Ynt: Mecalisi Seb´a By: armi Date: 30 Ocak 2010, 15:07:53
Ey saki, önceden sunduğun o şaraptan,
İki koca sağrak sun da arttır neş´emizi.
Ya o şarabı tattırmaman gerekti bize;
Ya da değil mi ki tattırdın; küpün ağzını açtın; tamamiyle sarhoş etmen, yerlere yıkman gerek bizi.
Bu habere, âlemin de, âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemin rahmeti, Âdemoğullarının övüncü olan Zâtın eserleri hoş haberlerinden biriyle başlıyalım:
"Öyle bir varlıktı o ki varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları, sabah gibi âlemi nura garketmişti." Netekim hikâye ederler; bundan önce, yâni daha peygamber değilken Mekke´de bir kıtlık yüz göstermişti. Kâfirler, birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın; kaza ve kader kapısını çalsın ki kıtlık, halkın tozunu svurdu; ne hayvan kaldı, ne insan, ne bitki, yaşayış bitmek-tükenmek üzere; ne yapalım, ne edelim diye Abdülmuttalib´in katına geldiler. Abdülmuttalib, benim ne gökyüzüne yüztutacak, yalvaracak yüzüm var, ne yeryüzüne dedi; ancak alnımda Adnân´da karar eden, ondan Abdimenâf´in göbeğine geçen ve Abdimenâf tarafından bir müddet için Abdullâh´a verilen bir nur vardı ki Abdullah, onu emanet olarak Amine´ye teslim etti; şimdi o nur zuhur âlemine gelmiştir; onu getirin de onun hürmetine Tanrı´ya duâ edelim; dileğimizi dileyelim; belki onun yüzüsuyu hürmetine bir iş olur. Muhammed´i getirdiler; Abdülmuttalib, onu görünce ayağa kalktı; onu alıp bağrına bastı; götürüp başköşeye oturttu. Bir çocuğu başköşeye oturtuyorsun dediler. Evet dedi; görünüşte başköşede ben oturmuşum ama bâtın tapısından, o, senden ziyade onun hakkı diyorlar. Ondan sonra Abdülmuttalib, kullar, şehzadeleri nasıl okşarlarsa öylesine okşadı onu ve alıp Kabe kapısına getirdi. Onunla oynamakta, âdet olduğu gibi onu havaya atıp tutmaktaydı. Yârabbi dedi, bu, senin kulun Muhammed´dir. derken kendisini tutamadı, ağlamıya başladı. Önüne mı olmayan lütuf dadısı merhamete geldi; rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu, göke ağdı; bulutun gözüne vardı; yağmur yağmıya başladı. Çevredeki kuyular, çukurlar doldu; bitkiler suya kandı; ölmüş âlem dirildi. Daha çocukken, kutlu zâtı yüzünden puta tapan kâfirler belâdan kurtuldular; bu kıyamet şefaatçisi, bir gün şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişirse o sonu olmıyan, sınırı bulunmıyan rahmet, nasıl olur da inananları dertte, belâda bırakır? Bu, üstünlüklerinden birazıcığını duyup dinlediğin ulular ulusu şöyle buyurmadadır:
"Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Kullukta bulunmak, ibâdet etmek, suçlara kefarettir. İnsanlar iki çeşittir: Halkı yetiştirip geliştiren Tanrı´ya mensup bilgin, kurtuluş yolunda birşey belleyip öğrenen, bilgi elde etmiye çalışan kişi. İnsanların, bu iki çeşidinden gayrisi, hayvanların yüzüne gözüne konan küçücük sineklerdir. Cennet bahçelerinde yayılın, gezip tozun. Cennet bahçeleri nereleridir diye sorulunca dedi ki: Zikir halkalarıdır. Oralarda gezip tozmak ne demektir denince de, duaya kendini vermek, duâ etmek; kim bilgiyi ve bilginleri severse onun yanlış işleri, yanılarak işlediği küçük suçları hiç yazılmaz, dedi." Doğru söylemiştir Allah´ın elçisi.
Allah´ın rahmeti ve esenlik ona, kâinatın peygamberi, var olanların en ulusu, en iyisi şöyle buyurmaktadır: Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Çünkü bilgi, gönlün anlayışıdır. Anlayış diriliktir; anlayışsızlık ölümdür. Söz gelişi, elin birşey duymasa, soğuktan, sıcaktan haberi olmasa, yaradan haberi olmasa, elimden hayır yok, elim ölmüş dersin. Şimdi gönül ele testiyi al diye buyursa, el gönlün buyruğuna uymasa, elin bir özrü, bir derdi varsa o ele ölmüş demezler; çünkü gönlün buyruğunu anlamaktadır; o buyruğu yerine getirmeyi istemektedir; fakat derdinin savuşmasını bekliyor. Fakat gönlün buyruğundan hiç haberi olmıyan, o buyruğu hiç yerine getirmiyen, soğuk, yahut sıcak; ateş var, yahut yaralıyım diye duyduğunu gönüle haber vermiyen el ölmüştür. Böylece ibâdet sıcaklığının eseri nedir, suç işlemek soğuğunun eseri nedir, Tanrı azarına uğramanın tesiri nicedir; bunları bilmiyen insan da ölmüş ele benzer. O adam, görünüşte adamdır ama gerçekte yoktur. Hani bağların, bostanların başına korkuluk dikerler; geceleyin gören kişi, onu, adam sansın, bağı, bostanı bekliyor bellesin derler ya; ama o adam değildir ki. Gün ışıyınca ona bakanlar ,onu görenler ,adam olmadığını anlarlar. "Görürsün ki onlar sana bakıyorlar; fakat görmezler."(143)Sen de nefis, hevâ ve heves karanlığından çıkıp gönül sabahının ışığının vurduğu yere girer, gönül ışığıyla bakarsan, halkın çoğunu din bostanındaki korkuluk gibi görürsün.
Meydan geniş , fakat meydanda dolaşacak er yok;
Âlemin ahvali bildiğin gibi değil.
Görünüşte erenlere benzerler ama,
Özlerinde müslümanlığın kokusu bile yok.
Allah´a sığınırız. Sonra sevgili Peygamber ne buyuruyor? Kulluk, ibâdet, günahlara kefarettir. Yâni temiz işler, kötü ve pis işleri yokeder, temizler. Hani sen, filân kişi benim hakkımda şu çeşitli kötülükte bulundu, şu çeşit düşmanlık etti diye düşünürsün; öfkelenir, onu döveyim, zindana atayım dersin. Derken şu günde bu çeşit bir iyilik de yapmıştı, bu çeşit bir hizmette bulunmuştu, benim için filân kişiyle savaşmıştı diye düşünürsün; öfken yatışır, geçer; böyle bir dostu dersin, incitmek doğru değil; yaptığı hatayı bilerek, isteyerek yapmamıştır; ondan sonra da özer dilemiye kalkışırsın. İşte en üstün lütuf ve ihsan ıssı olanlardan daha da üstün kerem ve ihsan ıssı Tanrı da kötülüğe, bozgunculuğa karşı özür dilemek için kullara ibâdetlerde bulunmalarını buyurmuş, onlara kulluklar öğretmiştir. Netekim hastalıkları gidermek için ilâçlar yaratmıştır; günah kılıçlarının, oklarının, mızraklarının yaralarından korunmak için zırhlar, kalkanlar halketmiştir. Bir kılıç ustasına benziyen Şeytan, keskin kılıç yapar, kalkan ustasına benziyen akıl ve bilgi de kalkanı pek sağlam olarak düzer-koşar. Ok yonan nefis, temreni pek keskin yapar; tevbe zırhçısı da zırhın halkalarını sık, sağlam düzer-koşar. Bu, kahır yapıcısıdır; o, lütuf ustası. A kardeş, keskin kılıcın üstüne atılmadasın; tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme. Başka ne buyuruyor? İnsanlar iki çeşittir: Bilgin ve kurtuluş yoluna düşüp bilgi öğrenmeye çalışan. Bilgin, kılavuza benzer; yola gidenlerin işlerine yarar; fakat âhiret yolculuğuna düşmeyi gönlüne getirmiyen, kılavuzun kadrini ne bilsin? Bilgin, hekimdir; ağır hastalıkları giderir. Fakat hekimin kadrini, ağlayıp inliyen hasta bilir; altınını, malını-mülkünü feda eder; bunu da canına minnet bilir. Ölü ne bilsin hekimin kadrini. İlâç, derdi olan kişinin işine yarar; derdi olmıyan kişi ilâcı duysa bile kadrini ne bilir? Gözü ağnmıyan göz ilâcını ne yapsın? Ama gözü rahatsız olan kişiye yarım dirhem göz ilâcı yüzbinlerce kuruşa değer.
Hani duymuşsundur; hiç birşeyden haberi olmıyan biri,
Dişi ağrıyan birisinin halini-hatırını sormıya, dolaşmıya gitti.
Kederlenme buna dedi, yeldir, geçer-gider.
Dişi ağrıyan, evet dedi, öyle ama sana göre bu.
Bu gam bana demirden bir dağ gibi,
Ama değil mi ki senin dişin ağrımıyor; sana yel gelir.
Şimdi, birgün, aydınlığı gören, canı birgün o devleti tatmış olan kişi, o devletten ayrılır, mihnet gününe düşerse; güllükten, gülüstanlıktan, elma bahçelerinden, sonu gelmiyen şeker kamışlığından ayrılır, tikenlik bir yerin karanlığına uğrarsa, din yolunun bilgisini, nefsin düzenlerini, o düzenleri savuşturma yolunu, gönül ve din aydınlığına ulaşılacak yolu o kişi bilir. Adem´le Havva gibi; cenneti gördüler onlar; cennet nimetlerini tattılar onlar; derken nefsin kötülüğü, Ş e y t a n´in düzeni yüzünden ansızın suç işleme buğdayını yediler; "Hepiniz de inin cennetten" (144) hükmüyle cennetlerin bahçelerinden, o güllük-gulüstanlıktan böylesine bir zindana, böylesine bir yeryüzüne düştüler. Nice yıllar ağlayıp inlediler; ellerine başlarına vurdular; güneş altında dönüp dolaştılar; gözyaşları döktüler. Â demin gözyaşlarından Hindistan´da bunca ilâçlar, bunca şifâ veren otlar bitti. Suçluların gözyaşları şifâdır, devadır; hem bu dünyâda, hem öbür dünyâda.
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı
Gerçekten de dünyâda su da olmazdı, ateş de.
Ateş, ağaca ulaşmasaydı nasıl yanardı ağaç? Ağacın, odunun birbaşı yanmasaydı öbür başından nasıl olur da akardı su?
Ey sararıp solmuş mum, gözyaşı dökerek
Derde uğramış âşıklara baş olmuşsun sen.
Zamanın F e r h a d´ısın, yan-yakıl, eri, yokol;
Neden Ş î r î n´in sohbetinden ayrıldın sen?
Bâzıları derlerki: Mum, ateş onun evine kondu, yerleşti de o yüzden ağlamaktadır; bâzıları da derler ki: Tatlı bal, onun evinden gitti de o yüzden ağlamaktadır; hal diliyle de der ki:
Geceleri benim hâlimi ancak benim gibisi bilir;
Yanıp yakılanların geceleri nasıl geçer; ne bilirsin sen?
Birisi âşıklık nedir diye sordu;
Dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.
Her gece, Zühal´in altınla bezenmiş tası gökyüzü merdiveninde parlamaya, Nesr-i Tâir, gökyüzü ovasmada gezmiye, Müşteri yıldızı, gökyüzü bahçesinden çıkıp ovanın eteğinden lâle gibi panldamaya, güzelim Zühre, İkizler burcu mumunun önünde, Ülker tezgâhında Çiğil güzellerinin giyecekleri ipek kumaşı dokumaya koyulunca. Her gece çağı, karanlığının çadır iplerini gerip çadırını kurunca Habîb-i A´cemî, ibâdet yurdundan çıkar, çoluğunun-çocuğunun yanına gelirdi. Çocukları, bütün gün, akşama babamız gelecek, bize bir şeyler getirecek diye bekleşirlerdi. Akşam namazı çağında Habîb, utanç terleri dökerek, şaşkınlıktan elini geveleyerek eli boş dönerken karıma, çocuklarıma ne özür getireceğim diye evine geldi. Karısı, bir şey getirdin mi diye sorunca H a b î b, ustam, ücretimi cuma günü verecek dedi. O hafta çoluğu-çocuğu cumayı bekledi. Cuma günü geldi-çattı; parıl-parıl parlayan güneş, karanlık doğudan baş gösterdi. H a b î b, utancından bir bucağa çekildi, ağlamaya koyuldu. Ey acze düşenlerin ellerini tutan; H a b î b´i utandırma demiye başladı. Ululandıkça ululansın, padişahlar padişahı, bir büyüğe rüyasında, onun halini haber verdi; H a b î b, bizim keremimize güvenerek çoluğuna-çocuğuna cuma gününü vâde verdi diye o büyüğü haberdâr etti. O büyük kişi H a b î b´in evine o kadar altın, buğday, koyun, kumaş ve başka şeyler yolladı ki bunlar eve sığmaz oldu. Konusu-komşusu ve halk, şaşırıp kaldı; bunlar nerden geliyor diyorlardı. Getirenler. Habîb´in ustası dediler, şimdilik bu olanları harcayın hele: daha da yollayacağım diye özür dilemekte. Halk, sübhânallâh; H a b î b, hangi kerem sahibinin hizmetini görüyor ki bu kadar hazine, bu kadar nimet yolladı; Bu, insanların keremince değil; olsa-olsa, Hakk´a hizmet etmiş; çünkü o, en üstün kerem sahihlerinden daha da fazla kerem ve ihsan ıssıdır demekteydi.
Lûtfun, bir solucağız hangi zerreye ulaştı da
O zerre, binlerce güneşten daha iyi bir hale gelmedi?
Akşam çağı H a b î b, ibâdet yurdundan binlerce utançla çıktı; giderken bugün ne bahane bulayım, ne çeşit bir özür getireyim diye düşünmedeydi. Bu düşünceyle evine yaklaşınca çoluğu-çocuğu koşarak onu karşıladılar; eline-ayağına düştüler. Komşuları, ne de lütuf ve ihsan ıssı kişiyi seçmişsin de hizmet etmedesin; ne kadar büyük ve eşsiz bağışlayıcıymış diye yerlere kapanıyorlardı. Çoluğu-çocuğu, evimizi, narın içi gibi incilerle doldurdu; ev bu nimetleri, bu malları almıyor, bir başka ev bulmak gerek diyordu. Onlar, nimetleri sayıp dökerken, H a b î b, sanıyordu ki ona sitemde bulunuyorlar; onunla alay ediyorlar; bize bir hafta dedin, cuma günü vaidde bulundun; cuma olunca da kaçıp gittin, şimdi geliyorsun demek istiyorlar. Darılmayın, sitemde bulunmayın bana demek isterken mekânsızlık bucağından bir ses geldi. Bu ses, öyle bir sesti ki insan, peri, melek, bütün âlem, bu sesten coşmadaydı, nâra atmadaydı; Rabbimiz demedeydi. O ses diyordu ki: Ey H a b î b´ imiz, o padişahlar padişahının, noksanlardan münezzeh olan Tanrı´nın ihsanıdır; o ihsanı anlatıştır, alay değil, sitem değil bu sözler. Onlara gönderdiğimiz bütün o altınlar, inciler, kumaşlar, koyunlar, mumlar, senin kulluğunun karşılığı değil; ihsânımıza, keremimize göre bunlar, ancak onların nefis-köpeklerinin önüne, onların kavgacı, peşin peşin dileyen, kötü düşünceler besliyen nefislerinin önüne attığımız bir kemikten ibarettir; o kemikle oyalansınlar diye attık onları; çoluğun-çocuğun, bunlarla oyalansın da sana sarılarak namazdan, bizim tapımızdan alıkoymasın seni.
Ey nefis, sen o öküzden de betersin. Hani hikâye ederler, söylerler. Kıyılardan bir kıyıda yüce Tanrı bir öküz yaratmıştı, bundan altıbin yıl önce. Hergün tanyeri ağarınca o öküz uykudan uyanır. Görür ki kıyıdan uzanıp gözün varamayacağı yere dek giden ova yemyeşil otla dolmuş. Öylesine boy atmış yeşillik ki öküz içine girince kayboluyor. Öküzü men edecek kimsecik yok. Tek başına o otlağa dalar, bütün yeşilliği siler-sömürür. Öküz açlığı sözünü bu hikâye yüzünden söylemişler, bu çeşit açlığa, oburluk hastalığına bu adı demişlerdir. Gece oluncaya dek öküz, bütün o yeşilliği yer, öylesine semirir, şişer ki deme gitsin. Akşam namazı çağında ovaya bir bakar, bütün ovada bir tek ot bile göremez: kendi kendisine, doymam için bu kadar ot vardı; bugün hepsini yedim, karnımı şişirdim; âh, yarın ne yiyeceğim der. O kadar âh eder, yarının gamını öylesine yer ki otlamaya başladığı zamandan önceki hâline döner, zayıflar: arıklaşır. Ben defalarca bu çeşit, yok yere gam yedim; yüce Tanrı, benim kötü zannıma aykırı olarak gene bu ovayı terü taze otlarla yemyeşil etti; bunca yıldır bu, hep böyle diye aklına bile gelmez.
O, noksan sıfatlardan tertemiz öylesine bir güç-kuvvet ıssıdır ki yardım sancağını dostlarına apaçık göstermiştir; öyle bir kahır ıssıdır ki düşmanlarına reddedilemez delillerini izhâr etmiştir. Öylesine bir lütuf ve kerem ıssıdır ki dostlarına yücelik ve kutluluk elbisesini giydirmiştir; öylesine bir adalet ıssıdır ki düşmanlarının başlarına taşlar yağdırmıştır; onları yerlere geçirmiştir. O yüce Tanrı, her şeyden haberi olan Allah elçisi Muhammed´e, Allah´ın rahmeti ve esenlik ona, vahiy göndermiş de demiştir ki: Ey Muhammed, ben ki yaratıcıyım, görünmiyen âlemde her bucakta yüzbinlerce define var, hazîne var ki her aklı eren onu bulamaz.
Mahrem olmayanların gözlerindeki perde arttıkça artsın.
Dilediğimizi seçeriz; onun gönül evini gayb hazînelerinin anahtarı yaparız; üstüne sayısız nurlar saçarız; ona, sayıya sığmaz güzel şeyler ihsan ederiz; kötülüklerden kaçınıp çekinmeyi ona elbise olarak biçer, giydiririz; böylece de yaratılmamış olan söz, "Doğru yolu gösterir kötülüklerden çekinenlere; öyle kişilerdir onlar ki gaybe inanırlar"(145) diye onu haber verir. Onların elleri, gayb nimetine erişir; lûtuflar, nimetler denizine dalarlar, önüne ön olmayış hareminde üstünlük döşemesine ayak basarlar; sevgi kadehiyle ülfet şarabını içerler; devletleri yücelir, Ülker yıldızına baş çeker. Kalem, onların devletlerini Levh´e, "Gerçekten de iyi kişiler elbette cennettedir, nimetler içindedir"(146 )diye yazmıştır. Bu seçişte hiç kimse bana îtirâz edemez; dilediğimi yüceltirim; dilediğimi alçaltının. Derken birinin gönlünü ayıp heybesi yaparım; hiçbir şeyden haberi olmayış sürmesini gözlerine çekerim; o da, lanet olasıca İblis´in meyhanesinde kulluktan usanç bal şerbetini içer; "Kötüler elbette cehennemdedir.´(147) Şeriata uymayı dileyenlere, tarîkate sâlik olanlara açılan kapıysa hiçbir gece kapanmaz; çünkü bu kapının açılışı temeldendir; esaslıdır; birşeye ulaşma yüzünden, bir sebebe bulaşma yönünden değil. Gayb âleminden açılmıştır bu kapı, şüphe âleminden değil. Bir gerçek âlem yolcusuna, bir âşıka, gizli şeyleri bilen Tanrı katından bir kapı açılınca da artık onun, parça-buçukları bile dosdoğru gitmesi, böylece de şu kendine tapan nefsin ucu-bucağı olmıyan denizinden kendisini kurtarması, parlaklığı, yardıma erişmesi olmıyan ve "Ben sizin en yüce rabinizim!"(148) diyen ve ben ben diye dâvaya girişen hevâ ve heves Fir´avn´ın dan ve nefis timsahının saldırışından halâs olması "Allah ipine yapışın da kurtulun"(149) hükmünce pek kuvvetli olan ipe sarılması, bu sözü diline virdetmesi, ben ben demeyi sözlerine başlangıç yapmaması gerektir; çünkü bu mahrum olusun tâ kendidir; benliğe, benciliğe düştü mü. mahrum oluşu, suç defterine yazmış olur; bu yazı yüzünden de "Derken K a a r û n´u da, sarayını da yere geçirdik"(150) âyetine uygun bir hale gelir; dünyâ ehlinden olur; cehennem havasına uçar-gider. Onlardan bir topluluk, uzaklık havasına düştüler; korkusuzluktan, pislikten helâli, temizi bıraktılar; kadehle, elbiseyle, köleyle, faydası az şeylerle, binek atlarla, şatafatlarla, lokmanın yağlısıyla, yemeğin tadıyla oyalandılar; sonunda da kendilerini cehennem ateşine attılar; cehennem odunu olup gittiler. "Onlar tıpkı hayvanlar gibidir; hattâ daha da sapıktırlar, yol yitirmişlerdir."(151) "Korkutsan da birdir onları, korkutmasan da; inanmazlar."(152) Hâsılı kıyamet âleminde, "Keşke toprak olsaydım"(153) sözü, onların dillerine virdolur. Bir topluluksa suçlardan yüz çevirir; dünyâdan vazgeçer, halkla iyi geçinir. Fakat bu, Allah için değildir; onlara ibâdet ehli, şüpheli şeylerden sakınır kişiler denmesi içindir. Onların, bu sözün doğruluğundan haberleri yoktur; münafıklıkla bildik olmuşlar, eş-dost kesilmişlerdir; dünyâda mevki elde etmek için bu çeşit gösterişe ne lüzum var? "O tıpkı köpeğe benzer."(154)Halkın sunduğu ayranın parlaklığına kanmışlardır onlar; nefislerinin havasına uymuşlardır; şeriat dersine değil. "Kim kötü bir yol-yordam korsa suçu kendisinedir ve onunla amel eden kişiyle beraber gene kendisine." Kıyamette, itaat edenlere, kulluklarının, itâatlarının karşılığı verilecektir; oysa, "Karanlıklar, karanlıklar üstüne yığılmıştır."(155) batağında kalakalmıştır. Ne dünyâdan dilediğini alabilmiştir, ne âhiretten. Bu müflisler, özü doğru olanların ardından gelirler ve boyna "Bizi de bekleyin; nurumuzdan alalım"(156) derler; Onlara, "Ardınıza dönün de bir nûr isteyin artık"(157) diye cevap verilir. O topluluk, kendilerine tapanlardır. Kur´an-ı Kerim, tarikat ulusuna, şeriat müftüsüne der ki: "Gördün mü dileğini ma´bûd edineni ve hâlini bildiği halde Allah tarafından sapıklığa terkedileni?"(158) Bir topluluk da o dünyânın aklına sâhibdir; Öz temizliği kokusu onların burunlarına gelmiştir; o kokuyu almışlardır. Bunlar peşin elde edişi ayaklar altına atmışlar, özleri ebedîlik havasına erişsin ve yücelerden yüce cennet, dilekleri olsun diye kutsuz nefsi kahretmişlerdir. "Orda nefsin istediği sizin içindir"(159) sesi, bu topluluğun kulağına gelmiştir. Bu toplum, nefislerinin havasından geçmişlerdir ama abdallık mirasını da elde etmişlerdir. Hani, peygamberlik makamının başköşesine sâhib olan haber vermiş de "Cennet ehlinin çoğu abdallardır" demiştir. Bir bölük daha var ki nefislerinin dileğini ayaklarının altına atmışlar, dünyâyı da, dünyâ tadını da çiğnemişler, ezmişler; âhireti ve ebedîlik libâsını ellerinin tersiyle itmişler, dâvadan geçip gerçek mânaya sarılmışlardır. İşte bu bölük, gerçek yolun yolcularıdır; gerçeği tam dileyenlerdir; yüce ve noksanlardan münezzeh Tanrı´yı isteyenlerdir. Allah´ın ışıklarına dalmışlardır. Kimi, birlik güzelliğiyle var olurlar; kimi ihtiyaçsızlık sıfatının olgunluğuyla yok olurlar; varlıktaki yokluk lûtfunun tam içindedir bunlar; yokluktaki varlık kahrındadırlar. Bu bölük peygamberlerdir: Allah´ın rahmeti hepsine olsun.
(132) LVII, sûrenin 3. âyetinin tefsiri mealidir.
(133) XCIX, 7-8.
(134) LV, 29.
(135) LIV, 1.
(136) LXVIII,51.
(137) LIII, 17.
(138) LIII, 14, 16.
(139) LIII, 9.
(140) XVII, 70.
(141) Bu cümle F.N.U. basımında var; bizde yok (metin, s. 39).
(142) VII, 172.
(143) VII, 198.
(144) II, 38.
(145) II, 2-3.
(148) LXXXII. 13.
(147) LXXXII, 14.
(148) LXXIX. 24.
(149) III, 103.
(150) XXVIII, 81.
(151) VII, 179.
(152) II, 6.
(153) LXXIII, 40.
(154) VII, 176.
(155) XXIV, 40.
(156) LVII. 13.
(157) Aynı.
(158) XLV, 23.
(159) XLIII, 71.
Ynt: Mecalisi Seb´a By: armi Date: 30 Ocak 2010, 15:09:15
Altıncı Meclis
Allah lûtuflarının nurlarıyla bizi feyizlendirsin,
maârifinin bir kısmını ihtiva eden
(Altıncı Meclis)
Hamd Allah´a, zıtlardan ve şekillerden münezzehtir, mukaddestir. Eşlerden-ortaklardan, benzerlerden arıdır. Yok olmaktan, zeval bulmaktan yücedir. Önüne ön olmadığı gibi sonuna da son olamaz. Gönülleri halden hâle evirir-çevirir. Zamanlan, kaza ve kaderi dilediği gibi tedbîr eder. Halleri dönderir; niceyebir, ne vaktedek denemez; önüne ön olmıyana bu çeşit söz söylenemez. Eşi-örneği yokken âlemi meydana getirdi; Adem´i ve soyunu-sopunu kokmuş, kurumuş balçıktan yarattı(160) onlardan cennetlikler var, cehennemlikler var; Tanrıdan uzaklaştırılmışlar var, Tanrı´ya kavuşanlar var. Onlardan, gerisin geriye gidiş şerbetini içen var; devlete eriş elbisesini giyen var. Yüceler yücesinin "Yaptığı şeyden sorulmaz; onlardır sorumlu olanlar"(161) sözü, dilleri itirazdan keser, söyletmez. Rabbimiz, kendisiyle uğraşılmaktan yücedir; artık nerde kaldı halkın îtirâzı, nerde kaldı sorusu, suâli? Yaratıklar yoktu, sonra varlığa kavuştu, sonra harekete girişti, derken dağlar gibi onlar da yürümiye başlar; "Dağları, yerlerinde duruyor sanırsın, oysa ki onlar kıyamette bulut gibi geçip giderler, dağılırlar; herşeyi adamakıllı, yerliyerinde halkeden Allah´ın işidir bu."(162) ´Yoktur Allah´tan başka tapacak"(163) "Çok büyük bir Tanrıdır o."(164) Bilgisizlerin meydana çıktığı, kâfirlerin ve sapıklığın üstün olduğu bir sırada Muhammed´i gönderdi; Allah´ın rahmeti ve esenlik ona. O da ümmetine, sözüyle, hareketleriyle öğüt verdi; onlara haram olan, helâl olan yolları açıkladı; her halde Allah yolunda savaştı; onun yüzünden bâtıl denizi, bir görünüşten ibaret kaldı; çalışması gerçeği tam kıvamına getirdi, düzene soktu. Allah´ın rahmeti ona ve en hayırlı soy-sop olan soyuna-sopuna ve onunla inanarak görüşüp konuşanlara; arkadaşı olan ve ona bir çok mallar feda eden Abu-Bakri´s-Sıddıyk´a, en korkulu zamanlarda ona tam bir itaat gösteren Ömerü´l-Fârûk´a, sabah-akşam Kuran okuyup duran, okumayı okumaya ulaştıran iki nur ıssı O s m a n´a, putları kıran, bahadırları öldüren Abû-Tâliboğlu Alî´ye; gecenin karanlığı âleme yayıldıkça, gündüzün ışığı kılıç gibi parlayıp âlemi aydınlattıkça rahmet olsun onlara, hem de yalvarıp niyaz ederek dileriz bunu.
Münâcât:
Yârabbi, ey kullarını, yaratıklarını besleyip yetiştiren, oldurup geliştiren, bizi, devlete erdirdiğin, vuslatına kavuşturmak için yetiştirdiğin kullarını besleyip yetiştirdiğin nurla besle, yetiştirip geliştir; ahırlarda beslenen öküzler, koyunlar gibi, yahut eti ve postu için beslenen hayvanlar gibi besleme, yetiştirme; sen düşmanları öyle yetiştirirsin. Duygularımızı, göke uçmak için bilgi ve hikmet yemiyle besle; boğazını kesmek için şehvet yemiyle değil. Oyunbaz felek geceleyin oynayanlar gibi, şu yıldızların hayâl cadın ardından gezeğen oyuncular çıkarmada; oyunlar oynatmada; biz de bu hengâmeye dalıp, bu oyunu seyretmedeyiz; böylece ömür gecemizi sona ulaştırıyoruz; ölüm sabahı gelip çatmada. Feleğin bu oyununun çağı geçiyor; bizse ömür gecemizi yele veriyoruz. Yârabbi, ölüm sabahı gelip çatmadan gönlümüzü şu oyundan soğut da bu seyir-seyrandan vazgeçelim; geceleyin yol alanlardan geri kalmıyalım; sabah olup tanyeri ağarınca senin kabul ediş yurduna ulaşalım. Yârabbi, senin bengisuyu muştulayan sesin, canların kulağına erişmiştir de hepsi de yola düşmüştür. Derken o upuzun çölde bengisuya susamışların önlerine şu âlem çıkıvermiştir de hepsi bu âleme üşüşmüştür. Kılavuzlar, suyu bilip tanıyanlar, bu su, bengisuya benzer ama değildir; bengisu ilerdedir, geçin burdan, yürüyün-gidin; bengisu öylesine bir sudur ki içen asla ölmez; onunla yeşeren ağaç asla sararıp solmaz; o bengisuyla gülen gül asla dökülmez; bu gördüğünüz su değil, ölüm suyudur. Kim bu geçişi yaşayış suyundan daha fazla içerse, o herkesten daha çabuk ölür; görmez misin ki sultanların, padişahların ömürleri kullardan daha azdır. Hangi ağacın dalı bu sudan fazla içerse o dal daha tez sararır-solar. İşte şuracıkta, bak da gör; gül, bunu içti, buna kandı, terü taze bir halde gülümsemiye koyuldu; her çiçekten daha artık, bahçedeki gelinlerden daha fazla güleç bir hale geldi; ama o, hepsinden önce sararıp dökülür diye bağırıyorlar. Bağırıyorlar ama bu ses, pek az kişinin kulağına değdi; pek az kişi bu öğüdü duydu; pek az kişi adamlık edebildi de bu kapkara, bu bulanık suyu, adam olmıyanlara bıraktı. Efendim, padişahım, bizi o az kişilerden et; bu bulanık sudan kurtar bizi; kurtar da öbürleri gibi karnı, yüzü şişmiş bir halde, bu kaynağın başında ölmiyelim ve bengisuyu aramaktan mahrum kalmıyalım.
Birgün, Allah rahmet etsin ona ve esenlik versin, Peygamber´den Abû-Zerr, Mûsâ´nın sahîfelerinde ne var, ne yazılı diye sordu. Peygamber şu yazılı dedi: Şaşarım o kişiye ki öleceğini iyiden iyiye bildiği halde nasıl olur da ferahlar? Şaşarım o kişiye ki cehenneme iyice inandığı halde nasıl olur da güler? Şaşarım o kişiye ki soru sorulacağını iyice bildiği halde nasıl olur da suç işler, kötülükte bulunur. Şaşarım o kişiye ki dünyânın sonu olmadığını, yokluğa döneceğini, ehlini yokedip gideceğini bildiği halde nasıl olur da dünyâya düşer, mal-mülk toplamıya koyulur, ona güvenir?
Peygamber tapısının kullarından, peygamberlik eşiğinden fayda dileyenlerden ve bulanlardan, Fütüvvet odasının hizmetçilerinden bulunan Abû-Zerr, şöyle rivayet etmektedir: Birgün, din ehli ordusunun yüzünün suyu, yeryüzündekilerin sığınağı, güvenci, âlem dâiresinin merkez noktası, Âdemoğulları ağacının meyvesi. "Ve elbette yakında rabbin öyle şeyler verecek ki sana, sonucu razı olacaksın"(165) tuğrasını çeken, "Noksan sıfatlardan münezzehtir kulunu geceleyin götüren"(166) burakına binip seyrân eden, en yüce "Sonra yaklaştı, yakınlaştı" (167) makamına varan, dünyâ ve âhiret, ayağının altında. "İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın"(168)l işaretini veren, bu ulular ulusu, Mescidül-H a r â m´da, "Namaz kılan, rabbiyle gizlice konuşur, görüşür" hücresinden dışarıya çıkmış, "Her namazdan sonra duâ kabuledilir" hükmünce duasını etmiş, "Ben, Âdemoğullarının en ulusuyum, fakat övünmem" tahtına kurulmuş, ´Tokluk benim övüncümdür" yaygısını yaymış "Adem de ondan sonrakiler de benim bayrağımın altındadır" tahtına oturmuş, "En önce benim nurumu yarattı" yastığına dayanmıştı. Muhacirlerle ansâr, "Seher çağlarında istiğfar edenler, yarlıganma dileyenler"(169) topluluğu, geceleri ibâdetle, gündüzleri oruçla geçirenler, o ulular ulusunun çevresinde halka olmuşlardı. Sıddıyk gerçeği tasdıyk etmede sır incilerini deliyor; Faruk gerçekle aslı olmıyanı ayırdetmeyi düşünüyor; Zin-nûreyn, mezarın karanlığında bir aydınlık yer hazırlıyor; Murtaz â rızaâ kapısının halkasını çalıyor; Bilâl bülbül gibi "Bizi ferahlandır ey Bilâl" sözünü söylüyor; S u h a y b vefa şarabı kadehini çekiyor; Selmân esenlik yoluna ayak basıyordu. Ben ki Abû-Zerr´im, onun ululuğunun yolunda zerre-zerre olmuştum. Neşe dilimi açtım da ey bizim ulumuz, ey ulular ulusu dedim; Mûsâ´nın sahîfelerinde ne var ki âşıkların gönüllerine ferahlık versin, özlem çekenlerin gönüllerine eş-dost olsun; bu çeşit ne var o kitapta? Ulular ulusu, ölümsüz diri olan Tanrının buyruğuyla herşeyin gerçeğini anlatmak hokkasından susmak kilidini açtı da dedi ki: Şaşarım o kula ki îman meydanına ayak basmıştır; cehenneme, cehennemin tabakalarına inanmıştır; Mâlik´le yardımcılarının seslerini duymuştur; böyle olduğu halde şu belâ potasında, şu belâya uğrayış zindanında nasıl olur da bir hoş güler? Ey ulular ulusu dedim; faydalanılacak ikinci sözü de buyur. Dedi ki: Şaşarım o kula ki aziz ömrünü sona yetirmiştir de ölüme inanmıştır; ona bir azık düzmemiştir; mezardaki soruya da ıkrârı vardır; fakat cevap hazırlamamıstır: iş böyleyken nasıl olur da sevinir, neşelenir? Üçüncü kez dedi ki: Şaşarım o kula ki yaptığı işlerin, söylediği sözlerin zerre-zerre hesaplanacağına. "Artık kim bir zerre ağırlığı hayır yapmışsa görür onu"(170) âyetine inanmıştır; adalet terazisinin asıldığını bilir: böyle olduğu halde nasıl olur da olmıyacak islerle oyalanır? Dördüncüsü şaşarım o kula ki dünyânın vefasızlığını görür; azizlerini toprağa verir; Kuran okuyanlardan "Herkes ölümü tadacaktır"(171) âyetini de işitir, duyar; öyle olduğu halde bu kadar sevgiyle, bu kadar düşkünlükle, bu kadar hırsla dünyâ malını toplar; ölülerin mezarlarını, kefenlerini gördüğü, dostların ayrılığını tattığı halde gönlünü mala-mülke, dünyâya nasıl verir? Ama dostlar kendisinden ayrılış acısını tatmışlar; oysa tatmamıştır bir gececik bile; artık buluşmanın, kavuşmanın kadrini ne bilsin o adam? Derdi görmiyen melhemin kadrini nerden tanıyacak? Hayır-hayır a kardeş, çalış çabala da şu zindandan dışarıya çık; tövbe ayağını nedamet yoluna bas da bu dünya da, iki âlem de senin olsun. Hattâ bu sözün de yeri mi? Himmetini bundan da yüceltir, din bineğini daha da hızlı sürersen dünyâyı seyretmekten vazgeçersin, âhireti seyretmiye de göz açamazsın; sonunda ululuk ıssının manevî cemâline kavuşursun; Lâ süpürgesiyle herşeyi süpürür-gidersin. Padişah ve şehzade olanın süpürgecisi olur elbet. "Allah´tan başka yoktur tapacak"(172) sözü de Tanrı tapısının has kullarının, o tapının padişahlarının süpürgecisidir; onların gözlerinin önünden iki âlemi de süpürür.
Yoldan seni uzaklaştıran şeyden vazgeç; o söz ister küfür olsun, ister iman.
Seni yoldan, dosttan alıkoyan neyse bırak onu, ister çirkin olsun, ister güzel.
Bu yolu süpürüp silmekten başka bir çare yoktur;
Kemerini beline kuşanmış, başının üstünde, bu yolda bekleyip duruyor Lâ;
Lâ gönlüne girer de seni şaşkınlık yoluna düşürürse,
Sonra Allah´lık ışığıyla İllâ yolundan gel Allah´a.
Hakkın cemâlinden başka birşey görme; Hakk´ın sözünden başka bir-şey duyma da padişahın hasların hası olan kullarına katıl.
Gül bahçesinde sevgiliyle bir yoluğrağına geldim;
Haberim olmadan bir güle gözüm düştü; bakıverdim;
Güzelim beni görünce dedi ki: Utan, utan;
Benim yüzüm burda; sense güle bakıyorsun.
Doğrusunu Allah daha iyi bilir.
(160) XV, 26,28, 33 ve LV, 14.
(161) XXI, 23.
(162) XXVII, 88.
(163) XLV1I, 19.
(164) XIII. 9.
(165)XCIII, 5.
(166) XVII, 1.
(167) LIII, 8.
(168)LIII,9.
(169)111.17.
(170)XCIX,7.
(171) III, 185; XXI, 35; XXIX, 57.
(172)XLVT1, 19.
Yedinci Meclis
Allah manevî gıdalarının nimetlerini bize tam olarak versin; faydalı sözlerinden
(Yedinci Meclis)
Hamd ariflerin gönüllerini buyruklarına uyuş dolaylarında uçurana. Yapma buyruğuyla yapılmasını istemediği şeylerde de buyruklarına uydurup kullara kötülükler yaptırmıyana. Âşıkların gönüllerine sevgi şarabı sunup-sunup sarhoşluklarını gidermiyene. Boyuna anılışını ilham edene ve bu anıştan bir usanç meydana getirmiyene. Belâya uğrattığına, belâsına sabretmeyi göstererek sabredişteki acılığı tatlılaştırana. Zenginlik verdiği kişiye, lütuf ve ihsan bayraklarını dikip, lûtuflarına, ihsanlarına karşı, hamdetmenin, şükretmenin gerekli olduğunu anlatana. Noksan sıfatlardan arıdır o Tanrı ki sevdiklerinin gönüllerini, sevgisinin yatağı kılmıştır, durağı etmiştir; sevgisini de onların gönüllerinin tâ içine yerleştirmiştir. Ariflere birliğinin delillerini duyurmuş, bildirmiş, bu delillerle tevhidinin marifetini anlatmıştır. Ruhlara, cennet bağlarının, bahçelerinin tam ortasına uçmayı, onun ululuğunun cemâlini, büyüklüğünün kemâlini, seyretmeye özlem çekmeyi ilham eylemiştir. Bilirim, bildiririm ki Allah´tan başka yoktur tapacak; birdir, yoktur ona ortak; bu sözdür söyliyeni azabından, kahrından kurtaracak. Bilirim, bildiririm ki Muhammed kuludur onun, elçisidir; onun şerîatıyla evvelki şeriatların hükümleri kalkmış-gitmiştir; peygamberliğiyle şeriat ıssı peygamberlerinin peygamberlikleri bitmiştir. Allah´ın rahmeti ona, soyuna-sopuna, onu inanarak görenlere, doğru yolu gösteren halîfelerine; bilhassa sözünde, inancında gerçek olan Abû-Bekris-Sıddıyk´a, özüyle-sözüyle doğruyla eğriyi ayırdeden Ömerül-Fâruk´a, kalbini Allah´ın marifet ışığıyla ışıklandıran iki nur ıssı O s m a n´a, ahlâkı yüzünden Allah razılığını kazanmış olan Alîyyü´l-Murtazâ´ya, ümmeti arasından kendine seçtiği, böylece de zâtına yaklaştırarak, rahmetine mazhar kılarak halktan üstün ettiği Hasan´a, H u s e y n´e ve bütün ona uyan muhacirlere, ansâra, sahabesine; hepsine de çok-çok esenlikler.
Hasan-ı Basrî dedi ki: Peygamber´den duyan topluluğun hepsi de dediler ki: Peygamber, Allah ona rahmet etsin ve esenlik versin; şöyle buyurdu: "Yüce Allah der ki: Aklı yarattığı vakit ona otur dedi; oturdu akıl. Sonra kalk dedi, kalktı. Sonra gel dedi ona, geldi. Sonra git dedi ona, gitti. Sonra konuş dedi, konuştu. Sonra sus dedi, sustu. Sonra bak dedi, baktı. Sonra bakma dedi, bakmadı. Sonra anla dedi, anladı. Sonra dedi ki: Üstünlüğüme, ululuğuma, büyüklüğüme, kudretime, kuvvetime, yüceliğime, anlam bakımından varlığımın üstünlüğüne, kudretimin ve bilgimin arşımı kavrayıp kaplamasına, halkın üstündeki gücüme-kuvvetime andolsun ki bence senden yüce olan bir varlık yaratmadım; senden daha sevgili bir var halketmedim. Seninle tanınırım; seninle bana kulluk edilir; seninle bana itaat olunur; seninle birşey verilir bana; senin yüzünden darılırım, azâb ederim birine. Sevab da sanadır. Mücâzat da sana. Allah da gerçek söylemiştir, Allanın elçisi de."
O seçilmiş elçi, o kadri yüce sefir, "Sonra yaklaştı, yakınlaştı""(173) makâamına yaklaştırılmış olan, "İki yay kadar kaldı araları, yahud daha da yakın"(174) âyetiyle durağı bildirilen Muhammed Mustafâ, önce gelenlerin de hayırlısı, sonra gelenlerin de hayırlısı bulunan, peygamberlerin sonuncusu, varlıkların özü-özeti, apaçık delilleri gösteren, sonu, ucu-bucağı bulunmıyan, kıyaslanamıyan bir deniz olan, "Ona bir ışık verdik ki insanlar arasında onunla gezer"(175) âyetiyle sânı övülmüş bulunan, cennetin, cennet bahçelerinin kilidi, sırlarda ve gerçeklerdeki remizleri açan; o, "Gerçekten de biziz sana Kevser´i veren"(176) fermâniyle âlemi aydınlatan ve aydınlanan şöyle buyurmaktadır; Allahın rahmeti ona ve tertemiz soyuna-sopuna; gerçek dileyenlere, aşkla çalışıp çabalıyanlara şunu bildirmektedir: Gerçekten de yüce Allah buyurmuştur ki: Aklı yaratınca, o önüne ön bulunmıyan sanat ıssı, o her yerde hâzır ve nazır olan, o herşeyi gören ve duyan, o her dirinin, diriliği kendisinden elde eden diri, o her muhtacın aciz çağında tapısına baş vurduğu daima işte-güçte bulunan ve hiçbir ân işsiz kalmıyan, o "Şüphe yok ki biz, boyunlarına lâleler vurduk"(177) hükmünce kahır ıssı olanların boyunlarını zincirlere vuran, din ve dindarlık mumuna düşman olanların can damarını "Elbette şah damarını çeker koparırız"(178) kılıcıyla kesen Tanrı, ululuğu arttıkça artsın, altın tacı olan aklı yarattı ve "Andolsun ki Âdemoğullarını yücelttik"(179) âyetiyle kadirlerini yücelttiği Âdemoğullarının başına koydu. Akıl nedir? En ulu âlemin kandili, Tûr-ı Sıynâ´nın(180) nuru, "Ve andolsun bu emin şehre"(181) âyetinde bildirilen şehrin adalet işlerini düzene koyan beyi, âlemler rabbinin tapısının adalet ıssı halîfesi. Akıl nedir? Huyu güzel bir sultan, ondan başka yoktur tapacak hükmüyle varlığı-birliği bildirilen padişahın rahmet gölgesi heman. Akıl kimdir? Temizlik sofasının en üstün erleri onun yolunda oturmuşlardır: "Dünyâ âhiretin tarlasıdır" mallarına sâhib olanlar onun sayesinde yeyip içmekte, onun nîmetiyle geçinmektedirler. Bunlar aklı pek fazla övmüşler, gönüldeki aklı anlatıp durmuşlardır da demişlerdir ki: Akıl nedir? Zorlukların düğümlerini çözen; gönülde saklanan en gizli sır gelinlerini süsleyip bezeyen; canlara kılavuzluk edip tanyerlerini ağartan, sabahlan izhâr eden Hakka alıp götüren bir manevî varlık.
Sırlardan birazcığı remiz yoluyla anlatılmıştır ya. Hak. varlık ovasının, bu kutluluklar güneşiyle aydınlanması için aklı, mekânsızlık âleminden, gayb gizliliğinden meydana getirince varlıklara, aklın özünü, aklın gönlündeki şaşılacak, güzel ve eşsiz şeyleri bildirmek, o üstünlükle onu bütün varlıklardan seçip ayırmak istedi. Bu paranın başka mâdenlerle karışık olmadığını, temizliğini, kusursuz bulunduğunu anlamak, meydana çıkarmak için bir mihenk taşının bulunması gerek; aynı zamanda taşın tanıklığıyla beraber bu yüce paranın, bu lâtif ihsanın ağırlığının meydana çıkması için bir de terazi gerek. Onsekiz bin âlemde, hiçbir şey yoktur ki terazisiz üstünlüğü anlaşılabilsin, yahud tartılmadan bayağılığı meydana çıksın. Terazi, çarşılarda bulunan ve dükkânlarda asılı duran terazi değildir yalnız. Terazi Hakkın bir delilidir; Tanrının bir sırrıdır; bilgiden doğan bir anlayıştır ve bu terazi, rûhâni bir terazidir, gökten mîras yoluyla gelmiştir. Dünyâdaki bütün terazileri meydana çıkaran bu terazidir. Meyvaları tartmıya başka bir terazi gerektir; sözleri tartmıya başka bir terazi. Sözün doğru, yahud yalan, gerçek, yahud asılsız olduğu söz terazisiyle tartılıp anlaşılır. İnsanın neye değdiğini anlamak için başka bir terazi gerek, hayvana başka bir terazi. "Ve melekler derler ki: Bizim hiçbirimiz yoktur ki onun malûm ve muayyen bir makaamı olmasın"(182) hükmünce melekler için de ayrı bir terazi gerektir. "Bizden temiz kişiler de var, böyle olmıyanlar da"(183) hükmünce cinler de ayrı bir teraziyle tartılır. "O peygamberlerden bâzısını bâzısına üstün ettik"(184) hükmünce peygamberlerin de ayrı bir terazisi vardır. Terazi, âlemde güneşten de daha aydın olarak meydandadır; çünkü yüce Tanrı onu güneşe eş etmiştir; güneşin yanı başına koymuştur onu. Güneş hangi derecededir, hangi yıldızla aynı hizaya, aynı dereceye gelmiştir, bunu bile teraziyle (gök terazisi demek olan usturlapla tartıp) anlarlar. Terazi, âlemi gökten daha fazla kaplar. Gök teraziye muhtaçtır, fakat terazi göke muhtaç değildir. "Gökü yüceltti ve ölçüyü, teraziyi koydu; ölçüde, tartıda insafsızlık etmeyin´"(185) diye yüce Tanrı bildirmiştir bunu. Gökyüzü yücedir ama terazi gökten de yücedir; fakat gönül alçaklığı bakımından ´Teraziyi koydu" tarzında yeryüzüne ait bir sözle bildirilmiştir; yeryüzüne indirilmiştir. Halka der ki: Ben yüce-yüce âlemden gelmişim. Ey terazi, ne iş için geldin sen? Terazi, kendilerine bir öz bulsunlar, ağırlaşsınlar, ayak diresinler, oturamaklı olsunlar diye aklı-fikri hafif kişilere, akıllarının, fikirlerinin hafifliğini göstermek için geldim der.
Samançöpü gibi her yelden titrersen,
Dağ bile olsan bir samançöpüne değmezsin.
Ey terazi, neyle ağırlaşalım? denince de der ki: Değil mi ki derisiniz, bedensiniz, balçıktan ibaretsiniz; şu halde kendinize bir öz, bir can, bir gönül peydahlamıya bakın. Peki, bu öz nerden meydana gelir ey terazi denince de der ki: Bütün bu otlar, bu buğday başakları, cevizler, iç taneli şeyler, ilâçlar, önce hep yerden yaprak olarak biter; bunlarda öz yoktur; içleri boştur. Sonra sıcaktan bunalmış, yürekleri yanmış kişilerin soluk almaları gibi bahar havasını alırlar, yeraltından su emerler, balçıktan suyu ayırdedip özlerine çekerler. Diri bir insan, içinde toz-toprak olan bardaktan, testiden su içemez. Yüce Tanrı otlara ne biçim bir güç-kuvvet vermiştir ki balçık içinde, yüzbin şeyle karışmış suyu süzüp arı-duru bir halde emerler; varlıklarını Tanrının o nimetiyle Özleştirirler, bezerler. "Bilgi gönüllerinin yaşayışıdır, diriliğidir; amel de suçlara kefaret" hükmünce insanın özü için de bilgi yelini, kulluk suyunu göndermişlerdir. Yüreğin yanmışsa sen de ağaç gibi bilgi ve hikmet yelini çek; ciğerin yanmışsa susuzlar gibi kulluk bengisuyunu em; çünkü "Bize kuşdili öğretildi"(186) hükmünce bahar Süleymân´ı adalet tahtına oturmuştur. Bahar yaşayıştır, diriliştir, yel de onun tahtıdır. "Ona yeli râmettik"(187) denmiştir hani; bu suretle adaleti dünyâya yayar; güz kâfirlerinin bağlarda, bahçelerde yurdedinmiş bulunanlara ettiği zulmü, o güzel yüzlülere adalet ve lûtuflarda bulunarak giderir ve çirkin zâlimlerden onların öçlerini alır. Yerden biten her ot, her ağaç, vaktin bu Süleymân´ına karşı dile gelip, ağız açıp, bende bir öz var, bir meyva, bir iç var diye dâvaya girişir; işte sürüp çıkan dalım buna tanıktır der. Bahar Süleymân´ı , her dâvanın bir ölçüsü vardır der, bir terazisi vardır.
Aşk dâvasında bulunmak, kolay;
Ama ona delil gerek, burhan gerek.
Ey ağızlarını açıp dâva dilini oynatan bitkiler der; işte terazi buracıkta; getirin, gelin de her davacının dâvasının doğruluğu meydana çıksın. O terazi hangi terazidir? Terazinin biri yeldir, biri su. Tohumu, meyvası olan, değeri bulunan, her boy atan bitkinin hüneri, özü bu terazilerle tartılıp meydana çıkar. Hiç bir ağacın hüneri dünyâda bir zerre bile gizli kalmaz. Ekşinin ekşiliği, ´Yüzler asılır, kararır"(188) hükmünce meydana çıkar. Tatlı da "Nice yüzler de o gün parıl-parıl yanar, güler, sevinir´(189) hükmünce tatlılığını belirtir. O ağaçların kökleri yer altında, balçık karanlığında bir hünere, bir anlama sahipti; helâl ve temiz su emmişti; bulanık sudan çekinmişti. Onlar kendilerinde, başkalarının göremedikleri bir öz, bir hüner görmedeydiler, yazıklar olsun diyorlardı; yeraltında bu kadar hünerimiz olduğu halde, bu kadar usul boyumuz-posumuz, bu kadar güzelliğimiz bulunduğu halde başkalarının bundan haberleri bile yok; Tanrı bize bu kadar yardımlarda bulunmuş; başka kökler bunları bilmiyorlar; noolurdu, bir alış-veriş günü gelip çatsaydı da güzelliğimiz görünseydi, özümüz bilinseydi, başkalarının çirkinlikleri de meydana çıksaydı. Onlara gayb âleminden şöyle cevap gelmededir: Ey balçığa hapsedilenler, siz işinize bakın; hünerler elde edin; gönülleriniz kırılmasın; hünerlerinizin gizli kalacağından korkmayın. Bugün kendinizde gördüğünüz bu hünerler, bu meyvalar, sizin varlıklarınıza gelmeden önce bizim gayb âlemimizdeydi; onları sizin varlıklarınıza biz koyduk; onlardan sizin haberiniz bile yoktu; onlar size gelmeden, sizin varlıklarınızla karılmadan önce gayb denizinde parlayıp duruyordu bu inciler; bu topraktan yaratılmış varlıkların hazînelerine doğru koşuyordu bu inciler. Her hüner sahibinde bulunan, her sanatkârda, kuyumcu gibi, mücevherci, simya bilgini, kimya bilgini gibi her iş ustasında, her zanaat ehlinde, bilginlerde, işlerin gerçeklerini arayıp bulanlarda olan özelliği, o bilgiyi biz verdik; onlardaki bu özellik coşup dursun, hünerlerini meydana çıkarsınlar diye onu ihsan eden biziz; o coşup köpürmeyi de biz lütfettik, o arayıp bulma kaabiliyetini de; o yüzden onlar kararsız bir hale geldiler; yeni ergenlik çağına erişmiş kızlar gibi hani. Evlerinde çarşaf giyerler, yüzlerini süsler, aynaya bakarlar; perdeyi bir yana atmak, güzelliklerini hem ileri gidenlere, hem halka göstermek isterler; candan-gonülden derler ki:
İhtiyarlayınca bakılmaz ya bize;
Güzellik çağımız geçince kim bakar bize?
Ama saçları zincir gibi halka-halka olmuş güzeli de
Evde zincire vurup tutmıya imkân yoktur ya.
Bütün güzeller, bütün hüner sahibleri, güzelliklerini, olgunlularını göstermek için bir dükkân ararlar; o dükkânda hünerlerini ortaya dökmek isterler. Ama bu istek elbette hiçbir şeyden haberi olmıyan sudan meydana gelmez. Derinin, etin, kemiğin hünerden, sanattan ne haberi olabilir? Hani bir tilki çayırlıkta gezerken bir yere asılmış bir kuyruk gördü. Burda dedi, mutlaka bir tuzak var; bu, bir avcının işi; çayırlıkta kuyruk bitmez ya; kuyruğun çayırda-çimende ne işi var? Şimdi insanın da bu çayırlığa benziyen varlığında, ancak et, deri, kemik meydana gelir; bu himmetlerin, bu isteklerin ne işi var orda? Bu istekler benim tertemiz sıfatlarımdan meydana gelmektedir. Esenlik ona, Mûsâ yüzbinlerce şaşılacak şey gördü; coştu; köpürdü, şaşırıp kaldı; onu bu âlemden âleme götürdüler. O âlem, yaşayış içinde yaşayıştı; ferahlık içinde ferahlık vardı o âlemde; ışık üstüne ışık, zevk üstüne zevk coşup dalgalanmada, görünüp parlamadaydı. Dedi ki: Yârabbi, biz şu âlemdeniz; şehrimiz şu, mâdenimiz şu. Sonu bulunmıyan bu mâdenden bizim varlığımızı ne diye tuttun da o yankesicilerin pazarına götürdün? Hikmet neydi ki böyle değer biçilmez bir inciyi, o aşağılık âleme götürdün; bunun hikmeti nedir? Ululandıkça ululansın, Tanrı buyurdu ki: Ey Mûsâ, "Ben bir gizli defineydim; derken bilinmeyi sevdim; beni tanımalarını diledim." Mûsâ dedi ki: Sonu olmıyanı nasıl tanırlar? Gökte uçan bülbül, "Kızıl gül benim terimden yaratıldı" diyeni nasıl bilecek; yanağı güzel güle karşı bülbül, nasıl sarhoş olup kendinden geçmez? O sarhoşluk yüzünden nasıl coşmaz da ağzından, kendisinden geçmiş bir halde nasıl binbir nağme çıkmaz, nasıl ötüp şakımaz? Bir perdesi, öbür perdeye benzemiyen bu nağmelerle nasıl çileyip durmaz? Ey ebedî aşka tutulmuş bülbül, bu binbir perdeyi hangi anlamdan öğrendin: hangi çalgıcıdan geçtin? Bülbül der ki: Beni doğuran ana, anadan doğma bilgindir, ustadır; onların hepsi de bu çeşittir; bilgileri anadan doğmadır, akılları anadan doğma. Ben insanlık sıfatlarından olan erkeklikten, dişilikten doğmadım; gerçekten de ben, güle âşık oluş anasından doğdum. Aşkım da anadan doğmadır, aklım da anadan doğma. Ben ümmîyim. Ümmînin iki anlamı vardır: Birinci anlamı yazmıyan, okumıyandır. Halkın çoğu ümmî sözünden bu anlamı anlar. Fakat gerçeğe erenlerce, sözün, işin gerçeğini bilenlerce ümmînin anlamı şudur: Başkalarının elle, kalemle yazdıklarını o, elsiz, kalemsiz yazar; başkaları olmuş, geçmiş şeyleri hikâye ederler; oysa gaybden bahseder; henüz olmamış ve gelmemiş, fakat olacak, gelecek şeyleri hikâye eder.
Canı olan, olmuş şeyi görür;
Olmamış şeyi görense bambaşka bir varlıktır.
Ynt: Mecalisi Seb´a By: armi Date: 30 Ocak 2010, 15:11:18
Ey Muhammed, sen ümmîydin, yetimdin. Bir baban, bir anan yoktu ki seni mektebe götürsün, yazı ve hüner öğretsin sana. Bu kadar binlerce bilgiyi, irfanı nerden öğrendin? Varlığın başlangıcındanberi âleme gelen, âlemde olan herşeyi adım-adım, onların yürüyüş boyunca anlattın; herkesin kutluluğundan, kutsuzluğundan haber verdin; cennet bahçelerini ağaç-ağaç gösterdin; hurilerin kulaklarındaki küpelere varıncayadek haber verdin. Cehennem zindanlarını çukur-çukur, bucak-bucak anlattın. Alemin sonuna dek, sonu da yoktur ya, ne olacaksa hepsini ders halinde söyledin. Peki, bütün bunları kimden öğrendin, hangi mektebe gittin?
(Muhammed s. m. ) dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; Kimsesizlerin Kimsesi hocam oldu benim; "Rahman, Kur´ân´ı öğretti´(190) hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan öğrenmiye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu bu bilgi, özden meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böylesine bilgi, bilginin yazısı, çizisi, şekli olurdu; bilginin gerçeği, özü-canı olmazdı. Herkes dıvara bir şekil çizebilir; o şeklin başı olur; fakat aklı olmaz. Gözü olur; fakat görgüsü olmaz, eli olur; fakat vergisi-ihsânı olmaz. Göğsü olur; fakat gönlü olmaz. Elinde kılıcı olur; fakat kılıç vurması olmaz. Her mihraba bir kandil resmi yaparlar; ama gece oldu mu bir zerrecik bile aydınlık veremez. Dıvara ağaç resmi yaparlar; ama silkilip meyvası düşürülemez, devşirilemez. Dıvardaki resim böyledir ya; ama gene de zindanda doğmuş olan, halkın topluluğunu, güzellerin yüzlerini görmemiş bulunan kimse için faydasız değildir. O zindanda, kapıda, dıvarlarda resimler görür, güzellerin yüzlerini, padişahları, gelinleri, padişahların süsünü-püsünü, tahtını-tacını, meclislerinin şeklini, çalgıcıları, raksedenleri seyrederse, insan olduğundan, aynı cinsten bulunduğundan sorup soruşturur, zindanın dışında bir âlem olduğunu, şehirlerin bulunduğunu, bu kadar güzel kişilerin, oraya resimleri yapılan bu çeşit meyvalı ağaçların varlığını anlar, içine bir ateştir düşer; âlemde der, bunca şeyler var da biz. diri-diri mezara gömülüp kalmışız; bir nâra atar ve zındandakilere der ki:
Ey toplum, şu olaylar yurdundan çekinin;
Kalkın, yüceler âlemine doğru çıkın yola.
Bedenlerinizde olgunluğa ulaşmış bir can var;
Artık siz de kısa kesin beden lâkırdısını.
İsâ gözünüzün önünde oturmuşken
Eşeğin nalına kulluk etmenize nasıl razı oluyor gönülleriniz?
Ey tertemiz canlar, şu toprak yığınlarında,
Cehennemliklerin duyguları gibi niceyebir kalıp duracaksınız?
Ey diri kişilerin oğulları, şu topraktan baş çıkarın diye
Nice demdir ki devlet davulunu çalıp duruyorlar.
Ey dünyayı görmemiş mahpuslar, bir çâreye baş vurmuyorsunuz; hiç olmazsa şu güzel, şu şaşılacak şekilleri görün; onları bir seyredin. Elbette şu şekillerin bir gerçeği vardır. Çünkü hiçbir yalan yoktur ki doğrusuz olsun. Nerde bir yalan söylerlerse, duyanın doğru bellemesi, doğru sanması için söylerler. İşiten, doğruyu da görmüş olmalı ki bu yalanı doğru yerine kabul etsin. Kalp parayı, müşteri, geçer gümüş para sansın diye sürerler. Bu istekle sürerler ama müşterinin de geçer, ayarı tam parayı görmüş olması gerektir ki o kalpı geçer para sanıp alsın. Nerde bir yalan varsa, orda bir gerçek de vardır; nerde bir kalp varsa, orda ona benzer bir geçer para da vardır. Nerde bir hayâl varsa, orda bir gerçek de vardır. Şimdi, bir zindana benziyen bu geçici dünyâmn dıvarında görünen, derken yok olup giden şekiller de böyledir. Bunca binlerce kişiyle âlemde dosttun; onları hısım bilmiştin; onlara sırlarını söylemiştin. Şimdicek onların şekilleri geçti-gitti. Yürü, git mezarlığa; mezarların taşlarını al, kerpiçlerine bak; şekilleri, göreceksin ki mahvolmuş-gitmiş. Adamakıllı bil ki o güzel şekiller, dostların bulunduğu zindanın dışındaki şekillerin vuruşundan ibarettir; hani "Kalan temiz işler hayırlıdır"(191) denmiştir ya; bu kalan suretler nerdedir? "Rabbinin katında"(192) Senin rabbin olan zâtın, soluktan soluğa seni yetiştirip besliyen, geliştirip olgunlaştıran zâtın katında. Bunun anlatılması uzun sürer; gel de sözü kısa keselim; şu zindanı delelim de o şekillerin gerçeklerinin bulunduğu yere, âşık olduğumuz o gerçeklerin bulunduğu makaama varalım. Tekrar oraya varınca Mûsâ gibi bengisuda dalgalar yutarız; balık gibi de o yaşayış denizine, neden dalgalandın da bizi balçık kuruluğuna attın; sende böylesine bir rahmet varken neden bu merhametsizlikte bulundun ey merhametsizliği bile âlemdeki merhametlilerin merhametinden daha tatlı olan deriz. O da cevap verir de buyurur ki: Ben bir gizli defineydim; gayb perdesi ardında, mekânsızlık halvetinde, varlık perdelerinin ardında gizlenmiştim; güzelliğimi, ululuğumu bilmelerini, benim nasıl bir bengisu olduğumu, ne biçim bir kutluluklar kimyası bulunduğumu görmelerini istedim. Onlar da derler ki: Biz bu denizin balıklarıyız; önce bu yaşayış denizindeydik; bu denizin ululuğunu, bu denizin lûtfuyla da bizim, bu sonsuz kimyanın iksirini kabul edecek varlıklar olduğumuzu, bu yaşayış kimyasının yüceliğini, üstünlüğünü biliyorduk. Bu denizin balığı olmıyanlara bunları söylüyorduk ama, ne kadar söylersek söyliyelim, onlar duymadılar, görmediler, bilmediler bunu. Önce de bunu duyup bilen, anlıyan biziz; sonra da. Bu yüzden define de biziz. Bu kadar uzun gurbeti, "Bilinmeyi sevdim" hükmü yüzünden diledim; peki, değil mi ki define de biziz, bilen-anlıyan da biziz; "Bilinmeyi sevdim" hükmü kime? Cevap geldi de dendi ki: Ey balıklar, balık suyun kadrini bilir, suya âşıktır, ona ulaşmıya çalışır, çabalar ama dalganın karaya attığı, uzun zaman sıcak toprakta, sıcak kuru yerde, sıcak kumda, "Ne ölür gider orda, ne yaşar´(193) hükmünce yanıp çırpman balığın yanışında, denizdeki balığın yanışı, onun can verişi, feryâd edişi, kan ağlayışı yoktur. Denizden ayrı düşen balık ne ölür, ne dirilir ama yaşayıştaki tadı tattığından da denizin ayrılığına dayanamaz. Şimdi yaşayış tadını tadan, o denizi gören kişi, yaşayış denizinden ayrı kalınca nasıl olur da yaşayış tadını bulabilir?
Bir gececik onunla buluşma şerbetini içen kişidir ki,
O şarap bitince mahmurluğun eziyetini bilir, anlar.
Denizsiz yaşanamadığı gibi denize erişmek umudu oldukça ölünemez de.
Sanki bağda-bahçede sararıp solmuşum ben;
Sapsarı yüzümle safrana dönmüş gibi.
Seninle buluşmak umudu bırakmıyor beni yoksa,
Hiç aldırmadan kendimi öldürür-giderim ben.
Ama deniz de "Kendinizi öldürmeyin; çünkü o, size pek acır" (194) der. Hani definemi meydana çıkarmak istedim dedim ya; bundaki bir hikmet de sizin defineyi tanımak, hazîneden anlamak kaabiliyetinizi meydana çıkarmaktır der. Bu denizin arılığını, temizliğini meydana çıkardığım gibi şu balıklardaki yüce himmeti, şu balıkların yetişmesindeki lûtfu, şu yaratıklardaki olgunluğu da meydana çıkarmak istedim; böylece de kendilerindeki vefayı görsünler, himmetleri meydana çıksın dedim. "Elif, lâm, mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık desinler de öylece bırakılsınlar, sınanmasınlar?"(195) Yüzbinlerce yılan var ki hepsi de balığım diyor; görünüşte balık, gerçekteyse yılan.
Temiz kişilerin canları temiz gıdalar yer;
Yılansa yel yer, toprak yer.
Yel, toprak, balığın gıdası değildir. Uzaktan gördüğün hayvanın köpek, yahut ceylân olduğunu bilemezsin; fakat kemiğe doğru giderse ceylân değildir. Şeriatta bir mesele var: Kurt ceylânla çiftleşse de bir yavruları olsa bu yavruya ceylân mı diyelim, kurt mu diyelim? Bu mes´elede bilginlerin ayrı-ayrı sözleri vardır ki bu sözler medresede tartışılabilir. Ancak doğru hüküm şudur: Onun önüne bir demet ot atarız, bir avuç da kemik. Başını çevirir de ota varırsa ceylândır; kemiğe yönelirse kurt sayılır; böyle olunca da hangi suya başını soksa, dişini değdirse o su pis olur; çünkü kurt da köpektir: ancak dağda-ovada yaşar. Şimdi yılanın gıdası yeldir, topraktır. Kötülüğü fazlasıyla buyuran nefsin gıdası da yeldir, topraktır. Hangi yeldir, hangi topraktır o? Dünyânın yağlı-ballı lokmasıdır; bunlar da topraktan meydana gelmiştir; ancak Tanrı bunlara bir renk vermiştir. İstersen sonuna bak; sonunda onlar da toprak olur-gider; o şekil, o renk ondan geçiverir. Şimdi ekmeğin, etin, şu kara renkli bir yığın topraktan ibaret olduğunu değil mi ki bildin, yılan değilsen bunlardan başka bir yem bir yiyecek ara. Bir de yılanın gıdası yeldir dedik ya; hangi yeldir? Beylik, zenginlik mevkiine erişme yeli. İnsan şu ekmeği yedi de doydu mu, başında zenginlik yeli eser; bizim aslımız şudur-budur, biz şu denli saygı değerdik demiye başlar; mevki, ululuk dilemiye düşer; derken o yılan nefis bu topraktan, bu yelden fazlasiyle ele geçirdi mi de Fir´avn gibi ejderha olur gider.
Sana aykırı davrananlar karıncalardı; yılan kesildiler.
Yılan kesilen karıncaları yoket-gitsin.
Onlara bundan fazla mühlet verme, aman verme;
Çünkü zaman geçtikçe yılan, ejderha olur.
Şimdi, inananlar tam yılan olmadıkları gibi tam balık da değildirler; Yılanbalığıdır onlar; sağa düşen yarı bedenleri balıktır; sola düşen yarı bedenleri yılan. Bir ân gelir, sağ yanları onları denizi arayıp istemiye çeker; bir ân gelir, sol yanları onları dünyânın yeline, toprağına çeker.
Biz dilemekteyiz, başkaları da dilemekte;
Bakalım, baht kime yardım edecek, kimi sevecek?
*
Âdemoğlu şaşılacak bir macundur;
Üstünlerden de üstün olduğu halde aşağılık âlemindendir.
Şimdi şu yarısı çalışmıya girişti mi, girişir; bunu yapan, yaptıran akıldır. "Gerçekten de yüce Allah aklı yaratınca ona gel, dedi geldi; dön, git dedi; dönüp gitti." Bu akla yüzünü bana çevir dedi; çevirdi. Ey akıl dedi, bana yüzünü dön. Akıl, buyruğuna uyarım dedi, yüzünü döndü. Buyruğa uyup yüzünü döndürmek, ona yüz tutmaktır, ona dönmektir. Görmez misin? Meleklere, bana secde edeceğiniz yerde Adem´e secde edin buyurdu. Bu, görünüşte Tanrıya kulluktan kaçınmak, ona ardını dönmektir; Tanrıdan başkasına yüz döndürmektir ama, değil mi ki buyrukladır, Tanrıya yüz tutmaktır; hattâ bundan da büyük bir iştir bu. Neden bundan da büyük bir iştir? Şundan dolayı ki onlar yıllarca Tanrıya secde etmişlerdi; yabancı, ondan başka bir varlık var mı, anlıyamamışlardı; İblîs´le aynı kâseden yiyorlardı; onunla aynı hırkaya bürünmüşlerdi. Şu bir ân Tanrıdan yüz çevirip Adem´e yüz tutmaları dolayısiyle ayırdetme libâsına nail oldular; yabancıdan ayrıldılar. İblîs, görünüşte Tanrıya arka çevirmedi; başkasına secde etmek hususunda Tanrıdan utandı; ama Tanrının buyruğuna arka çevirdiğinden, Tanrı buyruğunu ardına attığından baktı, gördü ki kendi yüzü arka kesilmiş, meleklerin arkalarıysa yüz olmuş-gitmiş. Şimdi ey inanmış kul, senin yarın yılandır, yarın balık. Bir ân yüzünü balığa tut ki onun yüzü bizedir; bir ân da iş-güç için yüzünü döndür. İlki nedir? "Ancak sana taparız, sana kulluk ederiz"(196) hükmüne uymaktır; senin buyruğunla, senin kulluğuna uymuşuz, onunla meşgulüz demektir. "Ve ancak senden yardım dileriz.´´(197) Yâni gene senin buyruğunla, kulluğuna arkamızı çevirdik; kulluğa yüz tuttuk; kötülüğü fazlasıyla emreden nefsi adam etmiye uğraşmadayız; çünkü onun arkası senin kapmadır; çünkü sen, müslümanlık kuvvetlensin diye kâfirlerden haraç alındığı, haraç verenlere dokunulmadığı gibi bunu da sebeb etmişsin, bizden haraç almada. Şu söylediğim yılan ve balık iki sıfattır. Bu iki sıfatın biri, onun ayağının bağıdır; öbürü ayağı. Ayağı olan sıfat, kendi cinsine çektiği beslediği özlemdir; ayağına bağ kesilen sıfat, onun toprakla olan hısımlığı, yakınlığıdır. Çünkü yüce Tanrı önce bir inci yarattı. Ona baktı; inci utancından su oldu; o su denizi meydana getirdi. Deniz içten içe coştu-kabardı, köpüklendi, köpüğü toprak oldu, yer oldu. Bu yüzden toprak da sudan doğmuştur. Bu yakınlık, bu bağlantı, onu ayağının bağıdır. Ey katre,uyan; bu bağa, bu yakınlığa aldanma ki bir çok katreler bu bağa aldandılar da denizi aramaktan vazgeçtiler. Ne mutlu o kişiye ki demir, yahud tahta bir bağla bağlanmış olduğu halde onu kırmıya, atmıya uğraşır. Altın bağla bağlanmış olan altını sever; mücevherden yapılmış bir bağla bağlanan, mücevhere yapışır, onu sever. Şimdi sel gibi akıp birlik denizine giden katre, inanmış kişinin canıdır; sel gibi akıp gider; "Gerçekten de ben rabbime gidiyorum"(198) hükmünce birlik denizine kavuşur. Dayancım onadır ve o yeter bana. Allah daha iyi bilir.
Her mekânda övülen, her dilde anılan Allah´a hamdolsun ki
" M e c â l i s " yediyüz elli üç yılı rabîulâhırının ilk
günlerinden salı günü yazılıp bitti. Rahmet,
A d n â n´ın sulbünden gelen şeriat ıssı
peygamberi M u h a m m e d´e onun
cömerd ve zamane kötülüklerinden
tertemiz sahabesine.
Allah´tır kerem ve lütuf ıssı.
6 Zilkade 1384 ve 10 Mart 1965
(173) LIII, 8.
(174) LIII, 9.
(175) VI, 122.
(176) CVIII, 1.
(177) XXXVI, 8.
(178) LXIX, 46.
(179) XVII, 70.
(180) XCV, 2.
(181)XCV,3.
(182) XXXVII, 164.
(183) LXXII, 11.
(184)II,253.
(185) LV, 7-8.
(186) XXVII, 17.
(187) XXXVIII, 36.
(188) LXXV, 24.
(189) LXXV, 22.
(190) LV, 1-2.
(191, 192) XVIII, 46.
(193) XX, 74; LXXVIII, 13.
(194) IV, 29.
(195) XXIX, 1-2.
(196)I,4.
(197)1,4.
(198) XXXVII. 99.
Mecâlis-i Seb´a´da Geçen Hadisler
I
1. "Ben kıyamet günü Âdemevlâdının efendisiyim; fakat övünmem. Livâul-hamd benim elimdedir; fakat övünmem. Ogün Âdem de, ondan başkaları da, bütün peygamberler, benim sancağımın altındadır; fakat övünmem. İlk şefaat eden, ilk olarak şefaati kabul edilen benim; fakat övünmem."
Câmi´al - Sagıyr, I, s. 90.
2. "...Ben savaş peygamberiyim, savaşla gönderildim; ekin ekmek için gönderilmedim."
C. I, s. 90.
•
3. "Ümmetimin değerden düşmesi..."
Bu hadîsi bulamadık. "Müslümanlıkta, iyi bir gelenek koyup gidene, ondan sonra o geleneğe uyup ona göre iş işleyene verilen ecir verilecek, o geleneğe uyanların ecirlerinde de bir eksiklik olmıyacaktır..." mealindeki hadîs, meal bakımından buna uymaktadır.
Müslim, III, s. 87; VIII, s. 61.
•
4. "Sen olmasaydın, sen olmasaydın gökleri yaratmazdım."
Mevzu olmakla beraber anlam bakımından doğrudur. Daylamî, İbni Abbâs tan marfûan "Cebrail bana geldi de dedi ki: Ey Muhammed, sen olmasaydın cennet yaratılmazdı; sen olmasaydın ateş yaratılmazdı." hadîsiyle İbni Asâkir´den, "Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım" hadîsi rivayet edilmiştir.
Mavzûât, s. 67 - 68.
5. "Arapçayı en iyi konuşanınızım; Kureyş boyundanım ve dilim, Bakroğlu Sa´doğullarının dilidir."
C. I, s. 90.
6. 1. hadîse b.
7. ´Yokluk benim övüncümdür."
Safînat al - bıhâr, II, s. 378.
Yokluğu yeren hadîslerle karşılaştırıyor ve bu yokluğun, Tanrı ya karşı duyulan aciz ve yokluk olduğunu söylüyor; mevzu´ diyenlerin bulunduğunu da kaydediyor. Aliyy al - Kaarî, mevzu´ olduğunu söyler.
Mavzûât, s. 57.
8. "Gerçekten de Müslümanlık garîb olarak başlamıştır; garîb olarak döner; ne mutlu garîblere."
Müslim, I, s. 90; C. I, s. 65.
9. "Gerçekten de ulu Allah güzeldir; güzelliği sever ve kulunun üstünde, verdiği nimetin eserini görmeyi de sever; asık suratlılığı, yüz ekşitmeyi sevmez."
C. I, s. 58.
10. ´İşlerin hayırlısı, ortalama olanlarıdır."
Kûnûz al - hakaayık, II, s. 53.
Ynt: Mecalisi Seb´a By: armi Date: 30 Ocak 2010, 15:13:31
11. "Biz peygamberler topluluğu, halka akılları mıkdârınca söz söyleriz."
İhya hadîslerinden: Ahâdîs-i Masnavî, s. 38.
12. H. Peygamber´in mucizeleri arasında avucuna aldıkları çakıltaşlarının teşbih ettiği rivayet edilmiştir.
Safînat al - bıhâr, I, s. 281.
13. "Hamza ve onu öldüren Vahşî cennettedir."
Safînat al - bıhâr, I, s. 513, II, s. 637 - 638.
Vahşî, H. Peygamberin amcası Hamza´nın kaatilidir. Onu Uhud savaşında şehîd etmiş, sonradan Müslüman olmak isteyince tövbesinin kabul edilmiyeceğinden korkmuştu. Metinde geçen âyetin bu sebeple indiği rivayeti vardır. H. Peygambere, bu âyetin anlamının yalnız ona, yahut bütün inananlara şumûlü sorulunca, umûma şâmil olduğunu buyurmuştur. Ancak bu âyet Mekke´de inmiş, Vahşî, Mekke´nin fethinden sonra Müslüman olmuş bulunduğundan bu rivayetin doğru olmaması gerekir; yalnız âyetin, Vahşîye okunmuş olması ihtimâli vardır. Vahşî, Abû-Bakr zamanında, yalancı peygamber Musaylima´yı öldürmüş, insanların hayırlısını ve şerrini öldürdüm diyerek bu katlin sevâbımn, öbürüne bedel olmasını niyaz etmiştir.
Macma´al - bayan, VIII, s. 503.
16. "Size dünyâdan çekinmenizi tavsiye ederim..."
Nahc al - balagadaki bir hutbeye pek benzer, s. 339.
17. "Bir kadın, bir konakta bir erkekle beraber kaldı mı, üçüncüleri şeytandır onların."
Kunûz, II, s. 201.
18. "Allah adiyle başlanmıyan her hayırlı işin sonu gelmez."
C. II, s. 77.
II
19. "Kim suçların, isyanların..."
C. II, s. 155.
20. "Ben gönderilmeseydim..."
K. II, s. 151.
21. "Gerçekten de şeytan..."
C. I, s. 68.
22. "Zenginlik gönül zenginliğidir; mal zenginliği değil."
Bu mealde hadîsler vardır.
C. II, s. 61, 112; K. II, s. 121.
23. "Gerçekten de ben, Yemen tarafından Rahman kokusunu duymaktayım..."
Müslim, I, s. 51-53; Ahâdîs-i Masnavî, s. 73.
24. "Kula üç soru sorulmadan bir adım bile atamaz..."
Ahâdis-i Masnavî, s. 85.
III
25. "Birgünün sabahında Hârise´ye dedi ki:..."
Maâhiz-i Kasas ve Tamsîlât-ı Masnavî. s. 35-36.
Mesnevî´nin I. cildinde çok güzel bir tarzda anlatılır. Harise bin Surâka, Bedirde şehîd olan sahabedendir (Safînat al-bıhâr, I, s. 241).
26. "Sabır genişliğin anahtarıdır."
Bu mealde hadîsler olduğu gibi (C. II, s. 41), Kunûz al-hakaayık´ta, "Allah´tan, genişliği, sıkıntının, darlığın geçmesini beklemek ibâdettir" mealinde de bir hadis vardır (I, s. 120).
27. "Gönülleriniz yumuşadı, gözleriniz yaşardı mı..."
C. I, s. 40.
28. "Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever..."
Esenlik ona, Abû-Ca´far (İmâm Muhammad al-Bâkır - vefat 114 H.), gerçekten de Allah, bineğini, azığını karanlık bir gecede yitirmiş, sonra da buluvermiş kulun sevinmesinden daha artık, kulunun tövbesine sevinir buyurmuştur.
Safînat al-bıhâr, I, s. 127.
IV
29. "Allah´ın öyle büyük ve dereceleri yüce kulları vardır ki..."
"Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki insanları yüzlerinden tanırlar". ´Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki onları, kulların ihtiyaçlarını gidermiye memur etmiştir; insanlar, hacetleri olunca onlara kaçar, sığınırlar; onlar, Allah´ın azabından emindirler" ve "Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki onları, kulların faydaları için nimet vermek üzere özelleştirmiştir; ihsanlarda bulundular mı, onları faydalandırırlar; o faydaları men´ettiler mi de men´ettiklerin-den alırlar, başkalarına verirler" mealinde hadîsler vardır.
C. I, s. 78.
V
30. "Ben peygamberdim, Âdem´se canla kalıp arasındaydı."
C. II, s. 81.
31. H. Peygamber´in atası Abdülmuttalib, Peygamber çocukken onu kucağına alıp yağmur dilemiş, yağmur yağmıştı. Amcaları Abû-Tâlib de aynı şeyi yapmıştı.
Safînat al-bıhâr, I, s. 633.
32. "Bilgi gönüllerin yaşayışıdır..."
Bu mealde birçok hadîsler vardır (Abdülbâki Gölpınarlı: Hazreti Muhammed ve Hadisleri, III. basım, s. 28-44).
33. "İnsanlar iki çeşittir..."
C. II, s. 175.
34. "Cennet bahçelerinde yayılın, oralarda gezip tozun..."
C. I, s. 29. Bu mealde iki hadîs var.
•
35. "Kim bilgiyi ve bilginleri severse..."
Buna benzer bir hadîs var. K. II, s. 118.
36. "Kim bir kötü yol-yordam korsa suçu kendisinedir ve onunla amel eden..."
Müslim. III, s. 87.
37. "Cennet ehlinin çoğu abdallardır."
C. I, s. 44.
VI
38. "Abû-Zerr, Musa´nın sahîfelerinde ne var; ne yazılı diye sordu..."
"Ölüm onu arayıp dilemekteyken dünyâyı arayıp dileyene şaşarım...´´ diye başlıyan bir hadîse benzer.
C. II, s. 49.
VII
39. ´Yüce Allah der ki: Aklı yarattığı vakit..."
Al İthâfât al-saniyya fil Ahâdîs al-Kudsiyya, s. 178-179.
40. "Dünyâ âhıretin tarlasıdır."
K. II, s. 67.
•
41. "Ben bir gizli defineydim..."
Hadîs-i Kudsî olarak rivayet edilen bu söz, mevzu´ olmakla beraber meâlen doğrudur.
Mavzûât, s. 62.
Metindeki Şiirler
Metindeki Şiirler
I
"Sen temmuz ayında, Nîşabur´da kar satan..."
Senâî: Hadîkat ai-hakıyka ve Şarîat at -tarıyka; Müderris Radavî basımı; Tehran -Çap-hâne-i Sipihr. Hikâyet-i merd-i yah-furûş... s. 419.
"İşi bozulup şaşıran kişinin..."
Rubâî veznindeyse de kimindir; bulamadık.
"Yoluna gül bahçelerinin..."
Bulamadık.
´İşlediği işlerde inad eden kişiyi..."
Bu da öyle.
"Biz gece yolcuları..."
Öyle.
"Hakıykat erinin..."
Öyle.
"Sen bana bir yürek ver de..."
Hadıyka vezninde.
"Okluğumu, senin oklarınla..."
Hadıyka vezninde.
"Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki?"
Senâî: Divan, Mudderris Radavî basımı, 1320 şemsî hicrî, Tehran, Çap-hâne-i Şirket; s. 678.
´Tek olur, birliğe ulaşırsan..."
Bulamadık.
"Sevgili, öyle darma-dağan geldi ki..."
Mevlânâ´nın bir rubâîsi. Abdülbâki Gölpınarlı: Rubailer, İst. Remzi K. 1964. S harfi, Rubâî: 8 s. 125.
"Halktan gelen zevkten..."
Dîvân-ı Kebîr tere. İst R.K. c. II, 1958, s. 153, beyit 1227.
"Yüzüne karşı..."
Senâî: Dîvan, Behramşâh´a övüş; s. 490, gazel, beyit. 1,7.
"Bilgin kişinin varlık..."
Rubâîdir; kimin olduğunu bulamadık.
"Yûsufumun kokusu duyuldu mu..."
Attâr: Dîvan; Said Nafîsî´nin düzeltme ve önsözüyle. Tehran. İkbâl K. 1319, s. 144, 145; beyit. 1, 10, 12, 8, 9 ve bâzı cüz´î farklarla gene 10
"Bu konağın malı, mülkü..."
Kimindir; bulamadık.
"Bir Zenci, yolda bir ayna buldu..."
Hadîka, s. 290-291.
"Gündüz pek aydındır..."
Senâî: Divan, kasideler, s. 150; beyit 10, 11.
"O tay, anasına dedi ki..."
Kimindir; bulamadık.
"Gönül, senin olgunluğundan..."
Bulamadık.
"Ay ışığını saçar, köpekse havlar..."
Mevlânâ: Dîvân-ı Kebîr tere. İst. R. K. 1958, s. 319, beyit 2619. ikinci beyit Konya nüshasında yok.
"Hikmet ıssı olanlara..."
Hadîka, s. 714, 2. beyit.
"Canı, altınla satın almadın da..."
Bulamadık.
´Yoksulun gönlünü kebâb edip..."
Bulamadık.
´İnsan görüşten ibarettir..."
Mevlânâ: Masnavî, Nicholson basımı, VI, s. 319.
"Gördüğün, bildiğin pisse..."
"Hiçbir gönül, o tapıya kendi dileğiyle..."
Senâî: Dîvan, Kasideler, s. 379. 2. beyit.
"Bütün âlemde çifti olmıyan o tek..."
Mevlânâ: Rubailer, K. harfinin ilk rubaisi, s. 133.
"Kadehler boşalınca..."
"Kendinde oldukça..."
Hadîka veznindeyse de bulamadık.
"Sevgili bezendi, güzelleşti..."
Senâî: Dîvan, s. 621, beyit. 1-2. Mevlânâ, bir gazeline, bu gazelin matlaiyle başlar ve bu matlaı tazmîn eder. Dîvân-ı Kebîr, II, s. 269.
"Öldürürsen öldür..."
Bulamadık.
"Değil mi ki benim tilkim oldun..."
Mevlânâ: Rubailer S harfinin 2. rubâîsi, arada biraz fark var; s. 125.
"Düştüğümüz bütün eziyet..."
Mevlânâ: Rubailer, D harfindeki 231. rubâî; s. 93.
"Kuşcağız, yemin başında..."
Hadîka, II, s. 739.
"Güzellere bakma ki..."
Hadika vezninde fakat bulamadık.
"Bari yük..."
Bulamadık.
"Ey canımın içinde bulunan..."
Attâr: Dîvân, s. 209-210. Gazelin 1., 3., 4., 5., 6., 8. ve 7. beyitleri.
"Sana gönül bağlıyan.."
Senâî: Divan, Gazeller, s. 616. Gazelin 1., 2. ve son beyitleri. Son beyit, biraz değişik.
"Senin gamını yemeden..."
Mevlânâ: Rubailer, D harfinin 194. rubaisi, s. 51.
"Gam gecesi..."
Bulamadık.
´İnsanlar, akıllı kişilerden..."
Hadîka, s. 444.
"Horoz vakitsiz..."
Bulamadık.
"Kardan testi..."
Bu da öyle.
"Her akıllı bilginin..."
Öyle.
´İşık, yüzbinlerce..."
Öyle.
II
"Nazımızı, niyazımızı..."
Bulamadık.
"Kim bizi iyilikle..."
Fihi mâ-fîh´in 54. bölümünde (tere. s. 174) ve Mevlânâ´nın mektuplarından CXXII. mektupta geçer (tere. s. 183).
"Baht sana yârolur, yaver kesilirse..." Tabîatten doğan olayların..."
Bulamadık.
"Allah sırlarının definesi..."
Mevlânâ: Rubailer. M harfinde 96. rubâî, tere. s. 150.
"Âlemden maksad..."
Mevlanâ´nın mektuplarından CXXXI. ve CXLV. mektupta geçer (tere. s. 197, 214).
"Ey durağı-konağı.."
"Bilgin kişinin varlık gemisi..."
Bulamadık.
"Rûm ve Çin ülkelerini..."
Senâî: Kasideler; s. 418-419. Kasidenin 1., 2., 4., 21. ve 22. beyitleri.
"Arı-duru, tatlı sudan..."
Seyyid Burhânâddîn: Ma´ârif, s. 47.
"Ay, dün gece..."
Mevlânâ: Rubailer, Y harfinin 143. rubaisi, s. 214.
"Zamane, insanı aldatan..."
Attar´ın bu vezin ve kafiyedeki bir şiirinden olabilir.
"Avım elimden çıktı..." "Halvet gecesinde..."
"Binlerce canın kurban..."
Bulamadık.
"Himmete doğan ol, ululukta..."
Mevlânâ: Rubailer. K harfinin 3. rubaisi; tere. s. 134.
"Sevgilinin kabrini..."
Mecnûn´a isnâd edilen bu arapça beyit, Harun´un çağdaşı Müslim ibn al-Velîd´indir (Maahiz-i Kasas ve Tamsîlât-ı Masnavî; s. 211-212).
"Her zaman, bu yem-yeşil.."
"O alçahrsa..."
"Buyruk ıssıyla kâtipleri hainlik..."
"Noolurdu, seninle..."
"Birgün sûfînin biri Hişâm´a..."
Hadîka, II, s. 565-567.
"Ey şehvet ateşinde yanıp..."
Bulamadık.
´Neyin varsa ateşe..."
Mevlânâ: Rubailer. Ş harfinin 22. rubaisi; 1. beyti; s. 128.
"Sebepleri meydana getiren..."
"Ey ömrünü yele veren..?"
Bulamadık.
´İsteyin ey en güzel yürüyüşlü..."
Senâî: Kasideler; s. 182-183 Kasidenin 1., 2., 3., 4., 5. ve 7. beyitleri.
III
Tanrılığına lâyık yardımla..."
"Hür kişilerin oturdukları..."
´Yüceleri görenlerin..."
"Riyâzatla varlık perdeni..."
Bulamadık.
"Bizden, bizim kulluğumuzdan..."
Mevlânâ: Dîvân-ı Kebîr, I, s. 310; beyit, 2. 3.
"Gönül de kim oluyor ki..."
Bulamadık.
"Arifler, önüne ön olmıyandan..."
Hadîka, s. 65, 11. beyit.
"Zâhid, korkuyla..."
Bu beyitler, Sultan Veledin "İbtidâ-Nâme" sinden alınmıştır (Celâl Humâî basımı; Tehran — 1355 H. 1315 Ş. H. s. 56; "Der beyân-ı on ki nazar-ı arif be Hudâst..." surhunda).
"Zahidin aldığı yol..."
Bulamadık.
"O güzellik..."
Bulamadık.
"Kime hakıykatten..."
Mevlânâ: Dîvân-ı Kebîr, II; s. 214. İlk gazel.
"Zâhidlik nedir?..."
Hadîka´dan olacak.
"Savaşta demir gibiyiz..."
"Gerçeğe erenler..."
Mevlânâ: Rubailer; D harfinin 12. rubaisi; s. 69.
"Bil, fakat..."
"Selvinin boyuna.."
Bulamadık.
"Leylâ yüzünden..."
"Biz sana âşıkız..."
"Göz yaşların neden gül renginde..."
"Gamdan işim..."
"Vakitsiz öten horozu..."
Bulamadık.
"A seheryeli..."
Mevlânâ: Rubailer; Y harfinin 240. rubaisi; s. 221.
"Kara topraktan..."
Mevlânâ: Rubailer; Y harfinin 34. rubaisi, s. 201.
´Perde yırtmayı..."
Senâî: Dîvan; s. 704-707. 1. 2., 3., 4. ve 5. beyitleri. Son beyit yok.
"Senin kulun olduğunu..."
Bulamadık.
"Sözü, her söyliyenin..."
Attâr; Kasîde; Dîvan, s. 49-50. Kasidenin 1., 5., 6., 14., 16., 20., 7. ve son, yâni 38. beyti.
"Bana gönül verirsen..."
Mevlânâ: Rubailer; M harfinin 217. rubaisi; s. 164.
"Seni görüp de..."
"Bir bakır, altın yaldıza..."
Bulamadık.
"Aşk dâvasında..."
Hadîka´nın 334. sahîfesindeki 11. beytin biraz değişik şekli.
"Gizli, açık..."
Bulamadık.
IV
"Elest buyruğuna..."
Bulamadık.
´Tanrı zuhuruna..."
Hadîka vezninde ve tarzında; son beyit biraz farkla 132. sahîfedeki 4. beyit. Bu beyitlerin, Hadîka´dan olması gerekir sanırız.
"O şarâbı..."
Bulamadık.
"A beden, o yola..."
Senâî, Dîvan; s. 466. 1-6. beyitler.
"Niceyebir gömlek...
Hadîka, s. 418.
"Başında aklın varsa..."
Mevlânâ: Rubailer, R harfinin 17. rubâîsi; s. 120.
"Ey mal ıssı olanlar..."
Senâî: Kasîde; s. 168-171. 1., 3., 2., 10., 29. ve 30. beyitler.
"Varlığında üstün olan..."
Mesnevi, Nicholson basımı; c. II, s. 323.
"Dünyâyı yakıp yandıran..."
Mevlânâ: Rubailer; S harfinin 3. rubaisi; s. 125.
"Bir mektup..."
Bulamadık.
V
"Ey saki, aşk şarâbını..."
Hadîka vezninde.
"Ey saki, önceden sunduğum..."
"Meydan geniş..."
İkisi de rubai; fakat kimindir, bulamadık.
"Hani duymuşsundur..."
Hadîka, s. 733-734.
"Âşıkların gönüllerinin..."
"Ey sararıp solmuş mum..."
"Geceleri benim hâlimi..." Bulamadık.
"Birisi, âşıklık nedir diye..."
Mevlânâ: Mesnevi; II. cildin dibacesi.
"Lûtfun, bir solukçağız..."
Bulamadık.
"Mahrem olmıyanların..."
Hadîka: Mukaddime-i Reffâ´ s. 2.
VI
"Yoldan seni uzaklaştıran..."
Senâî: Dîvân; Kaside; s. 48; 2., 7. ve 8. beyitler.
"Gül bahçesinde..."
Mevlânâ: Rubailer; Y harfinin 42. rubaisi, s. 202.
VII
"Samançöpü gibi..."
Bulamadık.
"Aşk dâvasına..."
III. mecliste geçti.
´İhtiyarlayınca bakılmaz ya..."
Mevlânâ: Rubailer; T harfinin 140. rubaisi; s. 44.
"Canı olan..."
Hadika´dan olacak.
"Ey toplum..."
Senâî: Dîvan; Tercî´ler, s. 572-573. 1., 4., 5., 10. ve 13. beyitler.
"Bir gececik..."
Senâî: Dîvan, s. 193; 5. beyit.
"Sanki bağda-bahçede..."
Mevlânâ: Rubailer; Y harfinin 130. rubaisi; s. 130.
´Temiz kişilerin..."
Hadîka, s. 377.
"Sana aykırı..."
Bulamadık.
"Biz dilemekteyiz..."
Fîhi mâ-fîh´te, 12. ve 17. bölümde geçer; tercememiz; s. 48, 67.
"Âdemoğlu..."
Hadîka´da olsa gerek.
Konulara Göre - FİHRİST
Konulara Göre
FİHRİST
I. MECLİS :
Ümmetin bozguna düşmesi
Mücahede
Süleyman —Tac
Besmeleyi tefsir
Peygamberin mucizesi
Ay´ın yarılması
Gulyabânî ile temsil
Tövbe
Kasap — kuş
Hamza — Vahşi
Barsîsâ hikâyesi
Besmele
Nûh*- Tufan
II. MECLİS :
Tanrıya yöneliş
Gönül zenginliği
Tilki —davul
Edhemoğlu İbrahim
Süleyman, hüdhüd — Belkıys
Hişâm´a âit bir hikâye
Besmele
III. MECLİS :
Hârise´nin görüşü
Pâdişâh — doğan
Zâhid — arif
Pâdişâh — kul
Hacet dileme vakti
İyi niyet
IV. MECLİS :
Topluma rahmet olanlar
Kulluk
Azim hikâyesi
Nasûh tövbesi
Mukbil-i Tammar ve Salebe
V. MECLİS
Abdül-Muttalib´in yağmur duası
Kulluk
Habîb-i A´cemî
Doymıyan öküz — hırs
Benlik
İnsanların bölükleri
VI. MECLİS :
Tevrat´taki öğüt ve dünya
Lâ-İllâ
VII. MECLİS :
Aklın şerefi
Herşeyin bir terazisi var
Bilgi
Yaratışın gaayesi
Özden doğan bilgi — öğrenilen bilgi
Balık — yılan temsili
radyobeyan