Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Rical-i gayb By: armi Date: 31 Ocak 2010, 16:48:42
Rical-i Gayb
Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanýnýp bilinmeyen ve görül- meyen, Allahü teâlânýn emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adýyla isimlendirilmektedir. Ýmâm-ý Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî´nin ricâl-i gaybden olduðunu söylemektedir. (E. Ans. c.1, s. 14)
Þam Velîlerinden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden Aysâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin beldesinde, vazîfesi, hamur yo­ðurup ekmek yapmak olan bir kimse vardý. Bu kimse bir gün, hamurunu yoðurdu ve ekmek yaptý. Sonra câmiye geldi. Abdest aldý. Öðle namazý vakti idi. Namazýný kýldý. Ýkindiyi de kýlýp gitmek istedi. Ýkindi namazýnýn vaktinin girmesini beklemek üzere bir köþeye çekilip oturdu. Yorgun ol­duðu için uyuyakaldý. Seher vaktine kadar uyumuþtu. Uyandýðýnda tanýmadýðý birinin, mihrabýn üzerinde bulunan kandil­leri yaktýðýný gördü. Bu kimse kandilleri yaktýktan sonra, birini þadýrvanýn kapý­sýna astý. Akþam veya yatsý namazýnýn vakti gelmiþ olduðunu zannetti.

Bu sýrada ricâl-ül-gayb den (Allahü teâlânýn insanlardan gizlediði evliyâ kullarýndan) olan kýrk kiþi þadýrvana girip, kandil ýþýðýnda abdest aldýlar. Câmiye girip saf tutarak oturdular ve imâmý beklemeye baþladýlar. Olanlarý hayretle tâkib eden hamurcu, bu iþte bir gariblik olduðunu hissetti. Dýþarýya göz gez­dirdi. Hayreti daha da arttý. Çünkü vakit seher vakti idi ve sabah namazý­nýn vakti girmek üzere idi. Vakit girince o cemâatten birisi kalktý ve ha­murcunun o zamâna kadar duyma­dýðý, iþitmediði güzellikte, kalblere, rûhlara tesir eden çok güzel bir ezân okudu. O sýrada nûr yüzlü ve hey­betli bir zât içeri girdi. Onu görünce cemâat ayaða kalktý. Bu zât Ahmed Aysâvî hazretleri idi. Sünnetleri kýldýlar. Sonra Aysâvî onlara farzý kýl­dýrdý. Namazdan sonra kandilleri söndürüp çýktýlar. Hamurcu da daya­namayýp çýktý. Aysâvî onu görünce, kendisi hayatta iken bu hâli kimseye anlatmamasýný emretti. Bundan sonra Aysâvî ve o cemâat uzaklaþýp oradan ay­rýldýlar. Biraz sonra müezzin o câmide ezân okumaya baþladý.

Hamurcu bütün bu olanlardan iyice anladý ki, o cemâat ricâl-i gayb denilen kimseler idi. Câmide ezân okuyup, namaz kýlmalarýný kendisin­den baþka gören ve iþiten olmamýþtý. Bu hâl Aysâvî´nin bir kerâmeti idi ve bunun için kimseye anlatmamasýný söylemiþti. O da, Aysâvî hayatta iken bu hâli kimseye anlatmadý.

Osmanlý âlimlerinden ve velî Halîmî Çelebi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hak­kýnda nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânýnda, Molla Þemseddîn diye bir saray hocasý vardý. Teheccüd namazýný kýlan, iyi huylu bir zâttý. Yazmasý çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ý þerîfi ya­zýp bitirirdi. Yavuz Sultan Se­lîm Han, Mýsýr feth olununca, hocasý, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Þemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsýn." Halîmî Çe- lebi, pâdiþâhýn emrini Þemseddîn Efendiye bildir­dikten sonra, Þemsed- dîn Efendi yirmi beþ gün mühlet alýp, Halîmî Çelebi´nin evinde yazmaya baþladý. Ancak Halîmî Çelebi´yi ziyâ­rete ge­lenlerden bâzýlarý Molla Þemseddîn´le tanýþ olduklarýndan onun hücre­sine de uðrarlar ve çalýþ- masýna mâni olurlardý. Bunun için odasýnýn ka­pýsýný kilitle­yip ve üstten kapýnýn sürgüsünü çekip hýzla yazmayý sürdür­düðü sýrada âniden yanýnda bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup he­yecanlandý.

Bunun üzerine o kimse yaklaþýp, dizine yapýþtý ve; "Korkma, biz de senin gibi insanýz. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Þemseddîn, ka­pýlarýn kilitli ve pencerelerin demirli olduðunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduðunu an­ladý. Yazmayý býrakýp, sohbete baþladýlar. Ýlk önce þöyle sordu: "Arap diyârýnýn tamâmý fethedilip Osmanlý topraklarýna ka­týlacak mý? Yoksa dönüþten sonra tekrar baþka milletlerin eline mi geçe­cek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendi­rildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne´nin hizmeti ona ve nesline verildi. Þimdi Ýslâm pâdiþâhlarý arasýnda makbûl olan Âl-i Osman´dýr. Se­lîm Hân dahî evliyânýn dýþýnda deðildir." dedi.

Molla Þemseddîn dedi ki: Sultan Selîm´in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yýl vakti vardýr." dedi. Molla Þemseddîn tekrar sordu: "Konaðýnda oturduðum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: Þam´ý öteye geçemez, orada kalýr." Þemsed- dîn Efendi dedi ki: "Ya be­nim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kiþiye kendi ölüm zamânýný bilmek âdetullaha ters düþer. Hiçbir nefs nerede öleceðini bilemez." dedi. Þemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâ- lânýn bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarýnýz." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile ayný günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Ya­vuz Sultan Se- lîm Hân, üçünüzün de cenâze namazýnda hazýr bulunur." dedi. Koy- nundan bir arâkiyye (tiftikten ince baþlýk) çýkarýp, Þemseddîn Efen­diye; "Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çýka­rýp; "Bunu da Halîmî Çelebi´ye veresin" dedi. Bunun üzerine Þemseddîn Efendi; "Bana bir hâtýranýz olmaz mý." dedi. "Sana bir þey hazýrlamadým. Eðer kötü demezsen, ba­þýmdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Þemseddîn Efendinin istek göstermesi üze­rine baþýndaki arâkiyyeyi ona verip; "Kita­býný yaz bakayým, nice hýzlý yazarsýn göreyim." dedi. Þemseddîn Efendi yazmaya baþladý. Gaybden gelen o zât he­men gözden kayboldu.

Bu durumlarý Hasan Can´a anlatýp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaþtýr­masý için verdi. Hasan Can da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanýn hu­zûruna vardý. Olanlarý anlatýp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alýp, kok­ladý ve yüzüne saygý ile sürdü.

Pâdiþâh Mýsýr´dan Þam´a doðru yola çýkýnca, Halîmî Efendi hasta­landý. He­kimlerin ilaçlarý fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu za­man zaman ziyâ­ret edip kalbini hoþ tutmaya çalýþtý. Üçüncü günde, Ha­lîmî Çelebi vefât etti. Ayný gün, Molla Þemseddîn ve Pâdiþâhýn sarayýn­dan bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazý ayný yerde kýlýnýp, Yavuz Sultan Selîm Han hazýr bulundu.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör- dün­cüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin talebele­rinden biri, bir gece kendinde bambaþka bir hâl hissedip; "Ho- camýn yanýna gi­deyim, bakalým benim hakkýmda ne emreder ve ne buyurur?" diye düþündü. Sonra, Emîr Külâl´in yanýna gitti. bu talebesi þöyle anlatmýþtýr: "Gece vakti, va­rýp hocamýn odasýna girdiðimde, kala­balýk bir cemât vardý. Hayret ettim. Bun­lar, hiç görmediðim ve tanýmadý­ðým kimselerdi. Kalbalýktan oturacak yer kal­mamýþtý. Herkes baþýný eð­miþ, sessizce oturuyordu. Ben de baþka bir yere otura­rak baþýmý yere eðip beklemeye baþladým. Bir müddet böyle durdum. Sonra ba­þýmý kal­dýrýp baktým ki, odada hocam Emîr Külâl´den baþka hiç kimse görün­mü­yordu. Hocam bana bakýp; "Sana müjdeler olsun, þimdi sen artýk mak­sada kavuþtun, ama bunu gizli tut." buyurdu. Bundan sonra hocama; "Burada gördü­ðüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi?" diye sor­dum. Buyurdu ki: "Bunlar ricâl-ül-gayb denilen velî­lerdi. Aralarýnda Hâce Gülân ve Abdülhâlik Goncdüvânî de vardý. Bunlar öyle zâtlardýr ki, vefâtlarýn­dan önce ve sonra, Allahü teâlânýn dînine hiz­met ederler. Bugün sen de onlarýn sohbetinden (feyzinden) pay aldýn."

Evliyânýn büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Tâc-ül-Ârifîn lakabýnýn verilmesi þöyle an- latýlýr: Seyyid Ebü´l-Vefâ hazretleri ile hocasý, bir gün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüþmeden sohbet ettiler. Dördüncü gün hocasý ona, "Yâ Ebü´l-Vefâ! Her yýl bu gece, bütün ricâl-i gayb ehli, falan yerdeki sahrada hazýr bulunurlar. Orada Peygamber efendimiz de on­larla berâ ber bulunur. Þâyet o gecenin mâ­nevî feyzinden nasîbini almak istersen, bu gece orada hazýr bulunalým." dedi. Seyyid Ebü´l-Vefâ bu teklifi kabûl etti. Gece vakti olunca, hocasý ve Seyyid Ebü´l-Vefâ o sah­raya çýktýlar. Orada birçok evliyânýn ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduk­larýný gördüler. Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meþgûl ol­maya baþladýlar.

Bu esnâda gök gürültüsünü andýran bir ses duyuldu. Ondan sonra nurdan bir taç zâhir oldu. Onun ýþýðý her tarafý aydýnlattý. O nurdan taç, Allah dostu velîlere doðru geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzattýlar ise de ona eriþemediler. Nurdan taç, en sonunda Ebü´l-Vefâ hazretlerinin mübârek baþýna indi. Hocasý bunun üzerine; "Cenâb-ý Hak´tan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-Ârifîn!" dedi. Orada bulunanlar da Ebü´l-Vefâ´ya, Tâc-ül-Ârifîn dediler. Tâc-ül-Ârifîn ismini alan ilk zât Ebü´l-Vefâ hazretleridir.










radyobeyan