Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Sohbet By: armi Date: 01 Þubat 2010, 03:59:23
Sohbet
Gelibolu´da yetiþen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine bir sohbet esnasýnda buyurdular ki: Allahü teâlâ, Kur´ân-ý kerîmde meâlen buyurdu ki: "Ey îmân edenler! Din uðrundaki eziyetlere sabredin ve düþmanlarýnýzla olan savaþlarda üstün gelmek için sabýr yarýþý yapýn. Sýnýr boylarýnda cihad için nöbet bekleþin ve Al­lah´tan korkun ki, felah bulasýnýz." (Âl-i Ýmrân sûresi: 200). "Sabrediniz." buyurmasý, belâlara sabretmeye iþârettir. Bu, halk yâni avam içindir. "Nöbet bekleþin" buyurmasý, günah iþlemeyi terk etmeye iþârettir. Bu, havâs içindir. "Sabýr yarýþý yapýnýz" buyurmasý, Ýbâdet yapmaya katlan­maya iþâ rettir. Bu da seçilmiþlerin seçilmiþlerine mahsustur. Bunun için, kiþinin rahatlýðý yakînde, þerefi tevâzuda, saâdeti, kurtuluþu Ýslâmdadýr. Ýsmeti, günahsýz olmasý Allahü teâlâya güvenmekte, akýllýlýðý dinde, gay­reti dünyâyý terk etmektedir. Helaký günah iþlemeye cüret etmekte, piþ­manlýðý uyumakta, þekâveti cehâlettedir. Saâdeti ilimdedir. Olgunluðu aþktadýr. Güzel yaþamasý sabýrdadýr. Sabýr; halkýn içinde nefsânî arzu­larý terk etmek, yapmamaktýr. Eðer dünyânýn bütün belâlarý onun üzerine gelse "Âh" bile demeyen; vefâdan, cefâdan, acýdan, zenginlikten ve her çeþit nîmetten dolayý deðiþmeyen, maðrûr olmayan ve bunlar karþýsýnda hep ayný kalan kimse sabýrlýdýr. Bilakis o, kendini bela mancýnýðýna kor ve kazâ denizine atar. Sonundan hiç endiþe etmez. Vesselâm.

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Bu dereceye nasýl ulaþtý­nýz?? diye suâl olununca; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla." buyurdular. Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz sohbettir. Hal­vette, yalnýzlýkta þöhret vardýr. Þöhret ise âfettir. Hayýr ve bereket cemiy- yette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kim­senin arkadaþýnda fânî olmasýyla, arkadaþýný kendine tercih etmesiyle hâsýl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasýnda, bâzýlarýnýn kalble- rindeki muhabbet tohumu baþka þeylere baðlýlýðý sebebiyle geliþ­mez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini baþka þeylere olan baðlý­lýktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bâzýlarýnýn da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanlarýn kalblerinde muhabbet hâsýl etmek için çok himmet ederiz, yardýmcý oluruz."

Büyük velîlerden Biþr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cemâatle sohbet ediyor ve rýzâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Biþr! Makam ve îtibâr sâhibi olduðun için halktan hiçbir þey kabûl et- miyorsun. Eðer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmiþsen, halktan gizlice bir þeyler alýp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rýzkýna râzý ol." dedi. Bu söz üzerine Biþr-i Hâfî buyurdu ki: "Bu­nun cevâbýný dinle. Fukarâ ve derviþler üç çeþittir. Birinci kýsým, aslâ kim- seden bir þey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. Ýzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ þunu verecek diye yemin ede- cek olsalar derhâl duâlarý kabûl edilir. Diðer bir kýsmý halktan bir þey istemez ama verildiðinde kabûl eder. Bunlar derviþlerin orta ta­bakasýdýr. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu ký­sým, kudsiyet makâmýnda ebediyet sofrasýna oturmuþ bir tâifedir. Üçüncü kýsým ise, güçleri yettiðinde sabrederek oturur ve rýzkýn geleceði vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçlarý mecbûr býrakýrsa, kalpleri Allahü teâlâya baðlý olduðu hâlde çýkýp halktan isterler." Bu cevâbý alan kimse; "Bu söze râzý oldum. Allah da senden râzý olsun." dedi.

Bir kimse Biþr-i Hâfî hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için sevi­yorum." dedi. O da; "Sen sözünde sâdýk ve doðru deðilsin. Bâzan akþam olunca ahýrdaki merkebini hatýrlamak beni hatýrlamaktan sana daha mü­him göründüðü hâlde, nasýl oluyor da Allah için beni sevdiðini iddiâ edi­yorsun?" buyurdular.

Evliyânýn meþhûrlarýndan Ahmed bin Âsým Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En faydalý tevâzu, kibri ve gadabý (kýzmayý) giderenidir. En kýymetli söz, hakka uygun olanýdýr. En zararlý söz, konu­þulmamasý daha hayýrlý olanýdýr. En lüzumlu olan þey, Allahü teâlânýn emrettiði farzlarý, ana-babayý, çoluk çocuðunu gözetip, onlarýn geçimle­rini temin edip, Allahü teâlânýn emirlerini öðretip kulluk vazîfelerini yerine getirmelerini saðlamaktýr. En faydalý ilim, cehâleti, kötülükleri giderip, Allahü teâlânýn büyüklüðünü ve yüce kudretini anlamaya, böylece O´na kulluðun bir vazîfesi olduðunu öðretip, âhirete hazýrlanmaya vesile ola­nýdýr. En üstün cihad (mücâdele, savaþ) hakký kabûl etmeye alýþtýrabil­mek için, nefsle yapýlan mücâdeledir.

Büyük velî ve âlimlerden Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zâta yazdýðý mektupta þöyle demiþtir: "Alla- hü teâlâ bizi ve sizi her türlü tehlikeden, her çeþit þüpheden muhâ­faza buyursun. Yine bize ve size, geçen büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolun- da gitmek nasîb eylesin. Dâimâ Allahü teâlânýn nîmetleri içerisin­deyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da artýrmasýný, rýzâsýna ka­vuþma- mýz için bize yardýmýný dileriz. Fazla sözde fitne vardýr. Sükûtta geniþlik ve rahatlýk vardýr. Kiþi ihtiyâcýna göre konuþmalýdýr.

Âlimin ölümü, büyük bir musîbettir. Þeytan ve onun yardýmcýlarý, Al- lahü teâlânýn ve müslümanlarýn düþmanlarýdýr. Þeytan ve yardýmcýlarý, müslümanlar için birçok fitneler hazýrlarlar. Maksatlarýna eriþebilmek için âlimlerin yok olmasýný beklerler. Çünkü, âlim, onlarýn bâtýl iþlerine ve yar- dýmcýlarýna mâni olmaktadýr.

Bir kýsým insanlar, þöhrete yapýþtýlar. Kendilerinden bahsedilmeyi ar- zu ettiler. Halbuki onlardan önce de iþledikleri bid´atlerle þöhrete kavu­þanlar oldu. Fakat, hayýr yolunda, doðru yolda tâbi olmak; þer, kötü iþ­ler- de baþkan olmaktan daha hayýrlýdýr."

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah Cavpâre hazretleri Üstâdý Ebû Bekr-i Zekkâk-ý Mýsrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Ki­minle sohbet edeyim?" diye sordu. "Senden olan her þeyi Allahü teâlâ görür, dediðin zaman, senden nefret ederek ayrýlmayan kimse ile sohbet et." buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine birisi gelerek, büyüklerin sohbetinde bulunmanýn faydasýný sordu. Cevâbýnda; "Bunda iki fayda vardýr. Birincisi; eðer o kimse ilme tâlib ol­muþsa, Allahü teâlâya ve O´nun dînine olan muhabbeti, baðlýlýðý ve soh­betin bereketiyle ilmi artar. Ýkinci faydasý; eðer sohbette bulunan kimse­nin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olup, ilmi ve edebi ar- tar. Mânevî bakýmdan yüksek derecelere kavuþur." buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin sohbetinde bulunmanýn önemini anlatýr, edebin gözetilmesinin lüzumuna iþâret ederdi. Bu hususta; "Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalýr ve â- limlerdeki nûrlar, kendinde görünmez." buyurdular.

Hindistan´da yetiþen meþhûr velîlerden Þâh Ebû Saîd-i Fârûkî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânýn sonsuz ihsâný, kul- larýndan birine eriþtiði zaman, o kulunu kendi dostlarýndan birinin hiz­me- tine ulaþtýrýr. O da nefsinin isteklerine uymamaðý ve ona aðýr gelen þeyleri yapmayý, yâni Ýslâmiyete uymaðý emir buyurur. Böylece onun bâ­týnýný yâni kalbini ve nefsini temizler. Bu zamanda talebenin hizmetleri kusurlu ve daðýnýk olduðu için, bu yolun büyükleri önce talebeye zikret­meyi, yâni Allahü teâlâyý kalbi ile anmayý emrederler. Amel ve ibâdet­lerde ve her iþte orta yolda olmayý emredip nice kýrk günlük çilelere be­del olan teveccühlerini dâimâ talebeleri üzerinde bulundururlar. Talebe­lerine, Ehl-i sünnet îtikâdýna göre inanmayý, sünnet-i seniyyeye uymayý, bütün bid´atlerden sakýnmayý emrederler. Mümkün oldukça azîmetle amel edip ruhsatlara kapýlmamalarýný tenbih ederler."

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmýndan biri ve büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ý Eþ´arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsýnda buyurdular ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doðru yola ulaþtýrdý ve sünnet-i seniyyeye uymayý sevdirdi. Helâke götüren bid´atlerden uzak­laþtýrdý. Kalblerimizi, yakîn denen kat´î ve kuvvetli îmânýn hâsýl ettiði se­rinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlýk ile bizi azîz kýldý. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O´nun rehberliðine yapýþanlar­dan eyledi. Bid´atlere dalýp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ý kirâmýn (aleyhimürrýdvân) yolundan ayrýlarak yalnýz kalmaktan kurtarýp, cemâ­atle berâber olmayý ihsân etti.

Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýna dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardým etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkýndaki þüpheleri giderdi. Kendi rýzâsýna nasýl ulaþýlacaðýný O´nun ile bildirdi. Ýçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduðunu en açýk bir þekilde haber verdi. Nihâ­yet bâtýl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladý. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri teblið edip, ümmetine nasîhatta bulundu.

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fýkýh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerin anýldýðý yerde bulu­nanlar, onlarýn himâyesinde olurlar."

Musul âlimlerinden ve Evliyânýn büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyük velîlerden otuzu ile soh­bet ettim. Hepsi de bu yolun büyüklerindendi. Hepsi halkla sohbetten kaçýn dediler ve hepsi az yemeði emir buyurdular."

Evliyânýn büyüklerinden Ýbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bildiklerini, öðrendiklerini yerine getiren Allah´ýn sevgili bir kuluydu. Bir vâzýnda; "Ýçinizde Allahü teâlâyý hatýrlatan fakat kendileri unutan pekçok kimseler vardýr. Yine öyleleri vardýr ki, Allahü teâlânýn yasak, haram kýl­dýðý þeylere karþý cüretkâr olup, haram iþledikleri halde, baþkalarýný Allahü teâlâya yaklaþtýrmaya çalýþýrlar. Yine sizden öyleleri vardýr ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçtýklarý halde, insanlarý Hakk´a çaðýrýrlar." di­yerek, ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde kalanlarýn hâlini dile getirdi.

Hindistan´da yetiþen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Sohbeti ganî­met bilmelidir. Sohbetin üstünlüðü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.

Yine buyurdular ki: Gençlik zamânýnda dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.

Annenin yavrusuna faydasý olmadýðý (annenin yavrusundan kaça­caðý) kýyâmet günü için, hazýrlýk yapmayana yazýklar olsun!

Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu basîrun= Allah onlarýn ne yaptýk­larýný görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her þeyi gördüðü hâlde, (in­san- lar) çirkin iþleri yaparlar. Aþaðý bir kimsenin bile bu iþleri gördüðünü bil- seler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânýn görmesine inan- mýyorlar, yâhud onun görmesine kýymet vermiyorlar. Îmâný olana her ikisi de yakýþmaz.

Evliyânýn önde gelenlerinden Kutbüddîn Ýznîkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize, evliyâyý ve âlimleri sevmeyi nasîb etti, gönlümüzü onlara baðladý. Pey­gamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin imâmý ve hem de sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ´dýr ki, dünyâda ümîdimiz O´- nadýr, âhýrette O´ndan þefâat umarýz. O´nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbýna selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzere­dirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, Ýslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtýný üzere dururlar. Gerçek tâlibler ki, dâimâ halvette ve hem ibâdette durur- lar. Mü´minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardýmýyla Hak yo­lunda ve tâatta dururlar.

Ey kardeþim! Bir kiþinin senin katýnda hâceti (ihtiyâcý) olsa, sen onu bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiþ türlü dünyâ ve âhýret hâcetini giderir.

Eðer bir kiþi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, îmâný Ehl-i sünnete uygun deðilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunmasý ve îmânýn dürüst olmasý, takvânýn þartýdýr. Takvâ, Allah- tan korkmaktýr. Allahý bilmeyince, O´nun azametini ve celâlini anla­mayýn- ca, Allahtan korkmak hâsýl olmaz. Dînin ve îmânýn aslý ve ilmin temeli, Allahü teâlâyý bilmek ve birliðini kalb ile tasdîk etmektir. þöyle ola ki, eðer baþýný kesseler ve bütün varlýðýný alsalar râzý olasýn; Allahü teâlânýn birliðini gönülden çýkarmayasýn."

Horasan?da yetiþen evliyânýn meþhûrlarýndan Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Yol belli ve açýk; delil, âlimler (müctehidler), azýk tam, binek kuvvetli. Fakat insaný asýl maksada kavuþmaktan uzaklaþtýran þeyler var. Bunlar: Âlimlere (mücte- hidlere) uymadan, kendi görüþüne uymak, nefsinin istekleri pe­þinde koþ- mak. Azýðý (yiyeceði) gayrimeþrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineði zayýflatmaktýr.?

?Ýnsanlarýn felâketine sebep; asýl iþi býrakýp boþ þeyler ile uðraþma­larý, nefislerinin isteklerine uymalarý ve harama dalýp, þüphelilerden sa­kýnmamalarýdýr.?

?Ýnsanlarýn en kötü ahlâklýsý, dostunu düþmanýný ayýrmayan ve soh­bet ehlinden uzak yaþayandýr.?

?Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, dü­þüncelerle meþgûl eder. Vaktini de boþ þeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acý bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeþtî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbetin alâmeti itâat et­mektir. Mu- habbette gevþeklik olmaz."

"Derviþ o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcýný söyleyen hiç kimseyi mah­rum etmez, ihtiyaçlarýný karþýlar."

"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldým. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakýnlýk menzi­li- ne ulaþtým. Dünyâ ehlini, dünyâya düþkün olanlarý, dünyâ ile meþgûl bul- dum. Âhýreti düþünen âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve tak- vâ sâhibi olduðunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz çevir­dim."

"Kurtuluþ; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne ka­dar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarýr ve yük­seltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kiþi ise, kýsa za­man- da olgunlaþýp yükselir."

Hâce Muînüddîn-i Çeþtî hazretleri; Hakîkaten Allah adamýydý. Gü­neþ gibi herkesi faydalandýran bir davranýþ içinde ve topraðýn herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "Ýyi olan Allah adamlarý ile birlikte bu­lunmak, hayýrlý bir iþ yapmaktan daha iyidir, bunun gibi kötülerle ve Ýslâm düþmanlarýyla bulunmak, kötü bir iþ yapmaktan daha kötüdür. Ýnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanlarý aþaðý görmektir." buyu­rurdu.

Allahü teâlânýn bütün kullarýna nehirler gibi sýnýrsýz yardým ederdi. "Allahü teâlâyý ibâdetler içinde en çok râzý eden ibâdet, zayýf ve maz­lûmlarý sevindirmek ve rahatlatmaktýr. Ýhtiyaç sâhibini hayal kýrýklýðýna uðratmayan kimse, hakîkî derviþtir. Cehennem ateþinin söndürülmesinin en iyi yolu, açý doyurmak, susuz olanýn susuzluðunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcýný görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmak­týr." buyururdu.

Eshâb-ý kirâmýn sohbetinde bulunmakla þereflenen Ýmâm Mûsâ Kâzým (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yüksek bir âlim ve bü­yük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad derecesine yükselmiþti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçi- rirdi. Bu hâllerinden dolayý, kendisine "Sâlih kul" adýný vermiþlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeðidir. Bu ilme âit mârifetleri, is­teyen müslümanlarýn kalblerine akýtan bir kaynaktýr. Resûlullah efendi­mizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini, bilgilerini öðretmek ve kalblere yerleþtirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra Ýslâmiyet her yere ya­yýlmýþ ve müslümanlarýn sayýsý çoðalmýþtý. Ýslâm âlimleri, Resûlullah´ýn, sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarýnda va­zife taksimi yaptýlar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adý ve­rilen âlimler yaydýlar, öðrettiler. Fýkýh yâni amel, ibâdetleri ve iþleri öðre­ten âlimlere "Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diðer tasavvuf âlimleri öðretip kalblere akýttýlar. Oniki imâmýn her biri, Ehl-i sünnet îtikâdýndaki müslümanlarýn gözbebeði olmuþtur. Onlarý ve bu âi­leye mensub olanlarýn hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmiþlerdir.

Bir gün Mûsa Kâzým hazretlerinden, zamanýn halîfesi Hârûn Reþîd sordu: "Sizler, kendinizin Ehl-i beytten olduðunuzu söylüyor ve Resûlul- lah´ýn zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslýnda biz dedem Abbâs´dan dolayý Resûlullah´ýn soyundanýz, siz de hazret-i Ali´nin evlât­larýsýnýz. Ýn- sanlarýn nesebi ve soyu baba ile devam eder."

Cevâbýnda buyurdular ki: "Allahü teâlâ Kur´ân-ý kerîmde En´âm sû­resi seksen dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "Ýbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandýrýrýz. Ve ey Zekeriyyâ ve Îsâ!" Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, Ýbrâhim aleyhisselâmýn soyundan sayýlýyor. Halbuki Îsâ´nýn babasý olmadýðý, herkes tarafýndan bilinmekte­dir. Bununla birlikte annesi tarafýndan Ýbrâhim aleyhisselâmýn zürriyetin­den sayýlmaktadýr. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtýma´tüz-Zehrâ (radý- yallahü anhâ) tarafýndan Resûlullah efendimizin soyundan sayýlýrýz."

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarýndan Ebû Hâzým Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cehennem´e düþmek korkusu insanlardan hiç eksik olmaz. Hattâ, gökten seslenen birisi, yeryüzünde­kilere Cehennem´e girmekten korkmamalarýný bile söyleseydi, yine onlar Cehennem´e düþmek ve onu görmek korkusundan kurtulamazlardý."

Seleme bin Dînâr bir defâsýnda nefsine þöyle demiþti: "Ey Ebû Hâ­zým! Kýyâmet günü ey þu, þu hatânýn sâhibi diye çaðýrýlýr, onlarla berâber kalkarsýn. Sonra baþka günahlarýn sâhipleri çaðýrýlýr. Yine onlarla berâ­ber kalkarsýn. Ey Ebû Hâzým, seni öyle bir durumda görüyorum ki, her halde her hatâ ve günah sâhibiyle kalkacaksýn."

"Her gün kiþinin ilmi ve hevâsý (arzu ve istekleri) insana gelirler. Onun göðsünde birbiriyle mücâdele ederler. Eðer o kiþinin ilmi hevâsýna (kötü arzu ve isteklerine) gâlip gelirse, o gün onun için kazanç günüdür. Þâyet hevâsý ilmine üstün gelirse, o gün de zarar günüdür."

"Hevâsýný (kötü arzu ve isteklerini) öldüren, harpte düþmaný öldü­renden daha güçlüdür."

Birisi, Seleme bin Dînâr´a; "Sen kendine çok sâhipsin" dedi. O da þöyle cevap verdi. "Nasýl kendime sâhip olmýyayým. On dört düþman beni gözetliyor ve fýrsat kolluyor. Dört tanesine gelince, onlardan biri olan þeytân, bana fitne veriyor, aklýmý ve kalbimi karýþtýrýyor. Müslüman hased ediyor. Kâfir ise fýrsat bulsa öldürür. Münâfýk bana buðz eder. Di­ðer on taneye gelince, onlar da: Açlýk, susuzluk, sýcak, soðuk, çýplaklýk, ihtiyarlýk, hastalýk, ihtiyaç, ölüm ve ateþtir. Ýþte bütün bunlarla baþa çýka­bilmem için, tam silâhlý olmalýyým. En üstün silâh da takvâdýr (haramlar­dan sakýnmadýr)."

Kendisine; "Ey Ebû Hâzým, senin sermâyen nedir?" diye soruldu. Þöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya güvenip, insanlardan bir þey bekle­mememdir."

Yine buyurdular ki: Süleyman bin Abdülmelik, Ebû Hâzým´a ihtiyaç­larýný bildir diye mektup yazdý. O da cevâben, "Ben hâcetimi her türlü ih­tiyaçlarý veren Rabbime arzettim. Bana verdiklerine de kanâat ettim. Vermediklerine de rýzâ gösterdim."

"Ebû Hâzým hazretlerine dediler ki: "Fiyatlar çok yükseldi. Pahalýlýk var." O da þöyle cevap verdi: "Niçin üzülüyorsunuz? Bolluk zamanýnda sizi rýzýklandýran Allahü teâlâ, pahalýlýkta da size rýzýk verecektir."

Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þâh Raûf Ahmed hazretleri, hocasý Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden naklen bu­yurdular ki: ?Ýnsan dâimâ Allahü teâlâya yönelmelidir. Her an ve za­man- da, her ibâdet ve iþte kendisine gelen feyz ve nûrlarý düþünmeli, na­sýl bir berekete kavuþtuðunu anlamalýdýr. Meselâ; namaza durduðunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasýl olduðunu, kýrâat ile berâber bu feyz ve bere- ketlerin ne hâle döndüðünü, Allahü teâlâya hamdü senâdaki feyzi, dil ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i þerîfleri okurken ih­sân bu- yurulan sýrlarý incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsýl olan mânevî zararlarý gözleyip, anlamalýdýr. Meselâ; haram ve þüpheli lokma­dan kal- be nasýl bir zulmet geliyor ve gýybet etmek insanýn bâtýnýna nasýl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde nasýl bir leke býrakýyor anlaþýlýr. Böylece, bütün haram, mekrûh ve günahlarýn zehir, zarar ve ziyân ol­duðu vicdâ- nen bizzat farkedilir. Yâni her hâlinde, her iþ ve sözünü ince­leyip, Ýslâmi- yete uygun olup olmadýðýný dikkat ile tâkib etmelidir. Eðer iþi ve sözü Ýs- lâmiyete uygun ise, bunun þükrünü yerine getirmelidir. Eðer, Allahü teâlâ muhâfaza buyursun, O?na aykýrý ve uymuyor ise hemen tövbe etmeli, is- tigfârda bulunmalýdýr. Âþikâre iþlenen günahýn tövbesi âþikâre yapýlmalý, gizli günahýnki de gizli yapýlmalýdýr. Tövbeyi geciktir­memelidir. Çünkü Ki- râmen kâtibîn melekleri, iþlenen günahý hemen yazmazlar, müminin töv- be etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahý hiç yazmazlar.?

Ýstanbul´daki meþhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin sözleri gâyet belið ve açýk olup, dinle­yenlerin kolaylýk- la anlayabileceði þekildeydi. Çok ibâdet ettiðinden, soh­betine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlý olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âþýk olduðu bir zâttý. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hu­susta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düþkün olanlara iltifât etmez, derviþlerle, dünyâya düþkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânýnýn meþ­hûr kimseleri kapý- sýna gelir, sohbetine kavuþmak için kabûl etmesini beklerdi.

Bir defâsýnda, Fâtih Sultan Mehmed Han kapýsýna kadar geldiði hâl- de onunla görüþmemiþtir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiþtir. Onunla görüþmemesinden dolayý kendisi de üzülmüþ, hattâ gözlerinden iki dam- la gözyaþý yanaklarýna inmiþtir. Yanýnda bulunanlar; "Efendim ne­den pâ- diþâhý kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü." dediler. Ebü´l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözya­þýný eliyle silerek; "Doðru söylersiniz. Ama inanýyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcý, bize asýl vazifemizi unutturacak ka­dar faz- ladýr. Dostluðumuz, sohbetimiz, birçok vatandaþýn iþinin yarým kalmasý- na sebeb olacak. Sonunda dayanamayýp pâdiþâhlýðý býrakmak isteye- cek. Þimdi anladýnýz mý? Sultâný niçin kabûl etmediðimi?" buyurdu.

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ý Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Ýbrâhim ve Ýsmâil adýnda iki kardeþi olup, onlar da yüksek hâl sâhibi idiler. Kardeþlerinden birisi Mekke?ye gidip oraya yerleþti. Yah- yâ hazretlerine bir mektup yazýp; ?Üç arzum vardý. Ömrümün sonunu en kýymetli yerde geçirmek, bir hizmetçimin olmasý ve ölmeden önce sizi bir defa daha görmek. Bunlardan ikisine kavuþtum. Þu anda Harem-i þe­rîfte bulunuyorum ve bir hizmetçim var. Duâ edin de Allahü teâlâ üçüncü arzuma da kavuþmayý nasîb etsin.? dedi. Yahyâ bin Muâz, cevap yazýp; ?Sen insanlarýn en iyisi ol da, istediðin yerde yaþa. Yerler, insanlarla de­ðer kazanýr, insanlar yerlerle deðil. Ýki cihânýn efendisi Resûlullah efen­dimiz o taraflarda bulunduðu için, oralar çok kýymetli olmuþtur. Hizmet­çiye sâhib olmak gibi bir arzun keþke bulunmasaydý. Efendilik Allahü teâlânýn, hizmetçilik ise kulun sýfatýdýr. Birini kendine hizmetçi edip de, o kimsenin Hakk?a kulluk etmesine mâni olmak mürüvvete yakýþmaz. Uy­gun deðildir. Beni görmek arzu ettiðini söylüyorsun. Eðer hep Allahü teâlâyý hatýrlar, her an O?nunla meþgûl olursan, beni hatýrýna getirmez­sin. Þu anda bulunduðun yer, evlâdý kurbân etmek yeridir. O?nu bulmuþ isen, ben senin iþine yaramam. Eðer O?nu bulamadýnsa, benden sana ne fayda gelir? buyurdu. Sevdiklerinden birine yazdýðý mektubda da; ?Dünyâ, uyku; âhiret ise uyanýklýk yeridir. Rüyâda aðlayan uyanýklýkta güler, sevinir. Sen dünyâ hayatýnda aðla ki, âhiret uyanýklýðýnda gülesin ve neþeli olasýn? buyurdu.

Evliyânýn büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tama´, aç gözlülük etmekten, insanlarý sakýndýrýr ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama´ zincirine baðlanmýþ ölüye benzer. Kalbteki tama´ kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü´min tamahkâr olmaz. Nefsin þehvet ve arzularýna uymaz." buyururdu.

Hindistan evliyâsýndan ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektûbunda þöyle buyurdular: Yüksek makamlar ve beðenilen hâller sâ­hibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münþî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bu- nun için, bu birkaç satýr, kýrýk dökük ifâdeler yýðýný mektubu yazdým ki, uzakta kalmýþ olanlarý inâyet nazarýnýzdan unutmayasýnýz ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârýn ömrü günah iþlemekle geçti. Þikâyet, gýybet, dil uzatma, ayýblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler þeklinde açýk günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edil­meden namaz kýlma, boþ ve lüzumsuz þeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsýný düþünmeden Kur´ân-ý kerîm okuma ve boþ vakitleri Al­lah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayýlý nefesleri gafletle harcama þeklindeki diðer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttýlar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladýk. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sýhhat, âfiyet ve rahatlýk verildi, hepsinin þükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Piþmanlýklar olsun ki, Kur´ân-ý kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eþsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onlarýn þükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarýn ne yüzle Allahü teâlânýn ve Peygamberinin huzû­run- da kabûl görürüz. Bu ne anlayýþsýzlýktýr. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlik- le, þefâat ve magfiret derecesine ulaþmak çok zordur. Ancak Allahü teâ- lânýn gadabýný aþmýþ rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsâný ile muâ­me- lesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm baþýmýzýn ucunda, kýyâmet çok yakýn. Ýþe yarar hangi ameli iþledik. Ýyiler Cennet´e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk´ýn dîdârýna ka­vuþurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, býrakmayacak þeylerle meþgûlüz. Düþünmek lâzýmdýr ki, ya­rýn elde hasret, ziyân kalmasýn. Allah katýnda kýymetli kullarýn yaptýklarý gibi, seher vaktinde kalkýp, gözlerden hasret gözyaþlarý akýtmaðý, mücâ- hede ve can çýkarýrcasýna gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayý Hak te- âlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münþî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarýnýzda, yolda kalmýþ ihtiyarlarý hatýrlayýnýz. Gýyâbî duâ kabûle daha yakýndýr. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ edi- yoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)

Evliyânýn meþhurlarýndan ve Hanbelî mezhebinin büyük fýkýh âlimle­rinden Abdullah-ý Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hak­kýnda þöyle anlattý "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karþý boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiðin kimseye karþý ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalý olmaya çalýþmalýdýr. Nitekim bir hadîs-i þerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." Buyrulmuþ- tur."

"Ebü´l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî´yi incitmiþti. O andan beri kalbimde ona karþý soðukluk duyuyorum."

Abdullah-ý Ensârî hazretleri, Âl-i Ýmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah´ýn habline sýmsýký sarýlýn." kýsmýný þöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah´ýn habline sýmsýký sarýlýn." dan murâd, Allahü teâlânýn emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i´tisâmýn, sarýlmanýn üç derecesi vardýr.

Birincisi; normal insanlarýn sarýlmasý ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarýlýp, devâm etmektir. Bu kýsýmda bulunan insanlarýn ibâ­det ve tâatý, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah´ýn ipine (Kur´ân-ý kerîme) sarýlmaktýr. Ýkincisi; seçilmiþlerin sarýlmasý olup, bunlarýn emir ve yasak­lara uymaktaki gayretleri, Allah´tan baþka her þeyden kesilmek, O´na, O´nun emirlerine teslim olmaktýr. Bu da urvet-ül-vüskâdýr. Üçüncüsü; se­çilmiþlerin seçilmiþlerinin sarýlmasý ki, bunlarýn emir ve yasaklara uy­maktaki gayretleri, Allahü teâlâyý müþâhede etmek, O´nun yakýnlýðý ile meþgûl olmak nîmetine kavuþmak içindir. Buna da i´tisâm-ý billah denir."

Þeyhülislâm Abdullah-ý Ensârî´nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbýnda, haz­ret-i Ömer´in bildirdiði hadîs-i þerîfte; "Ýhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Ýhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O´nu görmüyorsan da, O seni görü­yor." Bu hadîs-i þerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadýr.

On dokuzuncu yüzyýlýn büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel amelleri teþvik etmek için bir soh­betinde þöyle buyurdu: "Farz namazlarýnýzý vaktinde ve cemâatle kýlýnýz. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akþam namazýndan sonra kalbinizi hocanýza baðlayýnýz. Bu esnâda gaflette olursanýz, baðý kuramazsýnýz. Bilhassa sabah namazlarýndan sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.

Bu Sýddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Hal­vet- te þöhret vardýr. Þöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadý tâle­beye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapýlan zikirde, kiþide benlik duygusu ga- lebe çalabilir. Yatsýdan sonra lambalarý söndürün ve konuþmayýn veya amellerinizle meþgul olun. Sýddîkiye yolundaki kiþiler dünyâ zengini o- lanlara karþý muhtâc olmadýklarýný göstermek için, vakarlý davranarak, muhtâc olmadýklarýný göstermelidirler. Buna karþýlýk, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karþý mütevâzî davranýp kendisini onlardan aþaðý göstermelidir."

Mýsýr evliyâsýnýn büyüklerinden ve Þafîi mezhebi fýkýh âlimi Abdül- vehhâb-ý Þa?rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlar arasýndaki anlaþ- mazlýklarý her iki tarafý üzmeden çözer, iki tarafýn da kabul edeceði bir netîceye baðlardý.

Osmanlý pâdiþâhý Sultan Selîm Han Mýsýr´ý zaptettiði zaman, Cumâ namazýný Ezher Câmiinde kýldý. Cumâ namazýný kýldýran hatîb için yüz altýn baðýþladý. Bunu önceden öðrenen hatîb, o gün Cumâ namazýný kýl­dýrma sýrasý kendisinde olan diðer hatîb arkadaþýndan izin almýþtý. Nö­betini devreden hatîb, diðer arkadaþýnýn altýnlara kavuþtuðunu görünce, söylenmeye baþladý. O sýrada orada bulunan Abdülvehhâb-ý Þa´rânî aralarýna girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kýsmet etmemiþ." dedi. O da; "Rýzkýmýn kesilmesine bu arkadaþým sebeb olduðu için kýzýyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da, aslýnda sebeb o deðildir. Arkadaþýn ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin deðildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayý vurana deðil sopaya kýzan adamýn hâline benziyor. Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdýr, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdýr, alçaltan da..." demez miydin? Þimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdým! Huccet ve isbâtlarýnla beni sus­turdun." diyerek oradan ayrýldý.

Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelip; "Ýnsanlarla sohbetin þartý ne­dir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük etme, Onlarý sevindirme­den üzme!" buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakka kavuþmak için yer- yüzünün doðusunu ve batýsýný gezip dolaþtým. Allahü teâlânýn rýzâ­sýna ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapýþtým. Müm­kün o- lan her yola baþvurdum. Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmak için her neye sarýldýysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaþtýrdý. Nihâyet her hususta Alla- hü teâlâya sýðýndým. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzýmdýr."

Anadolu´yu aydýnlatan meþhûr velîlerden Þeyhülislâm Berdeî Sul­tan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eðridir´de câmiye giderken pekçok kim­seyle karþýlaþtýðý halde, iki-üç kiþiye selâm verirdi. Baþkalarýna selâm vermezdi. Talebelerinden biri acaba neden birkaç kiþiden baþka kimseye selâm vermiyor diye merak edip kendisine sordu. Talebe bunun sebebini sorunca, Þeyhülislâm Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sý­vazladý. Sonra da dergâhdan dýþarýya gönderdi. Talebe çarþýya çýkýnca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hýnzýr, kimini tilki, kimini ça­kal, kimini kurt, bir kýsmýný da köpek sûretinde gördü. Hocasýnýn selâm verdiði kimselerden baþkasýnýn her birini çeþitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasýnýn yanýna dönüp; "Efendim bu iþin hikmetini anladým." dedi. Hocasý yine gözlerini sývazlayarak eski hâline çevirdi.

Baðdât´ýn büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerle sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî saâde­tin anahtarýdýr."

Ehl-i beytten ve meþhûr velîlerden Ýmâm-ý Câfer-i Sâdýk (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine sordular ki: "Allahü teâlâ, fâizi ni­çin haram kýlmýþtýr?"

Buyurdu ki: "Ýnsanlarýn birbirine iyilik yapmalarý, ihsânda bulunma­larý için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydý, birbirine karþýlýksýz iyilik her iyiliðin karþýlýðý olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu."

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Ýslâm askerleri, haz­ret-i Ömer´e hitâben: Yâ Emir-el-Müminîn, Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doðru sözlü, münâfýklara daha þiddetli ve daha doðru hükmeden bir kimse görmedik. Sen, Resûlullah´dan sonra insanla­rýn en hayýrlýsý- sýn." dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik; "Yanýlý­yorsunuz. Biz Resûlullah´dan sonra hazret-i Ömer´den daha hayýrlý kim­seyi gördük. Hazret-i Ömer; "O kimdir yâ Avf!" diye sorunca; "Ebû Bekr-i Sýddîk (r.anh)" diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; "Avf doðru söylüyor. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardý. Ben onun derecesinde deðilim." buyurdular."

Evliyânýn büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri zamânýnda bir gün, Halîfe Hârûn Reþîd, Ebû Yûsuf´a; "Beni, Dâvûd´un yanýna götür. Onu ziyâret edeceðim. Nasîhat isteyip, duâsýný alacaðým." dedi. Bunun için kalkýp, Dâvûd´un evine gittiler. Ýçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadýlar. Annesine ricâ etti­ler. Annesi oðluna; "Evlâdým, müsâde et de içeri girsinler." deyince, o; "Anneciðim, dünyâ ehli ile benim ne iþim vardýr? Onlarý görünce, dün­yâyý hatýrlýyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör." dedi. An­nesi tekrar ricâ edince, kýrmadý; "Ey benim Allah´ým!" Annenin hakkýný gözet, zîrâ onun rýzâsý benim rýzâmdýr." buyurduðun için kapýyý açýyo­rum." dedi. Halîfe Hârûn Reþîd ile Ýmâm-ý Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptýlar. Hârûn Reþîd´in elini tutunca, onun el­lerinin nâzik bir el olduðunu belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. Ýnsanlara hükmettin. Sakýn zulme meyletme. Zîrâ he­saptan kurtuluþ yoktur." buyurdu.

Dâvûd-i Tâî´nin bu tesirli sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaþlarý döktü. Duâsýný istedi. Duâdan sonra bir kese altýn verdi ve; "Kendi öz malýmdandýr ve helâldir, alýnýz." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsýný kabûl etmeyen Dâvûd-i Tâî; "Size mübârek olsun. Bizim böyle þeylere ihtiyâcýmýz yoktur. Babamdan kalan mal ve mülk satýldýðýnda elime geçen altýnlar bize yeter. Rabbim o paralar bittiðinde iþimizi bitirip bizi baþkalarýna muhtaç kýlmasýn. O kendisine yapýlan duâlarý reddet­mez. Ýzzeti hakký için kabûl eder." buyurdu.

Hârûn Reþîd ve Ýmâm-ý Ebû Yûsuf keseyi alýp gittiler. Dâvûd-i Tâî´- nin vekilharcýna giderek parasýnýn mikdârýný sordular. Vekilharcýn bildir- diði mikdârý hesab ettiler. Bu ölçüye göre parasý hesap edildiðinde þeyhin vefât edeceði günü buldular. Nakledilir ki hesab edilen gün geldi­ðinde Ýmâm-ý Ebû Yûsuf; "Gidin bakýn bugün Dâvûd-i Tâî vefât etmiþtir." buyurdu. Gidip baktýklarý zaman vefât ettiðini öðrendiler. Ýmâm-ý Ebû Yûsuf onun hakkýnda; "Duâsý makbûldür. Allahü teâlânýn indinde yeri seçilmiþlerin yanýdýr." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i Tâî´nin ölüm haberini getirdi.

Niþâbur´da yetiþen velîlerin büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Ebrâr kimdir?" diye sorulunca; "Alla- hü teâlâdan çok korkanlardýr." buyurdu. Ýnsanlarýn, günahlarýný az da ol- sa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az görmeleri gerektiðini bil­dire- rek; "Ýyiliklerini gizlemen, kötülüklerini açýklamandan daha makbul­dür. Sen böylece kurtuluþa erebilirsin." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Dînin sermayesi nedir?" diye sordular. Bu­nun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin bâtýnî ve zâhirî olmak üzere bir takým esaslar üzerine sözbirliði etmiþlerdir. Bunlardan bâtýnî olanlarý; Allahü teâlânýn sevgisi, O´ndan uzak kalma korkusu, O´nu görememe endiþesi ve O´na ulaþma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doðru sözlülük, cö­mertlik, alçak gönüllülük, baþkasýna eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabýrdýr." buyurdu.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Türâb-ý Nahþebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sýrasýnda; "Allahü teâlânýn ahkâmýný bilmeyen kimse, Allah´ý bilemez. Ýnsan ancak Allahü teâlânýn emirlerini bilmekle mârifetin esâsýna erer. Rabbini bilirse, O´nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiði kadar onlarý tutar. Böylece onun üzerinde sýdk, doðruluk alâmetleri belirir. Sonra doðru­lukta iyice meleke kazanýr, sâdýklardan olur." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâ kimi felâkete düþürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânýn aleyhinde bulunma hasletini verir."

"Senin bize ihtiyâcýn yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muh- tâc iken, size ve sizin gibilere nasýl ihtiyâcým olur. Fakirin bulduðu þey gýdâsý, mahrem yerini örten þey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gýdâ (ve güç) almaktýr. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kim­seye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandýr." bu­yurdular.

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyý en iyi tanýyan, O´nun eserlerini, kâinatdaki eþsiz nizâm ve intizâmý, ondaki ince ve yüksek sanatý görüp, Allahü teâlânýn büyüklüðü ve yüceliði karþýsýnda hayran olup, hayrette kalan kimsedir."

"Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."

"Doymasý yemekle olan kimse, dâimâ açtýr. Zenginliði mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde kalmaz. Allahü teâlâdan yardým istemeyen, baþarýsýzlýða mahkûmdur. Ýhtiyâcýný insanlara arz eden mah­rum kalýr. Gerçekte bütün ihtiyaçlarý gideren Allahü teâlâdýr. Kullar birbi­rinin ihtiyaçlarýný gidermekte vâsýtadýr. Allahü teâlâ, insanlara, birbirinin ihtiyâcýný gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin kimseye yar­dýmcý olmaya gücü yetmezdi. Bu bakýmdan ihtiyaçlarý, her þeyin sâhibi ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir iþin olmasýný dilerse, onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratýr."

Endülüs?te ve Mýsýr?da yetiþmiþ olan büyük velîlerden, Mâlikî mez­hebi fýkýh âlimi Ebü?l-Abbâs-ý Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- leri´nin vücûdunda on iki çeþit hastalýk; bâsûr hastalýðý, baþka hastalýklar ve böbreklerinde taþ vardý. Bununla berâber, meclisinde otu­rur, gelen- lerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah, of diye inle­mezdi. Onda çeþitli hastalýklarýn bulunduðunu da kimse bilmezdi. Sohbet esnâsýnda, bedenindeki rahatsýzlýklarýn elem ve þiddetinden dolayý, istemiyerek de olsa yüzü kýzarýrdý. Ve buyururdu ki: "Ýnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadým. Bilakis teþvik ve tehdid olunup, âdetâ bu iþ için zorlandým. Bana: "Eðer Ýslâmiyet bilgile­rini anlatmak için meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiðimiz ilimleri geri alý­rýz." denildi. Ben, onun i- çin meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Be­nim sohbetlerime devâm ediniz! Benden baþka bir zâtýn sohbetinde bu­lunmaktan da sizi men et- miyorum. Bu kaynaktan daha tatlý bir kaynak bulursanýz, ona koþunuz!" buyururdular.

Kuzey Afrika´da yetiþen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolun- daki dereceleri geçerken kendini hocasý gibi görmeye baþladý. Neye baksa Þeyhini görüyordu. Bu sebeple Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî´nin soh­betlerine gelmemeye baþladý. Bir gün Ýmâm-ý Þâzilî hazretleri yolda gi­derken talebesiyle karþýlaþtý ve; "Caným sen nerede kaldýn. Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstaðnî ol­dum. Yâni her an sizi karþýmda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eðer iþ senin söylediðin gibi olsaydý, hazret-i Ebû Bekr´in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi. Eðer sohbetten müstaðnî olsaydý, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstaðnî olurdu."

Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî hazretleri insanlara bir sohbeti sýrasýnda; "Alla- hü teâlâ sözlerinde doðru ve iþlerinde ihlâslý olana dünyâda yaðmur gibi rýzýk verir. Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarýný affedip, baðýþlar. Ona yakýn olur. Cennet´ine koyar ve yüksek derecelere kavuþ­turur. Kendi kusurlarýný ýslâh etmek istersen, insanlarýn kusûrlarýný araþ­týrma. Çünkü hüsn-i zân, îmân þûbelerinden olduðu gibi, insanlarýn ayýp- larýný araþtýrmak da münâfýklýktandýr. Kýyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haþrolunup karanlýktan korunmak istersen Allahü teâlânýn hiç bir mahlûkuna zulmetme." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Ýbn-i Atâullah Ýskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulmet; nefsin askeri ordusu olduðu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardým etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder."

Yine buyurdular ki: "Bu vücûd binâsýnýn direðini yýkmamak ve iyilik­lerini atmamak lâzýmdýr. Devamlý olan âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akýllýdýr. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kýzarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyý vatan ve mesken edinmez."

Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin þiirlerinden biri:

Bakýn iy cân ü dil gözün açanlar

Beka mülki fenâ ilden seçenler



Kaný þol dünyâya maðrûr olanlar

Kaný þol menzile konup göçenler



Kaný þol illeri bizüm diyenler

Kaný þol yerleri eküp biçenler



Kaný þol kal´alar burçlar yapanlar

Kaný anda durup yiyüp içenler



Kaný þol cem´ olup tez dagýlanlar

Kaný þol þem´ olup yanup tütenler



Kaný þol iþret idüp raks uranlar

Kaný þol baþlara saçu saçanlar



Kaný þol baþ oluban kim sananlar

Kamu halkýn hakkýn yiyüp içenler



Kemâl Ümmî sen ol Hak´dan yana kaç

Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar



Bu tuzakda tutulmaz dane içün

Safâ þevkiyle uçmaða kaçanlar


Ynt: Sohbet By: armi Date: 01 Þubat 2010, 04:00:25
Anadolu´da yetiþen evliyânýn meþhurlarýndan Þeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbet ve zikir meclislerinde þu þiiri çok okurdu:

Sultânýmýz sübhânýmýz

Can bedenden ayrýlacak

Rahmetindendir cânýmýz

Ayýrma dost îmânýmýz



Bîçâre yüzü kara

Meðer ki çalabým bana

Hazretine nice vara

Nasuhleyin tevbe vere



Allah desem ar olmaya

Allah diyen âþýklara

Mü´min gönlü dar olmaya

Senden özge yar olmaya



Estegfirullah sýrren ve çehren

Estegfirullah çoktur günâhým

Estegfirullah kavlen ve fiilen

Velhamdülillah sensin penâhým



Buhârâ´da yetiþen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûþ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hâli, velîlik yolundaki derecesi o kadar yüksekti ki, huzûruna gelen bir kimsenin kalb hâlini Allahü teâlânýn izni ile anlar, o kimse tasavvuf ehli, istidât sâhibi bir kimse ise, onunla zühd ve takvâdan konuþurdu. Þâyet gelen kimse bid´at ehli, fâsýk biri ise, ondan sýkýlýr ve rahatsýz olurdu. Onlar öyle büyük zâtlardý ki, karþýlaþtýk­larý herkese o kimselerin durumlarýna göre konuþurlardý. Birisi ile konu­þacaklarý zaman, kalb gözleriyle o kimsenin durumunu kontrol edip anlar sonra ona göre konuþurlardý. Bunun için, insanlara göre konuþmalarý farklý olurdu. Bu büyüklerden biri, sevdiklerinden birine buyurdu ki: "Ta­savvuf ehlinin hâllerinden anlamýyan kimselerle karþýlaþtýðýmýzda, on­larla basit meselelerden konuþuyoruz. Onlara bu yolun yüksek hâllerin­den, kalb mârifetlerinden anlatmak istiyorum ve hattâ bâzan bunun için kendimi zorluyorum, fakat istidâtlarý olmadýðý için konuþamýyorum. Si­zinle sohbet ederken de, bâzan diðer insanlarla olduðu gibi konuþmak istiyorum ve hattâ bunun için kendimi zorluyorum, ama onlarla konuþtu­ðum gibi konuþamýyorum."

Evliyânýn büyüklerinden Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Haramý terk etmek vâcibdir. Þüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd, helâlin azýyla kanâat etmektir. Verâ, mübahlarý ihtiyaç mikdârý kullanmaktýr. Bu zâhire âit zühddür. Bir de mâ­nevî zühd vardýr. O ise dünyâ sevgisini terk etmek, gönlü dünyâ sevgi­sinden temizlemek ve âhiret ile meþgûl olmaktýr.

Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Sâlih Gü- lâbî hazretleri, Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin her gün ve her gece yaptýðý ibâdetleri ve vazifeleri, mübârek oðullarýnýn iþâ­ret ve emirleri üzerine, toplamýþ ve yazmýþdýr. Bu yazýlarýnýn bir ye- rinde diyor ki: "Ýbâdetlerinin, vazifelerinin hepsini yapmaklýðým için izin verme­lerini ricâ ettim. "Yapýlacak, uyulacak iþ, yalnýz Resûlullah efendi- mizin yaptýklarýdýr. Bunlarý öðrenip, hepsini yapmaya çalýþmalý." buyur- du. "Efendim sizin her hareketiniz, her iþiniz, o insanlarýn ve cinnin en yük­seðinin iþleri gibidir." dedim. "Evet öyledir. Fakat, her yapacaðýnýzý iyi düþününüz! Sünnete uygun olan her sözü, her iþi yapýnýz. Uygun olma­yaný yapmayýnýz." buyurdular.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fýkýh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Maddî hayâtýn de­vâmý için, dünyâdaki su ne kadar mühim ise, mânevî hayat için de; "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdi o kadar, hattâ daha fazla mühimdir. Bu ke­limenin yüksek mânâsýný rûhuna sindirebilen kimse diridir. Bu yüksek mânâyý rûhuna iþlemeyen kimse ölüdür. Allahü teâlânýn, kullarýna ihsân ettiði nîmetlerin en yükseði bu kelimedir.

Bir kimse, ölmüþ bir kimsenin kendisinde bulunan hakkýný, Allahü teâlâdan korkarak götürüp vârislerine verse, helâllýk almýþ olur. Ama gýybet günâhýnýn durumu böyle deðildir. Bir kimse, bir kimseyi gýybet etse, gýybet edilen kimse vefât etse, gýybet eden kimse, gidip, gýybet et­tiði kimsenin vârislerinden helâllýk alsa, yine helâl olmaz. Yeryüzündeki bütün müslümanlar, o gýybet eden kimseyi affetseler, gýybet edilen kimse, hakkýný helâl etmedikçe helâl olmaz. Müminin ýrzý, þerefi, malýn­dan daha kýymetlidir."

"Hiç kimseyi iþlediði bir günahtan dolayý ayýplama."

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Þiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri bir gün Ebû Bekr bin Mücâhid Mükre hazretlerinin bulunduðu mes­cide girince, Ýbn-i Mücâhid hemen ayaða kalktý. Daha sonra Ýbn-i Mücâ- hid hazretlerinin arkadaþlarý kendisine; "Sen niçin Vezir Ali bin Îsâ için ayaða kalkmadýn da, Þiblî için ayaða kalktýn?" diye sordular. Ýbn-i Mücâ- hid cevâben þöyle dedi: "Ben Resûlullah efendimizin tâzim ettiði bir zât için ayaða kalkmýyayým mý? Ben Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Bana; "Yâ Ebâ Bekr! Yarýn sana Cennet ehlinden bir kiþi gele­cek. O geldiðinde, ona ikrâmda bulun!" buyurdu. Ýki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rüyâmda gördüm. Bana; "Yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikrâm ettiðin gibi sana da ik­râm etti." buyurdu. Ben "Yâ Resûlallah! Þiblî bu dereceyi nasýl elde etti?"diye sordum. Peygamber efendimiz; "O, beþ vakit namazýný kýlýp her namazýn arkasýndan beni hatýrlýyor ve meâlen; "And olsun size, içi­nizden bir Peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düþkündür. Müminlere çok merhametlidir. Onlara hayýr diler." (Tevbe sûresi: 128) âyet-i kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapý­yor." buyurdu. Ben bunu yapaný tâzîm etmeyeyim mi?"

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânýnýn en büyük velîsi idi. Ýnsanlarýn dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluþa ermeleri için gayret eder, onlara Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýný anlatýrdý. Bir soh­beti sýrasýnda buyurdu ki: "Ýkindi namazýndan sonra öyle bir vakit vardýr ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meþgûl olmak lâzýmdýr. Bâzýlarý demiþ­lerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanýn kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiði saatler içinde yaptýðý iþleri gözden geçirip, ne kadar zamâný tâat, ne kadar zamâný günâh iþlemekle geçirmiþ hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiði zamâný için þükretmeli. Günâh ile geçen zamâný için de istigfâr etmelidir." Bâzýlarý da þöyle demiþlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtýn sohbetine kavuþmak için gayret gös­termek ve o zâtýn sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan baþka her þey­den çevirmesidir." demiþlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan baþka her þeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir."

Mevlânâ Seyyid Hasan; meþhûr talebelerinden olup, babasý onu kü­çük yaþýnda iken Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiþtir. Geldikleri sýrada, Ubeydullah-ý Ahrâr´ýn yanýnda bir tabak içinde bal gö­rüp, hemen yemeye baþlamýþtý. Ubeydullah-ý Ahrâr ona; "Senin ismin nedir?" diye sorunca, balýn tadýna öylesine dalmýþtý ki; "Adým Bal´dýr." cevâbýný verdi. Ubeydullah-ý Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu ço­cukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balýn tadýndan dolayý unutup, balýn lezzetine o kadar daldý ki, ismim Bal´dýr dedi." Onu kucaklayýp ba­basýndan aldý. Önce Kur´ân-ý kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öð­retti. Sonra Ubeydullah-ý Ahrâr, ona yüksek ilimleri öðrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiþtirip, yüksek derecelere kavuþ­turdu.

Þam´ýn büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: "Yol ikidir: Ciddiyet, sýkýntýya tahammül. Bir de haddi aþmamak ve beklemektir."

"Ýnsanlarýn iyi taraflarýný görmeli, günahlarýný araþtýrmamalýdýr."

"Ýddiâcý, her þeyde kendini ileri sürer ve gösterir. Böyle kiþilerden sakýnmak lâzýmdýr."

Konya´nýn büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin Kur´ân-ý kerîm hocasý anlattý: "Sultan Veled, oðlu Ârif´e son derece hürmet ve tâzimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularýný yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasýnýn meclisine gelse, babasý hemen ayaða kalkýp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Bir gün haddi aþarak: "Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuða bu kadar iltifât etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye sordum. Sultan Veled, bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki: "Oð­luma olan tevâzu ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif´in yürüyüþü, yerinde hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâký, hâlleri hep babama benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde bu­lunuyorum. Babamýn saðlýðýnda o, süt emen çocuktu. Þâyet büyük ol­saydý, bu hareketleri babamdan görüp öðrendi derdik. Görüldüðü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamýn tasarruflarý ile olduðu meydandadýr. Onu görünce, babam hatýrýma geliyor. Ýþte ona olan hürmetimin sebebi budur."

Tâbiînin büyüklerinden, ilim ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin U- beyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: ?Ýnsanýn, verâ, þüphelilerden sakýnmaktaki hassasiyetine sâhib olduðunu konuþ­masýndan anlarým. Ýnsanýn yaptýðý iyi amellere bir þeyler karýþýr. Ama di­lini muhâfaza edebilirse bu durum müstesnâdýr. Ona bir þey karýþmaz. Hikmeti þudur ki, insan çok namaz kýlar, çok oruç tutar ama, iftarýný ha­ramla açarsa, tuttuðu orucun faydasýný göremez. Gece namaza kalkarsa kalbinde riyâ, gösteriþ ve ucb, yaptýðý ibâdeti beðenme hâli bulunabilir. Gündüz olunca da yalan yere þâhidlik yapmasý boþ ve lüzumsuz sözler etmesi düþünülebilir. Böyle olunca da yaptýklarý iyilikler hiç olur. Ama di­lini tutabilirse bütün amelleri iyi olur. Kanâatim böyledir."

?Kendimi, rüyâsýnda hoþuna giden ve gitmeyen þeyleri gören kimse gibi görüyorum. Ýnsanlar da uykuda olup, çeþit çeþit rüyâlar görüyorlar. Öldükleri anda uyanacaklar ve uykudan uyanan kimsenin, uykuda gör­düklerinden, elinde bir þey kalmadýðý gibi, dünyâda güvendikleri, gönül baðladýklarý þeylerin hepsini kaybedip ah etmekden, piþmân olmaktan baþka ellerine bir þey geçmediðini anlýyacaklardýr.?

?Allahü teâlânýn rahmeti, o kadar çok ki, bundan hiç þüphe etmiyo­rum. Lâkin ben, o rahmete kavuþanlarýn arasýnda bulunabilecek miyim bilemiyorum. Hattâ benim yüzümden onlarýn da rahmetten mahrum kal­malarýndan korkuyorum.?

?Dýþý, içine uymayan birini görmek isterseniz bana bakýn.? Kendi­sine, ?Niçin böyle söylüyorsun?? diyenlere þöyle cevap verdi. ?Ben, yüz kadar iyi huyun bulunduðunu sayýyorum, fakat onlardan bir tânesini ken­dimde göremiyorum. Kötü huylarý sayýyorum. Hepsinin kendimde mev- cud olduðunu görüyorum.?

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahþebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kardeþim, eskiden öyle insanlar vardý ki, baþ­kalarýnýn günah iþlediklerini duysalar, sýtmalý gibi titrerlerdi. Senin ise kendi günâhýndan için yanmýyor. Eskiden bir âdet vardý; güller açýnca, insanlar oyun oynarlar, eðlenirlerdi. Bu sebebtendir ki, her sene güllerin yetiþme, açýlma zamaný gelince, Ma?rûf-i Kerhî hazretleri üzülür; ?Gül açtý, þimdi insanlar oyunla meþgûl olacaklar? derdi.

Büyüklerimiz diyorlar ki, bir kimsenin baþkasýnýn emri altýnda olmasý, nefsinin emri altýnda olmasýndan iyidir. Derviþlerden biri, Cuma günleri dýþarý çýkar, kimi görse; ?Mescide hangi yoldan gitmeli?? diye sorardý. Bi­risi ona; ?Senelerdir mescide gidersin, yolu öðrenemedin mi?? dedi. ?Bil­miyorum, ama gittiðimiz yolda mahkûm olmak, hâkim olmaktan daha iyi­dir? derdi.

Ziyâüddîn Nahþebî hazretleri buyurdular ki: Dinle, iyi dinle! Büyük­lerden biri, hiç saðýna soluna bakmazdý. Bir gün Kâbe?yi tavâf ederken, birisi ona seslendi. Onun tarafýna bakmak istedi. Gâibden bir ses iþitti: ?Bizden baþkasýna bakan, bizden deðildir.? Kardeþim, bu yolda bin sene yürüsen ve hâtýrýndan; ?Bunu kabûl ederler.? düþüncesi geçse, hâlâ ma­kam arzusunda olup, hâlâ istek yolunun yolcusu olduðun anlaþýlýr. Ey kardeþim, eðer bu yoldan menzile kavuþmak istersen, sakýn kendini arada görme! Tâat zenginliðine kavuþmuþ olan büyükler, kendilerini dâimâ müflis olarak, düþünmüþlerdir. Her zaman müflis olanlar ise, ken­dilerini nasýl zengin yaparlar.

Dinle, iyi dinle! Ýbrâhim aleyhisselâm ateþe eriþtiðinde, ateþ ona se­lâmet oldu. Zîrâ onun kalbi, hakîkî ateþle yanmýþtý. Bunun içindir ki, ?Sen olmasaydýn, sen olmasaydýn kâinâtý yaratmazdým.? makâmýnýn sâhibi, yâni Resûl-i ekrem efendimiz; ?Benim kadar hiç kimse eziyet çekmedi. Hazret-i Ýbrâhim?in ateþe atýlmasý belâ deðildi. Hazret-i Zekeriyyâ?nýn parça parça edilmesi sýkýntý deðildi. Belâ ve sýkýntý, bizim baþýmýza dö­külendir. Bizi, gök ve yer ehlinin önüne geçirdiler ve Âdem aleyhisselâ- mýn zürriyetinin günahlarýný, benim þefâat eteðime baðladý­lar.? buyurdu.

Evliyânýn büyüklerinden ve hadîs âlimi Ab­dullah bin Hâzýr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Yûsuf bin Hüseyin þöyle anlatýr: "Mýsýr´a Zünnûn-i Mýsrî´nin yanýna gittikten sonra, Rey þehrine dönüyordum. Baðdâd´a vardým. Dayým Ab­dullah bin Hâzýr orada idi. Hacca gidecekmiþ, yanýna gittim:

-Nereden geldin? diye sordu:

-Mýsýr´dan gelip, Rey´e gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, de­dim.

Buyurdu ki:

-Kabûl etmezsin!

-Ederim. dedim.

O yine,

-Kabûl etmezsin! buyurdu. Ben tekrar;

-Belki kabûl ederim, dedim.

Yine;

-Biliyorum kabûl etmezsin! buyurdu.

-Ýhtimâl ki kabûl ederim, dedim.

Buyurdu ki:

-Gece olduðunda git Zünnûn-i Mýsrî´den ne yazmýþ isen, hepsini Dicleye býrak.

-Bir düþüneyim, dedim.

O gece düþünce bastý ve hiç uyuyamadým. Gönlüm bir türlü râzý ol­madý. Ertesi gün gidip;

-Gönlüm bu iþe râzý olmadý, dedim.

-Zâten ben sana kabûl etmiyeceðini söylemiþtim, buyurdu.

-Bir þey daha söyler misiniz? dediðimde;

-Onu da kabûl etmezsin, buyurdular.

-Kabûl ederim, diye ýsrar ettim. Bu sefer;

-Rey þehrine gittiðinde, ben Zünnûn-i Mýsrî´yi gördüm deme, buyur­dular.

Bu sözü uzun müddet düþündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim. Dedim ki:

-Bu dediðiniz iþ zordur.

Buyurdu ki:

-Sana, senin için gâyet lüzumlu olan bir þey söyleyeceðim.

-Buyurun söyleyin, dedim.

-Þimdi evine gittiðin zaman, insanlarý kendine dâvet etme. Allahü teâlâya dâvet ederken öyle yaþa ki, Allahü teâlâdan bir an gâfil olup, O´nu unutmayasýn, buyurdu. (Abdullah bin Hâzýr´ýn bu sözleri yanlýþ an­laþýlýp, Zünnûn-i Mýsrî´yi beðenmiyor sanmamalýdýr. Onun maksadý: Zünnûn-i Mýsrî tevhîd deryâsýna dalmýþ, garîb hâlleri ve halkýn anlayamýyacaðý tasavvufî sözleri olan bir velî olduðundan, halkýn, bu Allah dostuna düþman olmamalarý içindir.)

Abdullah bin Hâzýr´ýn bu sözünü, Þeyhülislâm Abdullah-ý Ensârî þu sözle izâh etti:

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduðun her yerde benimle ol." buyurdu.

Bu iki büyük velî bu söz ve îzâhlarýyla, her an Allahü teâlâyý hatýrla­yýp, O´nu bir an unutmamaðý tavsiye buyurmuþlardýr. Bu da dostluða ve kulluða yakýþan þeydir.

Kendisine insanýn îmânýnýn nasýl kâmil olacaðý sorulduðunda Ah- med bin Hanbel tarîkýyla rivâyet ettiði þu hadîs-i þerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiðini mümin kardeþi için de sevme­dikçe, îmâný kâmil olmaz".

Kadýnlarýn kocalarýna karþý nasýl davranmalarý sorulduðunda; erkeðin kadýný üzerinde olan haklarýný uzun uzun anlattýktan sonra Þâz bin Fey­yâz, Amr bin Ýbrâhim, Katâde, Sa´îd bin Müseyyib, Abdullah bin Amr´dan rivâyet ettiði þu hadîs-i þerîfi okudular. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasýna teþekkür etmeyen (ona nankörlük eden) ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadýna nazar etmez."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda, Fudayl bin Iyâd´ýn oðlu Muhammed þöy- le anlattý: Abdullah bin Mübârek´i rüyâmda gördüm. Ona; "En üstün amel nedir?" dedim. "Ýçinde bulunduðundur." buyurdu. "Hudud boyla­rýnda beklemek de cihâd mýdýr?" dedim. "Evet." buyurdu. "Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptý?" dedim. "Beni sonsuz maðfireti ile maðfiret edip, iz- zet ve ikrâmlarda bulundu" dedi.

On dokuzuncu yüzyýlýn büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak buyurdular ki: Yolumuz sohbet yoludur. Ýnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katýlmazlar, niçin Allah adamlarýnýn yanýnda bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Al- lahü teâlâ, teþrîfâtçýsý hazret-i Ali, sâkîsi yâni su daðýtaný Hýzýr aleyhis- selâmdýr. Þâyet sohbet etmek için yedi kiþi bir araya gelse, yük­sek ma- kamlara eriþirler ki, Aralarýnda bir Allah dostunun varlýðý umulur.

Cehrî, açýktan Kur´ân-ý kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin sâhibi bildiði sûreleri açýk olarak okusun.

Sohbet peþinde koþmayý severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir derviþin sohbetini kaçýrmak is­temem."

Hindistan´da yaþayan evliyânýn büyüklerinden Seyyid Abdülvehhâb Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurmuþtur ki: Hâllerin kalpten kalbe geçiþinin hikmetine gelince; Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmý ül­fet, rahmet ve keremle yarattý. Onu kendi ahlâkýyla ahlâklandýrdý. Bu ahlâkdan biri þevktir. Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâdan bildirerek buyurdu ki: "Ebrârýn beni görme þevki uzadý. Benim onlarý görme þevkim daha kuvvetlidir." Demek ki, Peygamber efendimizi bu ahlâkta kemâl üzere yarattý ve O, þevk sahiplerine müþtâk, can atan biri oldu. O´nun þevki, þevk, aþýrý istek sâhiplerinden kuvvetli oldu. Resûlullah´ýn bu þevki, kalbden kalbe kýyâmete kadar, vârislerine ve tâbilerine zamânýn­daki gibi intikâl eder. Bu da, sohbet ve ülfetle, yakýnlýkla þevk sâhiplerin­den þevk sâhiplerine geçmekle olur. Sohbet yakýnlýk için, yakýnlýk nîmet için, nîmet lezzet için, lezzet ise kavuþmak içindir. Kavuþmanýn çeþitleri­nin ve semerelerinin artmasýnýn ise sonu yoktur. Yazý ve söz ile anlatýl­masý ve anlaþýlmasý çok zordur."

Mýsýr evliyâsýnýn büyüklerinden ve Þafîi mezhebi fýkýh âlimi Abdül- vehhâb-ý Þa?rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânýnýn velîlerini sýk sýk ziyâret eder, nasîhat ister ve gönüllerini alýrdý.

1540 senesi bir yaz günü, Kâhire´nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altýnda bulunan yaþlý bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adýný sordu. "Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur." deyince yanýna oturdu, el ele tutuþtular. Elini öyle kuvvetlice sýktý ki, neredeyse acýdan baðýracaktý. Ona; "Kuvvetimi nasýl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük bir kuv­vete sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:

"Ýþte bu kuvvet, gençliðimden beri yediðim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur. Hamurum helâl bir maya ile yoðrulmasaydý, bu günün, günahlarýna aldýrmayan insanlarýn vücutlarý gibi, benim vücûdum da gevþek olurdu. Ey oðlum! Yüz kýrk üç yaþýna geldim. Allahü teâlâya ye­min ederim ki, bugün insanlar her yönden deðiþmiþtir. Hele bu son se­nelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik var. Bugün yakýn akrabân, hattâ öz kardeþin bile seni tanýmamaktadýr. Oðlun dahi sana baþka gözle bakmakta ve bir yabancý gibi davranmaktadýr. Ýnsanlarýn birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamýþ, dert ve belâlara karþý sabýrlarý eksilmiþ, kazâ ve kadere karþý boyun eð­mek yerine gazab hâkim olmuþ, dinleri zayýflamýþtýr. Ey oðlum! Þimdi sana zamânýmýzýn kötü ve yorgun insanlarýný anlatmaktansa, sâlih in­sanlarýný anlatmak daha iyi olacak." dedi ve þöyle devâm etti: "Zamâný­mýzýn en iyileri; geceleri kalkýp sabahlara kadar namaz kýlan, sabah na­mazýndan sonra öðleye kadar Kur´ân-ý kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyý zikreden, ikindiye kadar duâlarýný yapan, akþama kadar her gün devâm üzere olduðu duâlarý tekrar tekrar yapan, yatýncaya ka­dar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."

Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda yetiþip kemâle geldikten sonra, medreselerde, tekke­lerde talebe okutup ders verecek yerde, küçük çocuklarý okutmaya baþ­ladý. Böylece büyüklük ve yükseklik hâllerini gizler, kendisini setrederdi. Kendisi þöyle anlatýr:

"Hâce Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri Herat´ý teþrif ettiði zaman, ona olan hürmet ve muhabbetlerimi arzetmek üzere ziyâretine gittim. Bana; "Kimsiniz? Ne ile meþgûlsünüz?" diye sordu.

"Efendim, Mevlânâ Sa´deddîn-i Kaþgârî´nin fukarâsýndan bir fakîrim. (Talebesiyim diyemediði için bu ifâdeyi kullanmaktadýr.) Küçük talebelere muallimlik yapýyorum." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ý Ahrâr haz­retleri:

"Mektep hocalýðý, muallimlik yapmak büyük ve kýymetli bir iþtir. Onun birçok faydalarý vardýr." buyurup, bundan sonra hocam Sa´düddîn-i Kaþgârî´nin üstünlüklerinden anlattý. Aralarýndaki muhabbet ve yakýnlýðý bildirip, bana teveccühde bulundu."

Buhârâ´da yetiþen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Allah adamlarý ile sohbet hakkýnda buyurdular ki: "Alla- hü teâlânýn velî kullarý ile sohbet etmek öbür âlemin iþlerini yü­rütmeye yarayan aklý artýrýr."

"Allahü teâlânýn velî kullarýný hergün, iki günde bir kere görmek bý­rakýlmamasý gereken sünnettir. Ama edeple, saygý ile."

Amasya´da yetiþen velîlerden Ali Hâfýz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Sohbetlerinde buyururdu ki: "Büyükleri tanýyan bir zâtýn mer­hametinden, cömertliðinden, yumuþaklýðýndan, güzel ahlâkýndan herkes istifâde etmelidir."

Evliyânýn meþhûrlarýdan Ali bin Meymûn Maðribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisine, kurtuluþa ermiþ bir kimsenin na­zarý, bakýþý eriþip, yâni bir büyük zâtý tanýyýp da kurtuluþa ermeyen kim­seye þaþarým!"

Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fýkýh âlimi Ali bin Muhammed bin Beþþâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sýrf makam sâhibi ol­mak ve biliyor desinler için bir kaç mesele öðrenip, insanlara fetvâ ver­meye kalkýþmak, ne kadar ayýptýr."

Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasýnýn vefâtýndan sonra insanlara Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýný anlatmaya baþladý. Bir kýþ mevsimi Ali Osman Efendi talebesi Veysel Hâfýz ile bir yere giderlerken namaz vakti daralýr. Ali Osman Efendi tale­besine; "Buralarda tanýdýk bir köy yok mu?" diye sorunca, Veysel Efendi; "Tanýdýk var ama îtikâdlarý bozuktur." dedi. Ali Osman Efendi olsun deyip köye gittiler. Veysel Hâfýz tanýdýðý birisinin kapýsýný çaldý. O zât bunlarý görünce, odada kim varsa herkesi dýþarý çýkardý. Ali Osman Efendi, tale­besi ile namaz kýldýktan sonra, sohbete baþladý. Sohbete köyden herkes geldi ve sabaha kadar devâm etti. Sohbetin netîcesinde bu köyün halký bozuk olan îtikâtlarýna tövbe edip Ehl-i sünnet îtikâdýný kabûl ettiler.

Tâbiîn devrinin tanýnmýþ hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meyse- re el-Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyükle­rimiz- den birisi, hatâ ve noksanlarýný avucunun içine yazar, avucuna ba­kýp, hatâ ve noksanlarýný görüp hatýrlayýnca, eli titrerdi."

Tâbiîn devrinin büyük velîlerinden Atâ Süleymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak, Beþir bin Mansûr Sülemî anlatýr: Atâ Süleymî bana þöyle dedi: "Ey Beþir! Ölüm peþimde, kabir önümde, gideceðim yer mah- þer, geçeceðim yol Cehennem üzerindeki sýrât köprüsüdür. Bilemi­yorum ki, Rabbim bana ne muâmele yapar?"

Sonra öyle feryâd etti ki, düþüp bayýldý. Uzun zaman öyle kaldý. Ayý­lýnca baktým ki benzi solmuþ çok zayýf düþmüþtü. Sâlih el-Mürrî´ye gidip hâlini anlattým. Benimle birlikte yanýna geldi. Belki bir þeyler yedirip içire­biliriz dedik. Bize; "Þu keçeyi kaldýrýn." dedi. Kaldýrýp baktýk ki altýnda bir dirhem vardý. Onunla sevik (çorbalýk) satýn alýp, hazýrladýk ve ona içir­mek istedik. Aðzýna aldý. Fakat bir türlü içemedi. Boðazýndan geçmedi. Ölecek diye korktuk. Dedim ki: "Ey Atâ! Olur mu böyle? Bunu senin için aldýk. Hazýrlamak için uðraþtýk." dedim. Bana dönüp; "Ey Beþir! Onu bana içirirken sýcaklýðýný hisseder hissetmez meâlen; "Zîrâ (Âhirette kâ­firler için) bizim yanýmýzda bu kapýlar ve (içine girecekleri) bir ateþ var. Bir de boðaza takýlýp kalan bir yiyecek var. Ayrýca acýklý bir azap da var." (Müzzemmil sûresi; 12-13) buyrulan âyet-i kerîmeyi hatýrladým. Böyle yapmamak elimde deðildir." dedi.

Ýlimlere vâkýf, ârif ve himmet sâhibi bir zât olan Þeyh Azerî Hamza bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kasîdelerini toplamýþ ol­duðu dîvânýndaki þiirlerinden bâzýlarý þu mânâdadýr:

"Ben sana hikmetten bir nükte öðreteyim. Sen bunu yaparsan iki âlemde büyük adam olursun. Tarîkat libasýný giydiðin vakit zilletten mü­teessir olma. Ýzzet ile övün."

"Yaygý gibi yayýlmýþ olan bu yeryüzünün durumunu gözünün önüne al. Bunu týpký siyâh, beyaz hânelere ayrýlmýþ bir satranç tahtasý gibi farz et. Birbiri karþýsýna konulmuþ siyah ve beyaz hâneler ayniyle gece ve gündüzün aydýn ve karanlýk saatlerine benzer. Burada akýl ve nefs birer mühendis ve hokkabaz ve yekdiðerini yenmek isteyen iki satranç ustasý­dýr. Aklýný baþýna al; nefis, hîleler yapan, dalavereci bir rakîptir. Ey Azerî, bir kimse nefsin kötü isteklerinden korunmazsa murâd atýný, ilâhî yoldaki arzu ve isteðini kaybetmiþtir. Zaman herkesle bir türlü oyun oynar. Onun oyunundan sakýnýn."

"Hikmet hazînesinin anahtarý bizim elimize geçtiði zamandan beri hýrs gözüne kanâat sürmesini sürdük. Ey gönül bu dünyâ olaylarý ayarý düþük bir pazardýr. Biz bunu birçok kere himmet terâzisiyle tarttýk. Ancak korkarým ki, bizim tâat ve ibâdet sayfalarýný yok saydýðýmýz gibi, yarýn tevfik sayfamýzý da yok saymasýnlar. Bugün ayrýlýktan çektiðimiz azâbýn yanýnda yarýn haþr gününde çekeceðimiz azâbýn gözümüzün önünde hiç ehemmiyeti yoktur. Vatanýn ve yar ile bulunmanýn kadri kýymeti nedir? Bunu bizden sor. Çünkü biz gurbet mihneti nedir; bunu çekmiþiz, ne acý olduðunu biliriz."

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen bü­yük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Oruç bana mahsustur. O- nun karþýlýðýný ben veririm." buyrulan kudsî hadîste, hakîkî oruca iþâret vardýr. Bu ise, mâsivâyý, Allahü teâlâdan baþka her þeyi terketmektir." Yine buyurdu ki: "Allahü teâlânýn doksan dokuz ismi vardýr. Kim onlarý sayarsa, Cennet´e girer." buyurulan bu hadîs-i þerîfteki "Ahsa" kelimesi­nin bir mânâsý, saymaktýr. Diðer bir mânâsý ise, bu ism-i þerîfleri öðrenip, bilmektir. Bir mânâsý da, bu esmâ-i þerîfenin mûcibince amel etmektir. Meselâ "Rezzâk" ismini söylediði zaman, rýzký için aslâ endiþe etmemeli. "Mütekebbîr" ismini söyleyince, Allahü teâlânýn azametini ve kibriyâsýný düþünmelidir."

Kerâmet sâhibi evliyâ zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meþhûr fýkýh âlimlerinden Hasan bin Ali Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: "Doðru yoldan ayrýlmak iki türlüdür. Birincisi; iyi niyetli olduðu halde, yanlýþ iþ yapan ve haktan ayrýlan, ayaðý kayan kimseye uymak. Bu, insaný helâk eder. Ýkincisi; hakka karþý inadcý olmak ve kendinden önce geçen sâlih, müttekî kimselere muhâlefet etmek. Böyle yapan kim- se sapýk ve saptýrýcýdýr. Böyle kimse, ümmet arasýnda þeytan gibidir. Kimsenin ona aldanmamasý için, onun hâlini insanlara bildirmek lâzým­dýr."

Yine buyurdular ki: "Müslümanýn din husûsunda nasîhatý gizlemesi, yapmamasý helâl olmaz. Kim nasîhatý yapmazsa, müslümanlara hîle yapmýþ olur. Müslümanlara hîle yapan, dîne hîle yapmýþ olur. Dîne hîle yapan da, Allahü teâlâya, Resûlullah efendimize ve müminlere ihânet etmiþ olur."

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Muâz bin Cebel´den rivâyetle Resûlullah efen­dimiz þöyle buyurdu: "Bir kimseyi severseniz onunla münâkaþa etmeyi­niz, birbirinize kýzmayýnýz ve zulmetmeyiniz ve ondan bir þey istemeyi­niz. Belki onun bir düþmanýna rastlarsýnýz da, o; sana onda olmayan bir þey söyler ve se- ninle o dostunun arasý açýlabilir."

Çorum velîlerinden Çerkez Þeyhi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin büyük oðlu, askerlikte öðrendiði fotoðrafçýlýk mesleðini sivil hayâ­týnda da sürdürmekte idi. Babasýnýn ne kadar resmini çekmek istedi ise hep filimleri yandý. Bir yaz günü, sabah kahvaltýsý bahçede hazýrlandý. Oðlu fotoðraf makinasýný da getirmiþti. Çerkez Þeyhi´nin gözleri katarakt sebebi ile çok zor seçiyordu. Bu sebepten hanýmýnýn yardýmý ile bahçeye indi. Son basamaða geldiðinde, birden geri dönerek odasýna gitti ve; "Haným ben resmimin çekilmesini istemiyorum. Çekilenler için de çýk­mamasý için Allahü teâlâya yalvarýyoum. Söyle ona, bir daha böyle bir münâsebetsizliðe sebebiyet vermesin." dedi.

Âlimlerden ve evliyânýn büyülerinden Derviþ Ahmed Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde devamlý olarak; Cüneyd-i Bað­dâdî, Ebû Bekr-i Þiblî, Ebû Hafs-ý Haddâd, Ebû Osman Hayrî gibi tasav­vuf büyüklerinden anlatýrdý. Çok güzel bir anlatýmý vardý. Hitâbeti kuv­vetli, sözleri hikmetli idi. Ýnce mânâlardan, tasavvufî hakîkatlardan anla­týrdý. Derin meseleler üzerinde konuþurdu.

Birgün yine böyle ince mânâlardan anlatýrken, bir kimse ayaða kal­kýp; "Böyle hiç kimsenin anlýyamadýðý sözleri anlatmanýzda ne mânâ var?" dedi. Derviþ Ahmed buna dedi ki: "Bir kimse, bu tâifenin yüksek sözlerini anlýyamýyorsa, herkesin de anlýyamadýðýný nereden anlýyor ki? Tasavvufî hakîkatlerden hiç haberi olmayan birinin bu hâli, baþkalarýnýn yüksekliðine mâni deðildir."

Tasavvuf ehlinin büyüklerini iyi anlýyan kimseler, Derviþ Ahmed´in vâzlarýna çok kýymet verirler, çok istifâde ederlerdi. Anlýyamadýklarý sözler olursa, îtirâz etmezler; "Derviþ Ahmed boþ söz konuþmaz. Çünkü o, kendi irâdesi ile konuþmuyor, muhakkak konuþmalarýnda bir hikmet vardýr." derlerdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, sohbet edilecek ve berâber bulunulacak kimseyle alâkalý ola­rak; "Ehil olmayan bir kimse ile oturmak; insaný, dar bir zindanda olmak­tan daha çok sýkar." buyurdu.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve dâmâdý Ebû Osman Hîrî Niþâbûrî anlatýr: Bir gün ona; "Aklý baþýnda bir kimse, kendisine zulmeden birini mâzur görebilir mi?" diye soruldu. O da; "Evet, mümkündür. Ama o zulmedeni, kendisine Allahü teâlâ tarafýndan gönderilmiþ bir nîmet olarak bilirse!.." buyurdular.

Evliyânýn önde gelenlerinden Ebü´l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbet arkadaþý Abdülvehhâb-ý Þa´rânî haz­retleri anlatýr: "Bir gün Ebü´l-Fadl´ýn yanýnda bir derviþi övdüm. Bana; "Beni onunla buluþtur. Görmek isterim." buyurdu. Birlikte gittik. Derviþi bulduk. Derviþ Ebü´l-Fadl´ý görünce, korkudan çeþitli hallere girdi. Nere­deyse aklý baþýndan gidecekti. O zaman Ebü´l-Fadl hazretleri; "Bu ne bulursa yer. Verâ, haram ve þüphelilerden kaçma hâli yoktur." buyurdu. Sonra meâlen; "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden) þeytan çarpmýþ kim­seler gibi çarpýlmýþ olarak kalkarlar." (Bekara sûresi: 275) âyet-i kerîme­sini okudu."

Evliyânýn büyüklerinden Fudayl bin Ýyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýnsanýn, yanýnda bulunanlarla tatlý tatlý sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile davranmasý, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayýrlýdýr."

Harput´un büyük velîlerinden Hacý Tevfik Rýfký Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine halktan bâzýlarý; "Bu kadar ilim öðrendin, ama sonunda bir mektebe hoca oldun." dediklerinde; "Siz benden ne bekli­yordunuz? Bir köþede oturup, ciltler dolusu kitap yazmamý mý? Yoksa kulluk borcunu dahi yerine getirmekten âciz olan insanlar gibi meydan­lara çýkýp; "Ýslâmiyeti kuralým." diyerek nârâ atýp dolaþmamý mý? Yine cevâbýný vereyim. Eser yazmaya gelince, bize öðretenler bile buna cüret göstermedi ki, biz onlardan öðrendik. Yüce mukaddes kitabý okuyup, bunu tefsîr etmemi bekliyorsanýz bu câhilliktir ve aptallýktýr. Çünkü buna þu Tevfik´in gücü yetmez. Kafasýna göre tefsîr eden ve o ufacýk beyni ile anladýklarýný yorumlayan, anlatan ve kendinden bir þeyler katan ise î- mânsýz olur. Onun için derim ki, bu dünyâda en büyük hüner, insan ye­tiþtirmektir. Yok eðer meydanlarda, din elden gidiyor, diye nutuk atmamý istiyorsanýz, iþte bu en büyük aptallýktýr. Ýslâmiyeti kurtarmayý býrakalým, Ýslâmiyetle kurtulmaya bakalým. Siz ve biz kimiz ki? O yüce dînin koru­yucusu ve gözeticisi yüce Mevlâ´dýr. O, bu dîni insanlarýn kurtuluþu için göndermiþtir. Ama bu yolda cihâd ayrý bir husustur. Mücâdeleyi elden býrakmak anlamýna yormayýnýz. Çalýþýnýz, öðreniniz, yaþayýnýz ve çalýþ­týrýnýz, öðretiniz ve yaþatýnýz. Bunlarý yapabiliyorsak, bizler çok bahtiyar ve mesuduz." buyurdular.

Hacý Tevfik Efendi, uzun boylu, zayýf bir bünyeye sâhipti. Yüzündeki tebessümü hiç eksik etmezdi. En sýkýntýlý ve en kederli anlarýnda bile; "Ben kederli isem elâleme ne?" diyerek kendi dert ve elemi ile baþkala­rýný huzursuz etmez ve üzmezdi. O sýkýntýlý hâli ile baþkalarýna sert mu­âmele etmekten dâimâ kaçardý. Þefkatli nazarlarý ile karþýsýndakileri kendisine çeken mânevî bir kuvvete sâhipti.

O, bilgisi ve ilmi az olan kimselerle konuþtuðu zaman onlarýn sevi­yesine inerek, anlayacaklarý dilde nasîhat ederdi. Bu durum karþýsýnda ahâliden bâzýlarý; "Efendi siz âlim birisiniz. Bu câhillerle neden oturuyor­sunuz? Siz bunlarý adam edemezsiniz." demeleri üzerine çok üzülen Tevfik Efendi; "Ýnanan ve îmâný olan kimselere câhil denilemez. Hakka ve hakîkate inanmayan en büyük câhildir. Öðrenmeyen olmasaydý öð­retene ne iþ düþerdi." buyurdular.

Âlim ve evliyânýn büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birgün "Îsâr nedir?" diye sordular. Cevâbýnda; "Baþ­kalarýnýn lezzetini ve rahatlýðýný, kendi lezzet ve rahatlýðýna tercih et­mektir." buyurdular.

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe-i Kýzýlayak (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) dünyâ malýna tamah edenlere; "Altýn alma, duâ al. Duâ al­týndan daha kýymetlidir." buyururdu. Hiç kahkaha ile gülmezdi. Kahkaha atanlarý gördüðünde; "Sýratý geçmeden nasýl gülebiliyorsunuz, þaþýyo­rum. Müs- lüman sýratý geçtikten sonra güler." derdi. Birisi halk arasýndaki âdete da- yanarak; "Gece týrnak kesmede mahzur var mýdýr?" diye so­runca; "Pis- lik, görüldüðü anda yok edilir." buyurdu.

Muînüddîn-i Çeþtî?nin talebelerinden Hamîdüddîn Nâgûrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün hocasý; "Sen dünyâ ve âhirette muazzez ve mükerrem olmayý ister misin?" buyurdu. Hamîdüddîn; "Ku- lun isteði olmaz, Mevlânýn isteði olur." dedi. Ondan sonra Hâce Muî- nüddîn, Hâce Kutbüddîn´e de hitâbla ayný sözleri söy­ledi. O da cevâbýn- da; "Kulun ihtiyârý, yâni isteði yoktur, hüküm olunan sizin ihtiyârýnýzdýr." diye arz etti. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeþtî bu­yurdu ki; "Dünyâyý terk eden, âhireti düþünmeyen Sultân-ý târikîn, yâni terk edenlerin sultâný Hamîdüddîn Sûfî´dir." Bu günden sonra lakabý, Sultân-ý târikîn kaldý. Hamîdüddîn-i Sûfî, Behâüddîn Zekeriyyâ´ya yaz­dýðý bir mektubunda bu- yuruyor ki: "Âlimlerimizin söz birliði ile, nasslarýn ve hadîs-i þerîflerin be- yânýna göre, dünyâ ve dünyâlýklar Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmaya mânidir. Allahü teâlâ ile kul arasýnda perdedir."

Anadolu´da yaþayan evliyânýn ve âlimlerin büyüklerinden Ýbrâhim Hakký Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) için þiir, bir vâsýtadýr. Ona gö- re þiir Hakk´ý anlatmalýdýr. Edebi bildirmelidir. Hakk´ý anlatmak için, kale- min âþýkýn elinde olmasý gerekir. Ancak o zaman Hak âþýðý, Hakk´ý anla- tacaktýr. Þiirde sevgiliye (Allahü teâlâya) yer verilince, o kýymet ka­zanýr. Sevgiliden bahsetmeyen þiirde güzellik aramak boþunadýr. Þiir böyle o- lunca hikmettir.

Þiirleri, Dîvân´ýnda ve yer yer Mârifetnâme´sinde yer almaktadýr. Mârifetnâme´deki þiirlerin pek çoðu dîvânýndan alýnmýþtýr. Yalnýz bu e- serde yer alan ve mevzûlarý toplayarak anlattýðý þiirler, öðretmek içindir ve bir bakýma iþlediði konularýn özeti durumundadýr. O, bu þiirlerinde hep Hakkî mahlasýný kullanmýþ ve hep kendisine öðütlerde bulunmuþtur. Þiir- lerinin büyük bir kýsmýný Türkçe ile yazmýþtýr. Ayrýca Arapça ve Farsça ile yazdýðý þiirleri de vardýr. Daha çok bu þiirlerde; Hakkî yanýnda Ferdî mahlasýný da kullanmýþ olmasýna raðmen, en fazla Fakîrî mahlasýna yer vermiþtir. Ýbrâhim Hakký´nýn bu mahlasý kullanmasý hocasýna olan baðlýlýðýnýn tezâhürüdür. Bir de insanýn aczini bu kelimede görmüþtür.

Hindistan evliyâsýnýn büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlýk yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaþmýþ olduðu hâlde, bunlarý açýða çýkarmayý istemezdi. Hattâ talebelerinden bâzýlarý; "Efen­dimiz! Bu kadar sýrlar ve vâridât yâni mânevî hâller içerisinde bulundu­ðunuz hâlde, bunlarý bu kadar örtüp, gizlemenizdeki sebep nedir?" diye arz ettiler. Cevâbýnda; "Söylenmesi ve yazýlmasý doðru ve lâzým olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve ba­bam) tarafýndan söylenmiþ ve yazýlmýþlardýr. Bu zamanda onlarýn söyle­yip yazdýklarýndan daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur." buyurdu.

Büyük velî, fýkýh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Ýmâm-ý Kuþeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) her düþmanlýðýn kalkmasý ümid edilir. Yalnýz kýs- kançlýktan sonra düþmanlýk edenin düþmanlýðýnýn kalkmasý ümid edil- mez.

Tebe-i tâbiînin ve evliyânýn büyüklerinden olup, Mýsýr´da yetiþen meþhûr hadîs ve fýkýh âlimlerinden Leys bin Sa´d (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatýyor: Bir zamanlar halife Hârun Reþîd´in yanýna gittim. Bana; "Ey Leys! Sizin memleketinizin insanlarý ne hâldedir?" diye sordu. Ben; "Memleketimizin hâli, Nil nehrinin hâli gibidir. Nasýl Nil nehrinin rengi, onun kaynaðýna, baþýna baðlý ise, bizim iyiliðimiz, baþýmýzdaki rei­simize baðlýdýr. Eðer Nil nehrinin kaynaðý bulanýk olursa, Nil nehri de bulanýk akacaktýr. Fakat nehrin baþý saf ve berrak akarsa, Nil nehri de, o zaman saf ve temiz akacaktýr." dedim. Bunun üzerine halife: "Çok doðru söyledin, ey Ebû Hâris (Leys)!" dedi.

Medîne-i münevverede yaþayan âlim ve velîlerden Ýmâm-ý Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda, Zehebî þöyle anla­týr: "Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniþ bir ilim, keskin anlayýþ, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi, fýkýhta, fetvâda kâidelerin sýhhatinde önde gelen bir zât idi. Fetvâ ver- mede aceleciliði sevmez, çok kere "Bilmiyorum" derdi. Ve; "Ýlmin kal­kaný bilmiyorum demekdir." buyururdu.

Birgün Halife Hârûn Reþîd; "Yâ Ýmâm senin kitaplarýný çoðaltýp, her yere göndereceðim. Herkesin bunlara uymasýný ve senin mezhebinde olmalarýný emir edeceðim." dedi. Ýmâm-ý Mâlik; "Yâ halîfe, hadîs-i þerîfte; "Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfý rahmettir" buyruldu. Âlimlerin ihtilâfý, Alla- hü teâlânýn rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rah­met- ten mahrum býrakýlamaz. buyurdu" Bunun üzerine halîfe bu arzu­sundan vazgeçti.

Evliyânýn büyüklerinden Ýbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: ?Sanatý olmayan kiþiyi sevmem. Zîrâ herkesi dilen­mekten kurtaracak þey, onun sanatýdýr.?

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Errahmân demek; Allahü teâlânýn, dünyâda iyi ve kötü herkese ihsân etmesi demektir."

Muhammed bin Fadl hazretleri; Hacca giderken Niþâbûr´a uðradý­ðýnda, sohbet etmesini istediler. Muhammed bin Fadl, Kürsiye çýkarak; "Allahü teâlâ büyüktür. Allahü teâlânýn zikri büyüktür. Rýzâ, en büyük olan Allahü teâlâdandýr." dedi ve kürsiden indi.

Tâbiîn devrinin meþhurlarýndan ve evliyânýn büyüklerinden Muham- med bin Ka?b el-Kurazî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Yeryü- zü iki kiþi için göz yaþý döker: Birincisi, üzerinde Allahü teâlâya ibâdet e- dip, sâlih amel iþleyen, ikincisi de üzerinde Allahü teâlâya günâh ve is- yânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah iþleyen ona çok aðýrlýk ve- rir.?

Tâbiînden Muhammed bin Sûka (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine Muhammed bin Münkedir, sordu: ?Yâ Ebâ Abdullah! Sana en hoþ gelen amel hangisidir?? Muhammed bin Sûka hazretleri de ?Mümini sü­rûra boðmaktýr.? buyurdular. ?Ondan sonra hangisidir?? dedi. ?Kardeþlere ikrâm etmektir.? buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Þüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nafakasýný temin etmek için Eþmûn beldesinde devecilik yapardý. Hasad zamânýnda, ücret ile istiyenlerin buðdaylarýný taþýrdý. Fakat, de­vesine baþkalarý gibi çok yük yüklemez, az birþey yüklerdi. Bu yüklediði az bir buðday un yapýldýðýnda, diðerlerinin çok buðdayýndan daha bere­ketli olurdu.

Tabiînden hadîs ve fýkýh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahme- tullahi teâlâ aleyh) herkesin kendi aybýný görmesini isterdi. Eðer insan kendi ayýblarýyla meþgul olursa; baþkalarýnýn ayýblarýný görecek ve onlarla uðraþacak zaman bulamayacaðýný beyan eder ve ?Ýnsanlarýn pek çoðu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarýný unutup, baþkalarýnýn hatala­rýný anlatan ve onlarla uðraþan da yine kendileridir.? buyurdular.

Ýstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tefsîr ve fýkýh ilmi, en üstün ilimlerdir. Bunlardan sonra tasavvuf ilmi gelir. Tasavvuf, nefsi ve kalbi temizlemek demektir. Cenâb-ý Hakk´ý, bütün hakîkatiyle bilmek kâbil deðildir. Peygamber efendimiz, "Cenâb-ý Hakk´ýn nîmetlerini tefekkür ediniz. Zât-ý ilâhiyyeyi tefekkür et­meyiniz. Çünkü zât-ý ilâhiyyenin kadrini takdir edemezsiniz."

Ynt: Sohbet By: armi Date: 01 Þubat 2010, 04:01:03
Tâbiîn devrinde Kûfe?de yetiþen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Dünyâ ehlinden bir kimsenin hüznü, müslümanýn hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü- min, hayatta lâzým olacak nafakasýný kazanmak hususunda, dünyâ ehli- nin çektiði hüzün ve meþakkatlara katlanmaktadýr. Bir de onun, dünyâ ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardýr.?

Tâbiînden velî ve büyük bir fakîh (Ýslâm Hukûku âlimi) Recâ bin Hayve (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Ýslâm, insaný îmân nî­metiyle süsler. Ýnsanýn; îmânýný, takvâsýyla; takvâsýný, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumuþaklýðý ile; hilmini de rýfk, tatlýlýk ile süslemesi ne kadar gü­zeldir.?

Recâ bin Hayve hazretleri, bir gün Abdülmelik bin Mervân?ýn ya­nýnda bulunuyordu. Orada, birisinden kötü bir þekilde bahsedildi. Abdül- melik; ?Vallahi! Allahü teâlâ nasîb ederse, elime geçtiðinde, ben ona yapacaðýmý biliyorum? dedi. Bir gün o þahsý yakalamýþ, ona cezâ vermek üzere kalkmýþtý. Bu sýrada, orada bulunan Recâ bin Hayve; ?Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ, sana istediðin þeyi nasîb etti (Sen böyle arzu etmiþtin. Allahü teâlâ da sana, istediðin gibi fýrsatý verdi). Öyleyse, sen de Allahü teâlânýn sevdiði bir þey olan, affý yap. Bu söz üzerine, Ha­lîfe Abdülmelik bin Mervân, o þahsý hemen affetti ve ona ihsânlarda bu­lundu.

Baðdât velîlerinden Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sýrrýný muhâfaza etmek, kalbini kötülüklerden korumak ve farzlarý edâ etmek, Allah´a yakýn olanlarýn vasýflarýndandýr."

"Üns; Allahü teâlâdan baþka her þeyden uzaklaþýp, Allahü teâlâ ile olmaktýr."

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin güzel sözlerini talebe- lerinden Hâce Ziyâüddîn Künûz-ül-Fevâid adlý eserinde topladý. Þeyh hazretleri bu eserde talebelerinden birine þöyle vasiyet ettiði yazýlýdýr: "Peygamber efendimizin bildirdiði hadîs-i kudsîde buyruldu ki: "Lâ ilâhe illallah kal´amdýr. Bunu okuyan, kal´ama girmiþ olur. Kal´ama giren de, a- zâbýmdan kurtulur." Kal´aya girmek üç türlüdür. Zâhir, bâtýn ve hakîkat ile girmek. Zâhir kal´asýna giren, havf ve recâ ile Allahü teâlânýn gadabýn- dan korkup, rahmetini umarak Allah´tan baþkasýný yok etmelidir. Zîrâ bü- tün âlem, düþman veya dost olsa, Allahü teâlânýn hükmü, irâdesi olma- dan hiçbir kimse, hiçbir fayda ve zarar, iyilik ve kötülük yapamaz. Nite- kim, Allahü teâlâ, En´âm sûresi on yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Eðer Allah sana bir belâ, dert dokundurursa, onu O´ndan baþka açacak (giderecek) kimse yoktur. Sana bir hayýr dokundurursa (verirse), onu de- vâm ettirmeye ve her þeye O kâdirdir" buyurdular.

Bâtýnî kal´a ise, ölümden önce bu fânî sarayda (dünyâda olan her þey), devamlý ve bâkî deðildir ve yokluk kalemi onun üzerinden geçmiþ­tir. Nitekim Hak teâlâ, er-Rahmân sûresi 26. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzünde olan her þey fânîdir" buyurdu. O hâlde dünyâdaki þeylerin varlýðýna ve yokluðuna bakmamalý, bâtýnýna, özüne bakmalýdýr.

Hakîkat kal´asý þudur ki: Cennet isteði, Cehennem korkusu kalbe gelmemeli, Hak´tan baþkasýna kalbde yer vermemelidir. Nitekim Kamer sûresi 54 ve 55. âyet-i kerîmelerde meâlen; "Þüphesiz takvâ sâhipleri Cennetlerde aydýnlýklar içindedirler. Rýzâ gösterilen bir yerde... Kudre­tine nihâyet olmayan bir Melik´in (her þeye hâkim bulunan Allahü teâlâ- nýn) huzûrundadýrlar" buyruldu. Oraya kavuþunca, Cennet kendili­ðinden kazanýlmýþ olur. Cehennem ondan kaçar.

Tâbiîn devrinde Kûfe´de yetiþen müctehid imamlarýn büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bildirdiði hadîs-i þerîflerden bâzýlarý: "Aðýzlarýnýz Kur´ân-ý kerîm´in yollarýdýr. Onlarý mis­vak ile temizleyiniz."

"Müslüman bir kadýn, hamileliði boyunca, doðum yaptýðý esnada ve çocuðunu emzirdiði sürece, Allah yolunda cihad edenler gibidir. Bu es­nâda vefât ederse þehîd sevâbý alýr."

Tâbiîn devrinde Medîne´de yetiþen yedi büyük âlimden biri olan Sa- îd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hangi þe­rif, hangi âlim, hangi fâzýl olursa olsun, mutlaka bir aybý vardýr. Ama öy­leleri vardýr ki, ayýplarýný anlatmak doðru olmaz. Bir kimsenin fazilet ta­rafý, ek- sik tarafýndan çok olursa, eksiði fazileti için baðýþlanýr."

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Eðer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmýn ümmetinde, Ýmâm-ý A´zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydý, bunlar yahûdîliðe ve hýristiyanlýða dönmezdi."

Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâdan baþka yardýmcý, Resûlullah e- fendimizden baþka delil, takvâdan baþka azýk, sabýrdan baþka amel yok- tur."

"Allahü teâlâ ruhlarý yaratýp; "Ben sizin Rabbiniz deðil miyim?" ke­lâmýna, evet dediðimi, ayrýca annemin karnýnda bulunduðum zamanki hâlimi hatýrlýyorum."

Selâhaddîn Uþâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreterine ait bir þiir:



Nice bir meyledesin bezm-i belâya nice bir.

Nakd-i ömrün versin bâd-ý hevâya nice bir.



Nefsin arzularýna uydun ulaþtýn ey dil!

Uðradýn varta-ý uzmâ-yý cefâya nice bir.



Çek elin fânî cihândan yürü insaf eyle gel,

Bu kadar gaflet-ü-raðbet bu fenâya nice bir.



Þems-i ikbâlin eriþmekte gurûba gözün aç.

Hâb-ý Gaflette sarýlmaklýk gýtâya nice bir.



Gelmedin kendine bir ibret alýp âlemden,

Bu kadar dâiye bî katre-i mâye nice bir.



Hâb-ý gafletten uyanmaz mý gözün bîçâre,

Ýntibah ermedi bir azm-i bakâya nice bir.



Ey Salâhî yürü sen Hak kulluðuna meþgûl ol,

Nice bir kul olasýn nefsi hevâya nice bir.



Hindistan´ýn büyük velîlerinden Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Þihâbüddîn Devletâbâdî´ye yazdýðý bir mektubunda buyurdular ki: "Azîz, olgun ve âlim kardeþim, Kâdý Þihâbüddîn! Allahü teâlâ kalbinizi yakîn nûrlarý ile ýþýklandýrsýn. Bu derviþ Eþref´in fakîrâne duâlarý kabûl buyrul- sun. Bâzý sözleri ihtivâ eden mektubunuz geldi.

Allahü teâlâdan ilâhî bir inâyet, nihâyetsiz bir himâye ile ve bu bü­yüklerin iltifât ve teveccühleri ile, tasavvuf pýnarýndan bir yudum, kalbe âit çeþmelerden bir içim tadan kimseye müjdeler olsun. Bunu en yüce bir devlet, en yüksek bir saâdet bilmelidir. Zirâ ezelî bir inâyet, yardým ol­mazsa, bu þerefe kavuþulamaz. Bu, Allahü teâlânýn büyük bir ihsânýdýr. Bu bir yudumun derecesi, Ýmâm-ý Gazâlî hazretlerinin þu sözünden bir parça anlaþýlabilir. O buyuruyor ki: "Bu ilimden nasîbi olmayanýn âkýbeti­nin kötü olmasýndan, yâni îmânsýz gitmesinden korkarým. Nasîbin en azý; hakîkat ehlini tasdîk ve tasavvuf ehlinin büyüklüðünü teslim etmek­tir." Gizli þirk denizinin korkunç felâketlerinden kurtulmak, bu akîdenin yardýmý olmaksýzýn ele geçmez. Çeþtiyye büyüklerinin yapageldikleri zi­kirlere devâm ediniz. Ýnþâallah böylece ilerlemek nasîb olur.

Bu mektubumu size getiren Þeyh Radî´nin, Sultan Ýbrâhim ile görü­lecek bir iþi vardýr. Ýyi ahlâkýnýzdan dolayý ona yardým edeceðinizi ümîd ederiz. "Bir müminin kalbini sevindirmek deniz gibi, diðer ibâdetler ise damla gibidir" ve "Allah yolunda ayaklarý tozlananýn cesedini, Allahü teâ- lâ Cehennem´e haram kýlar" müjdeleri gereðince, elinizden gelen yar­dýmý yapacaðýnýzý ümîd ederiz.

Zaman zaman kýymetli vakitlerinizi alan baþ aðrýtýcý mektuplar yazý­yorum, kusûrumu baðýþlayýnýz."

Evliyânýn büyüklerinden Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ömrü, hep muhabbetten, sevgiden konuþmak, Allahü teâlâ- nýn rýzâsýný kazanmaya dâvet etmekle geçti. Sözlerinin tatlýlýðý gö­nülleri alýr, dinleyenlere ferahlýk verir, hayranlýk býrakýrdý. Peygamber efendi- mizin; "Allahü teâlâ refîktir. Yumuþaklýðý sever, sertlik edenlere vermedi- ði þeyleri ve baþka hiçbir þeye vermediðini yumuþak davranana ihsân eder." emrine uyup, öyle hareket ederek yaþadý.

Hindistan´da yetiþen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýmâm-ý Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin mübârek sînelerinden, büyükler yolunun feyz ve nûrlarý, coþkun bir sel misâli öyle akmakta idi ki, onu sevenlerdeki bütün karartý ve lekeleri, kalbden silip götürürdü."

Cezâyir´de yetiþen, hadîs, kelâm, mantýk ve kýrâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vâz ve nasîhatlerinde hep âlimlerden anlatýr, onlarýn sözlerini naklederdi. Kendinden hiçbir þey söylemezdi. Sohbetleri çok bereketliydi. Vâzlarýnda herkesin arzu ettiði öyle güzel meseleleri anlatýrdý ki, sohbette bulunan herkes; "Sâdece benim için konuþuyor. Yalnýz benim arzu ettiðim þeyleri anlatýyor." derdi. Sohbeti o kadar tesir­liydi ki, sohbette bulunan herkes murâkabe hâline dalar ve kendisini âhiret düþüncesi kaplardý. Onun vâz meclisi hiç boþ kalmazdý. Herkese hâline göre konuþur, o kimsenin istidâdý ne ise, o nisbette anlatýrdý. Soh- bet olmadýðý zaman, dudaklarý devamlý Allahü teâlânýn zikri ile hare­ket ederdi. "Hakîkî kulluk; tam bir gönül kýrýklýðý içinde, boynu bükük ola­rak ve emirlere tam itâat edip, yasak edilenlerden kaçýnmaktýr." buyu­rurdu.

Her hâli Ýslâmiyete ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygun olan, Hindistan´ýn büyük velîlerinden Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbeti sýrasýnda buyurdular ki: "Son­suz nîmetlerin sâhibi Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efen­disine salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ hepimizi dâimâ kendisiyle bu­lundursun ve mâsivâ ile meþgûl olmaktan bizleri korusun.

Beyt:

Allah sevgisinden baþka ne varsa,

Hepsi câna zehirdir, þeker dahî olsa.



Allahü teâlâ sonsuz ihsânýyla kendi rýzâsýna uygun yaþamamýzý nasîb eylesin. Çok eski bir düþman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, is­ter düþmaný olsun hiç kimseyi kendi hâline býrakmaz ve hiç kimseye acýmaz. En sonunda herkesi aldatarak vefâsýzca ebediyyen terk eder. Akýllý o kimsedir ki, þu birkaç günlük ömründe Allahü teâlâya kulluk ede­rek, O´nun vâd ettiði sonsuz saâdet yolunu tutar.

Beyt:

Saâdet topu ortaya kondu,

Topu kapan yok, erlere n´oldu?



Bütün hareketlerde, yemede, uyumada, konuþmada, ahkâm-ý Ýslâmiyyeye tam uymalý, bilhassa bu zamanda, giyinmede dikkatli olma­lýdýr. Erkeklere ipek elbise giymek haramdýr. Âdet hâlini almýþ olan bu tehlikeye düþmemek için çok uyanýk olmalýdýr. Allahü teâlâdan baþka hiçbir þeyin aslâ kalbinize gelmemesi için zikre çok devâm ediniz. Bu hâle bu yolun büyükleri "kalbin fâni olmasý" demiþlerdir.

Osmanlý Devletinin kuruluþ yýllarýnda Anadolu´da yaþayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine "Kimlerin sohbetinden kaçýnalým?" dediler. Cevaben buyurdular ki: "Dünyâyý sever, malý sever ve makâmý sever. Bunlar âlim için rüsvâylýk- týr. Böyle olanlardan kaçýn!"

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Ti- mûr Han hakkýnda þöyle buyurdu:



TÎMÛR HAN



Bu dünyânýn en büyük, devlet adamlarýndan,

Âlim ve evliyânýn, dostu idi Timûr Han.

Seyyid Emir Külâl´in sohbetinde bulundu,

Mânevî evlâtlýða, hem de kabûl olundu.

.

Bir ara Semerkand´a, yerleþince Timûr Han,

Buhâra´ya gitmeði, arzû etti bir zaman.



Seyyid Emîr Külâl´e, gönderdi þu haberi;

"Buhârâ´ya gelmeme, var mý müsâdeleri?



Eðer izin yok ise, oraya gelmemize,

Lütfedip kendileri, gelsinler ülkemize,



Hocamýzý görmeði, çok arzû ediyoruz,

Nasýl uygun olursa, tâlimat bekliyoruz."



Hazret-i Emîr Külâl, bu haber üzerine,

Oðlu Emîr Ömer´i, göndermiþti yerine,



Buyurdu ki: Ey oðlum, git söyle Timûr Hâna,

Biz râzýyýz kendinden, duâcýyýz çok ona.



Lâkin onun gelmesi, uygun deðil bu yere,

Mümkün deðil bizim de, gitmemiz o yerlere.



Alah´ýn rýzâsýný, istiyorsa Timûr Hân,

Tembih et, ayrýlmasýn, adâlet ve takvâdan.



Eðer bu tembîhimi, yaparsa iyi olur,

Kýyâmette azaptan, ancak böyle kurtulur.



Eðer dünyâ malýna, meyl ederse kendisi,

Bizim duâmýzýn da, hiç olmaz fâidesi."



Bu haberi alýnca, hocasýndan Timûr Han,

Oðlu Emir Ömer´e, þöyle dedi o zaman:



"Söyleyin benden taraf, lütfen pederinize,

Buhârâ´nýn mülkünü, vereyim emrinize."



Emir Ömer cevâben dedi: "Ýzin yok buna."

Timûr Hân bu sefer de, þöyle söyledi ona:



Öyleyse filân þehiri, size baðýþlayayým.

Ýnþaallah bu teklifi, kabul eder üstadým.

Emir Ömer dedi ki: "Bunu da kabûl etmez,

Babam, dünyâ malýna, bir zerre kýymet ermez."



Timûr Han bu sefer de, dedi bulunduðunuz,

Köyü baðýþlýyayým, budur son umdumuz.



Emir Ömer cevaben dedi: "Tahmin ederim,

Bu teklifinizi de, kabûl etmez pederim.



O bana demiþti ki, ayrýlýrken oradan,

"Bizleri memnun etmek, istiyorsa Timûr Han,



Adâletten, takvâdan, ayrýlmasýn herhâlde,

Ancak böyle kurtulur, azaptan Kýyâmette."



Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleriyle olan sohbeti sýrasýnda; "Bizim yolumuzun esâsý soh­bet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzýmdýr." buyurdular.

"Sohbet, dünyâ baðlýlýklarýný keser ve hakîkî îmâný kazandýrýr. Es- hâb-ý kirâmdan bâzýlarýnýn; "Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat, sohbettir. (Yâni bir saat sohbet edelim de îmânýmýz yenilensin, kuvvetlensin.)"

Sýbgatullah Arvâsî hazretleri bâzý sohbetlerinde uzun zaman ko­nuþmazdý. Bu yüksek zümrenin hâllerini bilmeyen bâzý zâhir âlimleri, acabâ Þeyh niçin bize bir þeyler anlatmýyor dediklerinde; "Sükûtumuz­dan istifâde edemeyen, konuþmamýzdan da edemez." buyururdu.

Büyük ve meþhûr velîlerden Sýrrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatýr: "Bir gün bir hatâ iþledim. O hatânýn ateþi otuz yýldýr içimde durmakta, hatýrladýkça kalbim cayýr cayýr yanmaktadýr. Bir gün Baðdât þehrinde, dükkânýmýn bulunduðu semtte yangýn çýktý. Bütün dükkânlar yandýðý hâlde yalnýz benim dükkâným yanmamýþtý. Dükkâný­mýn yanmadýðý haberi gelince, "Elhamdülillah" diye Allahü teâlâya þük­rettim. Hemen akabinde, baþkalarýnýn zarâr ve ziyânýný düþünmediðimi hatýrlayýp, çok tövbe ve istigfâr ettim. Keffâret olarak dükkânýmdaki bü­tün mallarýmý fakirlere daðýttým. Fakat otuz yýldýr, kalbimden bunun acý­sýný silemedim."

Cüneyd-i Baðdâdî hazretleri þöyle anlatýr: "Bir gün Sýrrî-yi Sekatî hazretleri´nin yanýna gittim. Bana þunu anlattý: Her gün yanýma küçük bir kuþ gelirdi. Elimdeki ekmek kýrýntýlarýný yerdi. Bir kere bu kuþ bana doðru geldi. Fakat elime konup ekmek kýrýntýlarýný yemedi. Ben kendi kendime; "Ne hatâ iþledim?" diye düþündüm. Daha önce ekmekle berâber bir sebze yemiþtim. Bunu hatýrladým ve; "Bir daha þüpheli þeyler yemeye­ce- ðim." diyerek tövbe ettim. Bunun üzerine kuþ elime kondu ve elimdeki ekmek kýrýntýlarýný yedi."

Yine þöyle anlatýr: Hocam Sýrrî-yi Sekatî hasta iken, üç günde bir zi­yâretine giderdim. Bir defasýnda yanýna girdim, uyuyordu. Baþ ucunda aðlamaya baþladým. Göz yaþlarým yanaðýna düþtü. Gözlerini açýp ba­kýnca; "Bana nasîhat et." dedim. O zaman; "Kötü kimselerle sohbet etme. Ýyi kimselerle berâber bulunarak, Allahü teâlâya ibâdet et." bu­yurdu.

Þöyle anlatýlýr: "Sýrrî-yi Sekatî bir bayram günü meþhûr bir zâtla karþýlaþmýþ ve ona güler yüzlü olmayarak selâm vermiþti. "Neden böyle yaptýn?" diye sorduklarýnda, Sýrrî-yi Sekatî; "Peygamber efendimiz bir hadîs-i þerîfte; "Ýki mü´min karþýlaþtýklarý zaman, yüz rahmet aralarýnda taksim edilir. Bunlardan doksan rahmet, daha güler yüzlü olana verilir" buyurmuþtur. Ýstedim ki, o benden daha çok sevap alsýn" diye cevap verdi.

Afyon´da yaþayan büyük velîlerden Sultan Dîvânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin þiirlerinden birisi þöyledir:


Þem-i rûyýna cismimi pervâne düþürdü
Evrâk-ý dili âteþ-i sûzâne düþürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düþürdüm

Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düþürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var

Mevlâ´yý seversen beni söyletme gamým var!



Osmanlý velîlerinden Þa´bân-ý Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerini çok seven Kürekçi Mustafa isminde biri anlattý: ?Birisine bin iki yüz akçe borcum vardý. Onu ödemek için çok çalýþtýðým hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasýný isti­yordu. Ben her defâsýnda; ?Biraz daha mühlet ver.? diyordum. Bu duru­mun böyle devâm etmeyeceðini anlayýnca, bir velînin kabrine giderek; ?Yâ Rabbî! Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dün­yâlýk ihsân eyle!? diye duâ eyledim. Oradan ayrýldýktan sonra, aklýma Þa´bân-ý Velî hazretleri geldi. Huzûr-i þerîflerine vardýðýmda yanýnda kimse yoktu. Beni görünce, oturduðu minderin altýný iþâret ederek; ?Bu­nun altýndakileri al!? buyurdu. Elimi uzatýp, bir miktârýný aldým. Hepsini almadýðýmý görünce, bana; ?Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi.? buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldým. Sonra be­nim için el kaldýrýp; ?Yâ Rabbî! Bunu darda koyma.? diye duâ etti. Huzû­rundan ayrýldým. Tenhâ bir yere vardýðýmda paralarý saydým, tam bor­cum kadardý. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri hiç kimseye borçlanmadým, elhamdülillah.?

Tâbiînin büyüklerinden, meþhûr bir âlim ve velî Þa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cimri ile yalancýdan hangisinin Cehennem´in daha derinine atýlacaðýný bilmiyorum."

Yine buyurdular ki: "Peygamberlerden sonra ihtilâfa, anlaþmazlýða düþen her ümmette, mutlaka haksýzlar, haklýlara gâlip ve üstün gelmiþ­tir."

Hindistan?ýn büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fýkýh âlimi Þâh Veliyyullah-ý Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkýnda, Müftî Ahmed Kâgûrî diyor ki: ?Þâh Veliyyullah, aslý (kökü) kendi evinde, dallarý ise müslümanlarýn evlerine kadar uzanmýþ mübârek bir aðaç gibidir. Ýlim ve feyzi her tarafa yayýlmýþtýr.?

Hindistan evliyâsýnýn tanýnmýþlarýndan Þeyh Nûreddîn (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Mektûbât´ý vardýr. Bu Mektûbât´tan bir bölüm aþaðýya yazýlmýþtýr:

"Ömrüm boþa geçti. Ma´þûkun kokusunu alamadým. Hayret sahrâ­sýnda ve hasret meydanýnda baþý boþ top gibi döndüm durdum.

Beyt:

Bu ne biçim gece ki, sabah yaklaþmaz ona,

Bahtýmýn sabahý yok, sabahýn günâhý ne?



Yaþ altmýþý geçti, ok elden çýktý. Nefs-i emmârenin þerrinden kurtu­luþ olmadý. Elde hava, ciðerde ateþ, gözde yaþ kaldý. Piþmanlýk ve mah­cûbiyetten baþka kazanç, dert ve âhdan baþka yol yok. Ne kadar çýrpýn­dýysak da maksada kavuþamadýk. Rubâ´î:



Murâda erem dedim, hiç müyesser olmadý.

Yâr cefâsýndan piþmân olur dedim, olmadý.

Dedim ki belki zaman, bana yardýmcý olur.

Bahtým belki açýlýr, dediysem de olmadý.



Dünyâ aldanma yeri, nefs ziyânkâr, Hak ise çok gayretlidir. O hâlde kalbde nasýl neþe olabilir. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: "Ey Dâvûd! Günahkârlara müjde ver ki, ben gafûrum (çok magfiret ediciyim). Sýddîklarý da korkut ki, ben gayûrum (çok gayretli­yim)."

Gaziantep velîlerinden Þeyh Saçaklý (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin Antep ile Maraþ arasýndaki bir yolculuðu sýrasýnda H.1145 se­nesinde vefât etti. Her iki þehir halký arasýnda cenâzenin kendi þehirle­rine defnedilmesi husûsunda ihtilaf çýktý. Ýþin uzamamasý için bir hakem tâyin edildi. Hakem; "Cenâze hangi þehre yakýnsa oraya defnedilmesi uygundur." deyince, cenâzenin her iki þehre olan uzaklýðý ölçüldü. Ante- p´e daha yakýn olduðu anlaþýlýnca, Antep mezarlýðýna defnedildi. Türbesi bugün evler arasýnda kalmýþtýr. Ýbâdethânesi olarak bilinen yer, Aynî Bedreddîn Caddesi 29 numaralý evin içinde bulunmaktadýr.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Þumeyt bin Aclân (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Þaþýlýr þu kimseye ki, kalbi âhirete baðlý iken kendisine ufak bir þey tesir etse veya pire ýsýrsa, âhireti hemen unu- tuverir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz bi­rincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine; "Nefehât gibi bâzý kitaplarda, bâzý evliyâ için (kuddise sirruh) bâzý­larý için (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye suâl edince, þöyle buyurdular: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi ken­dinde, nefsinden bir þeyler kalanlar içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak, irþâdýn þartý deðildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoðu, irþâd makâmýna oturmuþlar, büyüklerin yolunda olup, faydalý olmuþlar­dýr."

Anadolu´da yaþayan büyük âlim ve velîlerden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri buyurdular ki: "Bizim yolumuzdaki yolcularýn faydalarý ana ve babalarýna da ulaþýr."

Tâbiînden, meþhûr hadîs âlimi ve velî Tâvûs bin Keysân (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Evinizden hiç çýkmýyorsunuz, hikmeti ne- dir?? diye sorduklarýnda; ?Ýdâreciler adâletten ayrýldý, halk fe­sâda uðradý. Peygamberimizin yolu unutuldu. Bunun için dýþarý çýkamý­yorum. Bir kim- se, kölesiyle evlâdýna ayný muâmeleyi yapamýyorsa, adâ­letten ayrýlmýþ- týr? dedi.

Evliyâdan ve büyük Ýslâm âlimlerinden Vekî´ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hak ehline târif edilen yol, esas gâyedir. Ona girmek ve ötelere ulaþmak için, sâdýk olmak lâzýmdýr. Baþka türlü olmaz."

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bütün hayýrlarýn hepsi, bir ev gibidir. Anahtarý da tevâzu­dur. Bütün kötülüklerin hepsi de, bir ev gibidir. Onun anahtarý da kibir­lenmektir. Nitekim, Âdem aleyhisselâmýn zellesinden dolayý tevâzu et­mesi ile affa ve ikrâma kavuþmasý ve Ýblis?in kibirlenmesi, kendisine hiç­bir þeyin fayda vermeyip zelîl olmasý buna delildir.?

Evliyânýn büyüklerinden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimi Zâhid (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir mektubunda þöyle yazdý: ?Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salâttan sonra; Ahmed?den, oradaki gönül ehli kar- deþlerime. Allahü teâlâ onlara iyilikler versin. Kendisine itâatte yardým eylesin. Allahü teâlâ, fadlý ve rahmeti ile, gönül ehli olan tasavvuf erbâ- býný üstün kýldý. O, dilediði þeye muktedirdir. Herkesin size muhab­bet göstermesi, Allahü teâlânýn lutf u ihsânýdýr. Hamd, Allahü teâlâ için­dir. O?na çok þükrediniz. Devâm üzere de ibâdet ediniz. Allahü teâlâ bizi ve sizleri âhirette sevdikleriyle birlikte bulundursun. Ýleride Ýnþâallahü teâlâ yanýnýza gelip bir müddet kalacaðým...?

Osmanlý âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurþînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bitlis?te iken bâzý Siirtliler yanýna gelerek Ýslâmiyeti anlatmasýný istediler. Onlarýn ýsrarlý istekleri karþýsýnda; ?Havalar soðuk olduðu için þimdi sizin oralara gelemem. Fakat ecel mühlet verirse Þubat ayýnda inþâallah geliriz.? buyurdu. Bitlis?e gidip büyüklerin kabirlerini ziyâret et­tikten sonra Nurþin?e döndü. Þeyh Abdurrahmân Bilvânisî onun ziyâre­tine geldi. Bir müddet kaldýktan sonra geri dönmek niyeti ile vedâlaþýp ayrýlýrken ona; ?Eðer gelmek istiyorsan Þubat ayýnýn baþýnda gel, yoksa gelme." diyerek o târihten sonra gelirse kendisini sað bulamayacaðýný iþâret etti.

Ziyâeddîn Nurþînî hazretleri, vefâtýna bir aydan az bir zaman kala kýzkardeþinin oðlu Muhammed Bâkî?nin evinde babasý Üstâd-ý Âzam Abdurrahmân Tâgî hazretlerinin evinin güzel idâre edildiðini, orada çok sayýda âlim ve tasavvuf talebesinin barýndýðýný, ayný zamanda her yöre­den pek çok kimsenin Nakþibendiyye yoluna girmek üzere baþvurdu­ðunu anlattýktan sonra buyurdu ki: ?Bu zamanda böyle durum büyük bir nîmettir. Çok þükretmek gerekir. Ama biz þükür borcunu yerine getiremi­yoruz.

Ziyâeddîn Nurþînî hazretlerinin tek oðlu olan Fethullah Efendi, ken­disinden sekiz gün önce vefât etti. Onun vefâtý üzerine; ?Senden önce vefât edeceðimi ve senin geride kalacaðýný sanýyordum. Fakat Allahü teâlâ böyle diledi. Böyle oluþunun hikmetini o bilir?? buyurdu. Oðlu def­nedildikten sonra hastalandý. Hastalýðýnýn ilk günlerinde; ?Molla Fethul- lah gitti. Görünen o ki, onun arkasýndan ben de kalýcý deðilim, böylece dünyâ yýkýlýyor.? buyurdu.

Son günlerinde Nakþibendiyye yüksek yolunun fazîletini anlatarak buyurdu ki: ?Bütün gücünüzü ve gayretlerinizi sonuna kadar kullanarak Nakþibendî nisbetine sâhib olunuz. Bu nisbet en pahalý mücevherlerden daha deðerlidir. Bu nisbet þu yöreden kalkmadan önce onu elde ediniz. Eðer bu yöreden kalkacak olursa bir daha Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî haz­retleri gibi biri bulunmaz ki Hindistan?a gitsin ve o nisbeti alýp getirsin.?

Son günlerinde hastalýðý ilerlemiþ olmasýna raðmen Kur?ân-ý kerîm okumayý ve sohbetleri terk etmiyordu. Hastalýðýnýn ve aðrýlarýnýn þiddet­lenmesine raðmen son günlerinde kendini tamamen Rabbine verdi ve bütün þuuru ile Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmak için gayret etti. Sýk sýk âile fertlerine ve diðer baðlýlarýna Ýslâmiyetin emir ve yasaklarýndan ay­rýlmamalarýný, Nakþibendiyye yoluna baðlý kalmalarýný, bütün bunlarý ya­parken de ihlâs ve saðlam bir niyete önem vermelerini tavsiye etti. Ev halkýndan birine yukarýdaki tavsiyeleri bildirince, ona; ?Peki bu konuda bize kim rehberlik edecek, bizi kim terbiye edecek?? diye soruldu. Soran kimseye hitâben buyurdu ki: ?Ýnsanýn niyeti hâlis, maksâdý sâdece Allahü teâlânýn rýzâsýna kavuþmak olunca, O kolaylýk ihsân ederek kendisine ulaþtýracak yollarý nasýlsa buldurur. Fakat hâlis niyet olmazsa O?nun desteðinden ve yardýmýndan mahrum kalýnýr.?

Muhammed Ziyâeddîn Nurþînî hazretleri son saatlerinde yalnýz kal­mayý tercih ediyor, çok az konuþarak kalbini bir noktaya baðlamak isti­yordu. Yanýna girmek isteyen dostlarýna ve ziyâretçilerine izin verirken; ?Buyursunlar, fakat beni çok konuþmaya zorlamasýnlar. buyuruyordu.










radyobeyan