ve iltifâtlarda bulunur, husûsî odalarýnda onunla baþbaþa kalýp sohbet ederdi. Muham- med Bâkî-billah´ýn husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturaný ve enîsi, sohbet arkadaþý idi. Ondan feyz alanlar arasýnda Þeyh Tâc önde gelen- lerdendir. Kendisi þöyle anlatýr:
"Hazret-i Hâce´miz bana icâzet verecekleri zaman, mübârek kalble- rinden geçmiþ ki: "Eðer o da hâl esnâsýnda, Nakþibendî büyüklerinin kendisine icâzet verdiðini görse ne iyi olur." O sýrada hâl esnâsýnda ken- dimi Buhârâ´nýn iftihar kaynaðý olan, Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimleriyle meþhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda gördüm. Üzerinde is- mi yazýlý olan mübârek takkelerini baþýma koydular. Çok teveccühte bu- lundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce´mize arzettiðimde tebessüm edip, daha evvel hatýrýna geleni anlattý ve icâzet verdi.
Rivâyet edilir ki: Hâce Muhammed Bâkî, Þeyh Tâc´a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânýn ihsâný ve o büyüklerin bereketi ile, Þeyh Tâc´ýn nazarýnda öyle bir bereket ve tesir hâsýl oldu ki; her kime bu yüksek yolun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hâller hâsýl olurdu.
Hâce Muhammed Bâkî-billah vefât edince, Þeyh Tâc þaþkýna dön- dü. Kalbindeki rahatsýzlýktan dolayý diyâr diyâr dolaþmaya baþladý. Hin- distan ve Keþmîr´in çok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardý. Harem-i þerîfin büyük âlimlerinden ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi. Nakþiben- diyye yolunun büyüklerine karþý tam bir ihlâs ve îtikâdý olan bu zât, aþk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reþahât Ayn-ül-Hayât kitabýný Fâ- risîden Arabîye tercüme etmiþti. Bu tercümeyi, Arabistan halkýnýn, bu bü- yükleri tanýmalarý ve onlarýn yolunda yürümeleri için yapmýþtý.
Ýþte Nakþibendiyyenin büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakþibendî o- raya gelince, yine bu yolun büyüklerinden bâzýlarý, mânevî iþâretler ile Ýbn-i Allân´ý onun huzûruna gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradýðýný bulmanýn neþe ve sürûru içinde Þeyh Tâc´ýn huzûruna gelen Ýbn-i Allân, o büyük zâtý görüp sohbetinde bulununca, muhabbet ve baðlýlýðý çok arttý. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan baþkalarýnýn da, Þeyh Tâc´a karþý muhabbet ve ihlâslarý- nýn artmasýna vesîle oldu.
Þeyh Tâc, birçok defâlar Hicaz´dan Hindistan´a geldi ve tekrar o þerefli diyâra gitti. Son defâsýnda Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok insanlar onun vesîlesiyle evliyâlýk yoluna katýldýlar. Hattâ o diyârýn pâdiþâhý da, onun hâlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanýp sohbetlerde bu- lunurken hac mevsimi yaklaþtý. Fakirlik ve kanâate râzý iki talebesi ile bir- likte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i þerîfine gitmek üzere yola çýktýlar.
Sâlihlerden bir zât þöyle anlatýr: "O sene hac esnâsýnda Þeyh Tâc´ý gördüm. Bana buyurdu ki: "Senelerdir sahrâlarda, þehirlerde dolaþtým. Þimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya geldim. Tâ ki, ayný yerde toprak olayým. O eþikte toprak olan baþa ne mutlu."
Talebelerinden biri þöyle anlatýr: "Bir gün hocamýzla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O baþýný eðmiþ, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra baþýný kaldýrdýðýnda kendisinden bir nûr çýktý ve o nûr yakýnda bu- lunan bir nar aðacýnýn üzerine gitti. Ertesi gün baktýðýmýzda o aðacýn, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarýnýn inci hâline döndüklerini gördük."
Büyük velîlerden Muhammed Þirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz´de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Þirvan´a dönüp ticâretle meþgûl oldu. Velîlik yoluna giriþi þöyle anlatýlýr:
Þirvânî hazretleri önceleri ipek alýp satardý. Geylân ve Laheycan bel- delerine mal gönderirdi. O beldede bir ortaðý vardý. O, mallarý orada sa- tar ve memleketin parasýna çevirirdi. Bir gün ortaðý vefât etti. Geride kim- sesi olmadýðý için bütün malýna oranýn idârecisi el koydu. Þirvânî hazret- leri bunu iþitince, oraya gitmek üzere yola çýktý. Vardýðýnda hâkime durumu anlattý. Mallarýný geri istedi. Lâkin ne yaptýysa malýný kurtaramadý. Bunun üzerine Allahü teâlânýn sevgili kulu Þeyh Zâhid hazretlerinin dergâhýna gelip hâlini ona anlattý ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; "Oðlum! Sen bu iþe memur deðilsin ve bunun için yaratýlmadýn. Ýsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler senden meydana gelir." buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazretleri ona nazar etti ve Þirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman sohbetlerinde bulunup yetiþti.
Þirvânî, hocasý Zâhid hazretlerinin pirinç tarlalarýnda ve baðlarýnda çalýþtý. Geceleyin oralara gidip sulama iþlerine bakardý. Çalýþýrken yerine bakacak bir derviþin geldiðini görse hemen namaza dururdu. O namaza baþladýðýnda suyun akýþý ve seviyesi yükselir, bað ve çeltik tarlasý baþtan baþa sulanýrdý. Namazýný bitirdiðinde suyun seviyesi düþer ve akýþý azalýr, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviþ arkadaþý suyun fazlalaþmasý iþini hocasýna anlattýðýnda hocasý; "Vakti geldi." buyurdu ve Þirvâ- nî´yi çaðýrýp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bilgilerini öðretmekle vazîfelendirdi.
Evliyânýn büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Talebenin dikkat etmesi gere- ken ve kendine lâzým olan þeyler þunlardýr: a) Kalbini ve niyetini kötülük- lerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hýrslý ol- mak, c) Bid´atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlý iyi düþüncelerle meþgûl olmak, f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarýndan bir zerre bile dýþarý çýkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini beðenmiþler tâifesinden olmamak, k) Ýbâdet ve tâatinden dolayý gurûrlanmamak."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasýnda Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî hazretleri; "Be- ni Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ´dan üstün zannetmeyin" buyurmuþtu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasýsýnýz" dediler. "Benim onlar yanýndaki yerim, bir sultanýn çocuklarýný yetiþtiren bir hoca gibidir. Onlar sultanýn çocuklarý olduðu için, bu hocadan üstündürler." buyurdular.
Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sýbgatullah´a buyurdular ki: "Molla Sýbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her þeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseðine kavuþturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalýklarýný izâle eder, giderir."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliðinde hocasý Yâkûb-i Çerhî (r.aleyh) hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaþtý. Bu hocasý ile tanýþmasýný þöyle anlatmýþtýr:
Herat´a gittiðim zaman, güzel yüzlü ve hoþ kýlýklý bir tüccar ile tanýþtým. Hâcegân yolunda olduðu anlaþýlýyordu. Bu yolu kimden aldýðýný sordum. Yâkûb-i Çerhî´den aldýðýný söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî´nin büyüklüðünü ve üstün hâllerini anlattý. Bunun üzerine Yâkûb-i Çerhî´nin sohbetine kavuþmak için, ikâmet ettiði yer olan Helfetû´ya gitmek üzere yola çýktým. Çiganiyân´a varýnca hastalandým. Yirmi gün orada kaldým. Bu sýrada Yâkûb-i Çerhî hakkýnda menfî sözler iþittim. Seyahatime devâm e- dip etmeme husûsunda tereddüde düþtüm. Fakat bu kadar yol aldýktan sonra, geri dönülmeyeceðini düþünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuþunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir baþka gün tekrar ziyâretine gittiðimde, bu sefer sert ve haþmetli davrandý. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanlarýn sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düþmüþ olmamdan dolayýdýr, diye düþündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluþmasýný, sohbetine kavuþmasýný ve münâsebetlerini anlattý. Sonra bana elini uzatýp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktým yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlýk gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayýp, hemen elini geri çekti. Baktým, yüzü birden bire deðiþip, öyle güzel bir hâl aldý ki sîmâsýnýn güzelliðine hayran kaldým. Kalbimde hâsýl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayýp sarýlmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden u- zatýp;
"Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuþ olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî´nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ý adedi (tek sayý) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti. Sonra: "Bize hocamýzdan gelen usûl budur. Eðer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
Ubeydullah-ý Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldý. Ondan feyz alýp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldý. Ýnsanlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatmak üzere vedâlaþýp ayrýlýrken, hocasý ona, râbýta þartýný anlattý ve; "Bu yolu tâlim e- derken dehþet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlýlara ulaþtýr!" buyurdu.
Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ý Ahrâr hakkýnda þöyle buyurmuþtur: "Bir talebe, bir büyüðün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmýþ, fitili ve yaðýný hazýrlamýþ, onun yanmasý için sâdece bir ateþ tutmak gerekecek."
Türkistan´ýn büyük velîlerinden Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri talebelerine þöyle buyurmuþlardýr: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiði ve nisbet sâhibi kýlýndýðý hâlde, her dýþarý çýktýðýnda kaybetmemiþ olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfa- za edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kiþi, onu en kýymetli þeyi bilsin. Fânî varlýðýný tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlýkta aydýnlatsýn."
Yine þöyle buyurmuþtur: "Benim birkaç günlük hayâtýmý fýrsat bilip Allahü teâlâya baðlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksýnýz? Bu fýrsatý ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse piþmân olursunuz. Son piþmânlýðýn faydasý olmaz."
Bir gün ders esnâsýnda Yûsuf Bahri Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir konuda hocasýna îtirâzda bulundu. Dersten çýkýnca hocasý, Yû- suf Bahri Efendiyi yanýna çaðýrarak; ?Benden nasîbini aldýn. Bundan sonra Mýsýr?da Þeyh Murtaza?dan ilim öðrenmeye devâm edeceksin.? buyurdu.
Yûsuf Bahri Efendi, hazýrlýðýný yapýp, heybesine kitaplarý doldurarak yola çýktý. Kâhire?ye varýnca, Þeyh Murtaza?yý arayýp, Câmi-i Ezher?de ders okuttuðunu öðrenince, oraya gitti. Câmi, kapýsýna kadar dolu idi. Kapýnýn önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye baþladý. O sýrada içeriden biri gelip; ?Þeyh Murtaza Efendi; ?Kapýda duran Yûsuf?a omuzunda- ki heybeyi Nil?e atýp gelmesini söyleyin diyor? dedi. Yûsuf Bahri Efendi bu âni hitap ile þaþýrdý. Nil kenarýna giderek, bir kazýk çaktý ve heybenin u- cuna bir ip baðlayýp, Nil?e attý. Ýpin ucunu da kazýða baðladý. Sonra tek- rar Câmi-i Ezher?e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; ?Hoca sana, kazýðý çeksin de gelsin, diyor.? dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dö- nüp, baðladýðý ipi söktü ve heybe Nil sularýnda kayboldu. Geri dönüp câmiye geldiðinde talebeliðe kabûl edildi. Böylece bir büyüðe baðlanmak için boþ gidilmesi gerektiðini anladý.
Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza Efendinin sohbetlerinde kemâle geldikten sonra, icâzet, diploma aldý. Hocasý onu insanlara doðru yolu anlatmak için memleketine gönderdi. Giderken; ?Yûsuf, hac zamâný yakýndýr. Hac farîzasýný yerine getir de öyle git.? buyurdu. Yûsuf Bahri Efendi hac farîzasýný yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i þerîflerini ziyâret maksadýyla Medîne?ye gitti. Ravda-i mutahherayý ziyâret ederken iç kapýsýnýn üstündeki hadîs-i þerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla olduðunu gördü. Kaldýrýlmasýný ilgililere söyledi. Bu durumu görüþmek için toplanan ulemâ; ?Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediðine, bir Türk hoca gelmiþ de fazla diyor.? diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi küçümsediler ve öldürmek istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalýðý yatýþtýrmak için; ?Benim söylediðim hadîs-i þerîfi yazýn, bir de kapýnýn üstündeki hadîs-i þerifi yazýn. Her ikisini de kapýnýn önüne koyalým. Sabahleyin bakýn, benim dediðim gibi çýkmazsa, beni öldürün.? dedi. Denileni yaptýlar. Ertesi sabah kaðýtlara bakýldýðýnda, Yûsuf Bahri Efendinin söylediði þekilde yazýlý olan kaðýdýn altýna ince bir kalemle; ?Sadeka Yûsuf-i Bahri.? yazýlmýþ olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri ünvânýný kazanan Yûsuf Bahri Efendinin büyüklüðü Medîne ulemâsý tarafýndan kabûl edildi. Durum Sultan Ýkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri Efendiyi Ýstanbul?a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.
Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüþhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin dergâhýna bir gün taþradan bir hoca efendi, gelip hürmetle el öptü ve aðlamaya baþladý. Kendisinden aðlamasýnýn sebebi soruldukta, þöyle anlattý: ?Efendim! Ben size daha görmeden âþýk oldum. Bir þehirde vâizdim. Bir gün kürside vâz ederken kulaðýma; ?Allah için bu zamânýn kutbu, Ahmed Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretleridir.? diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine aklým baþýmdan gitti. Konuþamaz oldum. Aðlamaya baþladým. Benim aðlamamý görünce, cemâat da aðlamaya baþladý. Sonra güçlükle; ?Ey müslümanlar! Hastayým. Vâz edecek hâlim kalmadý.? dedim ve kürsüden indim. Eve gittim. Aklýmdan gitmez oldunuz. Uyku uyuyamaz oldum. Ertesi gün mescide geldim ve kürsüye çýktým. Yine ayný nidâ geldi. Kendimden geçtim. Üç gün bu hâlim devâm etti. Cemâat gelip; ?Bu hâlin nedir bize anlat? Derdine derman olalým, tabib bulalým. Bizden saklama!? dediler. Bunun üzerine onlara; ?Benim ilaç kabûl etmez bir derdim var. Beni periþan eyleyen bir sevgidir, bir aþktýr, gece gündüz kalbimi yakar, gözlerimden yaþ akýtýr. Câmide vâz ederken kulaðýma gelen bir nidâ ile ben bu hâle geldim. O nidâ da; ?Bu zamânýn büyüðü Ahmed Ziyâeddîn hazretleridir.? nidâsýydý. Bunun üzerine bu zâta âþýk oldum. Nerede olduðunu bir bilsem.? dedim. Cemâat daðýldý. Bir müddet sonra bana, sizden haber getirdiler ve nerede olduðunuzu öðrendim. Þimdi de mübârek huzûrunuza gelerek sizleri görmekle þereflendim.? Hoca efendinin anlattýklarýný dinleyen Ziyâeddîn hazretleri tebessüm edip; ?Hoca efendi, Allahü teâlânýn sevgili kullarý kerâmetini açýklamaktan hayâ eder. Ýnsan, Allahü teâlâya kul olmakla, ibâdet etmekle þereflenir. Ýstikâmet doðru yolda olmak en büyük kerâmettir.? buyurdu ve onu talebeliðe kabûl etti.
Ynt: Talebe By: Yaðmur Gümüþ 8-B Date: 26 Ekim 2015, 15:03:21
Bismillah...
Talebelik yani öðrencilik sadece ders olarak ödev yapmak, okumak test
çözmek deðildir... Tam anlamýyla görevlerini yerine getirmek demektir...
Paylaþým için Allah razý olsun...
radyobeyan