Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:05:27
Bir adam vardır ki başka bir üstadın işinin kalıbı olur. (M.179) O kimse candır. Bundan keder yoktur. Allah’dan üstün
kimse var mıdır ki, hem kalıp olsun, hem can olsun? Bu imkânsızdır. Ben seninle birlikte azap duyuyorum bunu filan zat ile
birlikte konuştuk. Bu işten dolayı özür dilemektedir. Ben ona dedim ki: Yüzünü görünceye kadar bu sözlerle avunmam ancak
Mevlânâ o görüştüğümüz yerde üzüldü. Ben kılıç ile teklifsizim. Beni bilirler. Bunu yapmıyorsam erkekli, ğim icabıdır. Yoksa
sizin yaptığınız gibi yapmadım. Belki onu sevdiğim zamanlarda bile yapmadım.
Bir daha hastalığın bana yol bulmasına fırsat verme. «Aman işitiyor,» dedim. «Ne dedim ki işitsin,» dedi. «Bu açık
sözleri işitir,» dedi. «Yani bir şey işitmeyeyim bir söz olmasın. Bir zamiri, (gizli bir sözü) var,» dedi. Görüyorsun ki, gizli sözü
anladı. Eğer bu sözün dış anlamına arif itiraz ederse bundan doğacak üzüntü benim elimde değildir. O, elimde olmadan kendi
kendine bana musallat oluyor ve yine elimde olmadan geçip gidiyor. «Nasıl olur?» dedi. Ona, kendi bilgisi perde oldu. îşte
Kuran´da buyurulduğu gibi, «Onu bir Allah bilir, bir de bilgide uzman olanlar.» Günkü «Bilgide uzman olanlar sözün yorumunu
bilirler.» dedi. Bunu, soru yönünden söylemişti, ona gülmüştünüz. Bu söz her iki anlamın dışında değildir. Söz yapıcı olduğu
zaman uyku getirir. Nasıl ki, uyanık gönüller uykuda da iş görür. Aman tekrar söyle bu mısranın baş tarafı ne idi?
Sahabe (Peygamberin dostları) hiç itiraz etmezlerdi. Hazreti Mustafa´ya (S.A.) karşı inançları dola-yısiyle onu
dinlerken mest olurlardı. O güzel sözlerden, Hazreti Ebubekr yedi hadisten başkasını nakletmedi. Eğer sorsalardı, aldıkları
cevaptan çok faydalanırlar, birçok gizli noktalar açıklanırdı. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. Hallac´ın «Ben Hakkım,»
sözü pervasızcadır. Bayezid´in, «Kendimi kutlarım,» sözü daha kapalıcadır, insanlar arasında hiç kimse yoktur ki kendinde az
çok benlik olmasın. Hazreti Musa (Allahnın selâmı üzerine olsun), «Ben yeryüzünde olan insanlardan daha bilginim,» diye biraz
benlik gösterince Allah onu Hızır Aleyhisselâma havale etti ki, bir kaç gün onunla birlikte dolaşsın; o benlik davası kendisinden
gitsin.
(M. 180) Hazreti Muhammed (S.A) Hazreti Ali´ye buyurdular ki, «Sen niçin vuslat orucu tutmakta bana uydun da
böyle arık ve güçsüz düştün?» «Ben, her hangi biriniz gibi değilim. Allahmın yanında gecelerim, O beni yedirir içirir,» buyurdu.
Bazı gerçekçi araştırmacılar, Kuran´ın şu âyetinin inmesini araştırmışlar ve demişlerdir ki: «Ey Resulüm, de ki, şüphesiz ben de
sizin gibi bir insanım!..» (Kehf sûresi, 111) anlamındaki Allah hitabının özeti şudur: «Ey Resulüm! Sen Allahsal tecellî ile dolu
olduğun vakit benliği kendinden uzaklaştır, böyle söyle.» Ama ulu Allah sevgili Peygam-ber´inin kutlu gönlünü kırmamak için
de âyetin sonuna şunu ekledi: «Ancak bana vahiy gelir. Allahnız tek Allah´dır.» Bundan sonra da «Allahsına ulaşmak dileğinde
bulunan güzel ameller işlesin.» Bu da evvelki hitapların benzeridir. «Ben, her hangi biriniz gibi değilim,» diyen Peygamber´ine
şunu da hatırlatıyor; aynı âyetin sonunda, «Rablerine kulluk vazifesini yaparken hiç bir ortak koşmasın,» buyuruyor ki, bu da
onun aynıdır. Lâkin iyi kullar cihan yurdunu ibadetle, akılla bayındırlaştırırlar. İki cihan bu iki şeyle yani ibadet ve akılla
bağlanmıştır. Bütün zamanlar, her iki âlemde tasarruftan gaflettedirler. Senin elin ayağın taklit ile uzanır, güçlenir, bunda
yoksun kalmak korkusu yoktur. Ama önce inkâr ettirir, ama. sonra kendine gelince seni çevik ve canlı bir hale getirir.
Herkes, bu zehî (ne güzel) kelimesine aşıktır. Bu, «ne güzel» sözü uğrunda ölürler. Senin görüşün onun sıfatları
iledir. Kendi dileklerinden başkasını isteme! Senin istediğin şey oradadır. Pisliklere, karanlıklara ve oburluğa, öteki âleme ait
perdelere bakmak ve böylece bulanıklıklar ve zorluklar içinde yaşamak çocuk oyuncakları ile uğraşmaya benzer. Bazıları
görünüşte onu yok ederler, gaflet uykusundan uyanırlar.
Yarın vaiz etmek gerekiyor. Bu zordur, ama bir kapı açılmıştır. Çare yoktur. Bu kapıyı kapadın mı feryatlar,
şikâyetler, ayıplamalar başlar. Keski bunun onlara bir faydası da olsa. Söylenmesi gerekli bütün sözler söylenmiştir. Açık ve
kapalı anlatılmıştır. Ama sanki hiç öğüt dinlememiş gibi davranırlar. Ne sözün açık anlamını kavrayabilirler, ne de maksat ve
manâsım anlarlar. Madem ki anlayamıyorlar bu konuda nasıl konuşulabilinir. Bilgiye dayanmayan âmelin sonu sapkınlıktır.
Bunlar acaba girdikleri çilelerden ne elde ediyorlar? Orada ne yaparlar? «Allah’dan başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır,»
yolundaki sözleri, dil işi değil muamele işidir. Onu uygulamak ister. Bilmiyorum bundan onun elinde kalan kazanç (M. 181)
ister değişik olsun, ister olmasın. Söz ancak onun sözüdür. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir. Nihayet Allah’ın öyle kulları da
vardır ki, o halin, hali olur. Senin söz üstadın bilmiyorum, ben miyim? Vardır diyorum. Şimdi bizim evimizin kervansarayında
bize cefa veren o adam kimdir ki, herkes ondan inciniyor? Bunlardan biri benim. Bugün sanki bir yıldan beri binanın tapusunu
bana vermişler. Ama şimdi de kötülük yapmak istiyorlar, bunu artırabilirler de. O zaman o tapunun ne değeri olur? Eğer gelir
de bu kervansaray bana lâzım değil derlerse, bana olan saygıyı artırmış olurlar. Bu bana da yaraşmaz, geri al derim. Bu
sözleşmeyi bozmak olur. Lâkin onun bu işin bozulduğuna tanıklık edecek kimsesi yok. Bu söz söylenmiş ama nasıl yapar? Ne
gibi bir tedbir bulmalı ki, bu icar sözleşmesini bozsunlar. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. O sözden de şu beytin
kokusu:
Beyit:
Evet güneş bir adamdan uzaklaşınca,
Güneş yerine çıra yakar o zavallı.
Olur bu işler olur. Allah işidir bu.
Benim sözümü hatırında tutamadığını anladığın zaman, başka sözlerle meşgul olursun. Sen namaz kılmıyorsun,
bundan önce kılıyordun. Namaz ve ibadetle meşgul olmak mutluluk nişanesidir. Senin kuruntuların beni ihtiyarlattı. Eğer
ayrılığın herhangi bir şey yüzünden olsaydı, bu sıkıntı ona bağlı olurdu. Eğer oraya gelirsen benim ayağımı kim tırmalayacak,
beni kim kötülüyecek?
Peygamberlere bile iftira ettiler. Yakupoğullarına yakışmayacak sözler söylediler. «Bir oğlanı seviyor,» dediler. «O
pislik yuvasıdır,» dediler.
Hazreti Muhammed (S.A.)´ yüzüğünü çevirince, «Sizi boş yere mi yarattık sanıyorsunuz? Siz yine bize döneceksiniz,»
(Müminun sûresi, 116) anlamındaki âyetin hikmeti aşikâr olur. Gözleri çocuklarına dönük olan peygamberler zümresine de hile
ettiler. Bu, onlara kendilerinin Hakta nasıl birleşeceklerini gösteren bir ayna oldu. Hazreti Peygamber Ayşe ile nasıl birleşti ise,
bunun için hikâyelerin en güzeli, dediler ve zamane halkı bunu şehvet âlemine naklettiler- ve öyle adlandırdılar. Ama gördük
kü bu vaiz, Davut Aleyhisselâm ile başka peygamberler hakkında neler söylüyor. Ancak oturan dinleyicileri etkiledi. «İsterse
onlar meclisinizde hazır olmasınlar ve bunun için bu yolu açıyor, artık bizden vaiz istemiyecek,» dedi. Nerede o vaizlar? Bu
vaizin okuyucuları nerede? Yahut nerede o peygamber ki, hep biricik oğlunu arasın? (M. 182) Nerede o biricik evlât ki,
ayıpladıkları şeyi ´o yaratsın. Onlara dedi ki: «Siz de falanın konuştuğu gibi vaiz edin! Hatta benim kardeşim ve vaizler neler
söylerler; işte vaiz derler sana! Eğer insanoğlu isen başını bu medreseden yukarı kaldırmazsın, insanoğlu değilsen hayır; belki
benim gibi söylersin: Ben Şam´ da, Rum diyarında kadılar kadısıyım, Halifenin ya-kınlarındanım. Kitabım boynumda, âlimler
atımın dizginlerini çekiyorlar. «Bu karanlıklar içinde oldu,» derse o başka.
Ferhat ile Husrev ve Şirin hikâyesini Leylâ ile birlikte söylüyoruz. Eğer bırakırlarsa işler iyi olur. Lala hikayesini birinci
gün yasakladı; ikinci gün bir kaç altın verdi, tatlı sözlerle tekrar müsaade etti, «Bana bir iş buyur,» dedi. «Şöyle böyle hiç
şehvet sözü olmasın öyle bir şey bulunmasın içinde. Bu Lala işidir,» dedi. O günü baktım ve «Bu hal şehvet halinden ne kadar
uzak!» dedim. O bir köşeden geldi. «Bu böyledir,» dedi. Keski bir şey okusaydı da beni şu medreseden kur-tarsaydı. Allah
korusun ki bir şey okumadım da böyle bir kaç şey yapabildim. Allahya sığınırım eğer bir şey okudumsa.
Şahap diyordu ki: Bu çocukcağız bana, Şam´a gideyim de tahsil edeyim diyor. Dedi ki: Allahya sığınırım! Henüz
gitmediği halde bizi bazı sorularla âciz bırakıyor. Ben bütün bu divaneliğimle nice akıllıları şarap küpüne sokmuşum. Bütün
dalgınlığımla nice açık gözleri koltuğumda götürmüşüm. İçimde bir müjde sevinci vardı. Güya havalarda uçuyordum,
yeryüzünde değildim. Tahsil ediyorsun ama bana göre hayır. Her gün bir satır okursan böyle olur. Babanın seni tahsile
göndermekten maksadı şu idi: Zamane kötüdür halk çocukları azdırır. Allahtan korkmazlar. Bu anda Allahya çok şükürler
olsun! Senin elde ettiğin bilgiler yeter derecededir. Yolda çeşitli fenlerden söz açmıştım; Diyordum ki: Yol, ev gibi değildir. Ben
türlü fenlerde yetkili bir bilgin gibi önemli fen konularından konuşuyordum. Biz, bir çok yazma eserlerden daha üstün geldik.
Ama Mevlânâ bizden daha üstün. Çünkü her ne varsa bir kere ondadır. Sen kendini ta-mamiyle ona vermezsen o da senin
olmaz.
(M. 183) Yüce Allah kutsal hadiste şöyle buyuruyor: «Bana bir karış yaklaşan kuluma ben bir arşın yaklaşırım.»
Uzaklık, büyüklük Mevlânâ´dandır; açık söylüyorum. Bugün bana iyi bakacak mısın? Hiç mü-rüvette sığar mı ki seni bu kadar
bilgi ile, üstün niteliklerle sade akıl yönünden göreyim? Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: «Kul acıkınca onun kalbinden ve
dilinden hikmet bulutları yağmur yağdırır.»
Şiir:
Bu gün kıblesi mutfak olan kimselerin,
İyi bil ki, yarın yerleri cehennem olacaktır.
Ey senin o, gırtlağın ki, Allahnın, «Yiyin için!» emri ile kesilmiştir! Bir kere sor ve de ki: Ey gırtlak söyle bir kere sen
hançer misin? Yoksa hançere misin?
Az yemek sendeki gücü artırır, çok yemek hikmet ve düşünce kudretini azaltır.
Herkes mademki onunla kendini süsler, bu öğüdü dinle: Burada bulur da yemezsen, öte tarafta yersin, bu bana bir
başlangıçtır dersin. Bunu öğren ki, gönül açıklığı ve sevap kazanasın! Aradığın sevgili sık sık sana yüz göstersin. Bunun misali,
şuna benzer: iki kişi oruç tutar, biri bir şey bulamadığından aç durur, öteki ise bu orucu her şey bulduğu halde Allah rızası
için, sırf sevap kazanması için tutar. Başka bir örneğini daha anlatayım: Bir hadım ağası ile başka bir delikanlı zinadan
sakınırlar, yahut bir hasta ile güçlü kuvvetli bir erkek perhiz yaparlarsa, bunlar, hiç biri birbirlerine eşit olurlar mı? Nasıl ki,
bütün hayvanlar da dişilerini bulamayınca göremeyince sabrederler. Ama hapsinin de zayıf bir tarafı vardır.
Şiir:
Ey Leylâ´nın vefalı soydaşları,
Allah sizin sayınızı artırsın!
Leylâ gibilerdir ki, aşka susayanlara karşı cömertçe canlarını bağışlarlar. Evet Horasan caddesinde develer gördüm;
bilmiyorum ki üç yüz tane mi yoksa bin tane mi? Bu nasıl bir zor iştir ki, onların hangisi erkek hangisi dişidir, anlıyamadım
Ötekilerini de bilmiyorum. Bari onun sözü, erkek ve dişidir. Eğer öteki erkek ve dişi olmasaydı onun sözü de erkek ve dişi
olmazdı. Hareketi de erkekçe ve dişice olmazdı. Her millette erkek de dişi de vardır. Ancak bir toplumda yoktur. Bu ayrıcalıktır
ama nerede o toplum? Mademki onu göremiyorsun ey sevgili artık ne söyleniyorsun? B´zi biraz yalnız bırak. (M. 184) Çünkü
bize yakınlık göstermezlerde yalnız kalmanız gerekiyor. Bizim aşinamız, bizi tanıyan o can kimdir? Şimdi bu sözü açıktan
söylüyorum. O kendi uğursuzluğunu nasıl anlayabilir? Bunu, Allah bilir. Eğer mana yönünden söz açarsak hoş olmaz. Eğer
manadan söz açmazsak kutsal hadiste buyurulduğu gibi, «Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.» Söz eri olan bir
insanın içinde dalgalanan nice sözler, nükteler vardır. Ancak onu dinleyecek yetenekte kimse bulamazsa neye yarar? Oraya
gitti, oturdu. Deniyor ki, geride başka insanlar da var. Vaıza başlayınca benim hatırıma şu şiir geldi.
Şiir:
Hârâbat ehli oldum, gamdan kurtuldum,
Bende ne zabitlik kaldı, ne Kuran okuma kaygısı.
O özgür erlere hizmet yolunda,
Belimi, onun sağlam zünnarı ile bağladım.
Meclisin neşesi üç şeyle gelir derler.
Bende hem şarap var, hem güzel var, hem ışık.
Beyit:
Biz sana kulluğumuzu gösterdik, ne çare ki,
Senin çirkin huyun köle satın almasını bilmedi!
Kuyu kazan kimse sudan nasıl kurtulabilir? Sitemli sözlerle kendilerini ariflerden gösterirler, hep uğraşırlar ki,
örtünsün diye. Bir de saçlarını hep dışarı fırlatır sonra örter, binlerce cilveler, yaramazlıklar yapar ki, kimse kendisini
tanımasın. Akıllı adam onu bilir. O nerede, bu nerede? Bu birinin yaptığı, öteki gibi doğru olabilir mi? Böylece söze de dikkat
etmelidir. Bir çok kimseler sözü kapalı söylemek isterler. Nihayet kendinden insaf et bir kere. Senin güzel bir cariyen olsa,
hanımının erkek kardeşi de onu görse, ona, «Hoşuna gitmedi mi?» diye sorarsan, o hoşlanmamak ileride ne etkiler ve ziyanlar
meydana getirir. Çocuğun biri, kendini öğen ve güzel bulan dadısına, «Benim yüzüm güzelse senin hoşuna gitmeyen çirkin
yüz kimin yüzüdür?» demiş. O kimdir ki, beni bildiğini iddia ediyor? Dünyada hiç çirkin yoktur, ama bir ölçüye göre. (M. 185)
Küfür bile çirkin değildir. Ama iman ile karşılaştırılınca çirkin olur. Yoksa kendi nefsinde güzeldir. O iman karşısına gelince,
bozuk ve çirkin görünür. Demir nefsinde demirdir, serttir. Ama onda halk için faydalar vardır, kuvvet yardır. Fakat bakıra
göre derecesi daha aşağıdır. Çünkü bakır her şeye elverişlidir, her kılığa girer; demirden ziyade, kimya işinde elverişlidir. Bu
niteliği dolayısıyla de demirden üstün sayılır. Gümüşe sıra gelinceye kadar, çok güzeldir ama, altın, mücevher, dürriyetim
denilen değerli inci de sıra ile biri ötekinden üstündür.
Yakuta sor bir kere: «Neden öyle kıpkızıl oldun? Yoksa sana bu hal güneşten mi geldi? Eğer söz onu küçümserse,
değerini azaltır ve kırarsa onu başka bir manada, başka bir şekilde ayıklar gösterirlerse ne çıkar. Eğer böyle olmasa, onun hiç
bir bilgisi yok demektir. Öyle ise en azından ona, «Pabuçlarını al! Biz bunu kabul etmeyiz; bunu kabul edenlere de engel
oluruz, hayınlık ederiz,» deriz.
Ona sordum: Ne zaman beni bildin? Ne zaman beni gördün? Ne zaman eteğin eteğime, kolun koluma dokundu? Ne
zaman benimle oturdun ve bana yoldaşlık ettin?
Balığın bilinen tarafı, onun suda yaşamasıdır. Eğer her hangi bir hayvanın sudan kaçtığını, su korkusu ile öldüğünü
görürsen, o balık değildir. Ona Al-lahtan bahsedildiği vakit üzüntüden, korkudan ölür ve bu yüzden sudan çıkmak ister. Ama
balığın suda yaşadığını isbat için, davaya, şahide, isbata hacet yoktur. Çünkü o suda yaşar, sudan çıkmaz, rastgele çıksa bile
asıl olan onun suda yaşamasıdır.
Diyelim ki, Halife bir zümreye beyaz, bir zümreye yeşil, başka bir zümreye de kırmızı elbise giydirmiştir. Hatta
bazılarının başlarına geniş kenarlı külahlar koydurmuştur. O bununla övünür ve onu bozmaz. Ancak onun vezir ve, yakınları
belki bu töreyi değiştirebilirler. Ama onlar da hep birlikte o halifeye sığınırlar. Çünkü onların halkı korumaktan başka işleri
yoktur. Başka maksatları da olamaz. Halife kendisi için iyi olanları bilir, onu affeder, nefsiyle bilir. Vezir, eğer ona karşı bir
düşmanlığa kalkışan olursa bunu haber verir. Onun bundan başka işi yoktur. Kutsal hadiste Allah şöyle buyuruyor: «Gizli bir
hazine idim, kendimi tanıtmak hoşuma gittiği için yaratıkları yarattım ki, beni bilsinler!»
Hama ile Hana arasında Hasana´ya gittim. Mev-lânâ ile Mecduddin aralarında şöyle konuştular: Biz uyuştuk. Evet
Şemseddin bizi atlatmaktan hoşlanır, îsrar edersek evet der, ne iyi olur, yine gider. Eğer bizden ayrılırsa tedbirli davranmamız
gereklidir. Vaz geçerse hiç bir şey olmamış gibi davranırız. O zaman bize meşhur Cuha´nın kolu çolak olduğu vakit tamburunu
çalarak söylediği şu şarkıyı hatırlamak gerekir,
Şiir:
Ben hep senin köyünde kemik topluyorum ki,
Oraya hiç bir köpek ayak basmasın diye.
Onlar nerededirler? Onlar kimlerdir? Nihayet ben diyorum ki, onlar benimkilerdir. Sonunda anlaşıldı. Dediniz ki, sen
hep şu mısraları mırıldanırdın: (M. 186)
Şiir:
Ay yükseldi, biz alçaklaştık
Beyit:
Sevgilim bundan sonra bizden her ne işitsen,
Artık el açma bize, çünkü biz gittik elden.
Görüyorum ki, göklerden dalga dalga nur yağıyor.. O yavrunun yüzünden, benim yüzümden ve gözümden fışkıran
nurla tâ ciğerimi görüyorum. Kuran´da, «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz,» anlamındaki âyetin yorumu
şudur: Bu âyet bir kere müminler hakkındadır, onları ilgilendirir. Eğer buradaki özellik onun hakkında ise ne dersin? «Niçin
söylüyorsunuz?» Sözü, kıskançlık kaynağından gelmiş olurdu. Onlar kendi testilerine başkalarının tortusunu doldurmaya hiç
razı olurlar mı? O halde «Yapmadığınız şeyler,» buyrulmasının yeri olur muydu? Yeter ki bir sebep olsun. Bunlar bir toplumdur
ki, onlara iki akça verip, kaseyi doldurup götürebilirsin. Bu ne demektir? Katırın açlıktan kemikleri dışarı fırlamış. Sözünden
başka hali de değişti; hali ile birlikte konuşması da düzgünleşti. Artık bir şey söylemez. Bu azarlama onlar içindir. Siz niçin
halinize uygun olmayan bu sözleri söylediniz? Derler ki, hayır ben, bu hal ehlinin kulu kölesiyim. Onların duyduklarını
duyanlardanım. Şu halde iş böyle olunca size mübarek olsun! Bu çok fena bir haldir, kendine oyun oynuyorsun demektir.
Erkeklik odur ki, düşmanın oyununu görebile-sin.
Söze başladı ve dedi ki: Söyledi ve söylüyoruz. Bunun nihayet senin oyunun olduğunu görüyorsun. O gece kendisini
çağırmadıklarından dolayı incinmişti. Beni de evde zayıf birisi var diye çağırmışlardır. O kimdir diye sorarlarsa, buraya
gelmesini istemediğim bir adamdı dersin. Ona bir peri verdim ki, gerçek görüşlü olduğu için gelmedi, uçtu gitti, beni kurtardı.
Ama nihayet bu kanadı sana ben verdim. Gerekirdi ki, şimdiye kadar yerinde kalmış olsun. Yaklaştı ve dedi ki: Ben Kerim ile
bir tarafa gitmek istiyorum. Eğer yal-nızsa. Yalnızdır, değildir, kendisi bilir. Ben ona, «Düşmanın oyununa dikkat et,» diyorum.
«Oyun bundan daha açık olur mu ki, falan evde öleceğim,» dedi. Ona çok inanırdık ve o açık konuşmuştur, diyordum.
(M. 187) Allah bizim aramızdadır. Bu işareti dinle! Görüyorsun ki, şahitler meclistekiler benden uzakta. O gece, onun
gönlünde parlayan, nurun etkisiydi. îstedim ki o zaman ona sorayım: Kim ne dedi de ona güldün? Sert bir bakışla ona baktım.
Ama kendimi tutabildim. Öfkem geçsin diye, çünkü hastaydı. Geçen gün de kendisine gülerek bir göz attım. Eğer bu doğru bir
bakış olsaydı iş kolaydı. Bununla beraber zordur. Toprak altındaki nazeninlerden birkaç tayfamız var. Öyle nazeninler ki,
karanlıktadırlar. O başka mesele. Benim sultanlığımda bu türlü şeyler olur. Bu saatte ne var ki, hatibin kılıcı gibiyim! Ne
keserim ne batarım. «O bilip de sükût ettiğin şeyi bu saatte görürsün,» dedi. Sordum ona: «Neler söylüyorsun? Benim hatırım
için ona gerekli olan şeyi bir kere söylemez misin?» Evet ben çağırdım, ben söyledim, Alâeddin´e, Kerim´e söyledim. Benden
çok incindiler. Ondan sordum. Sen bana şöyle diyorsun: Kiminle çağırdın? Nasıl çağırdın? Seni böylece hoş karşılayınca, ne
yaptım ki, beni takdir ediyorsun? Şimdi gel ki, sana bir öpücük vereyim!
Ahi´ye dememiş miydin ki, Şemseddin sizden bahsediyor. O bizden atılmıştır. O Hâcegî denilen, kılı kırk yaran, fakr
mertebesinde biricik bilginden bir kaç kat daha iyidir. Ben meclise geldiğim zaman elini ağzına koyar, «Susun, biz ne
biliyoruz,» der. Şimdi dedim ki: Bizim aramızda bir bilirkişi gerektir ki, bu meseleleri kesip atsın, o ayırt etsin. Ama o bilirkişi
dışardan olmalı. O, neye karar verirse inayetle baş eğmek, karara saygı göstermek gereklidir. Yoksa onun azıcık da bir gücü
olamaz. Ama burada karar iş arasında veriliyor, îş arasında el çırpanlara, gemiye atlayanlara, satranç oynayanlara, hepsine
hüküm veren o bilirkişi olmalı.
Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zey-neddin Kelusî´den sordu ve dedi ki: «Ben Allahyı gördüm, ondan bir
elma istedim, bana verdi. Sen Allah´ dan ne istersin? Bayezid-i Bistamî, Allah´dan Allah´yı istedi; filan kişi filanı istedi.»
Zeyneddin de dedi ki: «Ben de Allah´dan Allahyı istiyorum.» «öyleyse, sen Bayezid´in mertebesindesin,» dedi.
(M. 188) Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başım salladı, artık hiç bir şey
söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi. Öyle acayip bir hale
gelmiştim ki, bu hal çocuk yaşında pek az kimselere nasip olmuştuf. Horasan´dan gelen büyüklerden biri yönünden üstada bir
gönül açıklığı gelmişti, ona bir şeyler doğuyordu. «Bana gel, benim babam ol!» diyordu, beni buna zorluyordu. Onun çocukları
için oldum; ne yapayım, onun hastası olmuştu. Bu saatte hastaların başına gidersek orada rahat vardır. Çünkü ulu Allah
karşına ne çıkarırsa onu kendine tam bir mutluluk sayarsın.
Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz bir toplum içinde tutsak düşmüştür diye beni gönderdiler; ona bir ziyan
erişirse yazık olur, dediler. Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile,
onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada engel olmuyorsa, onun
zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl olur? Falan yere gidelim derler
ona. «Hele bir sor,» der, «Şem-seddin orada mıdır? Eğer yoksa şimdilik işim var...»
Filan kuyumcu dedi ki: «Senin hakkında uygunsuz sözler söylediklerini işittim.» O övmeye başladı, ben, onu övünce,
«O nasıl olur?» dedi ve ilâve etti: «Sen böyle değildin ancak onun sohbeti bereketi ile böyle oldun. O seni açtıkça açılıyorsun.»
Parmakla dokundum, böylece eğildi ve dedi ki: «Sen sohbete lâyık bir insansın.» Ben hemen atıldım ve dedim ki, «Eğer halvet
olur da yalnız ikimiz beraber olursak, bana on pabuç vurur1 musun? Her açılışta daha parlak bir hale geleyim. Sen büyükler
hakkındaki sözlerinle sohbete en lâyık bir zatsın.» Ona inanmıştım, işitmiştim ki, büyük bir bilgindir, şöyledir böyledir. Ama
bununla değil. Şimdi iyi sohbete dikkat et. îster ki siz mescitte olasınız; oraya gelsin sizi görsün ve beni de övsün.
(M. 189) Bana dedi ki: «O, iyi olur ama falan kuyumcu da şeyh olmuştur, ne dersiniz?» Herkes kendi makamında
büyüktür. Ama onunla ne ilgisi var? Bu hiç kimse hakkında uygunsuz söylemek değildi, bize göre onun âlemi başkadır. Derviş
ham hayaller peşindedir. Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir. Nasıl olur da erlere
hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır? Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan kokusu geçtikten sonra kıpkırmızı olur? Allah
erlerinin raksı lâtif ve hafiftir. Su üstünde yaprak gibi yürürler. İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır, dışarıda saman çöpü
gibidirler. Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir. Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları «O öyle bir görücüdür
ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir.» Evet, bütün bu sıfatlar görüyorum ki benim de sıfatlarımdır.»
Şiir:
İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?
Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?
Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;
Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı...
Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:
Beyit:
Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:
Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.
Şimdi nerede o dizgin çekme. Şimdi beni kendi halime bırak! Onu en azından zahir yönünden yemekten içmekten
yasaklıyorum. Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç ayakbağı olmasın; yemek içmek düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi
bende olmasın. Yani sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım. Bir vakit hizmet etsin, îşte bu çirkin bir şeydir, şüphelidir de. Kul
için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine uzatsın da kurtuluşa ermesin?
«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyurulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye davet ediyorsun?
Karayüzlülüğe mi? Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey değildir. Başka biri, «Tahammül et!» der. Söz Allahnın
sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür. Alâeddin´e satranç tahtası alma! Mevlânâ´nın dostu isen bunu yapma! Çünkü onun
öğrenim çağıdır. Onun vakti dardır. Geceleri uyku uyumuyor. Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha az bir zamanını
uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu lâzım. (M. 190) Ama işitirse benden incinir. Bana,
işimi öğretiyor, der. Bu sebepten Hakkı düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler. Onlara bir kâr kokusu
gider, ürkerler. Bu çok garip şeydir. Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir. «Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır,» demişlerdir.
Bütün vücudu dil kesilmişti. Soruda, cevapta terbiyesizce davranırdı, Hak âleminden hiç haberi yoktu.
Sizden sonra, ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır, insan, semâ vaktinde
başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir. Namazda da başka zaman giyinmediğini giyinir. Su dağıtılan yerde bana bir, üveyk
sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla benim aramda eskiden beri bir1 hekim var ki, o başkalarına söz verir, sözünden dönerdi.
O, böyle yerde nasıl olur? Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini onlara anlatsaydım, mest olurlar,
neşelenirler; Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar, onlarda açıkça belirirdi.
Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar. Ancak iş iyi gitmedi derler. Vakti gelince gazelden sonra raks edeceksin diye
kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size. «Ne türlü nefesler vuruyor, baş sallıyorsunuz,» deyince, söz söylemez,
gazel okumaz. «Bu nasıl raks?» deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni bu iş için tutuyorum,»
buyuruyor. Derviş de, «Yârabbî yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?» diyor. Mademki yanıyor-sun, bu, cevheri kırma
hikâyesini andırır. Sevgili âşı-kma sorar, cevheri niçin kırdın? Sevgili cevap verir: «Ben, cevheri benden sorasın diye kırdım.»
Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır: Rahmet deryası daima coşmak, dalgalanmak ister. Bunun sebebi de senin yalvarman,
ağlayıp feryat etmendir. Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz,, coşup köpürmez.
Şiir:
Anne yavrusuna meme verir mi söyle,
Yavru aç kalıp da ağlamayınca?
İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen r görmede, işitmede ve akıldaki hikmeti anlamayan, âlemin
nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri ile vahiy ve ilham
getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede olanlar derler ki: «Acaba neden benim kısmetim geç kaldı? Yahut bu iş neden
böyle oluyor? Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191) Allahnın dilemesi yeter mi?» Sonra eğer Allahnın merhametli, bilgin ve güçlü
olduğunu bir âciz görürse işi kabul eder.
Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler. Tam iki yıl yol yürüdüler. Nihayet ırmağın, bir dağın
tepesinden çıktığını gördüler. Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak suya atıldı. Öteki de arkadan atladı. Bazılarını, (onlara
ne olduğunu Allah bilir), galiba onları aşağı çektiler. Başka ne olmalı? Bazıları da geri dönerek haber getirdiler. Dediler ki:
«Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz. Denize dalan kurbağa gibi bir ses
çıkardılar.» Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu işe razı olmuyorlardı. Nasıl ki, kaz yavruları yumurtadan
çıkınca anneleri karada gezerken yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de beraber girerler. Su kenarına
gelenlerden bunları görenler, «Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler. Zaman zaman dostları anmak ne gariptir. Sen de bu
ayıklık makamında mest olup kalma!
Ola ki, onun maksadı odur. Yani istiğrak (Allah´ sal hayale dalmak) makamında kalma; daha üstün bir mertebe ve
makam iste! Ama hayır bu onun işi değildir. O, olduğu yerde sayar, başka bir şey yapamaz. Eğer o yüksek mertebeyi
isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir testi gibidir. Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki: «Yine senin yanında olayım, başka
bir yere gidemem!» Halbuki onun küpü onun gibi yüzlercesiyle dolup boşalmıştır. Ama yalnız küp, taşın karşısında zavallı kalır.
Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır. Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama içindeki berbat olur; etrafa
yayılır ve bulaşır. Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek gerekir. Çünkü susmak
suretiyle verilen cevaptan anlamazlar. Yani hoş geldin, güle güle, sefalar getirdin gibi açık sözlerden anlarlar. Kuran´da,
«Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?» anlamındaki âyetin yorumu nedir? (M. 192) Sonra, «Allah semaların ve
yeryüzünün nurudur,» Anlamındaki âyet ne diyor bize?
Mısra:
Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!
Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız kaldığın zaman, «Allahm!
Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra herkese karşı, «Sizin en büyük Allahnız benim!» (Naziât sûresi,
24) deme. Zahirde de bâtında da, hayır, demek gerektir. Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi hataya düşmeyeyim. Acele,
şeytan işidir. Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey göremezler. Çünkü onlar, hep görünüşe bakar, nakısı ve sureti
görürler. Günahlarından dolayı da mağfiret dilemezler. Tövbe, Ademin ve evlâdının sıfatıdır. Hatada, günahta direnmek de
iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır. Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın için!» diye ant içer. Rumî´yi Anadolu halkını ben
yarattım; Türkü, Hintliyi, Arabi da; ama lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş.
Sarayın sofracıbaşısı, Şahın üstüne yemek, damlatır. Şah, «Asın şunu!» diye emreder. Adam geri kalan yemeği de
Şahın üstüne boşaltır. Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar. «Bunu niçin yaptın?» diye sorar. Sofracı, «Mademki beni
astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi. Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der. Bugün o sofracı
yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi. Bu utanç verici hal ana ve babadandır. Çünkü onlar beni bu kadar
naz ve nimet içinde beslediler. Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi. Ancak gülerek, «Oyun
mu oynuyor sun güzel?» diyebildi. Ama bu bir kaza idi. Kedi savuşturdu. Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza
gelseydi ne olacaktı? Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.
Şiir:
Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.
Yaptığın işi yavaş yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.
Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? (M. 193)
Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?
Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!
Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Allah eri) odur. Bir gizli gerçeği açıklıyorum. Âlemin dört bucağından onun
toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var. Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu
ziyarete gelmişti. Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi. Başka bir aziz uzaklardan bir çok yol
teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, îzin almasına imkân kalmadı. Ben bu adamdan ummazdım ki,
konuşsun. Ben konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler». Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de
şu duvar var,» dedim. Mademki duvarla konuşmuyorsun ben´mle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun. Lütfen
anlat!
Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.» Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu
adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi. Bir zaman diyordum ki: «Farzet ki ben burada yokum, îşte herkesin kavgası da bundan
çıkıyor. Niçin olmayasm burada?» Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi. «Evet» dedi, ama bana
nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil. Ben bunlardan kaçtım,
usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler. Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini
süpüreyim, sessizce orada oturayım. Ansızın bir şey işitildi. Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır hayır! dedim. Eğer ben iyi
insan isem, benim makamım burası olur. Geceleri tahta çıkar otururum. Kimse bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle
yaptın, demez. «Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194) Gittim çok uygunsuz sözler
söyledim. İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.
Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti. Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? diyordu. Bazılarım
atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum. Eğer sözleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası
götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.
Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim. Şimdi yapamıyorum. İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî
konuşacak. Celâleddin de konuşacak. Bu çok zor bir durum. Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor? Eğer söz bunun sözü ise,
öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede yoktur. Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini,
tozunu bulamazsınız.
Öğretmenlik yapıyordum. Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber
verdiler. Eteğinden yakaladı ve sordu. Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehire gitmek
için bir günden daha az yol yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır
derlerdi. Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? diye yorumluyorlardı. Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur? Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan
fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum. Bin yıl imana davet
etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı, gibi bir
çok yorumlar yaptılar. Nuh elbette davetten vaz geçmedi. Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı.
Çeşitli rivayetler vardır. Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet doğrudur. Ama benim için onun
kabulünden ne çıkar. Dedi ki: «Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?» Dedi ki: «Onun boynunu, elini,
ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195) Susayım, katlanayım,
ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım. Ancak her kesin bir huyu vardır. Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert
davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.
Bu kadının tuhaf bir isteği var. Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu. Bu saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça
ettiler sanırsın. Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir. Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış. Ama o
bir insan olsaydı işi tamam olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi. Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla
beraber hiç bir şey değildi. Eğer ona sövüp say-masan böylece susmaz; sesini kesmez. Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler
söyleyerek geçip gitti. Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim. Bizim gidişimizden öfkelenir. ,
Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir. Burada, deveci kılığından nasıl kurtulayım?
der. Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır. Buna güç yetiremezler. Ancak Şahın hazinesini kendi
hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır. Akılları başlarındadır. işte o hal, Hazreti
Muhammed Mustafa´nın (S. A.) halidir. Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı. Belki bütün işler ona belirli ve
açıkça görünürdü. Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır. O ilâhi
dalgınlık bir çoklarında da vardır. Hele bunda başka bir letafet vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün
işlerinde uyanık kalırlar. Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsay-dı, elsiz ayaksız kalırlardı.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:07:54
Nasıl
ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.
Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslümanın kim olduğu açıklanmaz. Müslümanlık doğru sözdür. Yüz bin lanet o
cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur. Benim yanıma getirirler ki, işkence
yapsınlar. Buna hiç benim gönlüm razı olur mu? Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.
Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona mimber değil, darağacı yakışır.
Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak yalnız Allah yolunda
birleşmeleridir. Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlânâ´nın yanında
rahattayım.
Yolunu şaşıran Bayezid´in hikâyesi: Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş
değildi. Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.
Burada iş aksinedir. Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti. Yani onlar asla mescit yüzü
görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede? Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var? Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı
onun yanına götür. Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler. Onlara özürler
diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı. Ama dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman
yaşarlardı. Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.
Ey yüce bilgin Mevlânâ, seni övmeye lüzum yok! Sen de övülmeyi bırak! Bunu şundan dolayı söylüyorum ki,
Mevlânâ´yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın. Ona
sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin. Beni inciten her şey gerçekten Mevlânâ´nın da gönlünü
kırar. Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi. «Bize misafir gelir misin?» derdi. «Bir saat kadar gel de görelim seni,»
diyebilir miyim? Eğer seni yiyeme-sem, yemeğini nasıl yiyebilirim. Bana haram olur. Benim içimde haram lokma olmasından
Allahya sığınırım.
(M. 197) Mecduddîn ile konuşuyorduk. Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk. Sakın gönlün incinmesin,
Mevlânâ (Allah ona uzun ömürler ver* sin) dışarı çıktı. Senden incindi. Mevlânâ böyledir; beklemeye takat getiremez.
Diyorsun ki, bu iş çetindir. Büyükler nezaketlidirler. Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama
ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi. Orada boş sözler var. Kulağına şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler. Gel eğer
bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler söyleyeyim. Bugün gerekli olmasa
bile anlatayım :
Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanındakilerine, «Sizler çok
cömert insanlarsınız,» der. «Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.» O arada adamın pabuçlarını
çalmışlardı. «Aman,» der, «Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de
işime gideyim.» «Burası mescittir,» dediler. «Eyvah,» dedi, «Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de
buradan gideyim.»
Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı. Yol üzerinde bir değirmenciye uğradı,
dedi ki, «Selâm sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?» Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin.
Bu ağır canlı adam nereden geliyor?» «Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?» «Getir,» dedi. Değirmenci giderken pişman
oldu, geri döndü. «Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış. Ekmek yok un var yer misin?» «Evet getir her ne varsa getir!» Adam
tekrar geldi kendi kendine: «Yazık» dedi, «Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.» Bu sefer tekrar döndü
ama «Dan karışık,» dedi. Sonra tekrar geldi, «Öğütülen un yetim malıdır,» dedi. Nihayet tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın
yüzüne fırlattı, «Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi. Sonra, «Sanıyorum ki,» dedi, «Gözlerin rahatsız
olmuştur.» Bir ırmak kenarına götürdü, «Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198) Şah oradan ayrıldı. Yolda
bir Türk çocuğuna rastladı: «Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi. Çocuk, «Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin
diye sor,» cevabını verdi. Mahmud kendi kendine, «Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının dizginlerini yavaşça çekti geri
döndü. Çocuğa «Selâmün aleyküm,» dedi. «Aleyküm selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne
varsa getireyim,» dedi. Şah bunları yedi. Çocuğa: «Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin. Olaki
Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.» Yüzüğe iyi bakınca: «Eyvah!» dedi çocuk, «Ne yazık
ki koyun kesmedim. Ne yaptım ben?» Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi. Şah
askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi. Hepsi yüzüstü kapandılar. Onu saygı ile karşıladılar.
Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş. Onlarla yüz yüze gelince
hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular. Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti
tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur. İçinden bir «Ah!» çekti. Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki
bu Şahtır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!
Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.» Silâhlı yüz süvari yola çıktı.
Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı. Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler. Biri sordu: «Değirmenci
bu mudur?» «Evet budur,» dediler. Adamcağız, «Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı
yani, «Öldüm,» dedi. «Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?» Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil,
nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.» «Kalk!» dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar, «Kalk!» dediler,
«Seni Şah istiyor.» Değirmenci yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer adamlar! Ben nerede, Şah nerede? Ben zavallı
bir değirmenciğim. Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!» «Uzatma,» dediler, «Kalk çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.» «Çok konuşma kalk!» dediler. Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne
kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.» «Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk»
dediler. Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar. Çeke çeke götürdüler. Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı
aradı, ama onu göremedi. Ancak Sultana, «Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi. Sultan dedi ki:
«Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı sunarım,» dedi. Gizlice
ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın,
dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü
bekliyordu. Üç gün geçtikten sonra, «Onu getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler. «Artık benden ne istiyorsunuz,
bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi. «Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp
kurtulamayacaksın.» «Eyvah!» diye feryadı bastırdı. Şahın huzuruna götürdüler. «Adamcağız,» dedi Şah, «Söyle bakalım
pirinci tane tane mi yersin?» «Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi. «Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut
şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?» «Ah nerede onlar!» «Sütlü pirinç de yer misin? Hele şekerle iyice pişirilmiş
olursa!» «Ah nasıl yemem.» «El´mize geçse biz de yeriz bunları.» Böylece bir çok nefis yemek saydılar. Değirmenci, «Ey ulu
Sultan! Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı. O merhamet duygusunun etkisiyle
Hayyam´ın şu beytini hatırladı.
Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!
Şah gülmeye başladı. Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde yola
vurmalarını emretti. Sonra «Onu geri çağırın,» dedi. Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah beni kandırdı, ama
belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı. «Bari şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.»
«Gel, orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar. Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın!
(M. 200) Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne
çarpma! Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci şartı da ben söyleyeyim:
Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»
Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim! Hasta oldun öpeyim bari; öp artık kaçıyorum öp, elimi de
bırakıyorum... Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için. Gece
yarısına kadar hiç uykum kaçmadı. Hep yedim, karnım davula döndü. Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler.
«Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.
Pirlerden biri dedi ki: «Henüz Mevlânâ´nın mec-lisindesin. Allahya şükürler olsun! Ama müritler sizden ayrılmak
sevdasında. Bu onların körlüğünden ileri geliyor. Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Ademoğulları bu adamın meleği
olurmuş, bir zaman da bu adamın şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim. Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim. Ona çocuk kaçtı,
yalvardılar, kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu. O bununla gelmez dedim.
Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek, yahut edebini takınmak.
Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!
Adamın biri halkın malını yerdi. Kendini deliliğe vurmuştu. Kadının önüne oturttular. «Ham ham!» diye söze başladı
Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu. «Ham ham.» Kadı, «Ham ham, divane sözüdür bunu
tımarhaneye götürsünler,» dedi. Adamı tımarhaneye soktular. Tımarhane onu nasıl serbest bırakır? Biraz sonra Kadıya ondan
daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir. Yüz Bağdat çarşafı, yüz top istanbul atlası, yüz kat başkaca elbise dava
ederler. O da, «Ham!» der. Kadı, «Hayır,» der. «Ama efendimiz herkesi temize çıkarıyor, beni eziyor, ham, ham.» Kadı der ki,
«Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.» Kadı tekrar sorar: «Ne diyorsun.» (M. 201) Suçlu, «înkâr ediyorum» der.
«Hayır,» der Kadı, «Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin. Müslümanların hakkını ver!» Suçlu, «Ben, şu ya da bu
kimsenin emanet bırakmasın-san korkuyorum. Ama nereye bıraktı? Sen diyorsun ki, o Buharalının kapısındadır. O zaman
bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler. Mallar eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi ama ya ben açlıktan
ölürsem. Evet ver diyorsun, hoş söylüyorsun. Fakat kime? Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını pay eyleyesin ben de
böylece bakayım. Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim hatırım için yetmiş lokma ye.»
Mısra:
Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.
Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim. Şimdi sen de diyorsun ki: «Hiç iyi değdim, ya içimde bir rahatsızlık var
yahut bir sıkıntı var bende.» Çünkü sen benim canımın içindesin, orada yer tuttun. Can içinde etki yapıyorsun. Ey Efendi,
Çelebi! Bu isteklerinden, boynumuza sarılıp öpmelerinden, nazım yolu ile, başka yollardan bir takım cilveler göstermesinden
anlıyorum ki, bende Allah tarafından yarlıgan-mak nişanesi var. O tarafa düşmem yakındır. Günahları bağışlanmış kullar
arasında dalıp gideceğim bunun belirtileri var.
Ulu Allah Kuran´da, «Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz,» buyuruyor. Bununla ne diyor bize? Ufuklarda ayın
iki parça olması mı? Yaz mevsimi mi? Sonra aynı âyetin altında, «Ve onların nefislerinde,» buyuruyor. Hastalık veya sağlık mı?
Bunlar ne güzel yorumlardır.
Ey tefsirciler, başka bir anlatışa göre de ufuklar-daki âyetler, ayın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül
açıklığıdır. Şüphe yok ki o Haktır. Yani şüphesiz Allah Haktır; Muhammed de Haktır. Ne güzel yorum bu! Ama hakikat yolcuları
ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kuran´ı onlar bilir. Kuran´ın güzelliği onlarda yüz
gösterir, onlarla cilveleşir. «Şüphesiz o Haktır,» demek ne demektir? Yani Allah’ın kim olduğunu herkes bilsin diye, «O haktır
şüphes:´z,» demek bir yorumdur. Kudsî var iken Tusî´yi ne yapalım. Rahman sûresinde, «Allah Kuran´ı ona öğretti,» âyetinden
anlaşılıyor ki, Kuran´ın tefsirini yine Allahtan dinlemek gerektir. Bunu Haktan başkasından dinleyemezsin. O yorumcuların
tefsiri onların kendi halidir. Yoksa Kuran´ın tefsiri değil. (M. 202) Kuran´ın sözlü tercümesini beş yaşındaki çocuklar bile
yapabilirler. Hazreti Mustafa (Allahnın selâmı ona olsun) Ebû Hü-reyre´ye uğramıştı. Onun pek çekingen davrandığını anladı ve
sordu: «Niçin böyle çekingen davranıyorsun, perhiz ediyorsun?» «Temiz değilim de ondan,» dedi. Peygamber, «Mümin pis
olmaz,» buyurdu. «Zararı yok, öyle kara yüzlü durmanın ne gereği var?» Diyelim ki, yoldan bir kızcağız geçer, kendinde bir
hareket duyarsın. Bunu başkaları anlarsa seni ayıplar, anlamazsa sana işinle meşgul olmak gerekir. Bir rastlantı sırasında
Mahmud´un annesi oğlunun içkiyi yasakladığım görüyor, «Afiyet olsun sana, mutlu ol oğlum, beni de mutlu ettin,» diyor. O
bunu yapmayaydı, incinirdi; yatakta uykusu gelmezdi. Annesini «Acaba ne olacak?» diye düşünürdü. Ona candan dua eder ve
memnun olur.
Kış geliyor Şemseddin´e bir kürk lâzım. Evet çetin iştir bu. Hırkayı yırtmalı. Evet güzel söylüyorsun, bana uymak
gerek. Bu bana senden dilenmek demektir. Konuk için, onunla daha çok vakit geçer. Şimdi biraz düşünmek zamanıdır. Her ne
kadar yaya yürümek kuvveti vardır ama korkarım ki, bunu kabul etmezsin! Ben Kaymaz mevkiine gelirsem, Aksaray´a
varırım. Yolda seni bırakır ve ayrılırsam, bu benim elimde değildir. Seni evde çocuklar arasında bırakayım. Zaten yolda da
bunu böyle istedim. O zaman bizim aramızda yüz kat daha yakınlık olur. Bugün ayrıldık ama bir zaman neler olacağını
bilemem. Eğer şimdi olduğu gibi araya bir karışıklık girerse, «Bu hakkın gayretidir,» deme! «Bu ne Müslümanlıktır?» dedi.
«Bunu da Müslümanlık say,» dedim. O zaman bir şey söylemedin, bir kaç gün Sarac´ın bağına gittin. O ayakkabı seni rahatsız
etti. Bir söz söyledin, bir kaç gün dolaştın, nihayet tekrar konuştun. Sonra baştan savdık, ona ant içtik dedin. Ben öyle
insanlardan de-ğilim ki, bir kimse ile bir gün selâmlaşmış olayım da, ona karşı öyle bir davranışta bulunayım. Bunu uygun
görmem. (M. 203) Eğer yine bir karışıklık ve bozgunluk varsa, zannetme ki aramızda ayrılık kararı verilmiştir. Ya bana senden
bir gayret ister, yahut da sana karşı benden.
Dedi ki: «Allah kendi iradesi ile hükmeder. Onda ihtiyar yoktur.» Bu sözü bütün peygamberler bile söylemiş olsa
kabul edemem. «Ben böyle bir Allah´yı istemem,» derim, isterim ki, Allah kendi arzusu ile iş yapsın. Ben öyle bir Allahyı
arıyorum. Cehenneme de görsem bu düşünceden utanmam. Ona derim ki: Benim aradığım Allah sensin. Diyorsun ki: «Ben,
Allah için dilediği gibi yapmaz, (yani failimuhtar) değildir, demedim.» Öyle ise sen failimuhtarsın, dilediğini yapan sensin! Onu
ortadan kaldır. Onun en aşağı kullan, ona bir ışık ile gölge düşürmüşlerdir. Dilediğini yapandır o. Onu âciz kılacak, ona engel
olacak bir varlık yoktur. Her saatte binlerce cihanı mahveder.
Bu çok âciz ve güçsüz olan kimdir? Ne iş yaparda o işte âciz kalır? O işi çevirmeye gücü yetmez. Nasıl olur da onun
ihtiyarı yoktur diyebilir, içinden ona, «İhtiyarsız,» diyebilir misin? Eğer bütün âlem Şahab´ m bu sözlerini kabul etseydi,
Firavun incinmezdi o sözden. Ama ben kabul etmiyorum. Size iyi günler! Vakitler mübarek olsun! Mübarek olan sizlersiniz.
Gelecek günler size mübarek olsun! Kadir gecesi bize kader hazırlamıştır. O dost başka sözleri de bilir; başka
konuşanların sözünü de konuşur. Bin kelime mi söyledi; söyler, sonra sözü tükenir. Boş mu oturur? Musa Peygamber Allah ile
konuşan bir söz bilgini idi. Allah ona, «Beni göremiyeceksin,» dedi. Musa bir kaç adım geri döner, sonra tekrar ona yönelerek
bir daha gelir. Ona başka zaman gel der, konuşmadan geri çevirir. Günler bizim aramızdadır. Âyette işaret buyurulduğu gibi
denizin suyu tükenir de Rabbimizin sözü bitmez.
Elif harfinin manası tamam olmaz. Ulu dergâhtan bir elif sıçradı, hangi hikmet için dışarı fırladı o elif harfi? Onun
hikmetinin iç yüzünü, yine o bilir. «Akıl .yanılmaz,» dedi. Ama yanılıyordu, yine de, «Yanılmaz,» diyor. Sonra be harfi geldi,
elif harfin´n ayağına düştü. Elif sordu: «Niye geldin?» «Seni açıklamak için. Bir noktam var, o senin mühürünü canımın içinde
saklıyorum. Hemen Elifin manasıyım. Ayrılığın, ayırmanın iç yüzünü söylüyorum.» Te geldi, «Başımda iki noktam var,» dedi.
Bunları dünya ve ahirete atarım. Üç noktalı se harfi de kendini araya soktu.
Cim daha uzakta idi. Tevriye sanatı daha çok belirsin diye. Çünkü (M. 204) onda Kuran´ın manası vardır. Cim, iki
yönden eliften üstündür. (M. 204) Ama elif yolunda beline kemer bağlamıştır, elife bağlıdır. Dal harfine gelince, o da iki eliftir.
Bir topluluk, dal harfini düşman bilirler. Aralarında, birbirlerinin gırtlağına sarılarak kavgaya tutuşurlar. Sen, eğer harabat
(meyhane) ehli isen hı harfinin ne günahı var?
Kâfir küfürden bahseder; o, küfürden başka ne söyleyebilir? Mümin imandan bahseder, kâfir de küfürden.
Mısra:
Testi, içinde ne varsa onu sızdırır.
Saf olur, saf küfür olur. Onun kâfirliği saf olur. Ona, bu yolda şöyle sorarlar: «Diyelim ki, yolda seni köpek ısırmıştır.
Ona, kuduz köpek demek yaraşır mı?» «Evet, o gün o köpekle onun kocaman beş tane yardımcısı aşağı indiler. Fitne hiç
yatışmadı. Herkes bir tarafa kaçtı, onun ayağına düştüler. O, yukarı çıktı ve onları ayırdı.» Vaızdan sonra aşağı iniyordu.
Mimberin son basamağında durdu, şahadet getirdi. Kendi işimizden çok fazla söz söyledik. Şu ilâhi uyarma ile karşılaştık.
Kuran´da buyurulduğu gibi: «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?» Yarabbi, «Bizi bağışla!» deyince
mimber yürümeğe başladı. «Ey mimber! Sana söylemiyorum,» dedi. Mimber ağaç olduğu halde, onun gerçek sözlerinden
harekete geçiyor; yani ağaç bile, kendi nefsinde öğüt kabul eder ve yürür, demek istemiş ve onu yürütmüştür.
Ulu Allahnın, hem sen dilediğini hidayete erdiremezsin, hem de sen hidayet verebilirsin, sözleri arasında çelişki
yoktur. Hak sözde buna imkân yoktur. Sen bir yol gösteriyorsun; işte, doğru yol budur diyorsun. Ama daha fazlası elinden
gelmez. «Onu o yoldan çıkaran benim,» buyuruyor, yüce Allah. Bize gerekli olan bunların her biri arasındaki inceliği ve derece
farkını görebilmektir.
«Allahya iyilikle ödünç verin,» anlamındaki âyet gelince, Hazreti ibrahim dedi ki:, «Ben Allah’a ve Resulüne dedim,
ben hangi yalanı söyledim de Allah onu doğru çıkarmadı?» Hazreti Peygambere sordular: «Ey Allah elçisi! Mümin zina eder
mi?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Evet, zina.eder, ama o yine mümindir. O imanlıdır.» Ebidderda´nın koca burnuna
rağmen yine mümindir. Ancak mümin yalancı değildir. «Yani, imanla yalan bir arada yürümez.» Allah gerçek müminin yalanını
doğruya çıkarır.
Adamın biri cübbesini yırttı. «Eyvah, benim fere-cim, abam yırtıldı bana bir aba verin!» diye sızlandı. Adına fereci
dediler. Mevlânâ bu kadar söz söyler, hiç bir şey istemez. (M. 205) Benim huyum budur, der. Bir mezar taşında, ömür, bir
saattir diye yazılı idi. Bir saat, üç saat nihayet ömrün bir sonu vardır. Sofî için, vaktin çocuğu derler. Yani vaktine bağlı insan
demektir. Bizim de ömürden nasibimiz ancak şu bir saattir. Çünkü Mevlânâ´nın meclisindeyiz. Ona hizmette bulunuyoruz.
Ben onun postuna konmuş bir böcek gibiydim. Hiç düzgün konuşmaktan, fesahatten nasibim yoktu. Böylece
diyordum ki: «Mevlânâ´ya Allah hayırlı mükâfat versin.» Hayırlı bir işe aracılık etti. Bugün gereken hizmet ve görevi bana
işaret ediyorsun. Sana anlatayım. Cebrail yukarıya bakarsa külahı düşer, sordu: «Nereye gideyim?» Şimdilik annen ile
babanın yanına gideceksin, ne zaman çağırırsam bana bir işaret et yeter. Sofrayı eğri koymuşlar onu düzgün koyayım dedi,
başını çevirdi, yavaşça, işaretle, «Lüzum yok,» dedi.
Sofra yatakta tersine kurulmuş dedim. Hemen, «Ne söylüyorsun? Yatakta sofranın ne işi var?» dedi. Nihayet işaret
etti ki, bizim işlerimiz var, ben bir işe gidiyorum, ibadete gidiyorum. O işten hiç başımı kaldıramam. Ben hep emirle giderim.
Emir bu!
Şiir:
Bir zaman gönül semtine doğru yürüdüm,
Gönül halinden bir nişan arıyordum.
Acaba gönlümün hali nicedir diye anlamak istiyordum.
Onun yüzünden cihanı feryat ve figanla dolu görüyordum.
Eğer bu dağarcık olmasaydı, bu taifenin ayak tozunu Cebrail bile bulamazdı.
Şiir:
Hikmet ehli. erenlerin sözlerini araştırdım,
Onlardan her vadide, her şehirde bir destan var.
Hepsi de gönül elinden feryada gelmişler
Bu sözlerden şüpheye düştüm
Kendi aklımdan geçtim, acele gönül tarafına sefer ettim.
Onda da hiç boş yer göremedim.
Bu gönül arif ile maruf arasında çok kere sözcülük yapar.
Gönülün ne olduğunu gönül erleri bilir.
Gönülün kadrini her gönülsüz ve ruhsuz ne bilsin?
Gönül hakkında Allah Peygamberi dedi ki:
Gönülden daha iyi, gönülden daha üstün bir şey var sanma!
(M. 206) Kendisinde güzellik olmayan, Hazreti Mu-hammed´in yüzünü Öper, söze başlar ve der ki: Hazreti
Muhammed (S. A.) ve onun yoldaşları gibi ol! Sen kendi sözünü söylüyorsun. Başkalarını anmak, nazar değmemek içindir.
Sen küfür dinle o benim için başka bir anlam taşır. Eğer öyle değilse benimle başkaca hiç bir işin yoktur. Şimdi bir yazı
yazmak, onu tekrar okumak içindir. Ama tekrar okuyamazsan, buna gerek yoktur. Okursan o zaman düşünürsün. Bu, te
harfidir yahut te´dir, yahut üç noktalı se´dir veya sonuncu harf olan ye harfidir. Eğer bu harfleri okumak zevkini kendinde
bulamazsan bu Allah erlerinin gelmesi sana ayıp değildir. Bir hikmet içindir.
Teklif zor değildir ama aceleye gelmez. Neşeli olduğun vakit içinde keder kalmaz. Hoş hutbeler okursun. Ama o neşeli
anlarda olur. O varlıkla dopdolu olunca, vücudu böyle olur. Ben her ne kadar onu kabul ve sözlerini gerçeklemek istersem,
sözlerimden ürker ve bana dönerek, hiç gözünü başını çevirme! Tevhid âleminden sana ne? der. Onun, Allahsının tek ve eşsiz
olmasından sana ne? Çünkü sen onu yüz bin gibi görüyorsun. Sana göre her parçasında başka bir yön, her bir parçasında
başka bir âlem var. Ama sen bu parçaları o bir tek varlıkta toplıyamazsın! Anlayamazsın! O kendi eşsizliğini birliğini tek renkte
gösterir mi hiç? Bu sana sır olarak kalsın ve seni sevindirsin.
Yaptığın secde acaba makbul müdür? Bugün mademki yolu biliyorsun, bir konuk geldiği zaman ona tekrar söyle ki,
nasipsiz kalmasın. Hoş geldin, sefa geldin dersin. Bizim için en iyisi budur.
Birini çalgıcılığa çağırdılar. Ağır davrandı. Ona gel dediler istemiyor musun? Biraz su lâzım ki tencerenin önüne
koyayım der. Arif ateşli işlerde hep suyu yanında bulundurur. Meğerse unutsun. Su hazır değilse tencere taşar yağı uçar,
içinde ne yağ kalır ne de tencere. Pişmiş et gider. Başka bir tencere lâzım gelir. Meğer ki, unutsun.
(M. 207) Adem Aleyhisselâm unutkandı hep, «Ya rabbi! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizim günahımızı
bağışlamazsan, bize acımazsan ziyanlı çıkarız, zavallılardan oluruz,» diye yalvardı, daha başka bir şey demedi başka sözle
meşgul olmadı.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:19:10
İblis tutturdu: «Ben yaratılışta ondan hayırlıyım,» dedi. Biliyordu ki, insaflılar için özür dilemek gerekiyor. Ama özrü
kabahatından beterdi. Allahyı inkâr etti. Sen bilmez misin ki, ben şeytandan daha iyi bilirdim. Şeytan «Senin izzetin hakkı için
onların hepsini yoldan çıkaracağım, azdıracağım,» deyince bu söz Peygamberleri, velileri, ve •Allah erlerini içine almaktadır.
Çünkü o kendi işini geri bırakmaz. Şeytan kendi işinden nasıl vazgeçebilir? Ulu Allah, inayetini bir tarafa, şeytanı da bir tarafa
koydu. Acaba ne yapacak diye. «Onu benden götürebilirsin ama beni ondan nasıl alabilirsin,» dedi. Terzi demircilik yaparsa
sakalı yanar. O kendi işini yapmalıdır. Yoksa biri demirciye gelip, «Ey demirci bana demircilik öğret!» diye yalvarır, ondan
sanatı öğrenirse o zaman ne sakalı yanar ne de saçı. Sakalı yanmayınca yüz dirhe.m harcayıp orada Lut ve Dolkes
yemeklerine tuz koymazsa hiç işe yaramaz, yerken ağzından dökülür. Ama bolca tuz koyarsa her ne getirirse hep tuz
olur. Ona tuz deseler bile halinden ve manasından tuz olmadığı anlaşılmadıkça tuz denilemez. Onun için hiç bir rl-yazat
korunma ve perhiz zevki hasıl olmaz belki daha karanlık bir hale düşer. Cevher gibi olmaz, belki H. A. M. gelmez ki, onlar
yokken bir şey yapsın. Ancak haberi olanlara haber verir ki, nihayet sende de var. Kuran´da, «Müjdeleyici ve korkutucu olarak
gönderdik,» anlamındaki âyet açıktır. Halk o öğütleri kâh tutar, kâh tutmaz. Ey ulu Allah! Ey efendi! Ey ulu Hünkâr! Ey
kâinatın en yüce sultam!
Ey huysuz, sert başlı adam. Sen benim görünen tarafımdan bile haber veremiyorsun. Ya benim içimi, bâtın tarafımı
ne bilirsin? Ondan nasıl haber verebilirsin? Ey efendi. Ey efendi! Hayır, hayır. Sana hoş ve hararetli görünen her inancı
korumaya bak! Sana soğukluk veren inançtan da uzak ol! Adam odur ki, sıkıntılı zamanında da hoş olur. Gam içinde sevinç
duyar. Çünkü kim bilir ki, senin muradın o muratsızlık içinde birbiri ile sarmaş dolaştır. O muratsızlıkta murat umudu vardır.
Belki o murat içinde de muratsızlık kaygısı gizlenmiştir. O gün benim sıtma nöbetimin günüydü. Ertesi günü sağlığıma
kavuşacağım diye seviniyordum. Sağlam ve sıhhatte olduğum gün de yarın yine sıtma tutacak diye üzülüyordum.
Söylediğin (M. 208) şeyi eğer dün yememiş olsaydım, bugün böyle ağrı çekmezdim. Kendine bu hususta dikkat
etmek gerek. Mert odur ki, herkesi kendi başına yeterli bir hale getirir. Onun olgunluğu bundan anlaşılır. O zaman büyük
adam olur.
O uygunsuz adam, eşekliği yönünden, Tebrizlilere eşek demiş. O ne görmüştür ki? Madem ki bir şey görmemiştir,
haberi de yoktur, bu sözü niçin söyler? Orada, Tebriz´de öyle insanlar var ki, ben onların en zavallısı kalırım. Onlar benim
gibilerini dışarı atmışlardır. Sanki deniz toprağından bir köşeye atılmış gibiyim. Ben öyleyim ya, onlar ne olmuşlardır?
Onlardan biri Herive idi. Horasan´dan gelmişti. Ona orada Şahap derler. O Herive ki, hiç kimseye değer vermezdi.
Benim için, «işte bu Allah eri olgun kişidir. Onunla oturmaktan çok huzur duyarım. Gönül hoşluğu bulurum onda!» derdi.
Seyfeddin-i Zen-ganî kim oluyor ki, Fahreddin-i Razî´ye dil uzatsın. Onun gibi yüzlercesi ha var olmuş ha yok olmuş. Ben onun
mezarına, ağzına... desin. Benim hemşerimdir, ama ne hemşeri. Toprak başına olsun öyle insanların.
Şimdi gel şu sözleri dinle: Her, cim be ile, her be cim karşılaşırsa, bundan, «Bismillah» m Allah’ın cim´i olduğu
anlaşılır... Ne saçma sözler? Mantık bilgisi inkârla, kapalı sözlerle uğraşır, hali perdeler. Mantık kalmayınca hal meydana çıkar,
imkânsızlık kavramı kalmaz. O mantıki da (cihan farzet, çünkü kalkar.) Bunlar ne tatsız sözler, ne zevksiz, soğuk lâflar! Sözü
o kocakarıdan dinle bakalım ne diyor: Ey sen! Her şey sen! Nihayet aradaki odur. Kocakarı ne, taze delikanlı ne? Erkek ne?
Nerede Cebrail; onların tozu nü bulamaz. Mikailin ne yeri var. O avare akıl bulamazsa başka aklın ne yeri var? Seni bu iş için
getirdiler. Burada sözün yeri yok. Söz alanı dardır. Genişlikten ölür. «Evet dardır,» dedi. Dar demenin ne yeri var. Halk zaman
kazanmaktadır. O vakit zaman nedir ki? Eğer bilsen, kendi oğlunu iki parça edersin böylece ciğerini parçalar, dışarı atarsın.
Sofuya başını kaldır da, «Allahm rahmetinin eserlerini seyret,» anlamındaki âyeti düşün dediler. Sofu dedi ki: O
eserlerin eseridir.
(M. 209) «Bir kişinin yiyeceği iki kişiye de yeter.» Ama öteki bir kişi kim? Eğer o Muhammed Aleyhis-selâm ise onun
yemeği, nimeti iki cihana da yetişir. O.şey ki, yüzü hayra ve iyiliğe dönüktür. O bütün bu şeylere inanırsa hayırdır. Hayır
olur ama şüpheci olur ve insanı şüpheye düşürürse Hazreti Peygamber Aleyhisselâm halkı kendisine uymaya davet etti.
önce buna lüzum görmüyordu. Şimdi de öyle oldu ki o çağrıya kimse gelmedi. Nerede 8 Sofi ki, kaygısız yemek yesin, balığı
balığa versin. Adam odur ki, yüz adam onunla birlikte yokluk âlemine gitsin. Yüksek sözler söylerim hiç kimse
kımıldanmaz. Çulha hikâyesini anlatırım kendilerinden geçer, nara atarlar. «Acaba eksik miydi ki, cehennemde
kaldı,» dedim. Ama kuvvetli kâfirlik gerektir ki Allahnın kahir sıfatı olan cehennemde sonsuzluğa kadar kalsın.
Şiir:
Gözüm her gelip geçene bakmakta
Rast gelen her yere sıçrayıp durmaktayım.
Her kim bana bunu söylerse öyle olayım. Bundan başka her ne söylerse bu güfteden bir bölümdür.
Peygamber, «Ne mutlu beni görene, ne mutlu beni göreni görmüş olana,» buyurmuştur. Şeyh bana de di ki: Eğer. o
defteri tavandan aişağı indirirsen daha sağlam durur. Aşağı indirdim benden sakladı. Yani tamamladı.
Yukarıda kocakarı yalan söylüyor demişti Ahme-di Gazâlî. Uzaktan bütün Peygamberlerin ruhlarını gözden geçirdim;
geçip gidenleri birer birer çözdüm. Hazreti Muhammed (S. A.) mübarek ruhu aralarında yoktu. Çünkü o ölmemiştir. Bu yoldan
söylüyordu. Keramet odur ki, bir ağaç parçasına yürü deyince ağaç hemen yürümeye başlar. Mimber de o anda yürümeye
başlar. Ondan bir parça yere düşünce sana söylemiyorum ey mimber yerinde dur desin.
Dedi ki: Ey Mustafa! (S. A.) Benden niçin yüz çevirdin. Peygamber buyurdu ki: «Sen niçin benim kardeşimden yüz
çevirdin? Eğer ben ona yüz döndürürsem sen de bana tekrar iltifat buyurur musun?» Evet buyurdu: Eteğine bir avuç kuru
üzüm koydu. (M. 210) O henüz Hazreti Muhammed´in huzurunda iken, tekrar onu inkâra kalkıştı, îçerden şeyh seslendi: Gel.
Nihayet kaç kere çerez geldi. Tabağı ona gösterince, eteğindeki kuru üzüm kaybolmuş, tabağın içine dolmuştu. O da artık
Müslüman olmuştu.
Şeyh Muhammed´in işi üstadının yanında artık bitmişti üç kere o güzel çocuğu çağırması için onu gönderdi, gelmedi.
Çünkü içinden ona engel oluyordu. Fakat dış görünüşte onu boyuna gönderiyor ve çağırıyordu.
Şimdi ona niçin bağlanıp kalıyoruz? Bir güzel yaratalım. Ama o, sana puta tapma sebebi olur! Havaya bir çamur
parçası attı, güzel suretler belirdi. Oh dedi, onun yaratılışından Hüseyin´in kokusu geliyor. Hemen suretler meydana çıkınca
kavgaya başladılar. Güzel sanatlardan olduğu için sordu: Onun yaratılışından Hüseyin´in kokusu geliyor ama neden hemen
kavgada şehit oldu. İyi insan odur ki, hiç kendi varlığı ile uğraşmaz. Hoşlandığı şeye erişemez. «Yarabbi, beni salih kullar
arasına karıştır!» diye dua eder. Ama o, bu salihlerle beraber olmaktan ne istiyordu.
YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR
Mevlâna´ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün insanlarla ilişkimi kestim.
Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında aziz, diri gönüllü bir derviş
var ki, Mevlâna eğer onun halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On yıldan fazla bir
zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam´a gittiğimiz zaman orada da dostluğunu
açıkça gösterdi.
Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin´in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya gelmişti. Bir köşede kendi
âleminde meşguldü. Şam´a gittiği zaman, eski dostluk gereği olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün beraber kaldık. Başkaca
bazı hadiseler oldu. Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin izlerine şahit olduk. Ben
onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim; çocukları yerlerinde bırakırdım. Çünkü o
yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada alıkoyduk. (M. 211) Bir
münasip kadınla birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.
Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum, gönlüme bir tiksinti geldi,
"Tokat´ta geçen bir hadiseden üzüldüm," dedi. Bir topluluğun, onun hakkında, hakikatte yalancı ve hasetçi insandır, dediklerini
işitmiş. O yüce dergâhtan ümidimiz bundan fazla bir şey değildir. Bari gönül almak, fıkarayı okşamak gibi elden geldiği kadar
onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları hatırından uçsun. Dervişler ve azizler arasında
böyle bir derviş çok az bulunur, çok zor ele geçer. Duacınız, taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu arık kulun sözlerini
işitmişlerdir. Ben bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler arasındakj farkı hem, sözleri
yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim ve´seçkîn kimselere de rastlarım. Benim gönlüm her
gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün kuşları..yüksekten seyreder. Onların
himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir cevher, bir gönül alçaklığı
bulur, ona iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan ´da her ne kadar
Simurgu görecek kuvvet .yoktur, ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün vasıflar.görür.
Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve ormana kaçırtmamaları
için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz, uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir silleye bile lâyık değillerdir,
namazdan da el çekiyorlar
Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna âlemine git dedim; bir
de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.
Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında sen çok duygulanıyordun,
sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın sözüne asla itirazda
bulunmadın. Bu bir dairedir ki kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi olursun. Eğer kaçacak
yerini bulursan, geri dönersin.
Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o kurtuluş noktasından
geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.
Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının ardından, yahut
boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları patlayabilir, yahut da bizim bir şeyler söylememizi
isterler.
Başın kararlı olsun. Diyorsun ki, Hazret İbrahim ´in annesi o ergin kadın başını havaya kaldırmış, Allahya
yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah senin işlerini düzeltir. Yedi yüz bin kişide ancak bir
kişi senin meclisinde feyz almadan ışık saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir. Allah sözü haktır,
değismez kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin görürler. Eğersen güzelsen
bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek. Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya kadar söyler. Çünkü
başlangıçta onun işi gücü budur. O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan arkadaşı, Seydî´den, bütün
Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat´ta ne kadar zembilli, ne kadar Halifenin adamı, hattâ suya düşmüş
varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini gayeden uzaklaştırı yor, çok
uzaklara koşuyorsun. Sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da geri kaçsın
Biz Musa´nın. "Yarabbi kendini bana göster," dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele dolayısıyle söyledik. Yoksa
ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve insan kokusu almış ise başkalarından gizlenir. Padişah çocukları
yalnızken ne yaparlar? Her ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları zaman da halktan
kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.
(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin huzurunda, düşmanlar
kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, "Şunları bir sınâyalım, bir sınavdan geçirelim; dedi. Birine şöyle
sordu: .Kur´an´da buyurulan, "Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür,´´ sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında mıdır? "Hayır" dedi "O senin
hakkındadır." Halife incindi kendini tutamadı. "Bu adamı götürün, hûcreye atın," diye emir verdi"´ Amâ o simya ilmi bilirdi,
oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr üst üste bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin dinar verilecekti. Adam
bir dostunu gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin," dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam saraya gitti. "Benim
elimden şerbet içer misin?" diye sordular. Adam, "içmem, ama korkudan ölürüm´,´ dedi. "O halde halvet olsun," dedi. "Saray
halkından hiç kimse bizim konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben onunla birlikte yemek
yiyeyim." Lokmayı onun ağzına koydu. "Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır," dedi. Yavaş yavaş elini onun
çenesinin altına götürdü. "Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen benim karım olacaksın, tam bu saatte birlikte dışarı çıkacağız,"
dedi. Birbiriyle şakalaşarak çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu kaldırdı, o hemen şu cevabı
verdi: "Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni kızdırmaktı, yoksa ben ne yapayım? Birtakım
oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?"
Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan sonra korku kalmaz. Üzüm asması kar altında kapalı kalırsa
orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda alıyorsun, hep ekmek yiyorsun, şüphesiz ki ağırdır diyorsun,
yoksa o çok ucuzdur, önce balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su da akar. Ömrün gölgesi
üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar."Sizin himmetinizle," dedi. Onda şan vardır, diye Senâî´yi yermeye
başladı ve dedi ki: "(M. 214) O oturmuş tevhid ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet getirirdi." Onun sözüne
göre bu yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun? Bunu neden kabul
ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre
değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya etten perhiz etmesini
tavsiye ederler.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:23:26
Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar tarafına gittiği zaman orada durmaz,
tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani doğan demezler. Doğan
burada yaşantının ve temaşanın remzi´dir.
Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir. Görüyorum kî, Eminüddin
Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun makamına gelişi şuna delildir ki, o gayıp âleminin uluları, o
velilerin gayıp alemindeki ruhları birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal kalmadı. Hem bu taraftan gelir,
hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. "Namaz kılındı mı?´´ diye sordu. "Evet,"dediler. Bir "ah” çekti. Oradaki bir Allah
eri, “ah!" dedi "bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim sen o ahı bana ver." Dedi ki; "Bak ki bu ne işarettir.
Onu söyleyen´ dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda hemşirelik kalmadı, o halini
değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi ölümdür ve o hemşireyi boşamaktır. Yine “Halk
uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,” buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?
Hazreti Muhammed’e (S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir
yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç ziyanlı çıkmazsın,Hakkı
arar, Allah erlerine hizmet yolunu tutarsın!
Mısra:
Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!
Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, "Aman elimi tut," demiş, tutmamışım. Orada dalıp
gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, "Eğer ben söylemeden gördüğüm rüyayı bana anlatır ve yorumlarsa bu rüya onun
makammdandır. Eğer söylemezse bana ait bir rüya sayılır." (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama söylemedim.
Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına
ulaştılar.
Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi, gönlü kırık bir
Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden
deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nazenin´ dir, hem nâz´dır. O bir
deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır.
Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve işaret yoluyla konuşuyorum
ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki bunu benim
küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu
yoldan, kâh öteki yoldan akar.
Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte
bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o
dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın
gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyfleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan
geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler
mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi akıldan haberi yoktur.
Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü davranışlarınızı çok kere övdüm.
Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel güzel dinleyişini anlatınca sustu.
Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna kıbleye döndü, bu kıble asla
hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne yapar? Siz yanlış
kıbleye yönelmişsiniz. Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci görüşünden sonra tekrar rüyasında
gördü ve dedi ki: "Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini bana gösteriyordun, bu müddet içinde beni susuz
kalmış balık gibi kurtarıyordun!" Hazreti Peygamber, "Taziye ile meşguldüm," buyurdular. Sordum: "Ne taziyesi?
Yâresulallah!" "Kendi ümmetimin taziyesi ile," buyurdular. "Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini gerçek kıbleye çevirmişler
ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi yüzlerini kıbleden döndürmüşlerdir." Şimdi bu sözde gizli
bir mâna vardır, işte bu, "Onun yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir" (K. 3/7) anlamındaki âyetin açık bir
misalidir.
İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, "Neden böyle arıklaştm?" diye sordular. "Tedavisi mümkün olmayan
bir hastalık yüzünden," dedi. O yüzdendir ki, "Halk gelip senin önünde secdeye kapanıyor, sen de kendini o secdeye lâyık
görüyorsun," diyen kişiye şu cevabı verdi: "Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye gücüm yetmez." Bayezid,
ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak istedi. Hazreti Yusuf da, dua ederken, "Yarabbi!
Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasında bulundur!" (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden korkuyorsan ondan
sakın! Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür. Ama nasıl bileyim kabul
etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter artık açıkladın, açıkça gördün. Şimdi Mevlâna´yı gör. Eğer
yüce Peygamberin, "Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır," sözlerindeki mânayı anlamak istersen ona dair bir şey
açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu görmeden bulmadan ilâhi
âleme dalıp gidesin; ondan daha büyük, daha yüksek birini bulasın.
Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri söküp atmaya bak! Bunlar
senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O, bütün akla, hayale gelen şeylerden daha yücedir.
Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir aralık dediler ki, her şey
haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde harf ve ses yoktur.
Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önün de, arkan da
aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, "Allahtan başka ilâh yoktur," diyerek bunda tartışmaya başladılar.
Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler ancak kapı halkası gibi
daima dışarda kalırlar. Aciz ve zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır! Kendini çocuk yerine
koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse sersemlik etmemelidir.
Mevlâna´nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir zaman,dün gece
söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bu gün aydınlık içinde aydınlık
var. Önce, âşık mıyım diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen, ne güzel yaptın
diyordun.
Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik, zavallıların sözlerine kulak
vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.
Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru konuşan, üstün zekâlı
bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile zavallının sözlerini dinlemez. Derviş debir söz
söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın ziyaretine gitmeye karar
verdiğimi söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim, daha yüz binlercesi
gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki, onunla geceleri
gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir saat oturursun?
Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve yetkili adamdır, diye
öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O bu hitabın ve ululamanın benim için olduğunu bilmez.
Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir. Eğer o söz bir Müslümanın
kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul etmez. Meğer bir insan başka bir
kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir? Hangi ay hâzır ise onu
o zaman analım! Ne iyi! Bir avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir. İşaret etti, kalk gel, dedi.
Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allah’ın cehennemine! Başıyla tekrar işaret etti, başını salladı, gel, dedi. Kalktı ve
gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna şaşıyorum: Sen niçin
geldin? Şimdi kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri öğretti, böyle olur diye
anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel şakalardan hoşlanır, ama o kimse ki cihan kendisine güler,
yani âleme gülünç olmuştur; o, başkalarına nasıl güler, neye güler?
Hazreti Peygamber, "Ben şeytanımı Müslüman ettim," demedikçe kimse ona iman etmedi. Şehir ağası, ihtisap ağası,
önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin. Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki, acemilerin yüzsuyu
olasın, dedi. Bu iki temele dayanır. Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne ilgisi var?
Dedi ki: Muhammed´in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola gelmesi ondandır. Onu
şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma gecesi filân kişi onu içmeye
çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı. Ona, işte Ramazan geldi,
dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben Ramazan´ın kim olduğunu
bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.
Sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini sevenlerden ayırır.
Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina´ nm Elİşârât vetTenbihat adlı eserini Ömer Hayyam´a okuyordu.
O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum´uddin adlı eserinde Gazalî,Ibni
Sina´dan faydalanmıştı. (M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam´a hâlâ anlamadın mı? diye işaret ediyordu.Üçüncü kez okudu.
Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar çalınsın da, ona okuduğu şeyin faydalı
olduğu herkesçe bilinsin.
Şiir:
O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben
Hakkım´dır, Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.
Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde olsun. O, fesahatte, söz
ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede yetkili bir konuşmacıdır. Allah erlerinin gönülleri çok geniş ve
engindir. Felekler kadar uçsuz bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.
Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin´den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal azarladı, boynun kopsun,
dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti yoktu. Oradaki Hak, kendini göstermiş ve perdeyi atmıştır.
Orada herşey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe yok ki rezil olur, pislik
yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve heveslerle, şehvetle dolu insanlara,
orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme doldu. Bey şöyle bir başımı
çevirdim. Gördüm ki, sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o aydınlıkta bütün kan
damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka hiç bir şey göremiyordum.
Kutsal hadiste, "Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de insanın
kalbine doğmuştur,"anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu, "Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (K. 53/11) anlamına gelen âyet
bundan daha kuvvetlidir. Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin delilidir bu. O, Kur´an´da,
bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur´an´da, sırdan pek az bahsedilmiştir. Cihanda yaygın bir mısradır bu.
Mısra:
Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.
Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl gidebilir? dedi. Ama, inşallah
Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki söylemedi, sen Şeyh Muhammed´e yakışırsın dememin sebebi bu
idi. (M. 220) Dostluk onun dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh doldurdum. Ne içebiliyor, ne de
dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına yaptığım gibi yapamadım. Tövbe et, bu
huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat´in köprüsü, hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer gelmeseydim, aramızdan bir
şey eksilecek, yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri, ayrı ayrı yatsaydık,
korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş sözünü aklında tut. Gerçi o sana sebebini söylemez.
Allah yolunda kalbini ve malını bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde yanarken öyle bir köprü
üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.
Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar gerçekte böyle yaparlar.
Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya, süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli olanı al, o kadar yeter
sana!
Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu? Muhammed, dur, dedi; onu bir an
durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı yarıldı. Başından fırlayan kan binanın tavanına çarptı. Şeyh dedi ki:
Eğer bizim evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak oynarken namaz kılınan yere
de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed de çeliğe vurunca, namaz
yerine sıçrattı; işte şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat edersin, dendi.
Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul! örtü altına gizlenmiş ne
güzeller vardır.
Mısra:
Başka bir alıcı daha vardır ki, ona kul, köle olursun!
Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu kulun böyle bir düşüncesi
yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek sevgisi nedir ki? Kur´an´da,
"Israrcılar şeytanın kardeşleridir" buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler, orada nice paralar sarf
edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz mutluluk sermayesi olan o hazineyi boşuna
harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek ne demektir? Buna
acımaz mısın? Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese kapılıp da gaflet içinde
uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?
Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir ki, herkes inancından
başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın. Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur, kiminin de ayaktan haberleri
yoktur. Ayakları uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun hareket edenler
faydalanırlar.
Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar, şüphe yok ki, ondan
aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o kimselere ki, benim yolumda yürürler." Yani biri burada bir
hizmet yaptı, başaramadı diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur, dedi. Dedi ki: Vakit
onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça gideyim ama faydasını görebilmek için
çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana, hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam olsun. Çünkü kirler
yumuşar. O zaman, eve nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden hamama götüreyim;
yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle yaparım. Benim işim böyledir. Bunlardan konuşmak
hoş değilse de, biraz olsun işaret yoluyle söylüyorum.
Bir Yahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla helva yaptılar.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:27:03
Ama,
şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı uykuyu rahat uyuyan yer. Onların maksatları Müslümana
yedirmemekti. Ama Müslüman gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne zaman olsa uyunurdedi
ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni göklere çekti dedi. Yahudi, Musa da beni
cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da Hazreti Muhammed (S.A.)
geldi ve şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki Musa cennetlerde dolaştırdı,
sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı temizledim. Yol arkadaşları
dediler ki: Vallahi en iyi rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi bu hikâyeden ne koku
aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir, madem ki siz bağa gidiyorsunuz, ben de
kalkayım bal ve ilâç içeyim.
Kur an´da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile söylese, Allah onu doğruya
çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber, evet yalan söyler, buyurdu. Ama yalanın ne yeri var burada?
Hamam suyunu bir adamın üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine dökersen haram olur. Buna,
ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.
Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir, ama öteki niçin helâl
olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.
Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir cinsindendir. Bu inceliklerden
herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla karşı karşıya gelmiştir.
Hazreti Peygamber buyurdu ki: "Eğer Ebubekir´in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı, onunki yine ağır basardı."
Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir hal, daha üstün bir hal idi. Yine Peygamber,
"Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir," buyurdu. Ama ümmetimin fukarası demediler.
Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir şeydir ki, onu Allahnın bir
lütfü bir ihsanı görür ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble tarafına namaz kılmasını
emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufuklarında
söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kabe´nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe´yi aradan kaldıracak olursan acaba
bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar. (M. 223) Tebliğ etti, beyan etti,
bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi olmayayım. Hayır!
Hallaç gibi olmanın zamanı geçti. Seyyid Hattat´ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya ettiğim zamanlar geçti. O
çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o noksanlar Ebâyezid´in benzerlerindedir. Tebrizli
Zahid´e göre, bu böyledir. Bir gün onunla müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek götürmüşlerdi. Ama ilk konakta
hepsini yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman köylüler aç" olan Zahid´e koyun
kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler; karnını doyurdu, koyun
kebabını beklemedi. Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın, dışarı götürün bunları dedi.
Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit istedim ki, sevgili ile geceleri
halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal bozguna uğrar. Gezip
dolaşma belli olmasın diye.
Hadiste buyurulmuştur: "On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden kılık değiştirmişlerdir.
(Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil, kurt, fare, kertenkele, yengeç, kaplumbağa, tilki, kirpi,
ayı! (Ç))" Acaba bu günahlar ne idi? dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler. Bu hadisin dış anlamını
ele alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.
Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak bir şey bulamıyorum. Ne
söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî´yi bu işlerde Allahlık mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir şeyler söyle! Cüneyd için
bir şeyler söyleyince, hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi ki,sen git kendi
makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini eline vurdu. Ah, dedi, anlaşıldı! Ama
geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.
Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından kıpkırmızı kesilen Serkeş
dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu. Hoş geldin sefa geldin,,
demeden öylesine kupkuru davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya gelmese, şaka ve
edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer başka birisini bulursam sen elimden
kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan çaresiz kalır, ateş
yanmadığı zamanlarda da kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret istiyorsun, kime gideceksin?
Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar burada kal, iyi olursun! Vallah padişahlıktır bu;
çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi korursan asla bir tarafa
eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar ver ki, sana elli dinar ikram
edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah ve feryat etti, inledi. Ben damda idim sağıma soluma baktım;
bu kimden bahsediyor dedim. Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar sordum: Benim için mi
söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu odasında görmeye geldiğim zaman
karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey burkuldu, hoş bir şey. Öğle
sıralarında da gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını içmiş gibiydim. Ben
zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk oldu bu.
Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet yönünden hoşuma gider.
O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.
Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar oyalamış, onlarla öylesine
meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir sessizlik var. Ben o acele yürüyüş sırasında kapıdan girmeye
çekindim, yüzümü doğruca binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak benim yolu bilmediğimi
anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi isterse onun devlet kapısında mutlu
yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem söyle! Allahya şükür ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir
sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz üzüntüsü var. Gerçi o
üzüntü bana göre önemsizdir. Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma gelsin diyordum. Senin o
iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada dileklerimi dinler burada da bana
yalvarırdı.
Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca ağlamaya başlamış ve beni
istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı kalmadı; benim ondan ayrı kalmam çok çetin, eğer benden
incindi ise bir kere olsun bana getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu benim karşıma getirdi.
Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında olduğunu sana göstereyim. Nihayet o
külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne olur açık söyleyemiyorum,
onu bana bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari´nin oğluna karısı, niçin bir şey
söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o oturmuştur, burada söz söylemeye imkân mı var?
Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde ki, yoksulluk, dervişlik
vardır, orada sözün ne yeri var? Sürmari´nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz söyletmekti. Kutup, ahmaklık etme,
dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada bulunan birkaç Arap da, vah
ey Şemseddin! Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.
Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, "kendini bana göster" dedi. "Allah’ım beni Muhammet
ümmetinden kıl!" diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet ediyordu?
(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan buyurdu ki: Sen de köylülerin
gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş tutarsa şehir halkından daha tok gözlü olur. Nihayet o doğan kuşu
bin dinar değer. Bu gün bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve gagası kapandı; o kadar
duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa. Izzeddin, o bütün mavi boyaları herkese verdi. Bunlardan
biri ile de onun alnını ve burnunu işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar ona verdi.
Ağlıyordum! Bayezid´in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik´in kitabını niçin bana vermiyorsunuz, diyordum. Şeyh
gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de onun için istiyorum, böyle
ağlıyorum. Evet, dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi, var. Ama onun evet
demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir nazenine naz ediyorsun. Bir nazeninin karşısında
nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir) diyorsun. En küçük olan
hangisidir? Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş´ı, Kürsü´yi, Nurları, Cennetleri
yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan daha ileri geç ki, ululuk bulasın, Hak ile birlikte
rahatça yaşayasın.
Şiir:
Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına susamış olan sevgili!
Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,
Ceylânlar, senm gözüne bakmakla ne kazanırlar?
Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!
Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir. Belki bir çiftçi, yahut bir
köylüdür o. Ne nazım´dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve Attar mı söyler? (M.
227) Onların da o sözlerde birer payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer. Yürekler paralar, ciğerler
söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.
Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor. Düşmanlar arasında ona ne
yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap vermek gerekmez. Falan gün başını örttü, falan gün de ben böyle
söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler Şehzade içerde yoktu. Öküzü gördü, ama
Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek, el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar zahirde ona aldırmam,
ama gerektir ki o da zahiri korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle birine karşı yapılır ki,
övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal´in her üçü de büyüktür. Bunları çağıralım. Ne var ki, ben
Kerimiddin´i severim; ama onu dinlemek istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını okşayayım. Ama
Muhammed´i, düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.
Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana diyorum ki, haberim var, onu
yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum. Derman derdin olduğu
yere gider.
Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş gösterir, âşıka daha hoş
görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar, ama herkes kendi halini anlar. Söz söylerken herkes kendi
haline ait sözün yorumunu yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.
Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek de yavrular doğurur.
Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl ki, Allah Kur´an´da, "Siz sanır mısınız ki, sizi boş yere
yarattım," (K. 23/117) buyurmuştur. Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna değildir; bir dönüş
içindir. Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki ağzın şeker doludur, peki
sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa, senin namaz kılmayısın sana utanç olmaz. Namaz kılmak
niçin sana utanç versin? Gördün ki orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?
Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı düşüncede idi. Arada üçüncü bir
adam vardı ki, hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki: Şimdi bu iki hasım karşılaşacak, bakalım ne olacak?
Oradan gitti, onların karşılaşacağı bir yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile göz göze gelince onun
ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun ayağına kapandı; vah, dedi, sen
dostumsun demek. Ben şimdi dostumun dostunu nasıl öldürebilirim? Ali´nin düşmanı, Ebubekir´in dostu. Beni mi daha çok
seviyorsun, yoksa Seyid Burhaneddin´i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da kadınların aybaşı âdetleri ile
meşgul olursun9
Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu duayı kimin için
buyurmuştur? "Allah’ım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür, yoksullar topluluğu ile birlikte hasret! ´ Sen niçin kendini
benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla diyordu. Bir gün Hazreti
Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su sözleri mırıldanıyordu: Allah’ım sen
benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim." Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen adamcağızı öldürmek
istediler.
Kuran´da, "Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir," (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş denilen makam, Hazreti
Muhammed´in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun zamanında mı oldu?
Kuran´da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed´in hikâyesini anlatır. "İncinme; bu Kur´an´ı sana zahmet vermek için
indirmedik" buyurulmuştur. Başka bir âyette, "Yerde ve göklerde ne varsa, Allah’ındır," (K. 2/206) buyurulmuştur. Burada
göklerden maksat, onun dimağı; yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine hâkim olmakta onun
halidir.
"Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır," buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret yönünden bakar da, mâna
yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.
Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl olur da hayrette kalır9
Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur? Bunu söyleyen bir sofi idi. Afcıa Allah ondan bu
sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği zaman, ayıklık halinde derhal Allah’dan mağfiret dilerdi.
Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer yeni bir şey olursa şöyle
der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz, bana inanç gösteriyor musunuz? Ona başka türlü bakıyorsunuz.
O, bu kadar bilmez. Kaç kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine uymazlardı, ürkerlerdi. O
halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid´in içtiği kâseden içmek isterler?
Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim´in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini küçük görür, gizlice gönül
alçaklığı gösterir.
Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif gibi dosdoğruyum.
Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu halkı tanımak, Hakkı tanımaktan daha zordur. Onu
delil getirme yolu ile tanıyabilirsin. Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri vardır. Kendiliğinden
yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü bambaşkadır. Senin düşündüğünden,
tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama onu yontan kimdir? Onun
ululuğu ne mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar. Mademki sen bu kapıyı
kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden kapanmaz. Bu zorluğu sen
çıkardın!
Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle buyurdu, Allah’ın Resulü
böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır duanızla meşgulüm, Çünkü yolda kazalar vardır. Biri
gelecek kaza, öteki de hemen gelip çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama gelecek olanı dua ile geri
çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir, jerler. Böyle bir heves içinde bir
Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar. Kur´an´da, "Allah kullarına lütfedicidir," (K. 42/17) buyurulmuştur.
(M. 230) Ayette (kullarına) buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli veziri Şemseddini Tuğrai´nin
huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır mısınız? dedi. Şeyh o adamları bana getirin,
buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü alırdı. Ama o eğer aranızda
ise git onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana bir sıpa satın almak gerek,
ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki o bahtsız adam bana ne söyledi. O adam ki sayılı vezirlerin
huzurunda konuşuyor, lanet ona olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut hiç kimseye böyle bir şey
söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O halde balığın nişanını anlat. Deve
gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.
O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti yaraşır. Bu sözleri, maslahat
gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil. Öğrenmekle elde edilen zahir bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana
bir yolda yürümek ne kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu söylemek ancak
Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi; görüyorsun ki bu yol için neler söyledi. Ben
geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna buyurdu ki: Başka neyin
var? Varsa bana bir kaftan verir misin?
Şahap, Şam´da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini bağlamıştır. Dilediği gibi
hareket etmez. Fahreddin´i Razî ise Sultan Muhammed Harzem Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği kaftanların, verdiği
altınların hatırı için ona, kendi iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.
Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal semeri gibi insanın
boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın urganını kessin de, o
ağır yük boynundan düşsün, o da böylece kurtulsun.
(M. 231) Şahab´m yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar, secde ettiler. Dışarı
çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir filozoftur. Ben onları kitaptan sildim. O her şeyde bilgin olan
ancak Allahdır dedim ve şöyle yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir gün feleğin dönüşü
hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler ki peygamberler hikmet ehlidirler,
ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti Ali´nin buyurduğu gibi, eğer iş senin dediğin gibi ise, hep kurtulduk
demektir. O konuda insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak gerekiyor. Bu, Kur´an´da
buyurulduğu gibi, "Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler altüst olduğu zamanda ancak herşeyi yok eden tek
Allah kalacaktır," (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde ve yine, "O gün, gökleri kitap yaprakları gibi katlarız." (K. 21 /104)
anlamındaki âyette de anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya toplarlarsa, o zaman ne
olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların gereği de yok.
Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir buluşma oldu. Fahreddin söze
başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden geçirdim. Eflatun çağından
bu güne kadar makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her birini de açıkça ve aydın bir
görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce geçenlerin defterlerini altüst ettim. Her birinin yeteneğini
öğrendim, kendi zamanımın bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.
Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp döktü. Sonra işi öyle bir
noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.
Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o ilimlerden başka bir bilgi daha
var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir kalabalık gördüm. Biraz daha gidince beni korkutmaya başladılar.
Onlar korkuyorlardı ki, sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim ondan yana hiç korkum
yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir kapı daha vardı ki, tavsife sığmaz
derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar konmuş belki beş yüz batman ağırlığında vardı. O yedi başlı ejderha
buradaydı. Sakın, dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya vurdum, anahtarı kırdım,
içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında ezdim. Allah bilir...
Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep böcektir. Elif, herkesçe
bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama başka bilinmeyen harfleri açıklamak gerektir. B harfi ile
beraber bütün Ebced harflerini yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur´an´a da yorum gerektir:
Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun sevgisini taşır, onun ayağına baş
koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü yeter? Birine alçakgönüllülük gösterdim mi benden ürküyor;
düşmanca dışarı fırlıyor.
Mısra:
Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?
Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına binmiş yoldan geçerken
köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var? Belki faydası vardır. Tebriz´e daha erken varır; işine daha
çabuk yetişir. O köpekler, abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten dolayı der ki: Bana sizin
havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi menfaatimden vazgeçtim, yemek zamanına daha
çabuk yetiştim.
Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur, odur.
Şimdi bana gereken bu Haşr´in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını anlatmaktır. Bu ten, bu ceset, ten
olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile birlikte ölümsüzdür. Bunlar
da doğarlar.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:28:33
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur fışkırıyor. Siyah
harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin yüzü Mevlâna´ya
dönüktür, çünkü Mevlâna´nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz," (K.
29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz
misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz´a, burada otur, dedi. Ayaz´dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz herhangi bir
durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan
kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü.
Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi, sen kendi
sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir.
Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail´den gelen bir gayret
yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı bir evlâdın babası
önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor
musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl
ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha lâzım; olayda iki kişinin
tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd´ın şahitliğini iki kişinin
yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti
Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç
bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara
şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü sözün aslı gönülden
kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki kaçmayasın! Köstek
kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri
Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona
iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur. Güzel çocuklar böyle
yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı püskürürüm. Sen
zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar
daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir etki yapmaz. Ben
cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur, Arapça da budur.
Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın.
Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun;
hep uyanıklık ve ayıklık olsun!
Bir bıçağın hatırı için yedi tane bıçağı sattım. Bu bıçak da feryat etti, beni de bırak, dedi, hepsini sattın, dedi. Senin
durumun şuna benzer: Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, eğer hiç kimseyi İslama davet etmeseydi daha kârlı çıkacaktı.
Ondan hiç bir mucize istediler mi? Eğer biz de Şemseddin´e Müslüman ol, demeseydik bize hiç düşman olmaz, belki de çok
saygı gösterirlerdi. Her meyvenin pişmiş aşı gelince, onun turfanda zamanındaki tadını vermez. Önce kiraz ve marul çıkar;
arkadan zerdali yetişir, daha sonra da karpuz, üzüm gelir.
Nasıl ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ile kendinden önce gelen nebilerin şeriatı hükümsüz kaldı. Nice Müslüman,
kâfirlerden ilk defa bir şey sınamadıkça yanaşmazlar. O can bile olsa, ondan sakın; ona can ol! deyiver. Can odur ki, ondan
rahatlık doğar. Ondan nasıl olur da üzüntü ve ıstırap doğar. Bunu söyleyince kalbim ağrıyor. Nasıl ki, biri bana, sen demiyor
musun ki, gönlüm eziliyor, demişti. Eğer onlardan olsaydın, yüz parçayı yerli yerine getirir içinde yanardın. (M. 235)O zaman
ağrı ağrı üstüne gelirdi; sonra dayanılmaz hale gelen bir şeyin üstüne daha hangi yükü yükleyebilirsin. O zaman tek bir ağrı
yüz kat daha artar.
Dedim ki: O ağrının sona erdiğini görmüyorum ki, ağrı hakkında bir"Varar vereyim. Şimdi ne oldu? Biz Allanın kaza
ve kaderine razı olduk, dedi ve gerçekten razı oldu.
Allah Şuayib Peygamberi gözleri görmez olarak yarattı. Şuayib ona razı oldu. Aziz kulların yüzlerini göremiyordu, ama
mâna âleminde görüyordu. Bu zahirde hoş olur. Bir şey eline geçmeyince, ona da razı olur. Ama razı olmak ona derler ki,
insan ağır başlı olsun ve aklını yokluk üzüntüsü ile uğraştırmasın. Eyüp Peygamber, bedeninde yara açan o böceklere razı
olmuştu; gönlünü hep onlara vermişti. Düşünmüyordu ki, bu daha ne zamana kadar sürecek? Yahut, Yarabbi bu ıstırabın ne
zamana kadar süreceğini bana bildir! demiyordu. Devasız bir hastalığa tutulan herkesin ilâcı şudur: Ben yiyeyim, sen yeme!
Ama her zaman, sen yeme, demekliğin erkekliğe yakışmaz. Beni kaç kere sınadın. Son derece perhiz et diyebilirim, ama son
derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki, bu artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla
yediğin o günden beri, rahatım bozuldu diyorsun! Ne semâda, ne konuşmada rahat kalmadı. Sözde, sohbette, hulâsa her
şeyde rahatsızlık belirdi. Meğerse gayıp âleminden bir çare olsun. Evet, dedi, gaybe iman ederiz; biz.mümin kullardanız,
sonuna kadar inancımızı koruruz. Her şey gayptan meydana gelir, yoktan varolur. Bütün doğuşlar gayp âleminden gelir. Malik
hayli paralar sarfetti; kendisine fetâ, yahut anî desinler diye, annesini derviş yapmıştı.Ben biliyorum ki öne feta (yiğit) dır,
ne de ahî (kardeş). Oldukça alçakgönüllü ve iyi adamdır, ama onun başında bir sevda var. Annesinin gün görmez yerini
düşünüyor. Yani istiyor ki, ben annesini ziyarete gideyim. Tanıdık, bildik kadınlar; nimet hakkını unutmayan dostlar el pençe
divan dursunlar karşımda; sana ne pişireyim, ne istiyorsun, desinler. Ben de her ne olursa olsun diyeyim. Diyorlardı ki: Bizim
oğlanlar, bizimle kavga ediyorlar. Eğer ona danışmadan pişmişse bize çıkışıyorlar, şimdi ne arzu ediyorsunuz?
(M. 236) Hemedanlı Aynulkuzat´tan bir kaç söz anlatırlar. Adam, olmuş bir şeyi söyledim, ağzım kırılsın keski
olmayaydı, dediği için dolu yağmış. Ibni Abbas (Allah ondan razı olsun)´dan da buna benzer sözler iletirler. Halbuki Hazreti
Mustafa (Allahnın selât ve selâmı üzerine olsun) bunlardan apayrı konuşurdu. Onlar, Hazreti Mustafanm sırrına erişemediler ve
erişemezler de. Isa da Musa da o sırrı kavrayamadıklarından dolayı, "Allah’ım, bizi Muhammed ümmetinden kıl!" diye
yalvarmışlardır. Onların bu can atmaları, hep Hazreti Muhammed´in (S.A.) makamını istedikleri içindir. Ama bu olmaz.
Kur´an´da, "Sizin ne yaptığınızı bilen ulu yazıcı melekler vardır," (K. 82/11) buyurulmuştur. iyi bir iş işlersen sağ tarafındaki
melek, sol tarafındaki meleğin emri ile yazdırır. Çünkü sol taraftaki melek, düşünceyi, niyeti, iş alanına getirir, yazar. Yedi yüz
kat, hattâ sonsuz sevap bile yazar. Bunların her biri yine"Kur´an´da Allahya kavuşmak isteyen, iyi amal işlesin, onun kulluğuna
hiç bir kimseyi ortak koşmasın," (K. 18/110) anlamındaki âyette işaret olunan tek Allah odur. Onun varlığının ötekine faydası
yoktur. "Allah, nuru ile dilediğine hidayet yolunu gösterir," buyurulması da buna delildir. Kur´an´daki vaidler ve cezalar,
başkaları için ayrılmıştır. Mutlak ayırıcı olan ulu Allah bağışlayıcıdır da.
Dedi ki: O namazı niçin kılmıyorsun? Allah emrettiği için, dedi. Nerede buyurdu bunu? Sarhoş iken namaza
yaklaşmayınız," (K. 4/46) buyurulmadı mı? Onu sen oku, dedi. Herkes, herkese verir, iş ayrı ayrıdır. Bir âyet müminlerin hali
hakkındadır; onlar için indirilmiştir. Ondan sonra başka bir âyet de, kâfirler içindir. Ama o aşk âleminde hep lütuf vardır, hiç
kahır ve ceza yoktur. Biz çoktan beri kahırdan dışarı çıktık. Ama o buraya yakındır, cehennem bu taraftadır. Cehennemden
geçersen öte tarafı cennet yoludur. Sonsuz, uçsuz bucaksız; lütuf ve mutluluk âlemidir.
Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Peygamber için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Peygamberin hoşuna gitti, güzel dikmişsin,
buyurdular. Usta susmadı, dedi ki: Bundan daha iyisini de dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki: O
halde onu kim için saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin? Madem ki benim için dikmedin kimin için dikmek
istiyorsun?
(M. 237) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kırk yaşına kadar davette bulunmadı. Sonra tam yirmi üç yıl halkı Islama
davet etti. Bu kadar işler oldu. Evet her ne kadar bu müddet az idi. Allah ile birlikte geçen her an bilirsin ki, ölümsüz ve
sonsuzdur. Ben bu zevksiz erişte pilavından yiyorsam, hep onun elindendir. Yarabbi! Onu parmakla göstereyim de gör!
Parmak budur, o değildir, budur, budur.
Farenin biri devenin yularına yapıştı, onu çekmeye başladı. Deve uysallığı, alçakgönüllüğü ve ağırbaşlılığı yönünden
farenin arkasından yürüdü. Nasıl ki, "Mümin de uysal develer gibi sabırlıdır," buyurulmuştur. Devenin bu uysallığını onun
yumuşak huylu ve alçakgönüllü olmasına, bazıları da onun bütün hayvanlardan daha uzun boylu olmasına rağmen akıl
derecesinin düşkünlüğüne yorarlar. Bunun sırrı başkadır. Fare, deveyi su kenarına kadar yürüttü. O çabuk yürüyüşlü, iri
cüsseli hayvan aciz kalamazdı. Fareye sordu: Şimdi burada niçin durakladın? Buradan niçin geçmiyorsun? Sen, benim gibilerin
yularına yapışmanın sana yakışmayacağını bilemedin mi? Şimdi nasıl tuttunsa yuları, yürü bakalım! Fare, su çok büyük ve
derin, dedi. Ayağını suya basan deve, gel gel dedi. Sudan geçmek kolaydır; nihayet dizkapağında. Fare, ama dizden dize fark
var,dedi.
Şimdi sen de tövbe et ki, bir daha böyle yüzsüzlük etmeyesin! Benim semerimin üstüne çık otur! Benim semerimde
senin gibi yüz binlerce farenin ağırlığının ne değeri var? Bir anda suyu geçeriz. Geldim eteğine yapıştım, kenara çekildik.
Diyorsun ki: Nice böyle uzun boylu alçaklardan bizim için bir uzun boylu, bir yüce yaratılışlı birisi çıkmaz, çıkamaz da neden
bellidir bu? Şüphesiz konuşmak gerek, ama bunlardan konuşmaya lüzum yok, bunun sözünü etmeye değmez, ancak teslim
etmek gerek ´o kadar. Söz sözü açar, derler. Madem ki Hak razı oldu sultan yüzünü sana çevirdi, artık bağ bekçisini elde
ettikten sonra bağ senin oldu demektir. Hangi ağaçtan meyva istersen al! Mademki bu saatte sen konuşuyorsun, hiç kimse
konuşamaz. Diyemez ki, ben doğru konuşuyorum. Sen akıllı kişileri dinle. Senin buraya gelmen bizim için çok hayırlı oldu. Ne
yazık ki, ömür vefa etmiyor. Cihan altınlarla dolu olmalıdır ki onu senin vuslatın şerefine ayaklarına saçayım. Bizim canlı
Allahmız var, ölü Allahları ne yapacağız? O eşsiz Allahnın mânası aynı mânadır. (M. 238) Allahnın vaadi bozulmaz, ancak o
yalancı Allahlar bozguna uğrar ve bozulur. Allah daima gayretli davranır. Biri sordu: iblis kimdir? öteki, sensin dedi. Çünkü
ben Allahyım, benim tersim de sensin, başka kim olacak? Düğünler, evlenmeler bir türlü değildir. Bu da nefsin düğünüdür.
Şiir:
Dostların ayrılığından ah çekmek, yarın vedalaşmasından figan yaraşır.
Bu iki mutsuzluğa uğramaktansa, ölüm bin kat daha hoştur.
Burada işi düzeltmek gerektir, iyi bir iş yaptın, cennette kendine açık bir makam hazırladın, kendi yerini de gördün, o
zaman geçti.
Bir dindarın önündeki bir akçe, başka birinin elindeki yüz bin dinardan daha iyidir. Dinsizi ateşin üstüne atar
cehenneme götürürler. Benim ipim uzun, geniş ve ince değilse bile herkes onu görebilir. Sen kimsin? diyordum ona. Önünde
bir pul değerinde helva var, dedim, heybetle bir baktım. Üstat ve kâmil bir insan idi, hiç aldırmadı, sen bilirsin, dedi. Beni
Allah’a ısmarla, o günahları örtücüdür ve en güzel güven yeridir.
Bu Seyid´in sözüdür: Seyid Burhaneddin, Hakîm Senayî´nin hem müridi,hem de şeyhi oldu.Seyid derdi ki: Lokmayı
başının arkasından götüren kimse ola ki, sinirini koparır. Allah kuluna inayet ederse bir Hıristiyan çocuğunu bile onun yolunda
Müslüman eder. Bu söz bu güzelliği ile söylenmeye değer. Hem de söylemek gerektir ki, benim nazarım ona.değerse
Müslüman olur.
Kürklü hırka ile çarığı unutma! Onun arkasından gitmenin ne yeri var! Korku nerede kalır? Rastgele bir şey yeme ki,
sonunda eğer onu yemeseydim daha iyi olurdu, yahut keski hiç yemeseydim, demeyesin. önce kumaşı ölç, sonra kes,
işlerimizde daima iyi, güzel tedbirler alalım. Kur´an´da, "Uykunuzu size rahat sebebi, geceyi size örtü kıldık. Gündüzü de
geçiminizi sağlamak için ayırdık," (K. 78/9, 10) buyurulmuştur. Uykunuzu rahat, gecenizi örtü kıldım buyurulması ayıklık
haline işarettir. Gündüzü geçim zamanı kıldık buyurulması da, küçük balıkları yiyerek geçinen büyük balığın haline
şükretmesi gibidir. Denizde sular arasında bir aydınlık belirdi, gemiciden sordum, hiç bir ses çıkarmadı. Bir gün yine o
aydınlıkta gidiyorduk, başka bir parıltı daha belirdi. Ondan sonra gemici derhal secdeye kapandı. (M. 239) Bu şükran
secdesidir, dedi. Eğer söyleseydim ödün patlardı. Gözünün birini bir balığa, ötekini başka bir balığa dikmiş; eğer bir an gemide
uyusaydım öteki balığı göremeyecektim. Balık her zaman denizde şaşkın bir durumdadır. Ama deniz de o balığa şaşmaktadır.
Benim içimde o büyüklük ve genişlik nasıl olur? Bende ne var diye şaşmaktadır.
Elimde hafif bir ışık tutuyordum. Köpek havladı, onun heybetinden eve kaçtım. O evden başka bir eve sonra da
büyük bir tandır ocağının içine sığındım. Hey anneciğim, hey anneciğim! Silâhımı getir, dedim. Anne mızrağımı ve kılıcımı
getir; dışarı çık, mahallenin başında havlayan o köpeğe, hav hav, sensin, hav hav senin annen babandır de. Eğer yiğitsen
tandır başına gel! Mızrakla senin beynini patlatırım gel!
Yedi yüz yiğit kişilerdik. Yedi Tacik üstümüze saldırdı, biz çok sopa yedik, onlar da pek çok eşya götürdüler.
Parmağımı öyle bir sıktı ki, Yarabbi onu tut, onu onu! dedim. Mevlâna´yı değil, falanı değil, bunu değil, bu ayağı da değil. Onu
görmüyor mu? Sana şaka mı geliyor bunlar, yağmur gönderdi ki, yorganımızı başımıza çekelim de altına girelim. Benden bir
söz işitti. Bunu o söyledi, soğuk kaçtı. Başkaca hiç bir şey söyleyemedi. Niçin sıkıldın, dedim. Sustu, konuşamadı. Sonra
tekrar dili açıldı, yürüdü. O söylediğin şeyi anlatır mısın? dedi. Gördüğüm rüyayı içim boşansın diye tekrarlamamı mı istiyorsun
dedim. Ama gönlünü rüyadan boşaltırsan ne ile boşaltacaksın.
Şarapçının biri şarap satıyordu. Biri sordu: Yahu sen şarabı satıyorsun ama acaba karşılığında ne alacaksın? Camiden
geri kalan kimse lahavle mescidine gider, insan eğer lahavlenin ne demek olduğunu bilirse, yani kuvvet ve kudretin Allah’da
olduğunu anlarsa onun Cuma namazı boşa gitmez. Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kabe´de lâhavlesiz kalmaktan daha
hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.
Kadının biri bu sevdada idi; birkaç yankesici ağlaya sızlaya ona yanaştılar. Efendimiz dediler, şu hazine işini ancak
senin sayende başarabiliriz. Yoksa o değerli hazineden faydalanmaya bizim gücümüz yetmez. Onlar geç kalmışlardı. (M. 240)
Biri dedi ki: Efendimiz sarığını versin de kendilerine bir haber getireyim, öteki yankesici, o geç kalır, dedi. Siz şu katırı
kulunuza veriniz, ben şimdi onu ve arkadaşları çağırayım. Şu şartla ki, falanın başına ant içeceksiniz, bu meseleyi hiç kimseye
açmayacaksınız.
Sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene doğru giden birine rastladı, kendi kendine, bu adam benden herhalde
nereden geliyorsun, diye soracak dedi. Selâm vermeyi bile unuttu. Önce bu şekilde yanlış düşününce başından sonuna kadar
hep saçmaladı, önce nereden geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum derim, diye düşündü. Ne kadar un
yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Halbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı uğursuz mu? Beline kadar işaret
ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi
söyledi, ama eğer doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz hoşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi anlayamazdı.
Kuran´da, "Çadırlar içinde öyle huriler var ki, onlara ne insan eli, ne de cin eli değmiştir." (K. 55/56) buyurulmuştur.
Bunun anlamı nadir? Hele o cennetler ki Allah âlemidir diye sordum. Ona göre kıyas et. Dedim ki: insanoğlu ve cin tayfası ona
erişememiştir. Yani bu içkiler bu âlemde de bizim elimize geçmez mi? Herkesin mertebesine göre zencefilden, çağlayandan,
kâfur ve temiz şaraptan payı var mı? "Sözlerini yerine getirenler; şerri ve korkunç manzarası aşikâr olan o günden korkanlar,"
anlamındaki âyet nedir? Bu herkes hakkında mıdır? Bazıları bunun Hazreti Ali hakkında olduğunu söylerler. Âyetin inmesi
sebebi kendiliğinden anlaşılıyor. Olaki bunlar da bir sebep söylesinler. Ama çok soğuk ve yersiz olur. Kendi düşünceleri ile
doğru yola gelsinler. Bu hırkamın kolunu öptü, onun o üç gecelik semâda bir çok günler sürecek olan işleri tamam oldu.
Dükkândan et getiren o Yahudi´nin yedi ceddi işadamı idi, ama o yine de Yahudi´dir, yine de Yahudi.
İbni Mesut´a (Allah ondan razı olsun) Hazreti Peygamber, Kur´an´ın sırlarından bazı şeyler açıklardı. Onun anlattığına
göre falan âyetin mânasını Peygamber arkadaşlarına açık söylerdi, ikinci mânasını da benim kulağıma fısıldardı: bunları size
anlatsaydım boynumu vururdunuz, dedi. Sahabeler o zaman o sözleri küfür sayar, söyleyenlerin boynunu uçurturlardı.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:31:34
(M. 241) "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki ilâhımız tek bir ilâhtır." (K.
18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?
Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar Hazreti Peygamberin yaptığı
gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali´nin yüzüne bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben
sizden herhangi biriniz gibi değilim. Bunun üzerine âyet geldi: "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım." Ama aradaki fark
şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım, ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında
yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve
eşler niçin olsun; bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir işle uğraşsın.
Ben de niyet ettim bundan daha iyi bir iş varsa din ve dünya kazancı için o işle meşgul olayım, elime geçeni burada
sarfedeyim.
Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler ağzından şu sözler
dökülüyordu:
Şiir:
Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,
Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.
Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz ve minnetsiz yürürsün. O
misal yönündendir. Maksat, Allahnın kutsal sözündeki mânadır, yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda
bakar ve özellikle kendi yazdığı şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim. Onun
ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar
da haber verir. Onlar da hep birlikte söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed´in yolu en iyisidir.
insaflı olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed´in (A.S.) yolu gibi aydınlık yoktur.
Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir.
Şiir:
İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?
İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!
SAİDİ MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ
(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir kızcağızı vardı ki, ünü halifeye
kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde
edemedi. Said´in bir de çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en gerisinde
otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi
tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil
seçeceğim, dedi. Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir uğursuzluk sezdi.
Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki
seni hekime götüreyim. Oğlan cevap vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi
gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı yiyecek, bari siz ona korku verin de bu
hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında
zır delidir diye tanıklık ederler.
Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra zavallı bilgi âşığı çömez
artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı: Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu
kadınlar hep birden, sen çok düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar. Sonra
tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç değişmemiş. Hayır, dedi, Allahya ant içerim ki
bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil. Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu
kadınlar yine oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim başımızı yiyecek diye kara
bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi
yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi,
henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Kızı yakından
tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız,
onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz de öyleyiz, ama belki o bizden daha
üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz
de dünyayı terk etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.
Hoca Ahmed´in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir iş yapmıyor, dedi.
Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş
evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed´in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut
kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali biliyorum.
Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu himmeti ile kendine çeksin?
"Kuvvet galibindir" demeyesin! Bizim hikâyemiz onların söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana
olsun, yahut beni unutan zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle! Biliyorum,
ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler. Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor..
Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin
anahtarını eline verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun. Kendinden
karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle
karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin,
arzularına göre hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken Kur´an koltuğunda (M.
244) "Allah’dan başka Allah yoktur" diye mırıldandığını, birtakım harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler,
içinden sana bir ses geliyor mu? Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez.
Kendi bedenlerine zulmedenler Allahnın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu
başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır, acaba işin sonucu ne olur?
Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin´in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş Bayezidî Bistami´nin türbesi
başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde dünyadan göçtü gitti.
Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu? getir, der. Evvelce sende
ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan
sende vardı, ondan getir, dedi. Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün.
Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol senin gittiğin yoldur. Benim
gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar,
dünyaya yaramazlar. Soğuk ve donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut
onlara sen yaraşırsın!
Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allahya ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de biz onlardanız. Onun da
sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi! Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver,
diye yalvarır. Benim gönlüm her şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim
ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber vermemiştir. Benden bunu öğren ki,
yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?
(M. 245) "Sultan, Allahnın gölgesidir" sözü Ebul Hasan Harrakanî´nin nazarında doğru değildir. Denize düşer ve
yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur´an´da, "Gördün mü,
Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (K. 25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti
Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o
kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir?
Yedi başlı ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki, göğsünün her tüyünden
ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir
parça rahat ister, Yarabbi işimi kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki dışarı çıksın; başına şarap dökerler. Biri ağlar, bir damla
yaş çıkaramaz gözünden. Ötekini bırakmazlar ki ırmaktan dışarı çıksın.
Bilmiyorum ki namazda ne okuyayım. Meğer, "Fatihasız namaz olmaz" emrine uyayım. Öteki bir hava tutturur, ilâhi
söyler, raks eder. Gördüm ki, bir sofra getiriyorlar, der. Eğer başkalarının evine götürüyorlarsa size ne?
Uyuyorsan ne bulursun? Yücelikler, çekilen emek nispetinde elde edilir. Yüksek makamlara ermek isteyenlerin
geceleri uyanık yatması gerektir. Yani dileği uğrunda uyumazlar. Keşke surette uyuyaydık. Sıcaklığı toprağa bu mertebede
verdi. Ne yüce kudret! Ben nefsim için ne gibi tasarrufta bulundularsa razıyım. Size tekrar söylüyorum, madem ki biliyorsun,
başka söze ne lüzum var?
Size gerekse teni de terk edeyim. Senin bulduğun dostlara taş bile takat getirmez. Çocuklar, "Rabbi Musa´ya
göründüğü vakit," (K. 7/139) anlamındaki âyeti okurlar. Halbuki, Allah bütün gün Musa ile beraberdi. Güneş böylece her
tarafa bakar, bir zerre kaybolmaz. Ondan bir feryat kopar, çünkü ateşten kaçmaz, bu takdirde o makam pervanenin
seyranıdır. Çulha çulhalığını unutmaz ancak o sanatı yapar. Sırmalı elbiseden ne anlar?
(M. 246) Üç kız bir arada oturmuş konuşuyorlardı: Herbiri babasının işinden söz etmişti. Biri diyordu ki: Babam
Sultanın katırına çul dokur, çulhadır o. Beni okşamasa ne minnet ayağımı bile öpse azdır. Bunların gördükleri ve konuştukları
ancak bu gibi şeylerdir. Hazreti Peygamberin, o yüceliği, ululuğu ve kudreti ile beraber bir odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki
yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı. İsa´ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor.
Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender´in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye
âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun^ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed´in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç
bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana
nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların
sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlar da onlardan gelen
sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara
yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi
diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda
baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü
senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin
erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir
şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o
delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra
candan kıymetli ne gördüler? Kuran´da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin
eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele,
bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek
de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe´nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce
şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını
kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır.
Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme
bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına
kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail´in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha
çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne
hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden
geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için
yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna
kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile
ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için
açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda
yaraşırdı, isa´ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden
çıkar. Bugün Semender´in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü
çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed´in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç
bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana
nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların
sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlarda onlardan gelen
sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara
yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi
diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda
baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü
senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin
erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir
şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o
delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra
candan kıymetli ne gördüler?
Kuran´da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz;
bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları
senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza
çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe´nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce
şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını
kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır.
Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme
bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına
kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail´in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha
çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne
hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden
geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için
yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna
kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile
ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için
açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde gidiyorsun, ben ise çok kere kervanın başındayım. Deve cevap
verdi: Birinci sebep şu ki, ben yüce himmetliyim, başım havadadır. Yüksek bir başım, aydın bir gözüm vardır. Yokuşun
başından bakınca sonuna kadar görebilirim. Anlarım, neresi düzlük, neresi yarı düzlük, neresi bozuk yoldur.
Bir kaç kişi vardır ki, Allah rüyada görünebilir derler. Bir çoğu da onun ne rüyada, ne de ayık iken görülemeyeceğini
söylerler. Bunlar taklitçilerdir. En çok gerçeği arayanlar en çok taklitçidirler.
Bir zümre vardır ki, gönül taklitçisidir; bir zümre safa taklitçisi, bir tayfa da Mustafa (S.A.) taklitçisidir. Bir zümre de
Allah taklitçisidir. Allah’dan söz açarlar. Bir topluluk da hem onu taklit etmez, hem de ondan söz nakletmezler, ancak
kendiliklerinden konuşurlar.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:32:43
Kur´an´ da, "Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve
onun bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi," (Kehf Sûresi, 110) buyuruyor. Rabbimin
sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allahya işaret eden zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allahya,
öteki de onun hakikatine işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir;
böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı anmak da ürkmektir, derler. Zikreden
bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet,
ürkeklik gösteriyor, denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan şöyle yaptı,
(M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük
günahlardandır.´ Dört büyük günah, yani gıybet, bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu
günahları işleyen kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi bizim nasibimiz
armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.
Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor. Şah mı geliyor? dedim.
Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu! Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da
umutsuzluğa uğratayım, dedim. Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki,
gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben bu nefsin elinden acizim, sana nasıl
yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle
bir yumruk vur ki, şu duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı da
olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.
Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse, işin içyüzüne bakarım. Beni
kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden
helak olurum, ama nihayet kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam, beni
uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.
Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu
varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi
hoş bir âlemdir.
Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan münezzehtir. Artık biz de
şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.
(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha başka fıkıh kitaplarını da
okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer.
Eğer bende masal dinleme arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından daha
tatlıdır.
Yemin, ant içme için Arapça´da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi, tallahi derler, işin içyüzü
böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allahnın temiz zatı hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler.
Marifet öğrenelim, falan medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep bundan
bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması uğrunda niçin tahsiLetmeli?
Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın nereden olduğunu
öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar,
Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki, bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir
şey değildir.
Mısra:
Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!
Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek
bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine
düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal
içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.
Ebu Necip´e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allahyı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz
da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin´in damadı,
Şahabeddin´in yanında sana başbuğluk erişmez diyordu.
Celâleddin´in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allahnın sözünü, onun dilini, onun kulu nasıl bilir? Allah kulu ol ki,
Allahnın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.
Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise
bunlarda yoktur.
Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, "Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun
gönlüne sığdım," (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed´den Ahad´e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise
mânanın perdesidir.
Mısra:
Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!
Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından Muhammed ümmeti olanlara ne
mutlu! Muhammed´in gözü Muhammed değil mi? Muhammed´in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak
Peygamber seninle iftihar eder, elini tutar. Musa´ya, isa´ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim ümmetimdir, der.
Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun
gözüne erişir, sonra görünmez olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun
etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.
Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm alsın, hem de secde
etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini
beslemeye yetişir. Gerektir ki o selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden
olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.
Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün hiç bir şey yemek
istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana
lokma verseler kabul ederdim, alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni yakaladı.
Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve
çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz
hamdır diye bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.
Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve hareketli rakslar etse,
yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve
Muhammedi olarak raksetmeye başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.
Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen ayağını geri çekti. Deve sordu:
Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını
geçmiyor. Karınca, ama dadi, dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.
Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce rahmet olsun, işte benim
üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün
vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım.
Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama gönülde hiç yer tutmuyordu
bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama
evin içinde yol çıkmaz. Ona da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve
puthanelerde bulunur.
Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir ekmek parçası verdi. İkinci
"gün derviş Musa´ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, "Benim katımda söz değiştirilemez," ve sonra (kulunun dilinden),
"Yarabbi sen verdiğin sözden dönmezsin" (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi. Derviş
şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu:
Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir?
Güldü ve hoştur, dedi.
Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç ve dış duyguları da
bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte
de kullanırlar. Hayatı neşeli olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile uğraşmak
dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi öğütçüler, son günlerinde şunu
söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman
zorlanma zamanı değildir. Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü dünyamızın
kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.
Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır. Bunun ayrılıktan başka
ne faydası var?
Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?"Biz de öyleyiz senden ayrılıyoruz. Sonra
kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem
ki: Bu birleşme sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu birleşmenin
değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle
bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.
Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki: Bunu şeyh söylemedi. Bu
gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı
yoktur.
Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna
gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için
teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin
akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran´da, "Allah’ı ululuğuna yaraşır bir halde takdir etmediler´", (Enam Sûresi, 91) Kur´an´daki,
"Ferahlandılar," (Enam 44) sözü de dünya nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar" sözünde de onları ebedî hayata
yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler, şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri
öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile
olur. Yemekte bile aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap vermedi. Bize
vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden
Buhar´ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, "Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın,"
(K. 60/1) buyurdu.
Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt üst olurken, öteki selâmette
kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allahnın elindedir. Kur´an´ın "Oku!" hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani,
ey edepsiz çocuk ibret al ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil! Kur´an´da,
"Yer sarsıldığı zaman," (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği
hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir,
sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu teklifin artmasından zevk alırsa,
teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden
bahsediyorsun. Bundan sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan batkın bir
haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir.
Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki
bir sırrı ve bir hakikati vardır, Allahyı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu cefayı yaparken, mühlet
vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu.
Şimdi gerektir ki, dertsiz bir kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, "Genişleten kimse,
genişlik bulur" buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada
kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt
yetişmez, ama öteki cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.
Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de olabilir. Bu Zehra ile o,
her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni
sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.
Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç kişi de vahyin indiği yer,
yani onun muhatabı oldular.
Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi olasın. Harfleri arasında
Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere
düştüğün zaman niçin yoksun kalasın! Niçin onun tev´ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, "Ibrahimin makamına giren
güven bulur," (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik
çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim
ki! O kıl, sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine gözyaşı ve ıstırap
görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi. Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları
yeterli değildi, şimdi nebilerinkine başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa´nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira!
Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum! O iğrenme düşmanlıktan değildi.
Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu
gün Allah adamı böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine vursam, yenini
namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun,
ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum.
Bakayım topal mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın acaba kadınlarla
ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda,
bir kimse halinden şikâyet ediyor mu´, yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey
olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim evimde bir sofra donatsınlar ve o
sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir
hikâye anlatayım, demedim mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna´dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp tutuşuyor
diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal görsün. O ister adam oğlu olsun, ister
başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar.
Onların zannına göre marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa zamanında yaşayan
ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber çağında ölenlerden başkalarıdır.
Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım yazıyı uykun gelinceye
kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan
sonra kaleme vuracağım, ta Musul´a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz´e de gideceğim. Orada
falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum. Ondan sonra Bağdat´a, sonra
Şam´a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az
kalmam geri dönerim. Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı çekersin,
çünkü şairin dediği gibi:
Mısra:
Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.
Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde edilmesi kolay değildir, bir adam
tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık
gösteriyor; bu olmasa postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî sapığın
kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.
Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker diyordu. Görüyorsun ki,
aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad´ın (Adliye emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu
gönderdi ve ona Şemseddin´i de çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni
sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey yaparım da aramızdaki muhabbet
eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden
geçti ki, Adliye Emirine bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el çekmiş
gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir meyvenin başına gidiyor. Ben senin
duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet,
dedim, bir çok eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk geliyorum, ama
seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme, dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün
gece o kadar yedim ki, teravih namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.
Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan kimse, ertesi günü daima
hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür,
dedim.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HU!
(M. 259) Peygamberimiz buyurdu ki: "Kardeşlerimle buluşacağım günü çok özlüyorum."
Sahabe, yani Peygamberimizin yoldaşları, Ey Allah elçisi, o kardeşler bizler miyiz? dediler.
— Hayır.
— Yoksa nebiler mi?
— Hayır, buyurdular. Benden sonra gelecek bir toplumdur onlar.
Bunlar uykulu uykulu birtakım sorular sordular, sonra tekrar uykuya vardılar. O sözler uyanıklığın yankısı idi. Nasıl
olur da o kadar yankı gelsin de ondan ayılmasınlar ve başka yankılar vermesinler. Bu, yeteneklerinin eksikliğindendi. Bütün
cihan halkı bir tarafa geçsin, ben öbür tarafa geçeyim. Her ne zorlukları varsa benden sorsunlar, hepsine cevap vereyim ve
hiç kaçmayayım. Sözden, konuşmadan yüz çevirmem, daldan dala sıçramam.
Zeyneddini Tusî on, on beş gün için Şeyhi ziyarete gelmişti; ondan halvette bazı şeyler sordu. Nihayet onu halvetten
dışarı çıkardılar yolcu ettiler. Bir gün birisi ile konuşuyorduk; Zeyneddin benim müridim idi, divane oldu, dedi. Ben çok
uğraşıyordum ki bu müritler gibi başımı aşağı indireyim. Neticede hakikat böyledir. Ben onun gibi bir müridi nerede bulayım ki
Allah benim müridimdir. Çünkü onun kutsal adlarından biri de mürid´dir. Murad ise benim. Çünkü her müridin bir muradı,
dileği vardır.
Bana bu zahir bilgileri ve bu çabuk anlayış kudreti gerektir ki, bunların yardımı ile, yazıktır şu benim bilgimi onlara
söylemek gerekmez,diyeyim.Ancak onların bilgileri onların olsun. Onları bu değersiz bilgileri ile meşgul etmek gerektir. Tarîrı,
hiç kimsenin bedeninin boşluğunda iki yürek yaratmadı (herkesde bir kalp yarattı). Bizim her neyimiz varsa hep onundur. Bu
her iki söz de bir anlamdadır.
Hak yüce Allah asla "Enel Hak", yani ben Hakkım demez. Allah, her zaman beni kutlayın, beni kutlayın! da demez.
Çünkü bunlar hayret ve taaccub ifade eden sözlerdir. Hak nasıl olur da hayret ve taaccub beyan eder? Eğer kuluna ait bir ilgi
dolayısıyle taaccüp ifade eden süphan kelimesini kullanırsa doğru olabilir.
(M. 260) Rubi Meskûn yeni yerin dörtte bir parçası halkın üzerinde yerleştiği parçadır. Geri kalan dörtte üçü güneşin
sıcağında yanar, orada halk yurt tutamaz. Bu dörtte bir parçada yerleşmiş olanlar, bana ne kadar zor meseleler sorarlarsa
sorsunlar, karşılığını peşin alırlar.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:33:31
Onlar için pek zor görünen sorulara karşı cevap içinde cevap, kayıd içinde kayd, şerh içinde
şerh yazmışlardır. Benim sözümde ise bunların herbirine on türlü cevap vardır. O, güzelliği ve o tatlı edası ile hiç bir kitapta
yazılı değildir. Nasılki Mevlâna, bana, "Seninle tanıştıktan sonra bu kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı," buyurdular.
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde
kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter
içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama
şöyle bir yalan olmalı: Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden
yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başımdan gitmiş, hiç
kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma
gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki mislini yapar, ateşi söndürünceye kadar çabalar ki.kimseyi yakmasın, işte o
fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir, ister yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu
ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede
görülmüştür? Eğer arada Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki
görüyorum.
Geçen gün hayalini karşıma getirdim, onunla tartışmaya koyuldum. Niçin bunların karşılığını açıkça ve olduğu gibi
vermiyorsun, dedim. Hayalin bana şu cevabı verdi: Onlardan utanıyorum; istemiyorum ki incinsinler. Ben de buna karşılık
verdim. Derken tartışma uzadı. Söylemediğim ne kaldı ki! Hayır, söylediklerim ne idi ki! Sanki hiç bir şey konuşmadık. Yani
irfanı eksik insanların sözlerine nispetle herşeyi söyledik, ama kendi söyleyeceğime göre hiç bir şey söyleyemedik.
(M. 261) Hazreti Peygamber (Allahnın salât ve selâmı üzerine olsun), şöyle buyurdu: Bir kimse kırk sabah Allahya
can ve gönülden kulluk etse onun kalbinden diline doğru hikmet pınarları akmaya başlar.
Peygamberimiz bu sözü kendi yoldaşları arasında açıklarken, dostlarından biri kırk gün kendi kendine ibadetle
uğraştı. Sonra Hazreti Peygambere (S.A.) şikâyet etti. Ey Allah Resulü! dedi. Falan dosta öyle bir hal geldi ki, gözü, sözü,
rengi değişti. Siz ise, bu hali beyan ederken yukarıda andığımız hadisi buyurmuştunuz. Ben gittim tam kırk gün elimden
geldiği kadar uğraştım. Nitekim Kur´an´da, "Allah insana gücünün yettiği kadar teklif koyar," (K. 2/286) buyurulmuştur. Senin
sözünde de hâşa yalan olmaz. Hazreti Peygamber (S.A.) şöyle buyurdular: Ben, can ve gönülden kulluk ederse, dedim.
Can ve gönülden Kulluk etmenin şartı, bunu ancak Allah için yapmaktır. Yoksa başka emeller ve hevesler uğruna
kulluk etmek değildir.
Sen başka bir dostundan işittiğin garip konuşma tarzının sende de belirmesini istedin, bu isteğin yerine geldi.
Bize inanan bir topluluğa dedim ki: Allah sizi çok bahtiyar yaratmıştır. Çünkü böyle insanlar sizin içinize düşmüş, siz
de onlarla birlikte bulunmanın değerini anlamışsınız. Bahtiyar yaratılmış olanların yolları aydın olur; ayışığı kapılarına vurur.
Şiir:
Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Duygusuzların yoldaşlığı çok zararlıdır, haramdır. Bilgisizlerin yoldaşlığı büsbütün haramdır. Yedikleri de haram.
Haram yemek ki, bilgisizlikten ileri gelir, o lokma benim boğazımdan geçmez. Onun yemeğini yesem, sanki bir mancınık taşı
gelir, içi ta tavana kadar camlar ve şişelerle, âletlerle dolu bir sırçacının dükkânına çarpar, her şeyi parçalar.
Bir ilâhi hadiste, ulu Allah, "Her günahın bağışlanır, ancak benden yüz çevirenin günahı af olunmaz," buyurmuştur.
Önce Elif nedir? Onu söyle, sonra B´ye gelirsem iş uzar. Bugün bizim için uzun kısa hep birdir. Uzun olmuşuz ne çıkar,
kısa olmuşuz ne çıkar? Uzun ve kısa cismin, maddenin sıfatıdır. Sıfat ile mekân sonradan yaratılmıştır. Evvel, âhir, ön ve son,
Allah’dan belirdi, Allahsız ne evvel var idi, ne de son. Ne zahir, ne batın, yani ne açık var idi, ne de gizli.
Mısra:
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet´tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya
koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar
sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana
göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:"Beni Meta oğlu Yunus´tan üstün görmeyiniz." Çünkü o denizin dibinde, balığın
karnında mirac´ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı
bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur´ an´da, "Orada giyimleri ipektir,"
(Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri
sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur´an´da, "Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım," (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can,
senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Şiir:
Mertçe ve mert huylu olmaya bak!
Yoksa bin türlü utanca uğrarsın.
Beni tanıyorsan, beni görüyorsan o üzüntüleri niçin anıyorsun? Eğer hoş olmak benim elimde ise niçin kendini
sıkıyorsun! Benimle beraber isen, niçin kendinle meşgulsün! Benim dostum isen, niçin kendi kendine dost oluyorsun? Yıllar
geçer de, ancak birisiyle dost olur ve huzura kavuşuruz.
Şiir:
Yıllar gerektir ki güneş altında bir taş,
Ya Bedahşan´da yakut, yahut Yemen´de akik olsun;
Aylar gerektir ki, bir pamuk çekirdeği toprak altında
Gelişsin de, ya bir çıplağa örtü, ya bir şehide kefen olsun.
Beni görüyorsan niçin kendine bakıyorsun? Beni anıyorsan kendi nefsini niçin anıyorsun? öğüt sözleri öğütleri anma
işi, kendini anma demektir, varlığını anmadır. Bir yerde ki rahat vardır, Allah vardır, öğüt nerede, söz nerede kalır?
(M. 263) Birkaç gün birlikte oturmuş, yedi sofî arkadaş vardı. Bunların yemeğe, içmeye ihtiyaçları vardı, ama
aralarındaki sohbetin tadından bir türlü yerlerinden ayrılıp yemeğe gidemiyorlardı. Vezirin biri bunların halini haber aldı.
Uzaktan gelerek yüzünü yere koydu, şöyle dedi: Canınız ne istiyor, ne arzu ediyorsunuz? içlerinden biri, git dedi, bize yetecek
derecede bolca lokma hazırla, evi boşalt, büyükten, küçükten kimse bulunmasın. Kendin de evden1 çık. Hiç kimse kapıyı
çalmasm. Vezir öyle yaptı. Bunlar yedi kişidir, dedi, ben ihtiyat olarak yirmi kişilik bir sofra hazırlayayım, ev halkını da
akrabaların evlerine göndereyim. Ayrıca şöyle dedi: Bu gün hiç kimse bu evin etrafında dolaşmasın. Kâseleri doldurdu,
ekmekleri sof raya yerleştirdi, onları eve çağırdı, yerlerine oturttu. Artık müsaadenizi diliyorum, bu gece sabaha kadar sizden
ayrılıyorum, dedi. Kapıyı kapadı ve dışarı çıktı. Onlara evi terk etmiş gibi görünerek yukarıda bir odaya çekildi, gizlice bir
delikten bunların nasıl yemek yediklerini seyre daldı. Birer birer kâseleri önlerine koyup yemeğe başladılar. Kâseler boşalınca,
ikincisini alıyorlardı. Ansızın içlerinden biri sofradan yuvarlanıp düştü. Allah rahmetine kavuştu. Her şey aslına döner kaidesine
göre, "Rabbine dön!" (Fecr Sûresi, 28) emrini işitti. O zaten doğruluk makamında idi; hem orada, hem de burada o renksiz
perdenin arkasında kalmıştı. O perde sayesinde onu burada gördüler. Geri kalan altı kişi yemeğe devam ettiler. Bir saat daha
geçmişti. Öteki arkadaşı da evvelkinin ardından yürüdü. Böylece yedinci kişiye kadar hepsi gitti, içlerinde ancak bir kişi sağ
kaldı. Ev sahibinin sabrı tükenmişti. Aşağı indi, hemen kapıyı açtı. Güya dışarıdan geliyormuş gibi bir durum takındı ve sordu:
Nasıl oldu Şeyhim? Yemekler kâfi geldi mi? İstediğiniz gibi yediniz mi? Şeyh, hayır, dedi.
Vezir sordu ve Şeyh cevap verdi: Eğer yetişecek kadar olsaydı ben de sağ kalmazdım, istek baki kaldıkça yemek
yeter derecede sayılmaz.
Tam karnı doymuş olanın cevabı ancak iç kapının hiç bir tarafından bir soru ve karşılık gelmemesidir. (M. 264) Soru
ve karşılık istekleri devam ettikçe orada başka sorular, başka cevaplar bulundukça yeterlik olmaz. Bunun delili de içinde bir
kuşku olması ve bunun cevaba muhtaç bulunmasıdır.
Bir gün Şeyh Hamid küfür ve iman bahsini yorumluyordu. Ben ona bakıyordum ve görüyordum ki, daha yüz sene
iman ve küfür konusundan bir koku alamayacaktır. Eğer bunu anlamış olsaydı. Dervişler huzurunda bahsettiği o hikmet ve
edep meselelerinde kendi düşüncelerini gizler ve derdi ki: Görüyorum ki benim sözlerim bir neticeye ermiyor. Ötekilerin
sözlerine nasıl sıra gelsin? O zaman onun bu sözü ötekinden daha iyi ve tamam olurdu.
Nasıl ki sofî, eğer senden daha iyi başka birisini bulsaydım, sen benden, ben de senden kurtulmuş olurduk. Yoksa sen
eldesin, der ve ekmeğini de hırkasının yeninde gizler. Nasıl ki, "Yolunu, paranı, gidişini gizli tut" derler. Hazreti Peygamberde,
"Herkim sırrını gizlerse işine sahip olur," buyurmuştur. Evet bir kul vardır ki, bunu niçin gizleyeyim. Mevlâna Şemseddini
Tebrizî de sırrını açıklayan işine sahip olur demişti. Ancak o kul nerede? Ey sevgili! Görmediğin kimseye ne cefa ediyorsun?
diyebilsin!
Bir felsefeci zümresi, melekleri nebilerden daha üstün tutarlar. Hazreti Mustafa´yı ve nebileri halk ile meşgul
olduklarından dolayı (hâşâ) eksik görürler. Melekler peygamberlere yardım ederek yüzlerini dünyaya çevirirler. Onları halka
öğüt vermeye gönderirler ki, bu Haktan uzaklaşmak veya onu unutmak demek değildir. Ama bize anlattıkları peygamber
mucizelerinden akla uygun olanlarını kabul ediyoruz. Akla uygunsuz olanları da kabul etmiyoruz. Çünkü akıl Allanın hücceti
(Senedi)´dic. Allanın hüccetlerinde ise bozukluk olmaz.
Diyelim ki, mucize sizin aklınızın göremeyeceği bir şeydir. Akıl ise Allahnın insanda bir hüccetidir. Onu yerinde
kullanmasan seni yanıltır. Bundan dolayıdır ki, akıllar yetmiş iki millete göre değişiktir. Biri birini yanıltmaktadır. Meselâ iki
kişiye sorarsınız, ikide iki kaç defa vardır, diye. Her ikisi de bir kere der, aynı cevabı verir. Aralarında bu cihetten ayrılık
yoktur. Çünkü bu basit aritmetik sorusunu düşünmek kolaydır. (M. 265) Ama yedide yedi veya on yedide on yedi kaç kere
vardır deseniz, o iki akıllının cevapları değişebilir. Çünkü bu daha zor, yanıltıcı bir sorudur. Eğer biraz ağır davranır, aklı
yerinde kullanmazlarsa doğru cevap veremezler. Nasıl ki, aynayı bir kere eğri tuttun mu, orada yüz binlerce doğru ayna olsa
artık ondaki görüntüyü düzeltemezsin. Kuran´da, "Biz sana kendinden önce gelen kitaplarla senin yanında olanları
gerçeklendiren kitap gönderdik," (Mâide Sûresi, 49) buyurulmuştur.
NURLAR HEP BİRBİRİNİN DOSTUDUR
Diyelim ki, yüz kişi güneş altında durmuş, uzaktan bir kişi de aydın gözleri ile yalnızca onlara doğru bakınarak
geliyor; bir davul çalıyor ve raks ediyor. Bu yüz kişi arasında hiç bir fikir ayrılığı olmaz. (Hepsi onu aynı durumda görür). Ama
karanlık bir gecede veya sisli ve bulutlu bir havada bu davul sesi gelse, işitenler arasında yüz türlü fikir ayrılığı belirir. Biri bu
gelen askerdir der, öteki sünnet düğünüdür der; hülâsa herbiri bir fikir yürütür. Neticede, felsefeciler de peygamberleri halk
ile meşgul olduklarından ve peygamberlik makamının şerefini koruduklarından dolayı meleklerden noksan görürler. Ancak bu
hususta nebiler hiç bir zaman yollarını şaşırmazlar. Lâkin tecrid ve halvet mertebesinde kalırlar. Peygamberlerin kadın
almasını da bir nevi eksiklik ve uygunsuzluk sayarlar. Her ne kadar, o hal, kuvvettendir desen de öteki der ki, şunu da
söylerler ki, konuşan kimse hoş sözlü olmalıdır. Sinesinde her an yeni yeni hikmet kaynakları fışkırmalıdır. Bir başkası,
toplantıda güzel öğütler´ve konuşmalar yapmadıkça meclis kızışmaz, der. Başka biri de, hiç bir an boş kalmaz hep
coşkunluklar, yeni yeni ilhamlarla eli hiç bir işe değmez, ancak uyumak ve oturup su dökmekle vakit geçirir. Derler ki: Su
dökerken Allah adını söylemek (Besmele çekmek) gerekmez. Şimdi padişah bu attan aşağı inmiyor, ne ahırın içinde, ne
dışında, ne atı yem yerken, ne de terslerken, işte ben bu saatte bir şey yedim ki, eğer başkası benim yerimde olsaydı
üstündeki elbiseyi parça parça ederdi. Ben yenimi çözdüm ve bir saat başımı önüme eğdim. Allanın lâtif kulları vardır. Nihayet
erlik kuvvetinden Tur dağı parça parça oldu. Bugün o şey ki, ondan bütün âlem bir şey elde eder ve o şeyden her şey
meydana gelir. (M. 266) Bugün gördüğün ve bildiğin her lâtif ki bu lâtif ondan var olmuş ve meydana gelmiştir. Bundan daha
lâtif ve bundan daha iyidir. Derler ki: Allah’dan bir nişan var ki, gülelim. Sen inayet ve rahmette kimden daha üstünsün? Allah
dedi ki: Her kim benim Allahlığımı çok anarsa ya dilden anar ya candan.
Bayezidi Bistamî (Allah ruhunu kutlu kılsın) hangi şehre gitse önce o şehrin kabristanlarını ziyaret eder, orada
dolaşmak isterdi. Nasıl ki biri Ibni Abbas´dan sordu: Ey Peygamberin amcası oğlu! Gönlüm şöyle biraz gezip dolaşmak istediği
vakit nerelere gideyim? Ibni Abbas buyurdu: Gündüzleri mezarlıkları dolaş, geceleri de gökyüzünü seyret.
Bayezid kabristandaydı, dolaşıyordu. Orada çamurlanmış insan başlarına rastladı. Gönlüne bir ilham geldi. Eline al ve
dikkatle bak denildi. Bazı kulaklara baktı, çamurla tıkanmış; bazı kulak delikleri de öteki kulağa kadar açık idi. Bazı kulaklar da
boğaza kadar tıkalı idi. Yarabbi! dedi, halk bunların hepsini eşit görür, halbuki sen bana değişik halde gösterdin! Şimdi niçin o
topraklar bana ayrı sıfatlarda göründü?
Bayezid´e şöyle ilham olundu: Kulağında hiç delik olmayan başlar, bizim sözümüzü işitmemiş olanlardır. Bir
kulağından öbür kulağına kadar delik olanlar ise sözlerimiz, bir kulağından girmiş, öbür kulağından çıkmış olanlardır. Ama
kulağından boğazına kadar delik olanlar, sözümüzü kabul etmiş olan başlardır. Olaki bir gönül ehli. bir kişinin ölümünü ister.
Ancak maKsatsız olarak cisminin ölmesini değil, ruhunun ölmesini ister. Biri dedi ki: O dervişi ziyarete niçin gitmedin?
Allahnın, "Hasta oldum beni görmeye gelmedin," hitabını işitmedin mi? öteki cevap verdi: Yüreğim yufkadır, içimden doğmadı.
Allah Peygamberi (Allah’ın selât ve selâmı üzerine olsun) bütün nazik ve nazenin kalbi ile Allah dervişlerinin selâmını
kutlu sayarlardı. Onlarla birlikte vere oturur, sözlerini dinlerdi. (M. 267) Dervişin kadrini bilmeyenler bir bahane uydururlar.
Eğer ona değer vermemiş olsak bir fitne olur. Bir günahkâr için, yüzü kara olmasın, derler.
Günahsız, salih bir kişiyi dışarı atarlar. Şüphesiz iyiyim, şüphesiz kusursuzum, yüzüm ak alnım açıktır, der. Aslını
kurtarır ama dalını kuvvetlendirmek için kendini alçaltır. Halbuki, o asla aziz olmayacaktır. ´Koyun, başını iki yüz bin altın
değerinde görür de yattığı ağılın kapısını görmez. Çünkü onu arkada bırakmıştır. Asıl odur. Sevinçten kurtulur, gama taparlar.
Bu varlık ki, onunla mağrurlanmak bütün gam ve kederdir! Sen bu saatte gamlısın, ama değilim, diyorsun! Dedi ki: Biz şad
olmayanların gamını istiyoruz. Gamın başka bir dalı daha yoktur. O böyledir. Halbuki sevinç saf ve lâtif bir su gibidir. Her yere
dağılır. Açılmak üzere olan bir çiçeğin açılmasına engel olmaz, insan oğlunun bildiği şey, "Allahtan başka Allah yoktur,"
sözüdür. Onun takati buna yeter. Adem oğlu ne bilir ki! Bir zülüf ve ben görünce bir teşbih yapar, yoksa zülüf nerede, ben
nerede. Şair şöyle diyor:
Zülfünü cehennemdekilerin ellerine kaptırırsan,
Cennet güzellerinin benlerinden bana utanç gelir.
Cehennemde zülüf neye yarar? Gerektir ki, Allah yolunda çözülsün. Göz ve kulak açılsın. Allah Erenleri ile birleşsin,
kendine tapmaktan kurtulsun. Çünkü Allahya tapmak kendine tapmaktan vazgeçmek demektir. Nihayet dinde pirlik
mertebeyledir. Ondan dolayı daha hararetli olmak gerektir.
Bir divane vardır ki, gaipten haber verirdi. Tecrübe için onu eve kapatırlardı. Ama sonra dışarda bulurlardı. Bir gün
babam benden yüz çevirmişti, halk ile konuşuyordu. Divane hiddetle babamın üzerine yürüdü, yumruklarını kaldırarak, yoksa
bu çocuk hakkında mı konuşuyorsun? dedi ve beni işaret ederek hoşça kal! dedi. Saygı göstererek uzaklaştı. Asla zar
oynamadım, çok zorluğa da katlanmadım. Ancak tabiatım icabı elim bir iş tutmuyordu. Her nerede bir vaaz ve konuşma varsa
oraya gidiyordum. Çünkü o iş için dünyaya gelmiştim. Tıpkı Isa Peygamber gibi. Isa Peygamber, ilk süt emdiği günlerde bir
tek söz söyledi, ama başkaca konuşmadı. (M. 268) ünce söylediği kendi isteği ile değildi. Atıcısı olmadan fırlatılan ok gibi.
Annesinin memesine sarıldı. Çünkü ilk sütün tadını o tattı. Nasıl ki, Kur´an´da Hazreti Musa hakkında, "Biz Musa´ya başka süt
anneleri haram kıldık ve Musa´nın annesine onu emzirmesi için vahyettik," (Kasas Sûresi, 7/12) anlamındaki âyetler
malûmdur. Fakat annesi ölmüş olan birini de mahalledeki bir köpekçiğe emzirirler. Çocuk bu köpeğin sütünü emer, fakat onun
huyunu da kapar.
Beyit:
Sütten yavruya geçen bir huy
Can ile birlikte cesetten gelmiştir.
İnsanoğlu, sütü annesinin göğsünden emer, hayvan yavruları da annelerinin bacaklarının arasından emerler. Arada
sütten korkanlar da vardır ki bunlar önce söylediğim gibi annesi ölmüş olanlardır. Halbuki aksine olarak annesi ölenlerin,
anneleri ölmemiş kendileri ölmüşlerdir. Anne, sütüm kurudu, der. Halbuki gerçekte bunun aksini söyler. Sütü kurumamıştır;
kurumuş olan ancak sütün kalıbıdır, istidattan ve kabiliyetten ileri gelmektedir. Bir kuş yavrusunu karanlık bir kuyuya bile
atsanız vakti gelince öter, çünkü o vaktini bilir. Bizim kuyudan çıkardığımız, öğretip yetiştirdiğimiz kimseler var ki, yedikleri
mutlak helâldir. Yani el emeği ve alın teridir. Bu ruhun gıdasıdır. Nasıl ki, "Elinin emeği ile ve alın teri ile geçin,"
buyurulmuştur. Yani ruh gıdası ye! demektir. Onlar Kur´an ve hadislerin mânalarını ne bilirler? Kur´an onlara yüz türlü nikab
bağlar. Kur´an´da, "Ona ancak temiz ve abdestli olanlar el sürebilirler" (Vakıa Sûresi, 79) buyurulmuştur. Ancak bazıları
Kur´an´ın o güzel yüzünün duvağını nasıl açarlar? Mütabaat, yani Peygambere uyma konusunu yorumluyorum. Bilmiyor, kendi
kendine söyleniyor, acaba bu mütabaat nedir ki? Mütabaat önünde duruyor, tekrar önüne düşmüştür, ama o bunu göremiyor.
Musa Peygamber, (Allahnın selâmı üzerine olsun) nebi idi. Resul (kitapla gönderilmiş peygamber) ile mertebesi yüce
peygamber arasındaki farkı sormuyorum. Zahir bilginlerinin aldanmış oldukları o farktan başka bir şeyi, mütabaat sözünü
söylüyorum. Şaşırıyor, hatırı nerelere dağılıyor. (M. 269) Mütabaat evinin kapısına geldi, ama bilemedi.
Musa, git su getir, diye bir dervişin eline bir testi vermişti. Musa Mülekat´a gitti, ama mütabaatı göremedi.
Muhammed (S.A.) mütabaatı tanıdı. O dervişi görünce iltifata lâyık buldu, ona uygun sözler söyledi: Açlık çekiyor musun?
Safa buluyor musun? Aynayı temizleyerek dostların yüzüne tutuyor musun ki kendilerini görsünler. Fakat ayna kirli ve kötü
tozlarla örtülmüş olursa, dostların önüne tutmuşsun, ne çıkar?
Vakit müsait değil. Yoksa Allahya iyi ödünç verme bahsini tefsir eder ve size iyi ödüncün ne demek olduğunu
anlatırdım.
Nasıl ki sen de insaf ederek dersin ki: Bu sözü kürsüden konuşmak yazık olur. Çünkü bu helâl rızık yiyenlerin
sözüdür. Derim ki: Bunda iki mâna vardır. Biri açıktır, öteki mânası, yani, yemesi kolaydır, yahut yiyenin yolu aydındır,
demektir.
Dalgıç dedi ki: Ben çok uğraştım, ama senin kısmetine bu çıktı! Bezirgan, inci tüccarı, eğer bana hiç bir şey kalmadı
ise giyindiğim şu elbiseleri al, dedi. Elbisesini sırtından çıkardı, ona verdi ve ilâve etti: Bir daha gel! Dalgıç mademki bu benim
niyetimin bozukluğundan oldu, ben de şimdi niyetimi düzelttim. Eğer bu adamların niyetleri bozuk değilse ben de aldığım
malları geri vereyim diye, kendi kendine böyle bir niyette bulundu. Onun bu gerçek kararı doğru çıktı. Çünkü o denizin dibini
biliyordu. Orada inci vardı. Bunu eğer kendin elegeçirebilirsen keyfine bak, başkaları için bulursan elini onun boynuna uzat!
Ama başka birini bulamazsan elini kendi boynuna götür! Nasıl ki, sofinin biri her gün yeninin içine bir nevale saklardı. Yüzünü
ona çevirerek ey nevale derdi, eğer başka bir şey bulursam sen kurtulursun, yoksa elimdesin.
Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin.
Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. iyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim
der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin.
Nihayet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allahya tevekkül et nüktesine uygun olsun. (M. 270) Yani
Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Arif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?
Gerçek bir Allah adamının eline sıkıştıracağın bir akçe, başkalarına vereceğin yüz akçeden daha makbuldür. Çünkü o
bir akçe hayır yoluna gider. "Allahya ödünç verin," buyurulmadı mı? Hakkın eli vardır diyorlar. "Sadaka yoksunun eline
düşmeden önce Allahnın eline düşer." Yüzlerini Allah erlerinin hizmetine çevirmiş olanların ellerindeki bir akçe böylece değer
kazanır. Çünkü o da bunu böyle bir hayıra sarf edecektir. Hayır Allahnın kuludur. Hayır Allahdır. Allahya ant içerim ki, hayır
söyler: Alem külliyat (tüm) iledir. Cüziyat, yani parçalar ile değildir. Nasıl ki, parçalar âlem olmadığı gibi, toplu varlıklar da
âlem değildir. Çünkü tümden bütün parçaları çıkarırsanız, tüm yerinde kalmaz.
"önce yoldaş, sonra yol" derler. Bu yol için nasıl yoldaşlar gerektir? Bütün bu âlem perdeler ve örtülerdir. Adem oğlu,
dünyaya ayak basınca Arş.Kürsi, yedi kat gökler, gökyüzü ve kendi kalıbı onun örtüsü oldu. Hayvanî ruh, hayvanî örtü, kutsal
örtü, böyıece önü örtü içinde, perde perde içinde ta marifet´in bulunduğu yere kadar gizlenmiştir. Arif de sevgilisine nispetle
hem bir perdedir, hem değildir.
O nasıl sevgilidir ki, arif onun önünde düşkündü"?. Falan şeyh çilede idi. Arif kimdir, sevilen kimdir? diye düşünceye
dalmıştı. Kendini geniş bir çölde yürürken gördü. Suyu ve çamuru olmayan bir çöl. öte taraftan başka bir şeyhin geldiğim
gördü. Şeyhe yaklaştığı zaman sordu: Sevilen kimdir? Seven kim? Şeyh şu cevabı verdi: Seven öte yandan geliyor, sevilen de
bu tarafa gidiyor. Mehtabın aşağı indiğini gördü. Bir mescidin kenarında oturdu. Bir kapı açıldı, kim gelecek diye bekledi. O
şeyh gelerek bir köşede oturdu, kendisinde garip bir hal belirdi. Onlar bu halin onun çile dışındaki hali olduğunu sandılar. (M.
271) Çilede olunca bu halin neye varacağını düşündüler. Meğerse onda bir vecd hali belirmiş. Nasıl ki her zaman da bu hal
belirmekte idi. Şeyh bu halin ne olduğunu anladı ve gülümsedi.
Yüzünü yıkadığın vakit şüphe yok ki yıkayan Allahtır. Buyurur ki: Abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur. Abdest
sensin, abdest üstüne abdest yine sensin!
Hasan ve Hüseyin, Sahabelerin arkalarından yürüyorlardı. Yolda Hazreti Peygamber ve hepsi su yolunda birleştiler.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:35:15
Abdestler su ile tazelendi. Hazreti Peygamber bunlardan sordular, abdest ne ile tekrarlanır? Ey Allah’ın Resulü, dediler. Senden
işittik ki, abdest üstüne abdest, nur üstüne nurdur, buyurdun. O zaman sen abdest alıyordun ve vecd halinde idin! Allah
hayatını bahtiyar etsin, bu tavsiyeyi muhafaza et. Bir kimse sana bir söz naklederse, o sözde cefa ve ürküntü varsa onu
söyleyene iade et ve eğer derse ki: Bu bir maslahat ve bir şerrin giderilmesi için söylenmiştir, isterse bir hiddet zamanında,
bir hakkın yerine getirilmesi için söylenmiş olsun, hattâ bunun bir kaç misli de fazla sözler söylemiş bulunsun! Sevgili bin bir
sevgiden ve muhabbetten sonra tek bir günah ile gelse ona nasıl yardım edilmez? Şu halde bu tavsiyeyi korumaktan da sana
faydalar vardır. Birinci fayda şudur : Bunu haber veren kişi söz taşımaktan vazgeçer, ikinci fayda şudur: O söz söyleyene de
erişir. Söylenmemiş söz de ortada kalmaz.
Nitekim bir söz söylenmedikçe nasıl duyulur. Söyleyen bunu söylemişse sonradan utanç duyar; keşke
söylemeseydim, der. Eğer söylememişse nebilerin daha çok sevgilisi olur. Çünkü onlar bunu işitseydi hoşlarına giderdi.
Bu sözleri ve bu öğütleri körler için söylüyorum. Çünkü onlar karanlıkta yarı ölmüş bir halde yürürler. Ancak ellerinde
bir deynek olursa çukura düşmezler, belleri kırılmaz. Yarım görenlere bu öğütleri vermek gerekmez. Çünkü onlar yine de
görürler. Bugün, her kim bir kimseden seni incitecek bir şey naklederse, sen o nakleden kişiden incin! Çünkü ona karşı öfke
ve incinme gösterirsen burada fadalar vardır. Bil ki, onlardan öğrenmekte büyük bir perdedir, insan onunla alçalır. Güya bir
kuyuya veya bir hendeğe düşmüş gibi olur. O zaman sonunda, şunun bunun çanağını yalamakla meşgul olduğuna pişman
olur. (M. 272) Bakî ve ebedî gıdadan mahrum kalır. Sözün ve sesin sonu, kâsedir demiştim. Nakledilen bu sözümü
tekrarlamak için dinlemek gerekmez. Dün birisi geldi. Benden ona bazı şeyler anlatmışlar. Yüzüme atıldı, benim hakkımda
niçin böyle söylemişsin, ben bu kadar büyüklere hizmet ettim, hepsi beni beğenmiş ve aramıştır, hiç biri ayrılmama razı
olmamıştır, dedi.
Sorunu daha edepli sor ki, sana gereken cevabı vereyim dedim. Daha edepli konuşabilmek için bir saat oturmalıyız
ki, nefsim sakinleşsin deyince; ben, iki saat bekle ki, nefsin sakinleşsin, cevabını verdim. Bir saat oturdu ve hemen söze
başladı: Herkes yanında beğenilmiş ve iyi tanınmıştım, herkes beni iyi adlarla anıyordu. Senin yanında niçin böyle kötü
duruma düştüm. Sonra ilâve etti: Şimdi sen bana ne ad takacaksın?
Ona dedim ki: Eğer Müslüman olursan, Müslüman derim sana, yoksa kâfir, dönme ve daha aşağılık şeyler söylerim.
Bugün eğer nefsine uymadan söz söylüyorsan söyle, yoksa sana başkaca cevap veremem!
Sübhanallah! Her şey insan oğluna fedadır, insanoğlu da kendi nefsine. Allah, "Hiç şüphesiz semaları, şerefli
yarattık," yahut, "Şüphesiz Arş´ı şerefli halkettik," buyurdu mu? Arşa çıksan hiç bir faydası yoktur. Arşın yücesine çıksan da
yerin yedi kat altına girsen de faydası yoktur. Gönül kapısını açık tutmak gerektir. Bütün nebilerin, velilerin ve erenlerin can
attıkları bunun içindir, bunu arıyorlar. Bütün âlem bir kişinin elindedir. O kendini bildiği için her şeyi de bilir. Tatarlık sendedir.
Tatar huyluluk da sendeki kahir sıfatıdır. "Kavmini hidayete eriştir. Çünkü onlar bilmezler," yolundaki dilek benim parçalarımı
doğru yola yönelt demektir. Onlar kâfir oldular. Ama yine onun parçası idiler. Eğer parçası olmasaydılar, ayrı ve bağımsız
olurlardı. O zaman kül (tüm) nasıl olurdu? Yukarıda, âlem külliyat iledir, cüziyat ile değildir diyorduk. Külliyat deyince hangi
parça dışarıda kalır?
Çıplak bir derviş yola gidiyordu. Acıktığı zaman ne kadar zorlasalar hiç kimseden bir lokma yiyecek almıyordu. O hale
böylece katlanıyordu. Bir gönül sahibi sebebini sordu. O inkâr ediyordu. Yüzünü ona çevirdi. Evet, dedi, gel, denedin, mustarip
olduğumu anla.
Şiir:(M. 273)
Ayda onun yüzünden bir eser kaldı
O melek huyludan ayda bir iz kaldı
Hayır, hayır nereden nereye, ay kim oluyor?
Can onun kulu oldu ve yalnız o kaldı.
Ay dün gece yastığının üstüne düşmüştü
Kıskançlığımdan elimi, ayağımı yere vurarak çırpınmaya başladım.
Ay kimdir ki, seninle bir yerde otursun?
Sen cihanı dolanmış, parmakla gösterilen bir güzelsin!
Allah adamları bütün ömürlerinde bir defa özür dilerler, bundan dolayı da bir defa pişmanlık duyarlar. Biri ağlıyordu:
Kardeşimi Tatarlar öldürdü, ne bilgin adam idi o! Ona şöyle söyledim: Eğer sende de bilgiden eser varsa onu Tatarlar kılıç
darbesi ile ebediyen diriltmişlerdir. Vaızlar o hayatı ne bilsinler? Kürsüye otururlar, bağırmaya başlarlar. Dünya müminin
zindanıdır derler. Biri zindan kaçmışsa ona ağlamak gerektir. Yazık niçin buradan kaçtı diye acınır ona. Zindana Tatarlar delik
açtılar. Eğer o başka sebepten kaçtı ise, bir yerden başka bir yere göçmüştür. Halbuki sen o kazmayı o zindanın duvarına
niçin vurdular, diye ağlıyorsun! O taşa niçin vurdular diyorsun! Onlara acınmaz. O güzel mermer belki onun ayağına takılmış
bir tomruk idi. O da dışarı fırladı. Halbuki sen feryat ediyorsun, başını yüzünü yumrukluyor, ne yazık ki o tomruğu kestiler!
diyorsun. Yahut içine düştüğün kafesi kırsalar eyvah niçin bu kafesi parçalasınlar ki, bu kuş kendini kurtarsın, diye
sızlanıyorsun. Yahut da, bir çıbanı deşiyorlar, içindeki cerahatlar, pislikler dışarı çıksın diye. Sen hemen feryadı bastırıyorsun:
O çıbanı niçin deşsinler? içinde birikmiş olan cerahat niçin dışarı aksın?
Hak erenlerin ziyaretini ihmal etmeyin, demek arif ve kâmilin hizmetinde bulunun anlamına da gelir. Aman köylüye
de ikram edin, diye buyurulmuştur. Yani bilgisiz ve aklı eksik olanların sohbeti kast edilmemiştir. Halk madenler gibidir. Altın
madenine benzer.
Derler ki: Hazreti Hamza ile Abdurrahman birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlardı. Yeryüzündeki acayip şeyleri görmek
ve gezmek arzu ediyorlardı. (M. 274) Fakat gittikleri yerde birtakım karıncalar peyda oldu. Herbiri, Allah korusun, bir kaç fil
kadar korkunç idi. Bunların âdeti de savaş zamanında herkese karşıdan saldırmamaktı, ancak bir kişiye hücum ederlerdi, önce
Hamza fırladı, karıncalara bir ok attı. Sonra başka bir aslan geldi, ona da attı. Böylece on tanesini vurdu. Sonra gerisin geriye
kaçarak gemiye sığındı. Daha sonra da Abdurrahman´ın hayatını kurtarmaya uğraştı. Okunu yaya yerleştirdi iki karınca onun
tarafına saldırdı, ama oku bir işe yaramadı. Hamza bağırdı, geri kaç dedi. Bu senin işin değil. Abdurrahman da kaçarak
gemiye sığındı. Karada bir acayip şef er oldu, ama bu yolculuğun önemli tarafı onların deniz yolculuğu idi.
Mısra:
Uzun külahım var, geceleri uzun konuşuyorum.
Dervişin biri bir dükkân sahibinden sadaka istedi. Dükkâncı onu savmak için hazır bir şey yok dedi. Ben de
dükkâncıya bu derviş azizdir, çünkü ona bir şey vermedin, dedim. Allah kısmet etmemiş cevabını verdi. Tekrar dükkâncıya
Allah kısmet etmiş idi, ama sen engel oldun dedim. Gözümle gördüğüm bir şeyi nasıl gerçekleyeyim. Eğer sen elini bu
dağarcığa sokcaydın dağarcığın başı elini sıkıştırmış ve yaralamış olsaydı, ben de gözümle görünce, evet derdim; Allah
istemedi.
Ey görünmeyen lütuflar sahibi. Görünmeyen lütuf odur ki, günah işlerken verilir, yoksa gizli ibadette lütuf olmaz.
İki kişi bir gemi yakalıyorlar, yahut savaş ediyorlar; bunlardan hangisi yenilgiye uğrarsa Hak onun tarafındadır. Galip
gelenin tarafında değildir. Çünkü ulu Allah kutsal hadiste, "Ben kalbi kırıkların yanındayım " buyurmuştur.
Bir zümre vardır ki, onların yanında bütün sövmeler, hakaretler pek kolaydır; kuvvetli küfürler, hakaretler onlara
göre bütün işlerini yarına bırakmış olduğun içindir. Yani bu güne ne oldu ki, sen bunu günlerden saymadın! Bu günün ne
günahı vardı ki, hesap dışı kaldı? derler.
Şiir:
Nerde o yeminler, nerde o verilen sözler?
Aşkta ağır davrandın, ama çabuk kaçtın!
Aşkınla beni tutsaklar gibi bağlamıştın,
Anladım ki ancak ben sana âşığım, sen sevgiyi bana bırakırsın! (M. 275)
Şimdi yol üstünde oturup mazlum kılığına bürüneceğim,
Senden davacı olcağım, bana zulmettin!
Olaki, bu ayrılıktan kurtulup sana ulaştığım zaman bana acırsın.
Yahut beni nasıl belâya soktuğunu açıkça anlarsın!
Zaman zaman arzuladığın şey bu gün eline geçti. Yemin nerede kaldı? Yani konuştuğumuz sözlerin sonucu ne oldu?
Sözlerimiz böylece geçti gitti. Sen büyük adamsın, Kur´an tefsiri okuyorsun. Tam âlim olan her insan da büyük adamdır. Ama
Allah’dan tamamiyle boşanmış ve kendi benliği ile dolmuştur.
Diyelim ki: Bu saatte bir Rum Müslüman oldu, Allah kokusunu aldı, gönlünü o koku ile doldurdu. Yüz bin peygamber
onun gönlünü boşaltamaz.
Bir çok ağlayışlar vardır ki, Allahya perde olur, kulu Allah’dan uzaklaştırır. Şimdi açıkça söyle, konuştuğumuz mesele
hakkında ne yaptın, dedi. Ona dedim ki: Sözlerin nişanı nedir ki, söylüyorsun? Onlar nasıl cevap veriyorlar? Kulağım ağır işitir,
gel kulağıma söyle!
Şiir:
Dost söze başlayınca kulağımı sağır ettim,
Onun sözlerinin tatlılığından, aslanlar ava çıkar,
Benim için bunda bir zorluk yoktur ama,
Onun sözlerini hatırlamak istiyorum.
Şöyle buyurmuşlardır: Melekler Allahya yalvardılar, falan mümin kulun sana bu kadar yalvarır, ağlayarak yardım
diler. Sen yabancıların bile duasını kabul edersin! Onun dileğini de kabul etsen ne olur? Ulu Allah buyurdu: Beni kulumla
başbaşa bırakın! Siz benden daha merhametli değilsiniz. Ben onu seviyorum ve onun sesinden hoşlanıyorum. Bazı kulların
dileklerinin en geç kabul edilmesi, muhabbet ve sevgi yönündendir. Bir zaman olur ki, övmek ve beğenmek kula zahmet ve
hicap olur. Söz tekrar geri sıçrar. Bir vakit olur ki, eğer beğenmezse ister ki onu parça parça etsin, sonra yine bir an olur ki,
ağlamak ona hoş gelir. Halbuki başka bir saatte ağlamaktan da incinir, gülmekten de.
Hocentli Şemseddin ailesi için ağlıyordu. Biz de ona ağlıyorduk. Ailesi için ne ağlıyor! Biri Allahsına kavuştu diye ona
ağlıyor, ama o, kendisine ağlamıyor. O kendi halini bilseydi, kendisi için ağlardı. Belki bütün ailesi fertlerini çağırır, akraba ve
hısımlarını toplar için için ağlardı.
Hakta değişme yoktur, ama değişme sendedir. Nasıl ki ekmeği bazan sever ve ararsın, bazan da ondan bıkar, yüz
çevirirsin, bir dost ile bazan muhabbeti kızıştırırsın, sana çok^sevimli görünür. Sanırsın ki, biricik sevgilin odur, bir saat sonra
duyguların başkadır, o dosta düşmanlık gösterirsin. (M. 276) Eğer sen evvelki o dürüst hal üzerinde kalsaydın daima istenilen
ve sevilen adam olurdun. O hale erginlik derler. Acaba bu erginlikten ne anlaşılıyor? işte bu erginlik hakikati açıkça görmek
demektir.
Kuran´da,"Bu dünyada kör olan ahirette de kör olur," (Isra sûresi, 72) buyurulmuştur. Nihayet bu kör insan, Hakkı,
dünya gözü ile açıkça görüldüğü gibi göremeyecek bir halde kalacaktır. Ama nasıl olur da, "Kalbin Rabbimi görünceye kadar",
diye öğünebilir?
Erginleşen kimse erdiğini bilmez, Aksaray´a gider ama Aksaray´a vardığını bilmez. Ama oraya efişinceye kadar da hep
korku ve yalvarma içindedir. Acaba varacak mıyım? Yoksa varamayacak mıyım? diye şüphede kalır. Onlar derler ki:
Görmediğimiz şeyin arkasından koşmayalım. Halbuki o görünmeyen şey de der ki: Onlar arkamdan koşup yorulmadıkça
kendimi göstermeyeyim. Hal böyle olunca onlar önce kendi sözlerini söylemeden o iş olmaz.
Eğer taklit etmek gerekiyorsa bari Kuran´ı taklit etsinler. Nasıl Ki filozofun biri şöyle diyor: Bir hakîm var idi.
Dünyanın dört bucağında eşi yoktu, hele tıp ve tecrübeye bağlı bilgilerde çok ileri idi. Öyle köleleri vardı ki, her tel saçları
yüzlerce insan değerinde idi. Ama kendinin çok çirkin bir kılığı ve çok iğrenç bir çehresi vardı. O derece ki, pek az şehirde
onun eşi çirkin suratlı insan görülmüştür. Yüzü gözü birbirine karışmış, ağzı burnu, gözleri sanki belirsiz gibi görünüyordu. Bu
hakîm devasız bir hastalığa tutuldu, ancak insan pisliği ile oynuyor, onu sergilere kilimlere bulaştırıyordu. Birçok hekimler
etrafında oturmuşlardı, birbirlerine bakışıyorlar, konuşmak bile istemiyorlardı. Hastanın anlamaması için onun şu çirkin
hareketlerinden bahsetmek istemiyorlardı. Halbuki hasta hakîm hepsinin üstadı idi. Sükûtlarının sebebini anladı, onlara evet
dedi biliyorum ki falan şeyi yemek lâzım. Onu yemek gerekli ama bir kere zavallı hasta bunu çok sever.
"Bir saat düşünceye dalmak atmış yıl ibadetten hayırlıdır," buyurmuştur. O düşünceye dalmaktan maksat, özü doğru
bir dervişin yanında bulunmaktır ki o ibadette hiç bir yapmacık olmasın. Şüphesiz ki o ibadet, huzursuzluk içinde yapılan
aşikâr ibadetten daha üstün sayılır.
Namazın kazası vardır ama huzurun kazası yoktur. Bazı fakir dervişler namazı terkederler. Kalp huzuru olmadan
namaz olmaz. Nasıl ki Fatiha okunmadan namaz kılınmaz buyrulmuştur. (M. 277) Onlara göre Fatiha o huzurdur. Bir huzur ki,
Cebrail bile gelse göz yaşını içine dökerek, kendisine Rabbinden gel diye çağrılmadıkça, hayır der. Eğer bir parmak daha
yanaşırsam yanarım der.
Benim dostlar hakkımdaki düşüncem dürüsttür. Gözümle görmediğim şeyde bile o düşünceye aykırı hareket
edemem. Kâfirlerin hakkında bile fena düşünülemez. Diyorum ki: Hakikatte ve en sonunda onların da Müslüman olmayacağını
kim iddia edebilir?
Hazreti Ömer (Allah ondan hoşnut olsun), kırk yıl putlara hizmet etti. Dileğini puttan diledi, puta karşı ey put! diye
çağırdı. Fakat Allah ona, söyle Ey Ömer! diye cevap verdi.
Hazreti Muhammed´in (S.A.) meclisine bir yoksun girdi. Zengin bir adamda, mağrurlanarak eteğini fakirin eteği
üzerine açtı. Hazreti Peygamber öfkelenerek ona bir göz aktardı. Zengin, Ey Allah Peygamberi! dedi, ben malımın yarısını ona
vereyim de beni bundan ayır dedi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.)´dan bir haber bile veremedim. Kureyşî ile Kuşeyrî ve
daha başkaları da yüz binlerle yıllar geçse yine tatsız, yine zevksizdirler. Onlarda bir zevk ve bir mâna bulunmaz.
Mısra:
Kendi nefsine tapanlara bir yudum su bile vermezler.
Mecliste bizim sözlerimizi dinleyen bir çocuk vardı, henüz küçüktü. Ama her gün baba ve annesinden kaçıyordu. Bizim
hayranlarımız arasına girmişti. Diyordu ki: Benim size hizmet edebilmekliğim için daima yanınızda olmam gerektir. Halbuki
babası, annesi ağlayıp sızlıyor, o da ben bu hali öğrenirim de kendisini bırakırım diye korkuyordu. Bu iş böylece devam edip
gidiyordu. Çocuk bütün gün başını dizime bırakıyor, annesi ve babası bu halinden dolayı ona itiraz etmeye de cesaret
edemiyorlardı. Bir aralık kapıya kulak verdim, aralıktan şu beyti dinledim:
Beyit :
Senin yanında âşıklar kanatlanır uçarlar,
Gözlerinden ciğer kanı saçarlar.
Ben senin kapında toprak gibi oturmuşum. Yoksa başkaları rüzgâr gibi gelip geçerler.
(M. 278) Ona ne söylüyorsun yavrum, dedim, bir daha söyle. Hayır dedi konuşmadı. On sekiz yaşında öldü. Onun
tabiatındaki parlak istidadı, zekâyı, letafeti ve kudreti nasıl tasvir edeyim.
İslam´ın sadri terimi, kalpden daha geniş bir mâna taşır. Onun mânası daha engindir. Ama başka bir mânası ile
göğüs, vesvese veren şeytanın durağıdır.Halbuki kalp yani gönül öyle değildir. Nasıl ki Allah Şeytan için "halkın kalplerinde
vesvese veren", diye buyurmadı; göğüslerinde vesvese veren.dedi. Şimdi islâm´ın o göğsü nerede, gönlü nerede!
Suyun derinliği ağzı ve burnu geçmedikçe insan onun içinde bir derece güvenli olur. Ağız ve burun su üstünde
oldukça insan kendi kendine yürür ve yaşar. Ama su içinde tamamiyle batarsa ağız ve burun su düzeyinden aşağıda kalır,
boğulur. O zaman ona, ölmüş derler. Bazıları da bilâkis, dirilmiş, der. Her ikisi de doğrudur. Onda bu iğreti dirilik gitti ama
edebî hayat başladı.
Büyük Allah erlerinin bazı sebeplerle bir takım sözler söylemesi ayıptır. Ben Hakkım diyerek Hazreti Peygambere
uymaktan geri kalmaları, bu sözlerin halkın ağzına düşmesi gerekmez. Bu sözleri söyleyenleri köpekler bile olsa ya öldürürler,
ya tövbe ettirirler.
Hazreti Peygamber, Mirac´dan gelmişti. Herkes içinden geçen bir düşünceyi ondan soruyordu. Biri Allahyı görmekten,
öteki Cennetin vasıflarından söz açmasını istiyordu. Hazreti Fatıma (Allah ondan razı olsun), ben onu bilmem, ben
korkuyorum, şu cehennemi bir anlat dedi. Yani Fatıma anamızdan maksadı kendisini kusurlu göstermekti. Hazreti
Süleyman´dan (Allah´nın selat ve selâmı ona olsun) edep öğrenmişti. "Hüdhüdü göremiyorum ne oldu?" (Nemil sûresi 21)
dedi. Hayvan üzerine kusur bulmadı kusuru kendi nefsinde buldu. Nasıl ki, "Sana erişen bir fenalık, kendi nefsindendir," (Nisa
sûresi79) anlamındaki âyette buyrulduğu gibi Fatıma´nm inancı da böyle idi, "De ki, her şey Allah´nın katmdandır," (K. 4/80)
hikmeti gereğince bir şeyi ayıplarken yukarda söylediğimiz o senin nefsindendir nüktesine dikkat etmek gerektir. Dostlar
bilselerdi biz onlar hakkında neler düşünüyoruz, ne devletler istiyoruz onlara! Önümüze can atarlardı. Temiz bir vicdan ne
düşünür? Şeytandan, vesveseden arınmış olan bir kalbe, asla şeytan giremez. O kalpte daima melek yerleşir. (M. 279) Nasıl
ki Allah, "Ben kalbi, rahmetime mekân kıldım," buyurmuştur. Siz kerem edin de dışarı çıkın. Nihayet kalpler üçe ayrılır. Biri
şeytan yuvası olan kalplerdir ki, içine melek de girebilir. Bazan melek dışarı çıkar, şeytan girer, bazan da melek girer, şeytanı
kaçırır, ikinci bir kalp de, yalnız melekler yuvasıdır, oraya şeytan giremez. Bu Levhi Mahfuz´da yazılmış olan yazıların etkisidir.
Levhi Mâhfuz´un mütalaasından bıkıldı mı buna ba karlar. Bir zümre de hiç Levhi Mahfuzdan gözlerini ayırmaz lar; o daima
gözlerinin önündedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir sofra döşenir; ipek ibrişimlerden örtü, altın tabaklar, altın ve mücevher
işlemeli tepsiler vardır.Ama ortada ye mekten eser yok. Keşke o tabaklar ve takımlar tahtadan olaydı da, içindeyemek
bulunaydı.
"Görmezsiniz ki, Rabbin alaca karanlığı nasıl açıp yaydı," (Fürkan sûresi, 45) anlamındaki ayetin mânası nedir?
Akıllı insan gerektir ki, bir defa pişman olsun ömründe bir kere tövbe etsin; bu bir defalık tövbe ve pişmanlık da ona
çok utanç versin. Her şeyi kendinde görürsün.Musa, İsa, İbrahim, Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, llyas, Firavun, Nemrut ve
başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: "Göklerim ve yerlerim beni
kapsayamaz,ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım." Yani beni semalarda bulamazsın Arş üzerinde bulamazsın! Nerede
Allahyı halka benzeten o sapkın ki, vah Pir Baba! Vah Allah! diye feryada gelsin. Nasıl ki, bir vaiz, Allahyı altı yönde sanmayın,
o ne Arş üstünde ne de Kürsi üstündedir. Allahya benzer bir şey yoktur, deyince bir teşbihci, yerinden sıçradı. Üstünü başını
yırtarak feryada başladı. Yarabbi! dedi, cihandan kayıp mı oluyorsun? Pirimizi cihandan dışarı attığın gibi gizleniyor musun?
Bütün kuşlar Simurg´u (Huma kuşunu) görmeye gittiler. Yolları üstünde yedi deniz vardij bazıları yolda kıştan öldüler,
bazıları denizin kokusundan döküldüler. Bütün bu kuşlar sürüsünden iki kuş kalmıştı. Bunlar mağrurlanarak dediler ki: Bütün
yoldaşlarımız döküldü, ancak biz Simurg´a erişebildik. Ama Simurg´u görünce de gagalarından iki damla kan süzüldü ve can
verdiler.
Bu Simurg, Kaf dağının ötesinde yerleşmiştir. Ama onun o taraftan nereye uçacağını Allah bilir. Bütün bu kuşlar Kaf
dağına erişebilmek için can verirler. (M. 280) Ömrü boyunca ve ancak bir gün hal mertebesini bulan kişi, hal ehli olduğunu
sanır, canı başkalaşır. Derler ki: Deccal koyun, keçi ne bulursa öldürür, kuşları parçalar, tüyünü kanadını yolar, kolunu büker.
Hakkın dürüst kulları ve Muhammed´in izinde yürüyenler, mucizeyi andıran hallerinden dolayı mağrur olmazlar. Bunlar gerçi
taklitçidirler. Ama bu taklitçi müminlerin koruyucusu, Allah inayetidir. Zaman zaman o inayetin eseri, örtülü ve gizli kalarak
onun canına erişir. O taklid öyle bir kuvvet bulur ki, o haberi, bu Deccalın bin kat kuvvetli görüşü bile veremez. Bugün daima
hal üzere olanlar hiç bir zaman ondan kurtulamazlar. Ne yiyip içerken, ne uyurken.ne de pınardan su taşırken o hal ondan
ayrılmaz. Kendisi ile birlikte devam eder. Onun hali nasıl olur?
Biri dedi ki: Bu Sema ile ilim adamlarının adını kötüledin! Cevap verdim: Bilmiyor musun ki, iyi ile kötü, kâfirle
Müslüman arasındaki fark, ancak onlara yani sema edenlere aşikâr olur. Diyordu ki: SenAllahya oynayarak mı erişebilirsin?
Dedim ki: Sen de oyna da Allahya eriş, iki adım sonra yetişirsin!
Bir gün nükte söylüyordum, Kuran´da "Bu şeydan işidir" (Kasas sûresi, 15) anlamındaki ayetin yorumunu anlatırken
dedim ki: Allah Resulü buyuruyor ki, "Şeytan Adem oğullarının sinirlerinde, kan damarlarında dolaşır.´1 Ama bu şeytan külâhlı
Türkmen suretinde değildir ki tanımak mümkün olsun. Kıptiye tokat vururken, Musa Aleyhisselâma gelen hiddet şeytan idi.
Celali Verkam´yi sıkıştırdım, bu şeydan nedir? dedim. Benim söylediğimden başka, Kıptiyi öldürmekteki sebep ne idi?
Söylediğin doğrudur sen de benim söylediğim şu şeytan suretini kabul ve itiraf et. Ben ona akla uygun diyorum. Senin
söylediğin şeyleri herkes herkese söylemiştir. Herkes nihayet herkestir. Sen diyorsun ki; Dinin sağlamlığı ile ilgili bütün ilimler,
Hazreti Muhammed´in (S.A) bildiği şeylerdir. Muhammed´e de mi herkes diyorsun? O daima bunun iyi olduğunu söylerdi.
Ancak her şeyi yerine göre herkese vermişlerdir.
Musa Peygamber diyordu ki: (M.281) Ey Allahm! Firavun yapacağım davete uymazsa ne faydası olur? Allah, sen
vazifeni geri bırakma buyurdu.
Allahnın öyle kullan vardır ki, onların konuşmalarını kendi aralarında yine kendileri dinler ve anlarlar. Bahsettiğim o
dostları sizin de görmeniz gereklidir. Bizden biri Abdal kılığındadır. Diyor ki: Bana, kancık diye dil uzatıyorlar. Halbuki" ben
kancık değilim, ancak şu oyuncu kadınla düşüp kalkmak gerçi bana yaraşmaz ama benim için onunla birlikte bulunmak
hoştur, o da benden hoşnuttur. Hele bana öyle külah eder ki, sorma! Gerçi benimle yatıp kalkması yoktur ama bana yağlı
yemekler sunar; ben de yiyemem. Bana niçin yemiyorsun? der. Utanırım derim. Maksadım, dervişler üstüne konuşmak ve
şunu anlatmaktır: Eğer isteğim yoktur desem, bu dervişlere ulaşmaz, burada yemekten utanırım desem ettiğin aptallıktan
utanmıyorsun da yemek yemeden mi utanıyorsun? derler. O kadın da der ki; Onun yoldaşları vardır, onlarla yemek istiyor.
Bugün onun kim olduğunu söylemedim. Yüz aptala hizmet etmelisin ki, o bir aptala erişebilesin. Onun başının sadakası olsun.
Ona karşı can ve gönülden bağlılıkta, onu korumada gösterdiğin derin ilgi ile o candan bağlılığın, verdiğin sadakanın zevkinden
bile haberi olmadı. Yani son derece meşgul bulunman yüzünden keşke bundan daha iyi olsaydı, bundan daha çok olsaydı diye
acınmaya başladın.
Bayezidi Bistami hacaa çok defe yaya olarak giderdi. Yetmiş defa hac etmişti. Bir gün hac yolcularının, çölde su
sıkıntısından çok perişan olduğunu gördü. Nerede ise susuzluktan ölüyorlardı. Hacıların toplanmış oldukları bir kuyu başında
bir köpek gördü. Hayvan bitkin bir halde kendine bakıyordu. Bayezid´e ilham geldi. Bu köpeğe su yetiştir diyor ve bağırıyordu:
Makbul bir hac sevabına bir bardak suyu kim satar. (M.282) Hiç kimse bu çağrıya aldırış etmedi. Sonra artırdılar: Yaya olarak
yapılmış beş hac sevabı, altı, yedi derken yetmiş haç sevabına kadar artırdılar. O ben vereyim diye seslendi. Bayezid´in
hatırından şöyle geçti. Ne mutlu bana ki, bir köpek için aldığım bir bardak su ile yetmiş piyade hac sevabı satın aldım. SUYU
hemen bir çanağa döktü, köpeğin önüne koydu. Köpek yüzünü çevirdi. Bayezid yüz üstü kapanarak tövbe etti. Kendisine ilahi
bir ses geldi: Allah için yaptığın bir iş dolayısiyle, daha ne kadar zaman, şunu yaptım, bunu yaptım diyeceksin? Görüyorsun ki
bir köpek bile bunu kabul etmiyor. Bunun üzerine Bayezid, Yarabbi! dedi; tövbe ettim. Bundan böyle bir daha yanlış
düşünceye kapılmam. Bunun üzerine derhal köpek başını çanağa batırdı, suyu içmeye başladı.
Şiir:
Sen öyle bir sevgilisin ki,
yüz türlü şefaat dileklerim,
yüz türlü yalvarışlarımla,
Ayağına bir öpücük kondurayım diyorum bırakmıyorsun.
Evhadüddin Kirmani´yi andıran bir hayalatcı önce yolu nü ilimden sapkınlık yönüne çevirir.Ondan sonrası ilimdir,
ilimden sonra da, doğru ve çok iyi hayalat gelir. Daha sonra da gözünü açmak, uyanık davranmak ister. Gerçek taklitçi,
büyüklük arzusu ile bir gidişi ve bir yolu ortadan kaldırmak isteyen kimseden daha iyidir. Ben bir kör gördüm ki, elini gözü
açık birinin sırtına koyar ta Aksaray´a kadar yürürdü. Başka bir kör de gördüm ki, o da bir gözü açığın arkasına katılmıştır.
Ama kendisinde görecek göz yoktur. Kılavuzsuz yola düşmüş ölüm yolunu tutmuştur. O hem yokluk içinde ömür sürer, hem
yokluk içinde can verir. Yahut açlıktan, susuzluktan eline geçen bir avı yer.
Şu Avam denilen topluluk beş vakit namız kılarlar ki, azaptan kurtulsunlar. Yazıklar olsun onlara ki, Hazreti
Muhammed´e uymaktan kendilerini uzaklaştırmalardır!
Bir Çöl Arabi Peygamberden sordu: Ey Allah elçisi Allah’ın emri nedir?
Beş vakit namazdır.
Ya oruç?
Otuz gündür, zekât da öyledir.
Arap tekrar sordu. Bana bunlardan başka bir teklif var mı?
Hayır, buyurdular.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:36:05
Öyle ise ben bundan fazla bir yapmayayım dedi ve dışarı çıktı.
Arap dışarı çıktıktan sonra Hazreti Peygamber buyurdular ki: O bunları yapmakla kendini kurtarır. Bunlar da derler ki:
Ne âlâ! Öyle ise biz de bu kadarla yetinelim Mütabaat´tan yani peygamberin izinde yürümekten vazgeçerler.
Göz açıklığı demek, ilk doğuşta, gözü Güneşin kaynağına açılmış ve onun ışığına alışmış olmak demektir.
(M. 283) Derler ki: Sen Aydan söz aç, Ütaritten bahset. Nasıl söyleyebilirim? Güneşin alemde bir ay olup
olmadığından haberi yoktur. Ay da böyle bir zavallılık içindedir. Gezegenler de. Bu Ayı herkes görür, ona bakarlar ama Güneş
ile Ay arasında ışık cihetinden hiçbir nisbet yoktur. Çünkü hiç kimse Güneş yuvarlığına bakmaz, göz buna güç yetiremez.
Semender garip bir yaratıktır. Ateşteyanmaz ama suda boğulur. Kurbağa, denizde boğulmaz ve sudan ona bir ziyan
gelmez. Ama ateşte yanar. Ne ateşin yakabileceği, ne de suyun boğabileceği bir hayvan, bulunmaz bir yaratıktır.
Kuran´da "Bil ki, şüphesiz o Allah, kendisinden başka Allah olmayan Allahtır. " (Muhammed sûresi, 19)
buyurulmuştur. Bu ayete "Bil!" hitabı ile gelmiş bir emirdir. Yani ilim tavsiye eder. Yine aynı ayette, "Günahına tövbe et,"
hitabı da bu geçici varlıktan kurtulmak için ayrı bir emirdir. Sonradan var olan bu vücud nasıl olur da başlangıcı olmayan âlemi
görebilir? Senin cismin daha dünküdür. Ruhunu da bir kaç gün daha önce yaratılmış farzet. Bunu yüz bin yıl saysan yine azdır.
Ömer (Allah ondan razı olsun), öyle bir kahraman idi ki, bir vuruşu ile aslanı geri kaçırır, onun korkusundan şarap
sirke olurdu. Birisine sorduıelindeki nedir? Sirkedir dedi. Güneş onun omuzu üzerine düşmüştü göz ucu ile ona bakınca Güneş
karardı. Ben buna inanırım, felsefeci inanmazsa ben ne yapayım!
Bu Ömer, bir gün Hazreti Muhammed´in (S.A.) Mescidine geldi. Peygamber biriyle ağ ir ağ ir konuşuyordu. Ömer bu
durumda Peygamberin yanına varmaya cesaret edemedi. Kendi kendine dedi ki: Ben mademki o konuşmaya mahrem değilim,
yaklaşmayayım. Hazreti Peygamber onun düşüncesini anladı. "Bana bilgin ve her şeyden haberi olan ulu Allah bildirdi." (K.
66/3) gereğince, Ya Ömer! buyurdu, o arkadaşla konuştuğumuz sözleri işittim mi? Anladın mı? Ömer, hayır dedi. Ey Allah’ın
Resulü! ancak mübarek dudaklarınızın kımıldadığını gördüm. Hazreti Peygamber, o halde fazla bile gördün, harflerin ağızdan
çıkış durumuna göre konuştuğumuzu kıyas edebilirsin, dedi. Ömer yüzüstü kapandı. Ben her kimi sevdimse çok cefasını
çektim dedi. (M. 284) Ömer, Hazret! Peygamberin o uyarısını kabul etti.Ben de böylece onun çomağında bir top olayım. Vefa
öyle bir şeydir ki, onu beş yaşındaki çocuğa karşı gösterseniz inanır ve sizi sever; ama size cefa da eder. Kendi cinsimden
birini istiyorum; onu kıble edineyim, yüzümü ona çevireyim. Kendimden geçmiş olayım, Söylediğim bu sözden sen ne
anlıyorsun? Kendimden geçmiş olayım dedim. Şimdi kendime kıble edindiğim o adam söylediklerimi anlayan ve kavrayan" kim
isedir.
Gelelim o ÇOK çetin ve anlaşılması zor olan Peygamber sözüne. Onun mânasını ve ne demek istediğini elayası gibi açık
gösterelim. Örnek olarak onun bir sözünü ele alalım. Anlamını, gramerini, okunuşunu araştıralım. Meselâ olmaz, yok anlamına
gelen La sözü için yorum olmaz, çünkü mutlak olumsuzluk ekidir. Fakat Mâ harfi,hem olumsuzluk edatıdır, hem haber edatı,
hem de başka mânalarda kullanılabilir. Ancak ben bu incelikleri düşünürsem onların kaçtığını görürüm. Görüyorsun ki, Allah
elçisi olan Hazreti Muhammed ile sohbet etmek istediğim zaman bütün bu söz inceliklerine dikkat eder, onunla hesaplı
konuşurum. Ama senin dostluk alanına ayak bastıktan sonra çok saygısız ve cesur oldum. Hiç bunları düşünmedim. Bu sözden
ne mâna çıkar diye ihtiyatlı konuşayım, demedim. Yahut bu işte bu noktayı hatırıma getirmedim. La (olmaz) demek ihtiyata
ve dostluğa yaraşmaz, çünkü azap verir. Ya tamamiyle alim olmalı, yahut da ilgisiz bir köylü gibi olmalı. Yoksa senin
ateşinden duman tüter. Söndür, istemiyorum! Ya tamam yanar ya tamam söner. Derler ki: Bu söz yepyeni bir sözdür. Evet
yepyenidir. Ama size göre´. Yoksa iğneciye göre değil.
Henüz ilk gençlik çağındaydım. Abdalın biri zındık olduğunu işitmiş, acele anasının başını kesmiş. Analık hakkı nerede
kaldı? diye soranlara şu cevabı vermiş: Mülhidler, zındıklar bilsinler ki, kendilerinden korkum yoktur. Bunu işiten bir mülhid, o
benden daha mülhid imiş, demiş. Ben asla bunu yapmadım. Ayrılık demi geldi dediğim zaman bunu söz olarak söyledim,
yoksa hakikatte değil. Bunu istesem de yapamam. Gidemem hayır bununla mağrur olmamalı.
Şiir:
Hafızamın bozukluğundan Veki´a yakındım
Bana günahları terk etmek vahyolundu, dedi. (Yani varlığı terk etmek)(M. 285)
İlim Allah’dan bir vergidir.
Allah vergisi ise âsilere verilmez.
Nasıl ki hıfz yani saklama, saklamayı terketmektedir, dedi. Allah vergisinden isteyin! buyurulmuştur. Bu vergide artış
vardır. Yani bilgi yönünden bütün artışlara razı olma. Sofiden hangi fazlalığı istiyorum. Ariflikte fazlalık, her önüne gelen şeyde
fazlalık, hemen fazlalık.
Derler ki: Alemde ne varsa Adem´de de vardır. Bu yedi felek insanda hangisidir? Bu yıldızlar, güneş, ay insanın
neresinde?
Ben Kadı Şemseddin´den şu sebepten ayrıldım: bana istediğimi öğretmedi. Ben Allahya karşı mahcup düşemem o
seni nasıl yarattı ise öyle korur. Kul vardır ki şeytana uymaz, ona bu işten dolayı bir utanç gelmez. O zaman şeytan da bu
adam kiminle uğraşıyor diye gülmez. Falan kimse iblis ile şöyle yaptı; ne adamdır o, ne adamdır ki şeytan ile daima savaştadır
diyerek, bu adamla öğünürler. Işteıbunefsin inanç ve güven mertebesinde bulunması yani mutmainne bağıdır: C bağı,
emmâre, yani emredici (istekli) nefis, H bağı da emmâre (kınayıcı) bağıdır.
Sen böyle diyorsun ama o ne diyor? Yahut o böyle söylüyor, sen ne söylüyorsun? Alemin eskiliğinden, başlangıcı
olmamasından sana ne? Sen kendi kıdemini bil ki kadim misin,yoksa hadis mi? Sana verilen bu kadarömrü kendi halini
araştırmaya sarf et. Alemin eskiliği yeniliği bahsinde ne ömür harcıyorsun?
Allahyı tanıma bahsi derindir. Ey ahmak derin sensin! Derin olan bir şey varsa, o sensin! Sen nasıl bir dostsun ki,
damarlarının içine kadar girmiş olan sevgilinin sırrını el ayası gibi açık bilemiyorsun! Sen nasıl Allah kulusun ki, onun sırlarını
ve iç yüzünü bilmiyorsun! Seninle konuştuğum bu sözleri senin şeyhinle konuşmadım. Onu kahr içinde bıraktım gittim. Ama o
ben, şeyhim, diyor. (M.286) Mevlâna da başka bir şey söylüyor. Eyvallah, şeyhimizsin, gözümüzsün! diyerek ondan ayrılıyor
ki, bir daha onları çağırdığımız zaman gelmesinler.
Gerçek yürekli Yusuf sağ olsaydı, senin dizginlerini taşırdı. Hadislerin yorumunu nasıl bilmiyorsun? Biliyorsun ama
bilmemezlikten geliyorsun. Yolda uğrular var, o tarafta ışık yok, senin için korkuyorum dedi. Şu halde beni nasıl tanıyorsun?
Öyle bir ormana daldım ki, oraya aslanlar bile giremez. Rüzgâr ağaçlara vuruyor, bir ses çınlıyordu. Bir delikanlı gitti, sonra
geldi ve bana yazık olur sana, dedi. Ona hiç aldırmadım ve bakmadım bile. Beni korkutsun diye bir kaç kere seslendi, yine
aldırmadım. Elinde öyle bir baltası vardı ki, taşa vursa parçalardı. Bundan sonra bir kere daha, yazık sana, dedi. Önce tekrar
ona doğru yürüdüm. Elimde henüz hiç bir silâhım yoktu. Arka üstü yere düştü. Eliyle işaret ediyordu. Git diyordu. Benim
seninle işim yok.
O olgun sofî müridine diyordu ki: Zikrederken ta göbekten getir. Hayır dedim zikri göbekten değil canın içinden
getirmeli. Bu sözüm onu şaşırttı. Her kime yüzümü dönersem, yüzü nü butu n cihandan çevirir.Ona y uzumuzu gösterelim
ama delil yüzü göstermeyelim. Nasıl ki gerçek mü´minin nişanı nedir? diye soranlara Hazreti Peygamber, şu aldatıcı dünyadan
hoşlanmamasıdır, buyurmuştur. Bizde cevher var. Her kimin yüzünü o tarafa çevirirsek bütün dostlarına ve sevgililerine
yabancı olur. Başka bir incelik daha var ki, bu ne nebilik, ne de resullük ve marifet makamına benzer. Ben ne diyeyim!
Allahnın gizli velileri derler ki: Biz niçin kendimizi açıklayalım, ne söyleyelim. Biz kimiz ki? Dedi ki: Başını Hazreti
Muhammed´in (S.A.) yakasından çıkar ki, sana uyalım, emrine boyun eğelim! Yoksa şimdi uymanın ne yeri var? Mevlâna
oturmuştu. Hocanın biri namaz vaktidir, diye seslendi. Mevlâna kendi âlemine dalmıştı. Biz hep kalktık, akşam namazına
durduk. Bir kaç kere baktım gördüm ki, imam ve bütün cemaat arkamızı kıbleye çevirmişiz. Namazı bitirmeye uğraşıyorduk,
kıbleden yüz çevirmiş olarak sazcıların arasına geldim. Bana şöyle bir fikir geldi: Bunlar ne garip insanlar ki ezelden ebedden
doğmuş bir güneşten habersizdirler. Ezel ve ebed nedir ki! Bunların her ikisi de senin sıfatındır. Bunlar daha dün meydana
çıktı. Zamanın başına ezel dediler, kuyruğuna da ebed adını koydular. Ezel nedir, ebed ne?
(M.287) Bir Güneş doğdu, bütün âlemi nur kapladı. Ayın, Güneşin sözü mü olur? Bu halkın O Ay, Güneş
karanlığında bundan hiç haberi yok.
Hazreti Muhammed´e (haşa) sihirbaz dediler. Halbuki Allah adının anıldığı her yerde sihir bozulur. Bir yerde ki, içerisi
baştanbaşa nur doludur. Sihir orada nasıl barınabilir? Yağmur yağmaya başladığı vakit sihir kaçar. Bu kadar hayat yağmuru
ve canlılık iksiri, bengi sular ondan yağar, ondan fışkırırken sihir onda nasıl yer bulur? Onun için buyurmuştu khŞeyhin gerçek
olmadığının nişanı şudur ki, onunla sahradan, oyundan dönersin de, hiç bu maceradan ve bu oyundan bir şey anlatmaz ve
habersizdir. Dedi ki: Ben, karşımda oynanmasını istemediğim o oyun için bir şey söylemiyorum. Bana gelince, ben yüzüne
güler, ona Allah hayatınızı size mübarek kılsın! der geçerim. O daima onların macerasından bir başkasını anlatayım diye
düşünür. Bana böyle şeyler gerekmez. Kendime macera söyleyeyim de, sana ne yapayım. O ki, yüz yıl sonra da sana
gelecektir, Allah sana ömürler versin.
Herkese söylerim, Muhammed ümmetinden olanlar söyle olmalıdır; Muhammed şöyledir. Nihayet taşa tapanlara,
bunlar fenadır diyorsun. Çünkü yüzlerini bir taşa veya bir duvardaki resme çevirirler. Sen de yüzünü duvara çeviriyorsun. Şu
halde Hazreti Muhammed´in söylediği şu nükteyi sen anlamıyorsun: "Kabe, âlemin içindedir. Bütür âlem halkı yüzlerini ona
çevirirler. Ama eğer bu kâbeyi aradan kaldırırsan, herkes ancak birbirinin gönlüne secde eder. Yani, onun secdesi bunun
gönlüne,bunun secdesi onun gönlüne olur.
Bilmiyor musun ki, bahis konusu ettiğim her sözü inceler, düzeltirim. Konuşan kuvvetlidir, cılızlık ona yaraşmaz. Ben
asla yazmayı âdet edinmedim. Çünkü yazmadığım şeyler bende kalır ve her an bana başka türlü yüz gösterir. (M.288) Söz
bahanedir. Hak, duvağı çözmüş, cemalini göstermiştir. Hak sözleri deryasının coşkunluğundan bir Elif nakş olundu. Ferman
geldi: Ey Ruhanî Cebrail! Allahsal levhadan şu kutsal sözü oku. Henüz sözümü tamamlamamıştım ki, Şahap kaçtı. Artık senin
yüzüne bakmaya takat getiremedim, dedi ve gitti. Ne oldu da, dedim, kaçıyor ve kaçarken acayip şey diyordu.Şahap her ne
kadar küfür söylüyordu ama, runanî ve safi idi. öz ruh olmuş, gıda ondan uzaklaşmıştı. Bir gün de bir nükte anlatıyordum.
Bazı açıklamalarda bulunuyordum. Mananın ona gizli kalmasını istemiyordum.
O, cüzî âlemi parçaları bilmez, küllî âlemi yani tümü bilir diyorsun. Bu küllî âlemden neyi kastediyorsun? dedi. Ben
külden, tümden bahsettim, hiç bir parça bilmiyorum ki o küllün dışında olsun. Evet cüz, yani parça denildiği vakit kül yani tüm
yahut bütün bunun içinde yoktur. Asla ağaçları içinde olmayan bir yere bağ denilmez. O zaman orası bağ olmaz dağ olur.
Şahap dedi ki: Öyleyse, o, cüzî şeyleri bilmez dediğimiz zaman noksan söz söylemiş olmaz mıyız? Meselâ benim
karnımda uyuyan bir üzüm tanesi var. Ben o üzümü bilmezsem onu bilmek veya bilmemek bana ne noksan verir. Şimdi ben
Hintçeyi bilmiyorum. Bu acizliğimden değil, ama Arapçaya ne olmuştur ki! Eğer Hintli onu işitse, bu çok hoş bir dildir, der.
Farsçaya ne olmuştur ki, bu kadar güzelliği ve hoşluğu ile beraber bu lisandaki sözler, Arapçada yoktur. Bizim önümüzde bir
kimse bir defada Müslüman olamaz. Müslüman olur, sonra kâfir olur, tekrar Müslüman olur. Her defasında, her şeyden dışarı
çıkar; olgunlaşıncaya kadar böyle devam eder.
Dedim ki: Bu gece, kendisine söz vermiş olduğum Hıristiyanı ziyarete gideceğim. Biz Müslümanız, o kâfirdir dediler,
bize gel! Dedim ki: C gizliden Müslümandır. Çünkü teslim makamındadır. Halbuki sizde teslim yoktur. Müslümanlık ise
teslimdir. Dediler ki: Sen gel teslim, sohbet ile olur. Benim yönümden hiç bir perde ve hicap yoktur. Bismillah, tecrübe ediniz!
(M.289) Öteki, "Biz Adem´i mükerrem yarattık, onu denizde, karada taşıdık," anlamındaki âyetlerden konuşmak
istedi. Sus dedim, bu âyetten nasip yoktur, sözü ağzımdan kaçtı. Kara nerede, sen neredesin? Sormak istedim, benden sen
ne soracaksın? Ne itiraz edeceksin? Ben mürid tutmam, dedim. Bana çok ısrar ettiler, sana mürid olalım, bize hırka ver
dediler. Kaçtım, arkamdan bir konak mesafeye kadar geldiler. Getirdiklerini oraya döktüler. Faydası olmadı, oradan
uzaklaştım. Ben kendime bir şeyh edineyim ki, onunla tartışayım. Yoksa her şeyhi kâmil sanan müritleri istemiyorum.
O günü bir toplantıda o şeyh ile cenkleştim, ona soğup saydım, ses çıkarmadı. Başını kırdım, yine sustu. Başka biri,
yuvarlanıyor, yüzünü yere sürerek bana doğru geliyordu. Ona yanlış, yanlış, dediler. Nihayet mazlum falandır ki, bu kadar
sabretti, katlandı. Beni bırakın, dedi, ben yanlış hareket etmiyorum. Gerçekte mazlum budur. Onun bu hararetli konuşması
üzerine bir feryat kopardılar. O kafasını kırdığım şeyh ileri yürüdü, gülümsüyor, yuvarlanıyor ve nara atıyordu. Şimdi bu halin
amel ile ne ilgisi var, riyazat ile, perhiz ile ne ilgisi var? Her kim, şu hali riyazattan bilirse, maksattan daha çok uzaklaşır. Bu
yolda atılacak adımın hangi adım olduğunu bilemez.
Nefsini bilen mutlakaRabbini de bilir,buyurmuştur. Adı emmare, yani emredici olan o nefis ben de, mutmainne
(kanmış) durumuna geldikten sonra, ne gam! Bütün âlemden korkusu yoktur onun.
Şiir:
Diyorsun ki, göz yaşların niçin gül rengine boyandı?
Mademki sordun neden olduğunu dosdoğru anlatayım sana.
Sevdanın kanlı yaşı gönlüme dökülüyor, sonra,
Başımda coşkunlaşarak gözlerimden taşıyor.
Mısra:
Ey bedenine hizmet eden gafil!
Onun hizmetinde daha ne kadar uğraşacaksın?
Derler ki bu mısra Ebülalai Maarri´nindir. O kadar da değil; onun sözü kuvvetli şahsiyetlerin söyledikleri sözler den
değildir. Nasıl ki Hakîm Senayî buyurmuştur.
Beyit: (M. 290)
İrfanım öyle bir mertebeye yükseldi ki
Bilgisiz olduğumu şimdi anladım.
Onun bu sözünden bir şey kokusu geliyor, çünkü ona bir şey gösterdiler. O da benim baştan sonuna kadar
söylediğim bir şey olmadığını bildi. Hakkın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız
kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul´dan bakarlar.
Musa Aleyhisselâm, o ışık içinde bayıldı düştü. Biri, biz seni bilemedik, dedi. Yani nefsimi bilemedim demektir. Sana
kulluk edemedim, yani nefsime kulluk edemedim anlamınadır.
Birinin eline bir definenin planı geçmişti. Falan kabristandan dışarı çıkınca arkanı falan büyük kubbeye çevireceksin,
yüzünü doğuya döneceksin, oku yaya koyarak atacaksın, okun düştüğü yerde bir hazine saklıdır, deniliyordu Adam gitti, oku
attı, her ne kadar aradı ise de bulamadı. Bu haberi padişaha ulaştırdılar. Ne kadar uzağa ok atabilen okçular varsa toplandılar.
Oklarını sınadılar. Fakat yine bir şey çıkmadı. Padişaha döndükleri zaman ona şöyle ilham olundu. Biz, yayı çek diye emir
vermedik, dedi. Kendisi gelerek oku yaya koydu, ok hemen önüne düştü. İnayet erişince iki adım sonra maksada erişebilirsin.
Dilencinin o sevinci, bu sene açlıktan öleceği hakkında bir şikâyeti olmadığındandır. Şaka değil, bu sene yüz dinar
bulur, sevinir ama o nazlı Şehzade ki devlet ve varlık içinde doğmuştur, ihtişam içinde büyümüştür, fakirin bu sevincine o
güler. Dünya halkının hali ve yücelik peşinde koşanların akıbeti şuna benzer. Rüstem beyaz dev´e demişti ki: Tenimi dağ
başına göm, kemiklerim yücelerde kalsın ki, ünümü işitenler hakaret gözü ile bakmasınlar.
Biri hafızlar halkasında otururken ansızın vecd´e tutuldu, halbuki bu adam şer ve kötü işlerle tanınmış, kovucu bir
insandı. Ailesi olsun yabancılar olsun elinden kan ağlıyorlardı. Zincirini kımıldattılar, candan ve (M.291) cihandan geçti,
feryada başladı. Ey aile efradı! dedi, benim artık insanlarla alışverişim kalmadı. Elinizi eteğinizi benden çekin. Ailesi dedi ki:
Biz senin bu kadar zahmetlerini çektik, bir gün böyle bir saate kavuşmak umudu ile bekledik. Asıl kötülük zamanlarında sana
yakın idik, şimdi senden nasıl ayrılalım? Adamcağız, artık, dedi, bana hac seferi görünüyor. Bu sevdanın baskısı altında hiç
sabrım kalmadı, hemen yola çıkmalıyım. Önce gerçi dileği yerine gelmedi. Çöl yolunu tutmuş, bir kervana katılmıştı. Adam
yolda bir kanlı ishale tutuldu. Sık sık deveden iniyor, temizleniyordu. Nihayet biraralık kervan geçip gitti. Hasta kendine
gelince, kervanı gitmiş buldu. Hemen yerinden fırlayarak can korkusu ile yola koyuldu. Koşarken yolda bir ağaç dikeni ayağına
saplandı, yerinde kalakaldı. Ağlamaya, yalvarmaya başladı. Ey dost, diyordu, elime yapış. Artık benim için hac ümidinden
bahsetmeye bile takat kalmadı. Bunu sana anlatmaya ne lüzum var! Adam korku ve ıstırap içinde bir saat kendinden geçiyor,
bir saat da yalvarmakla vakit geçiriyordu. Gece yaklaşınca umutsuzluktan, yalvarmadan da takati kesilmişti. Umutsuzluk
gittikçe artıyordu, karanlık, karanlık üstüne çökmüştü. Bu arada karşıdan çölün koyu perdesi arasından bir insan belirdi. Hah!
dedi, bu ya Hızır olacak ya llyas Peygamber. Kendisine yaklaşınca bir anda ona doğru koştu. Kendi kendine diyordu ki, bu
yürüyüş insan yürüyüşüne benzemiyor. Belki de Allahya yakın meleklerden biri olmalı. Ey Ulu Allahm! dedi. Bu ergin kul
hürmetine şu umutsuzluk saatlerinde elimden tutuyorsun! Uzatmayalım, gelen adam eliyle zavallının ayağını oğuşturdu,
sağalttı, onu sapasağlam kervana yetiştirdi. Adam o anda iki elini o kurtarıcının eteğine vurdu. Diyordu ki: Allah hakkı için
yemin ederim ki, seni seçkin insanlardan kılmış, bu ululuğu ve kudreti sana vermiştir. Sen kimsin? O eteğini çekti ve beni
bırak, dedi. Nihayet şu cevabı verdi. (M.292) Ben, vaizlerin kürsüde, imamların mihrapta, çocuklann kitapta okudukları ve
Allahnın, "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dediği kimseyim, Şeytan, işte böyle bir kimseye, gerçek inanç
bekleyenlere de böyle garip cilveler, acayip haller görünebilir; halka da böylece yayılır. inanan bir kimse herhangi bir şahıs
hakkında, ta atadan dededen ve hayatının ilk çağlarından beri, Allah sevgisi nuru ile yetişmiştir diye zan beslerse, "Adem
henüz su ile toprak arasında iken, ben Peygamber idim" buyuran Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında beslesin.
Bayezid, hacca gittiği zamanlarda daima yalnız gitmek isterdi; uygunsuz bir kimse ile yol arkadaşlığı yapmak
istemezdi. Bir gün kendinden daha önce yola çıkmış olan bir yolcuya rastladı. Ona bakınca yürüyüşü hoşuna gitti. Kendi
kendine acaba bu adamla yoldaşlık yapayım mı? diye düşündü; hiç olmazsa şu yalnız yürümek âdetini terk ederim". Çünkü
çok hoş bir arkadaşa benziyor. Şu iyi arkadaşla Hak rızası için dost olayım. Sonra görüyorum ki öyle bir arkadaşın yoldaşlığı,
yalnız başına yolculuk yapmaktan daha zevkli olacaktır, işte böylece hangi tarafı seçeyim diye kendi kendine hayal kurarken,
baktı ki o adam yüzünü geri çevirdi. Önce, bak gör ki, ben seni arkadaşlığa kabul ediyor muyum? dedi ve başını önüne eğdi.
Gönlünden geçen gizli düşünceleri anlatan o şahıs acele ile oradan uzaklaştı.
Harzemşah´a dediler ki: Halk ekmek pahalılığından, kıtlıktan feryat ediyor.
Niçin? dedi.
Bir okka arpa ekmeği iki akçeye satılıyor. Bu kadar para kimde var, dediler.
İki akçe nedir ki dedi.
İki akçe şu kadar para eder, dediler.
Şah cevap verdi: Vah vah bu ne cimriliktir, utanmıyorlar mı bunlar
Ona göre ucuzdu, ona göre bir açın karnını doyurmak için senin bütün mülkünü veririz demek çok ağır gelecekti. O
bundan korkuyordu, bir kere bütün karınları doyurursam bu kadar mülkü nereden bulayım, uzun ömür gerek ki bunu bir daha
elde edeyim, diyordu.
Şimdi din bahsinde de böyle olur. Bir sıfat, bir makam halka korku verir. Ama ona göre kolaydır her şey. Onun yayını
semalar bile çekemez. Nasıl ki Kuran´da "Biz emaneti yerlere ve göklere gösterdik, onu yüklenmekten kaçındılar, insan
yüklendi," (72/33) buyurulmuştur. Bu ilâhî işarete göre, yerler ve gökler bile, bu emaneti taşımak bizim işimiz değildir,
dediler. Çünkü onların (M.293) gözleri başarı kazanmakta değildir. Bunlar deselerdi ki: Eğer yay sert ise onu biz nasıl elimize
alabiliriz. Bizim ardımızda biri vardır ki, bunu ancak o çekebilir, işte o görüş ve Hakka dayanma kuvveti, ancak Hazreti
Muhammed´e ve ona uyanlarda olabilir.
Şimdi bu insan Muhammed´in veya İsa´nınsıfatını anlatıyor. Yahut büyüklerden birinin vasıflarından bahsediyor,
onların halinden, sırlarından söz açıyordu. Birine coşkunluk geldi, keşke dedi onu göreydik. Öteki, ey ahmak! dedi. Onların
vasıflarından bahseden bu zatı niçin görmüyorsun? Belki de bu odur, ama yüzünü kapamıştır.
İbrahim Peygamber yüzünü öyle bir şeye çevirmişti ki, Hak yolu değildi. Ama bizim ilk görüşümüz onu nasıl geçebilir?
Her kimin sıfatı ilk defa gözümüze ilişse o bir şey söylemese bile biz cefa yönünden kendi kendimize o neye yarar, deriz.
Yüzünü rıza yönüne çevirse, henüz rıza mertebesine erişmemiştir. Yüzünü Allah’a çevirse henüz Allah’ın halkasına
ulaşamamıştır. Ama yüzü o tarafa çevirmekle, ulaşmak aynı şeydir. Halka karşı yavaş yavaş yabancı ol! Çünkü Hakkın halk ile
hiç bir yoldaşlığı ve ilgisi yoktur. Bilmem ki onlardan ne elde edebilir? Bir kimseyi neden kurtarır veya neye yaklaştırabilirler?
Nihayet sen peygamberlerin yolunu tutmuşsun, onların ardından yürüyorsun. Peygamberler halk ile pek az düşüp kalktılar,
onlar Hak ile ilgilendiler. Gerçi görünüşte halk onların çevresinde toplanmıştı.
Peygamber sözlerinin yorumlamaları, açıklamaları vardır. Olur ki, git derler ama, o git işareti, gerçekte gitme
manasındadır. Eğer biri bir din adamına alicik dese bu küfürdür, o halde dervişcik diyenler hakkında ne söylersin! Bunlar,
"Yoksulluğum benim kıvancımdır," sözündeki hikmetten bir koku almamış olanlardır. Yoksa nasıl olur da, fakircik. dervişcik
diye onları küçümserler. Ne küfürdür bu! Sonra cehennemin, "Geç ey mümin! şüphesiz senin nurun benim ateşimi
söndürecek," demesi ne kadar ibret vericidir.
Ebû Ali Sina yarım filozoftur. Tam filozof Eflatun´dur aşk davası eder insaf et ki makbul olasın! Bu naklolunmuş
sözlerdendir. Gerektir ki başbuğluğundan vaz gecesin!
(M.2 4) Çocukluğumda bir kitapta bir hikâye okumuştum. Şeyhin biri can çekişirken çok ıstırap çekiyordu. Müridleri,
ona inananlar çevresini kuşatmışlardı, istiyorlardı ki, şehadet getirsin; Allahtan başka Allah yoktur desin. Şeyh yüzünü
onlardan öte tarafa çeviriyor, onlar o tarafa gittikleri zaman da bu tarafa dönüyor; çevresindekiler ısrar ettikçe, yalvardıkça
hayır diyordu, söylemiyorum. Müridler arasında feryat ve figanlar yükseliyor, ah diyorlardı, asıl bu saatte şehadet getirmek
lâzım, bu ne iştir başımıza gelen? Bu ne karanlık iş, halimiz ne olacak? Allahya yalvararak ağlaştılar. Şeyh kendine geldi ve
sordu: Ne oldu size, bu ne hal? Müridler meseleyi anlattılar. Şeyh, benim bundan haberim yok, dedi. Ama yanıma şeytan
gelmişti. Elinde bir bardak buzlu su olduğu halde etrafımda dolaşıyordu ve soruyordu: Susuz musun? Evet, dedim. O
haldeAllahya ortak koş ki şu suyu sana vereyim, dedi. Ben de ondan yüz çevirdim. O bu tarafa geldi yine aynı şeyi
söylüyordu, yüzümü yine ondan çevirdim.
Şiir:
Gündüzleri senin yüzünden gözlerimden inciler saçılır.
Geceleri sabaha kadar gözlerim semalarda dolaşır.
Kanımı dökersin diye beklemiyorum belki,
Döner misin diye o umutla bekliyorum.
Bu da doğrudur, ama Allah kullarının, has kulların vakitleri geldiği zaman şeytan onların etrafında dolaşmaya nasıl
cesaret edebilir? Melek bile onların çevresinde hesap ile dolaşır. Nasıl ki, Hazreti Ömer, (Allah ondan razı olsun) şeytanın bir
gözüne vurarak kör etti derler. Bu açıktan görünmez ama buradaki mana başkadır. Onların bildikleri bir sır vardır. Gerçi
şeytan cismi olan bir varlık değildir. Nasıl ki hadiste, "Şeytan, Ademoğullarının kan damarları içinde dolaşır," buyurulmuştur.
Bir gün şeytan, Hazreti Ömer´e geldi. Ya Ömer! dedi, gel de sana garip bir şey göstereyim. Onu mescide götürdü. Ya
Ömer! Şu kapının yarığından bak dedi. Ömer baktı, ne gördün? dedi; bir kişi namaz kılıyor, öteki mesci din köşesinde uyuyor.
Ayağını çekti ve dedi ki: Ya Ömer, seni Hazreti Muhammed´e uymakla (M.29) aziz kılan ve seni benden kurtaran Ulu Allah
hakkı için, eğer ondan korkmasam, onu düşünmesemşu namaz kılan adama öyle bir is yaparım ki, onu aç köpek un
dağarcığına yapmaz!
Bu şeytanı hiç bir şey yakmaz, ancak Allah erlerinin ark ateşi yakar. Niceleri birçok riyazatlar yaparlar, onu
bağlayamazlar: belki daha kuvvetli olur. Çünkü o şehvet ateşinden yaratılmıştır. Ateşe nur yaraşmaz. Nasıl ki cehennem,
Nurun ateşimi söndürdü," diye feryat eder. Der ki: Ben bir sivrisineğin bile benim yüzümden ezilmesini ve incinmesini
istemem. Halbuki o hem Allahyı, hem de onun kullarını incitir.
Henüz bizim konuşmaya gücümüz yetmiyor, keşke dinlemeyi bilseydik. Tam olarak söylemek, tam dinlemek gerektir.
Gönüllerde sevgi var, dillerde sevgi var, kulaklarda sevgi var. Az bir ışık varsa şükredince artar. Şükretmek hal dili ile olursa,
"Allahm bize eşyayı olduğu gibi göster" der. Ve cevap gelir: "Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım, nankörlük ederseniz
azabım şiddetlidir." (K. 3/7)
Ben gelmiştim, sana karşı beslediğim son derece sevgim dolayısıyle başka bir vakit gizlice şeyhin yanına varalım
diyecektim. Sen de şu şiiri söylüyordun:
Başkaları ile içki derneğine, bağ sefasına gitsem bile
Hiç kimsenin sevgisini gönlümde saklayamam.
Evet güneşten ayrı düşen insan, Güneş yerine karşısında mum yakar.
Kendi kendime dedim ki: O gecedir, Güneş battı diyor. Ben görüyorum ki, Güneş batmadı, Güneş yerinde duruyor.
Biri ötekine sordu: Falan kişi olgun bir adam mıdır? Babası çok faziletli, olgun bir adamdı, dedi. Ama ben babasını
sormuyorum, kendisini soruyorum. Adam tekrar şu cevabı verdi: Babası çok olgun adamdı, işitmiyor musun, ne söylüyorum?
deyince, sen işitmiyorsun. Ben senin sözünü işittim, işitmeseydim ne sorduğunu bilmezdim, dedi.
Rubai: (M. 296)
Gel! Tekrar gel ki, olduğundan daha ileri gidesin!
Bu güne kadar olmadınsa şimdi olasın!
Savaş zamanında bir can ve cihan değerdin.
Barış zamanında bak ki nasıl oluyorsun?
Vaizin önünde öğüt vermek hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz. Meğerki büyük üstat olmalı. Ona, bu perde
gariptir, ama sana açılmamıştır, dense, dinler. Yüzünü bize çevirirsen gönül açıklığı seni bekliyor! Açılan her perdeden, beliren
ışıklar sizin tarafınızdan gelir. Her ne zorluk görürsen kendi noksanından bilmeli, bu zorluk bendendir demelisin! Allah, kulu
ile, onun değeri nispetinde ilgilenir. Kul ne yaparsa Allah da öyle yapar; bununla beraber bütün güzel şeyler ve bütün hoşa
gidecek şeyler hazırdır.
Biri, dünya sevgisinden bahsediyordu; halbuki kendisi de aynı sevgide idi. Nihayet dünya sevgisi, dünyanın içindedir.
Eğer bu çocuğu bana verirlerse onu öyle yetiştiririm ki, ne onu istesin, ne de bunu. Görenler, bu melektir, bu insan oğlu
değildir desinler. O benden badem istese, yüzüne bir tokat vururum: Aç isen işte ekmek, yoksa saçmalama derim. Kedi bir
yere pisleyince nasıl pisliği ona gösterir sonra yüzüne sürerlerse ben de öyle yaparım.
İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur. Üst tarafı oyuncaktır. Küçük yaşta iken seni
düşkünlüğünden kurtarayım ki, büyüdüğün zaman oyunun ne olduğunu anlayasın. Onu böylece kısa bir zaman içinde
yetiştirirsem, çok acayip bir insan olur. Ölünceye kadar hasta olmaz. Emirsiz ağzına bir lokma komaz, parmakla ağzından
çıkarırlar. Çünkü böyle olmazsa büyüdüğü zaman kendi bildiğine göre hareket eder, öğüt kâr etmez. Meğer ki onu öldüresin
veya ölünceye kadar dayak atasın. İşte şu sert tavsiyeden maksadım ancak nefsin terbiyesidir. O başını nereden kaldırırsa
kaldırsın, artık öfke yönünden bir şey yapamaz.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:37:54
Öyle ise ben bundan fazla bir yapmayayım dedi ve dışarı çıktı.
Arap dışarı çıktıktan sonra Hazreti Peygamber buyurdular ki: O bunları yapmakla kendini kurtarır. Bunlar da derler ki:
Ne âlâ! Öyle ise biz de bu kadarla yetinelim Mütabaat´tan yani peygamberin izinde yürümekten vazgeçerler.
Göz açıklığı demek, ilk doğuşta, gözü Güneşin kaynağına açılmış ve onun ışığına alışmış olmak demektir.
(M. 283) Derler ki: Sen Aydan söz aç, Ütaritten bahset. Nasıl söyleyebilirim? Güneşin alemde bir ay olup
olmadığından haberi yoktur. Ay da böyle bir zavallılık içindedir. Gezegenler de. Bu Ayı herkes görür, ona bakarlar ama Güneş
ile Ay arasında ışık cihetinden hiçbir nisbet yoktur. Çünkü hiç kimse Güneş yuvarlığına bakmaz, göz buna güç yetiremez.
Semender garip bir yaratıktır. Ateşteyanmaz ama suda boğulur. Kurbağa, denizde boğulmaz ve sudan ona bir ziyan
gelmez. Ama ateşte yanar. Ne ateşin yakabileceği, ne de suyun boğabileceği bir hayvan, bulunmaz bir yaratıktır.
Kuran´da "Bil ki, şüphesiz o Allah, kendisinden başka Allah olmayan Allahtır. " (Muhammed sûresi, 19)
buyurulmuştur. Bu ayete "Bil!" hitabı ile gelmiş bir emirdir. Yani ilim tavsiye eder. Yine aynı ayette, "Günahına tövbe et,"
hitabı da bu geçici varlıktan kurtulmak için ayrı bir emirdir. Sonradan var olan bu vücud nasıl olur da başlangıcı olmayan âlemi
görebilir? Senin cismin daha dünküdür. Ruhunu da bir kaç gün daha önce yaratılmış farzet. Bunu yüz bin yıl saysan yine azdır.
Ömer (Allah ondan razı olsun), öyle bir kahraman idi ki, bir vuruşu ile aslanı geri kaçırır, onun korkusundan şarap
sirke olurdu. Birisine sorduıelindeki nedir? Sirkedir dedi. Güneş onun omuzu üzerine düşmüştü göz ucu ile ona bakınca Güneş
karardı. Ben buna inanırım, felsefeci inanmazsa ben ne yapayım!
Bu Ömer, bir gün Hazreti Muhammed´in (S.A.) Mescidine geldi. Peygamber biriyle ağ ir ağ ir konuşuyordu. Ömer bu
durumda Peygamberin yanına varmaya cesaret edemedi. Kendi kendine dedi ki: Ben mademki o konuşmaya mahrem değilim,
yaklaşmayayım. Hazreti Peygamber onun düşüncesini anladı. "Bana bilgin ve her şeyden haberi olan ulu Allah bildirdi." (K.
66/3) gereğince, Ya Ömer! buyurdu, o arkadaşla konuştuğumuz sözleri işittim mi? Anladın mı? Ömer, hayır dedi. Ey Allah’ın
Resulü! ancak mübarek dudaklarınızın kımıldadığını gördüm. Hazreti Peygamber, o halde fazla bile gördün, harflerin ağızdan
çıkış durumuna göre konuştuğumuzu kıyas edebilirsin, dedi. Ömer yüzüstü kapandı. Ben her kimi sevdimse çok cefasını
çektim dedi. (M. 284) Ömer, Hazret! Peygamberin o uyarısını kabul etti.Ben de böylece onun çomağında bir top olayım. Vefa
öyle bir şeydir ki, onu beş yaşındaki çocuğa karşı gösterseniz inanır ve sizi sever; ama size cefa da eder. Kendi cinsimden
birini istiyorum; onu kıble edineyim, yüzümü ona çevireyim. Kendimden geçmiş olayım, Söylediğim bu sözden sen ne
anlıyorsun? Kendimden geçmiş olayım dedim. Şimdi kendime kıble edindiğim o adam söylediklerimi anlayan ve kavrayan" kim
isedir.
Gelelim o ÇOK çetin ve anlaşılması zor olan Peygamber sözüne. Onun mânasını ve ne demek istediğini elayası gibi açık
gösterelim. Örnek olarak onun bir sözünü ele alalım. Anlamını, gramerini, okunuşunu araştıralım. Meselâ olmaz, yok anlamına
gelen La sözü için yorum olmaz, çünkü mutlak olumsuzluk ekidir. Fakat Mâ harfi,hem olumsuzluk edatıdır, hem haber edatı,
hem de başka mânalarda kullanılabilir. Ancak ben bu incelikleri düşünürsem onların kaçtığını görürüm. Görüyorsun ki, Allah
elçisi olan Hazreti Muhammed ile sohbet etmek istediğim zaman bütün bu söz inceliklerine dikkat eder, onunla hesaplı
konuşurum. Ama senin dostluk alanına ayak bastıktan sonra çok saygısız ve cesur oldum. Hiç bunları düşünmedim. Bu sözden
ne mâna çıkar diye ihtiyatlı konuşayım, demedim. Yahut bu işte bu noktayı hatırıma getirmedim. La (olmaz) demek ihtiyata
ve dostluğa yaraşmaz, çünkü azap verir. Ya tamamiyle alim olmalı, yahut da ilgisiz bir köylü gibi olmalı. Yoksa senin
ateşinden duman tüter. Söndür, istemiyorum! Ya tamam yanar ya tamam söner. Derler ki: Bu söz yepyeni bir sözdür. Evet
yepyenidir. Ama size göre´. Yoksa iğneciye göre değil.
Henüz ilk gençlik çağındaydım. Abdalın biri zındık olduğunu işitmiş, acele anasının başını kesmiş. Analık hakkı nerede
kaldı? diye soranlara şu cevabı vermiş: Mülhidler, zındıklar bilsinler ki, kendilerinden korkum yoktur. Bunu işiten bir mülhid, o
benden daha mülhid imiş, demiş. Ben asla bunu yapmadım. Ayrılık demi geldi dediğim zaman bunu söz olarak söyledim,
yoksa hakikatte değil. Bunu istesem de yapamam. Gidemem hayır bununla mağrur olmamalı.
Şiir:
Hafızamın bozukluğundan Veki´a yakındım
Bana günahları terk etmek vahyolundu, dedi. (Yani varlığı terk etmek)(M. 285)
İlim Allah’dan bir vergidir.
Allah vergisi ise âsilere verilmez.
Nasıl ki hıfz yani saklama, saklamayı terketmektedir, dedi. Allah vergisinden isteyin! buyurulmuştur. Bu vergide artış
vardır. Yani bilgi yönünden bütün artışlara razı olma. Sofiden hangi fazlalığı istiyorum. Ariflikte fazlalık, her önüne gelen şeyde
fazlalık, hemen fazlalık.
Derler ki: Alemde ne varsa Adem´de de vardır. Bu yedi felek insanda hangisidir? Bu yıldızlar, güneş, ay insanın
neresinde?
Ben Kadı Şemseddin´den şu sebepten ayrıldım: bana istediğimi öğretmedi. Ben Allahya karşı mahcup düşemem o
seni nasıl yarattı ise öyle korur. Kul vardır ki şeytana uymaz, ona bu işten dolayı bir utanç gelmez. O zaman şeytan da bu
adam kiminle uğraşıyor diye gülmez. Falan kimse iblis ile şöyle yaptı; ne adamdır o, ne adamdır ki şeytan ile daima savaştadır
diyerek, bu adamla öğünürler. Işteıbunefsin inanç ve güven mertebesinde bulunması yani mutmainne bağıdır: C bağı,
emmâre, yani emredici (istekli) nefis, H bağı da emmâre (kınayıcı) bağıdır.
Sen böyle diyorsun ama o ne diyor? Yahut o böyle söylüyor, sen ne söylüyorsun? Alemin eskiliğinden, başlangıcı
olmamasından sana ne? Sen kendi kıdemini bil ki kadim misin,yoksa hadis mi? Sana verilen bu kadarömrü kendi halini
araştırmaya sarf et. Alemin eskiliği yeniliği bahsinde ne ömür harcıyorsun?
Allahyı tanıma bahsi derindir. Ey ahmak derin sensin! Derin olan bir şey varsa, o sensin! Sen nasıl bir dostsun ki,
damarlarının içine kadar girmiş olan sevgilinin sırrını el ayası gibi açık bilemiyorsun! Sen nasıl Allah kulusun ki, onun sırlarını
ve iç yüzünü bilmiyorsun! Seninle konuştuğum bu sözleri senin şeyhinle konuşmadım. Onu kahr içinde bıraktım gittim. Ama o
ben, şeyhim, diyor. (M.286) Mevlâna da başka bir şey söylüyor. Eyvallah, şeyhimizsin, gözümüzsün! diyerek ondan ayrılıyor
ki, bir daha onları çağırdığımız zaman gelmesinler.
Gerçek yürekli Yusuf sağ olsaydı, senin dizginlerini taşırdı. Hadislerin yorumunu nasıl bilmiyorsun? Biliyorsun ama
bilmemezlikten geliyorsun. Yolda uğrular var, o tarafta ışık yok, senin için korkuyorum dedi. Şu halde beni nasıl tanıyorsun?
Öyle bir ormana daldım ki, oraya aslanlar bile giremez. Rüzgâr ağaçlara vuruyor, bir ses çınlıyordu. Bir delikanlı gitti, sonra
geldi ve bana yazık olur sana, dedi. Ona hiç aldırmadım ve bakmadım bile. Beni korkutsun diye bir kaç kere seslendi, yine
aldırmadım. Elinde öyle bir baltası vardı ki, taşa vursa parçalardı. Bundan sonra bir kere daha, yazık sana, dedi. Önce tekrar
ona doğru yürüdüm. Elimde henüz hiç bir silâhım yoktu. Arka üstü yere düştü. Eliyle işaret ediyordu. Git diyordu. Benim
seninle işim yok.
O olgun sofî müridine diyordu ki: Zikrederken ta göbekten getir. Hayır dedim zikri göbekten değil canın içinden
getirmeli. Bu sözüm onu şaşırttı. Her kime yüzümü dönersem, yüzü nü butu n cihandan çevirir.Ona y uzumuzu gösterelim
ama delil yüzü göstermeyelim. Nasıl ki gerçek mü´minin nişanı nedir? diye soranlara Hazreti Peygamber, şu aldatıcı dünyadan
hoşlanmamasıdır, buyurmuştur. Bizde cevher var. Her kimin yüzünü o tarafa çevirirsek bütün dostlarına ve sevgililerine
yabancı olur. Başka bir incelik daha var ki, bu ne nebilik, ne de resullük ve marifet makamına benzer. Ben ne diyeyim!
Allahnın gizli velileri derler ki: Biz niçin kendimizi açıklayalım, ne söyleyelim. Biz kimiz ki? Dedi ki: Başını Hazreti
Muhammed´in (S.A.) yakasından çıkar ki, sana uyalım, emrine boyun eğelim! Yoksa şimdi uymanın ne yeri var? Mevlâna
oturmuştu. Hocanın biri namaz vaktidir, diye seslendi. Mevlâna kendi âlemine dalmıştı. Biz hep kalktık, akşam namazına
durduk. Bir kaç kere baktım gördüm ki, imam ve bütün cemaat arkamızı kıbleye çevirmişiz. Namazı bitirmeye uğraşıyorduk,
kıbleden yüz çevirmiş olarak sazcıların arasına geldim. Bana şöyle bir fikir geldi: Bunlar ne garip insanlar ki ezelden ebedden
doğmuş bir güneşten habersizdirler. Ezel ve ebed nedir ki! Bunların her ikisi de senin sıfatındır. Bunlar daha dün meydana
çıktı. Zamanın başına ezel dediler, kuyruğuna da ebed adını koydular. Ezel nedir, ebed ne?
(M.287) Bir Güneş doğdu, bütün âlemi nur kapladı. Ayın, Güneşin sözü mü olur? Bu halkın O Ay, Güneş
karanlığında bundan hiç haberi yok.
Hazreti Muhammed´e (haşa) sihirbaz dediler. Halbuki Allah adının anıldığı her yerde sihir bozulur. Bir yerde ki, içerisi
baştanbaşa nur doludur. Sihir orada nasıl barınabilir? Yağmur yağmaya başladığı vakit sihir kaçar. Bu kadar hayat yağmuru
ve canlılık iksiri, bengi sular ondan yağar, ondan fışkırırken sihir onda nasıl yer bulur? Onun için buyurmuştu khŞeyhin gerçek
olmadığının nişanı şudur ki, onunla sahradan, oyundan dönersin de, hiç bu maceradan ve bu oyundan bir şey anlatmaz ve
habersizdir. Dedi ki: Ben, karşımda oynanmasını istemediğim o oyun için bir şey söylemiyorum. Bana gelince, ben yüzüne
güler, ona Allah hayatınızı size mübarek kılsın! der geçerim. O daima onların macerasından bir başkasını anlatayım diye
düşünür. Bana böyle şeyler gerekmez. Kendime macera söyleyeyim de, sana ne yapayım. O ki, yüz yıl sonra da sana
gelecektir, Allah sana ömürler versin.
Herkese söylerim, Muhammed ümmetinden olanlar söyle olmalıdır; Muhammed şöyledir. Nihayet taşa tapanlara,
bunlar fenadır diyorsun. Çünkü yüzlerini bir taşa veya bir duvardaki resme çevirirler. Sen de yüzünü duvara çeviriyorsun. Şu
halde Hazreti Muhammed´in söylediği şu nükteyi sen anlamıyorsun: "Kabe, âlemin içindedir. Bütür âlem halkı yüzlerini ona
çevirirler. Ama eğer bu kâbeyi aradan kaldırırsan, herkes ancak birbirinin gönlüne secde eder. Yani, onun secdesi bunun
gönlüne,bunun secdesi onun gönlüne olur.
Bilmiyor musun ki, bahis konusu ettiğim her sözü inceler, düzeltirim. Konuşan kuvvetlidir, cılızlık ona yaraşmaz. Ben
asla yazmayı âdet edinmedim. Çünkü yazmadığım şeyler bende kalır ve her an bana başka türlü yüz gösterir. (M.288) Söz
bahanedir. Hak, duvağı çözmüş, cemalini göstermiştir. Hak sözleri deryasının coşkunluğundan bir Elif nakş olundu. Ferman
geldi: Ey Ruhanî Cebrail! Allahsal levhadan şu kutsal sözü oku. Henüz sözümü tamamlamamıştım ki, Şahap kaçtı. Artık senin
yüzüne bakmaya takat getiremedim, dedi ve gitti. Ne oldu da, dedim, kaçıyor ve kaçarken acayip şey diyordu.Şahap her ne
kadar küfür söylüyordu ama, runanî ve safi idi. öz ruh olmuş, gıda ondan uzaklaşmıştı. Bir gün de bir nükte anlatıyordum.
Bazı açıklamalarda bulunuyordum. Mananın ona gizli kalmasını istemiyordum.
O, cüzî âlemi parçaları bilmez, küllî âlemi yani tümü bilir diyorsun. Bu küllî âlemden neyi kastediyorsun? dedi. Ben
külden, tümden bahsettim, hiç bir parça bilmiyorum ki o küllün dışında olsun. Evet cüz, yani parça denildiği vakit kül yani tüm
yahut bütün bunun içinde yoktur. Asla ağaçları içinde olmayan bir yere bağ denilmez. O zaman orası bağ olmaz dağ olur.
Şahap dedi ki: Öyleyse, o, cüzî şeyleri bilmez dediğimiz zaman noksan söz söylemiş olmaz mıyız? Meselâ benim
karnımda uyuyan bir üzüm tanesi var. Ben o üzümü bilmezsem onu bilmek veya bilmemek bana ne noksan verir. Şimdi ben
Hintçeyi bilmiyorum. Bu acizliğimden değil, ama Arapçaya ne olmuştur ki! Eğer Hintli onu işitse, bu çok hoş bir dildir, der.
Farsçaya ne olmuştur ki, bu kadar güzelliği ve hoşluğu ile beraber bu lisandaki sözler, Arapçada yoktur. Bizim önümüzde bir
kimse bir defada Müslüman olamaz. Müslüman olur, sonra kâfir olur, tekrar Müslüman olur. Her defasında, her şeyden dışarı
çıkar; olgunlaşıncaya kadar böyle devam eder.
Dedim ki: Bu gece, kendisine söz vermiş olduğum Hıristiyanı ziyarete gideceğim. Biz Müslümanız, o kâfirdir dediler,
bize gel! Dedim ki: C gizliden Müslümandır. Çünkü teslim makamındadır. Halbuki sizde teslim yoktur. Müslümanlık ise
teslimdir. Dediler ki: Sen gel teslim, sohbet ile olur. Benim yönümden hiç bir perde ve hicap yoktur. Bismillah, tecrübe ediniz!
(M.289) Öteki, "Biz Adem´i mükerrem yarattık, onu denizde, karada taşıdık," anlamındaki âyetlerden konuşmak
istedi. Sus dedim, bu âyetten nasip yoktur, sözü ağzımdan kaçtı. Kara nerede, sen neredesin? Sormak istedim, benden sen
ne soracaksın? Ne itiraz edeceksin? Ben mürid tutmam, dedim. Bana çok ısrar ettiler, sana mürid olalım, bize hırka ver
dediler. Kaçtım, arkamdan bir konak mesafeye kadar geldiler. Getirdiklerini oraya döktüler. Faydası olmadı, oradan
uzaklaştım. Ben kendime bir şeyh edineyim ki, onunla tartışayım. Yoksa her şeyhi kâmil sanan müritleri istemiyorum.
O günü bir toplantıda o şeyh ile cenkleştim, ona soğup saydım, ses çıkarmadı. Başını kırdım, yine sustu. Başka biri,
yuvarlanıyor, yüzünü yere sürerek bana doğru geliyordu. Ona yanlış, yanlış, dediler. Nihayet mazlum falandır ki, bu kadar
sabretti, katlandı. Beni bırakın, dedi, ben yanlış hareket etmiyorum. Gerçekte mazlum budur. Onun bu hararetli konuşması
üzerine bir feryat kopardılar. O kafasını kırdığım şeyh ileri yürüdü, gülümsüyor, yuvarlanıyor ve nara atıyordu. Şimdi bu halin
amel ile ne ilgisi var, riyazat ile, perhiz ile ne ilgisi var? Her kim, şu hali riyazattan bilirse, maksattan daha çok uzaklaşır. Bu
yolda atılacak adımın hangi adım olduğunu bilemez.
Nefsini bilen mutlakaRabbini de bilir,buyurmuştur. Adı emmare, yani emredici olan o nefis ben de, mutmainne
(kanmış) durumuna geldikten sonra, ne gam! Bütün âlemden korkusu yoktur onun.
Şiir:
Diyorsun ki, göz yaşların niçin gül rengine boyandı?
Mademki sordun neden olduğunu dosdoğru anlatayım sana.
Sevdanın kanlı yaşı gönlüme dökülüyor, sonra,
Başımda coşkunlaşarak gözlerimden taşıyor.
Mısra:
Ey bedenine hizmet eden gafil!
Onun hizmetinde daha ne kadar uğraşacaksın?
Derler ki bu mısra Ebülalai Maarri´nindir. O kadar da değil; onun sözü kuvvetli şahsiyetlerin söyledikleri sözler den
değildir. Nasıl ki Hakîm Senayî buyurmuştur.
Beyit: (M. 290)
İrfanım öyle bir mertebeye yükseldi ki
Bilgisiz olduğumu şimdi anladım.
Onun bu sözünden bir şey kokusu geliyor, çünkü ona bir şey gösterdiler. O da benim baştan sonuna kadar
söylediğim bir şey olmadığını bildi. Hakkın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız
kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul´dan bakarlar.
Musa Aleyhisselâm, o ışık içinde bayıldı düştü. Biri, biz seni bilemedik, dedi. Yani nefsimi bilemedim demektir. Sana
kulluk edemedim, yani nefsime kulluk edemedim anlamınadır.
Birinin eline bir definenin planı geçmişti. Falan kabristandan dışarı çıkınca arkanı falan büyük kubbeye çevireceksin,
yüzünü doğuya döneceksin, oku yaya koyarak atacaksın, okun düştüğü yerde bir hazine saklıdır, deniliyordu Adam gitti, oku
attı, her ne kadar aradı ise de bulamadı. Bu haberi padişaha ulaştırdılar. Ne kadar uzağa ok atabilen okçular varsa toplandılar.
Oklarını sınadılar. Fakat yine bir şey çıkmadı. Padişaha döndükleri zaman ona şöyle ilham olundu. Biz, yayı çek diye emir
vermedik, dedi. Kendisi gelerek oku yaya koydu, ok hemen önüne düştü. İnayet erişince iki adım sonra maksada erişebilirsin.
Dilencinin o sevinci, bu sene açlıktan öleceği hakkında bir şikâyeti olmadığındandır. Şaka değil, bu sene yüz dinar
bulur, sevinir ama o nazlı Şehzade ki devlet ve varlık içinde doğmuştur, ihtişam içinde büyümüştür, fakirin bu sevincine o
güler. Dünya halkının hali ve yücelik peşinde koşanların akıbeti şuna benzer. Rüstem beyaz dev´e demişti ki: Tenimi dağ
başına göm, kemiklerim yücelerde kalsın ki, ünümü işitenler hakaret gözü ile bakmasınlar.
Biri hafızlar halkasında otururken ansızın vecd´e tutuldu, halbuki bu adam şer ve kötü işlerle tanınmış, kovucu bir
insandı. Ailesi olsun yabancılar olsun elinden kan ağlıyorlardı. Zincirini kımıldattılar, candan ve (M.291) cihandan geçti,
feryada başladı. Ey aile efradı! dedi, benim artık insanlarla alışverişim kalmadı. Elinizi eteğinizi benden çekin. Ailesi dedi ki:
Biz senin bu kadar zahmetlerini çektik, bir gün böyle bir saate kavuşmak umudu ile bekledik. Asıl kötülük zamanlarında sana
yakın idik, şimdi senden nasıl ayrılalım? Adamcağız, artık, dedi, bana hac seferi görünüyor. Bu sevdanın baskısı altında hiç
sabrım kalmadı, hemen yola çıkmalıyım. Önce gerçi dileği yerine gelmedi. Çöl yolunu tutmuş, bir kervana katılmıştı. Adam
yolda bir kanlı ishale tutuldu. Sık sık deveden iniyor, temizleniyordu. Nihayet biraralık kervan geçip gitti. Hasta kendine
gelince, kervanı gitmiş buldu. Hemen yerinden fırlayarak can korkusu ile yola koyuldu. Koşarken yolda bir ağaç dikeni ayağına
saplandı, yerinde kalakaldı. Ağlamaya, yalvarmaya başladı. Ey dost, diyordu, elime yapış. Artık benim için hac ümidinden
bahsetmeye bile takat kalmadı. Bunu sana anlatmaya ne lüzum var! Adam korku ve ıstırap içinde bir saat kendinden geçiyor,
bir saat da yalvarmakla vakit geçiriyordu. Gece yaklaşınca umutsuzluktan, yalvarmadan da takati kesilmişti. Umutsuzluk
gittikçe artıyordu, karanlık, karanlık üstüne çökmüştü. Bu arada karşıdan çölün koyu perdesi arasından bir insan belirdi. Hah!
dedi, bu ya Hızır olacak ya llyas Peygamber. Kendisine yaklaşınca bir anda ona doğru koştu. Kendi kendine diyordu ki, bu
yürüyüş insan yürüyüşüne benzemiyor. Belki de Allahya yakın meleklerden biri olmalı. Ey Ulu Allahm! dedi. Bu ergin kul
hürmetine şu umutsuzluk saatlerinde elimden tutuyorsun! Uzatmayalım, gelen adam eliyle zavallının ayağını oğuşturdu,
sağalttı, onu sapasağlam kervana yetiştirdi. Adam o anda iki elini o kurtarıcının eteğine vurdu. Diyordu ki: Allah hakkı için
yemin ederim ki, seni seçkin insanlardan kılmış, bu ululuğu ve kudreti sana vermiştir. Sen kimsin? O eteğini çekti ve beni
bırak, dedi. Nihayet şu cevabı verdi. (M.292) Ben, vaizlerin kürsüde, imamların mihrapta, çocuklann kitapta okudukları ve
Allahnın, "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dediği kimseyim, Şeytan, işte böyle bir kimseye, gerçek inanç
bekleyenlere de böyle garip cilveler, acayip haller görünebilir; halka da böylece yayılır. inanan bir kimse herhangi bir şahıs
hakkında, ta atadan dededen ve hayatının ilk çağlarından beri, Allah sevgisi nuru ile yetişmiştir diye zan beslerse, "Adem
henüz su ile toprak arasında iken, ben Peygamber idim" buyuran Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında beslesin.
Bayezid, hacca gittiği zamanlarda daima yalnız gitmek isterdi; uygunsuz bir kimse ile yol arkadaşlığı yapmak
istemezdi. Bir gün kendinden daha önce yola çıkmış olan bir yolcuya rastladı. Ona bakınca yürüyüşü hoşuna gitti. Kendi
kendine acaba bu adamla yoldaşlık yapayım mı? diye düşündü; hiç olmazsa şu yalnız yürümek âdetini terk ederim". Çünkü
çok hoş bir arkadaşa benziyor. Şu iyi arkadaşla Hak rızası için dost olayım. Sonra görüyorum ki öyle bir arkadaşın yoldaşlığı,
yalnız başına yolculuk yapmaktan daha zevkli olacaktır, işte böylece hangi tarafı seçeyim diye kendi kendine hayal kurarken,
baktı ki o adam yüzünü geri çevirdi. Önce, bak gör ki, ben seni arkadaşlığa kabul ediyor muyum? dedi ve başını önüne eğdi.
Gönlünden geçen gizli düşünceleri anlatan o şahıs acele ile oradan uzaklaştı.
Harzemşah´a dediler ki: Halk ekmek pahalılığından, kıtlıktan feryat ediyor.
Niçin? dedi.
Bir okka arpa ekmeği iki akçeye satılıyor. Bu kadar para kimde var, dediler.
İki akçe nedir ki dedi.
İki akçe şu kadar para eder, dediler.
Şah cevap verdi: Vah vah bu ne cimriliktir, utanmıyorlar mı bunlar
Ona göre ucuzdu, ona göre bir açın karnını doyurmak için senin bütün mülkünü veririz demek çok ağır gelecekti. O
bundan korkuyordu, bir kere bütün karınları doyurursam bu kadar mülkü nereden bulayım, uzun ömür gerek ki bunu bir daha
elde edeyim, diyordu.
Şimdi din bahsinde de böyle olur. Bir sıfat, bir makam halka korku verir. Ama ona göre kolaydır her şey. Onun yayını
semalar bile çekemez. Nasıl ki Kuran´da "Biz emaneti yerlere ve göklere gösterdik, onu yüklenmekten kaçındılar, insan
yüklendi," (72/33) buyurulmuştur. Bu ilâhî işarete göre, yerler ve gökler bile, bu emaneti taşımak bizim işimiz değildir,
dediler. Çünkü onların (M.293) gözleri başarı kazanmakta değildir. Bunlar deselerdi ki: Eğer yay sert ise onu biz nasıl elimize
alabiliriz. Bizim ardımızda biri vardır ki, bunu ancak o çekebilir, işte o görüş ve Hakka dayanma kuvveti, ancak Hazreti
Muhammed´e ve ona uyanlarda olabilir.
Şimdi bu insan Muhammed´in veya İsa´nınsıfatını anlatıyor. Yahut büyüklerden birinin vasıflarından bahsediyor,
onların halinden, sırlarından söz açıyordu. Birine coşkunluk geldi, keşke dedi onu göreydik. Öteki, ey ahmak! dedi. Onların
vasıflarından bahseden bu zatı niçin görmüyorsun? Belki de bu odur, ama yüzünü kapamıştır.
İbrahim Peygamber yüzünü öyle bir şeye çevirmişti ki, Hak yolu değildi. Ama bizim ilk görüşümüz onu nasıl geçebilir?
Her kimin sıfatı ilk defa gözümüze ilişse o bir şey söylemese bile biz cefa yönünden kendi kendimize o neye yarar, deriz.
Yüzünü rıza yönüne çevirse, henüz rıza mertebesine erişmemiştir. Yüzünü Allah’a çevirse henüz Allah’ın halkasına
ulaşamamıştır. Ama yüzü o tarafa çevirmekle, ulaşmak aynı şeydir. Halka karşı yavaş yavaş yabancı ol! Çünkü Hakkın halk ile
hiç bir yoldaşlığı ve ilgisi yoktur. Bilmem ki onlardan ne elde edebilir? Bir kimseyi neden kurtarır veya neye yaklaştırabilirler?
Nihayet sen peygamberlerin yolunu tutmuşsun, onların ardından yürüyorsun. Peygamberler halk ile pek az düşüp kalktılar,
onlar Hak ile ilgilendiler. Gerçi görünüşte halk onların çevresinde toplanmıştı.
Peygamber sözlerinin yorumlamaları, açıklamaları vardır. Olur ki, git derler ama, o git işareti, gerçekte gitme
manasındadır. Eğer biri bir din adamına alicik dese bu küfürdür, o halde dervişcik diyenler hakkında ne söylersin! Bunlar,
"Yoksulluğum benim kıvancımdır," sözündeki hikmetten bir koku almamış olanlardır. Yoksa nasıl olur da, fakircik. dervişcik
diye onları küçümserler. Ne küfürdür bu! Sonra cehennemin, "Geç ey mümin! şüphesiz senin nurun benim ateşimi
söndürecek," demesi ne kadar ibret vericidir.
Ebû Ali Sina yarım filozoftur. Tam filozof Eflatun´dur aşk davası eder insaf et ki makbul olasın! Bu naklolunmuş
sözlerdendir. Gerektir ki başbuğluğundan vaz gecesin!
(M.2 4) Çocukluğumda bir kitapta bir hikâye okumuştum. Şeyhin biri can çekişirken çok ıstırap çekiyordu. Müridleri,
ona inananlar çevresini kuşatmışlardı, istiyorlardı ki, şehadet getirsin; Allahtan başka Allah yoktur desin. Şeyh yüzünü
onlardan öte tarafa çeviriyor, onlar o tarafa gittikleri zaman da bu tarafa dönüyor; çevresindekiler ısrar ettikçe, yalvardıkça
hayır diyordu, söylemiyorum. Müridler arasında feryat ve figanlar yükseliyor, ah diyorlardı, asıl bu saatte şehadet getirmek
lâzım, bu ne iştir başımıza gelen? Bu ne karanlık iş, halimiz ne olacak? Allahya yalvararak ağlaştılar. Şeyh kendine geldi ve
sordu: Ne oldu size, bu ne hal? Müridler meseleyi anlattılar. Şeyh, benim bundan haberim yok, dedi. Ama yanıma şeytan
gelmişti. Elinde bir bardak buzlu su olduğu halde etrafımda dolaşıyordu ve soruyordu: Susuz musun? Evet, dedim. O
haldeAllahya ortak koş ki şu suyu sana vereyim, dedi. Ben de ondan yüz çevirdim. O bu tarafa geldi yine aynı şeyi
söylüyordu, yüzümü yine ondan çevirdim.
Şiir:
Gündüzleri senin yüzünden gözlerimden inciler saçılır.
Geceleri sabaha kadar gözlerim semalarda dolaşır.
Kanımı dökersin diye beklemiyorum belki,
Döner misin diye o umutla bekliyorum.
Bu da doğrudur, ama Allah kullarının, has kulların vakitleri geldiği zaman şeytan onların etrafında dolaşmaya nasıl
cesaret edebilir? Melek bile onların çevresinde hesap ile dolaşır. Nasıl ki, Hazreti Ömer, (Allah ondan razı olsun) şeytanın bir
gözüne vurarak kör etti derler. Bu açıktan görünmez ama buradaki mana başkadır. Onların bildikleri bir sır vardır. Gerçi
şeytan cismi olan bir varlık değildir. Nasıl ki hadiste, "Şeytan, Ademoğullarının kan damarları içinde dolaşır," buyurulmuştur.
Bir gün şeytan, Hazreti Ömer´e geldi. Ya Ömer! dedi, gel de sana garip bir şey göstereyim. Onu mescide götürdü. Ya
Ömer! Şu kapının yarığından bak dedi. Ömer baktı, ne gördün? dedi; bir kişi namaz kılıyor, öteki mesci din köşesinde uyuyor.
Ayağını çekti ve dedi ki: Ya Ömer, seni Hazreti Muhammed´e uymakla (M.29) aziz kılan ve seni benden kurtaran Ulu Allah
hakkı için, eğer ondan korkmasam, onu düşünmesemşu namaz kılan adama öyle bir is yaparım ki, onu aç köpek un
dağarcığına yapmaz!
Bu şeytanı hiç bir şey yakmaz, ancak Allah erlerinin ark ateşi yakar. Niceleri birçok riyazatlar yaparlar, onu
bağlayamazlar: belki daha kuvvetli olur. Çünkü o şehvet ateşinden yaratılmıştır. Ateşe nur yaraşmaz. Nasıl ki cehennem,
Nurun ateşimi söndürdü," diye feryat eder. Der ki: Ben bir sivrisineğin bile benim yüzümden ezilmesini ve incinmesini
istemem. Halbuki o hem Allahyı, hem de onun kullarını incitir.
Henüz bizim konuşmaya gücümüz yetmiyor, keşke dinlemeyi bilseydik. Tam olarak söylemek, tam dinlemek gerektir.
Gönüllerde sevgi var, dillerde sevgi var, kulaklarda sevgi var. Az bir ışık varsa şükredince artar. Şükretmek hal dili ile olursa,
"Allahm bize eşyayı olduğu gibi göster" der. Ve cevap gelir: "Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım, nankörlük ederseniz
azabım şiddetlidir." (K. 3/7)
Ben gelmiştim, sana karşı beslediğim son derece sevgim dolayısıyle başka bir vakit gizlice şeyhin yanına varalım
diyecektim. Sen de şu şiiri söylüyordun:
Başkaları ile içki derneğine, bağ sefasına gitsem bile
Hiç kimsenin sevgisini gönlümde saklayamam.
Evet güneşten ayrı düşen insan, Güneş yerine karşısında mum yakar.
Kendi kendime dedim ki: O gecedir, Güneş battı diyor. Ben görüyorum ki, Güneş batmadı, Güneş yerinde duruyor.
Biri ötekine sordu: Falan kişi olgun bir adam mıdır? Babası çok faziletli, olgun bir adamdı, dedi. Ama ben babasını
sormuyorum, kendisini soruyorum. Adam tekrar şu cevabı verdi: Babası çok olgun adamdı, işitmiyor musun, ne söylüyorum?
deyince, sen işitmiyorsun. Ben senin sözünü işittim, işitmeseydim ne sorduğunu bilmezdim, dedi.
Rubai: (M. 296)
Gel! Tekrar gel ki, olduğundan daha ileri gidesin!
Bu güne kadar olmadınsa şimdi olasın!
Savaş zamanında bir can ve cihan değerdin.
Barış zamanında bak ki nasıl oluyorsun?
Vaizin önünde öğüt vermek hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz. Meğerki büyük üstat olmalı. Ona, bu perde
gariptir, ama sana açılmamıştır, dense, dinler. Yüzünü bize çevirirsen gönül açıklığı seni bekliyor! Açılan her perdeden, beliren
ışıklar sizin tarafınızdan gelir. Her ne zorluk görürsen kendi noksanından bilmeli, bu zorluk bendendir demelisin! Allah, kulu
ile, onun değeri nispetinde ilgilenir. Kul ne yaparsa Allah da öyle yapar; bununla beraber bütün güzel şeyler ve bütün hoşa
gidecek şeyler hazırdır.
Biri, dünya sevgisinden bahsediyordu; halbuki kendisi de aynı sevgide idi. Nihayet dünya sevgisi, dünyanın içindedir.
Eğer bu çocuğu bana verirlerse onu öyle yetiştiririm ki, ne onu istesin, ne de bunu. Görenler, bu melektir, bu insan oğlu
değildir desinler. O benden badem istese, yüzüne bir tokat vururum: Aç isen işte ekmek, yoksa saçmalama derim. Kedi bir
yere pisleyince nasıl pisliği ona gösterir sonra yüzüne sürerlerse ben de öyle yaparım.
İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur. Üst tarafı oyuncaktır. Küçük yaşta iken seni
düşkünlüğünden kurtarayım ki, büyüdüğün zaman oyunun ne olduğunu anlayasın. Onu böylece kısa bir zaman içinde
yetiştirirsem, çok acayip bir insan olur. Ölünceye kadar hasta olmaz. Emirsiz ağzına bir lokma komaz, parmakla ağzından
çıkarırlar. Çünkü böyle olmazsa büyüdüğü zaman kendi bildiğine göre hareket eder, öğüt kâr etmez. Meğer ki onu öldüresin
veya ölünceye kadar dayak atasın. İşte şu sert tavsiyeden maksadım ancak nefsin terbiyesidir. O başını nereden kaldırırsa
kaldırsın, artık öfke yönünden bir şey yapamaz.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:45:30
(M. 297) Adamın biri toprağı kazıyordu, başka biri geldi, bu sağlam toprağı niçin harap ediyorsun diye çıkıştı. O
yapmakla yıkmak ne demek olduğunu bilmiyordu. Toprağı harap etmesen, yüzünü gözünü yırtmazsan o zaman harap olur. O
yırtıp kazmak toprak için bayındırlıktır. Yoksa ekin bitmez. Yolcu, derisinin açık mesamelerinden ter çıkıncaya kadar üzüm yer.
Başka bir şey yerse onu zorlukla yakar. Onun terle dışarı çıkması zor olur. Tıp budur. Hikmet ve bilgi sahibi Yüce Allahnın
katından imdat olmasaydı velilerin işi nasıl olurdu? işleri belki kırk bin yılda düzelmezdi. Yirmi misli daha ömür sürseler bile
yine yetmezdi.
Başka peygamberlerin bin senede elde edemediklerini Hazreti Muhammed (S.A.) en kısa bir süre içinde elde etti.
Hikmet ve bilgi sahibi Allah katından ona kudret verildi.
Dışarı çıkalım, şu bıyıkları kestirelim. Savaşa gitmeyeceğiz ki, kâfirler bıyıklarımızdan korksunlar. Ama içimizdeki
kâfirlerin her birinde bu kıllar sayısınca birer mızrak çeksen yine korkmazlar, fakat benimki öyle değil. Benim nefsimin işi
çoktan beri sona ermiştir.
Biri benden sordu. "Halkın en kötüsü, tek başına yiyendir," sözündeki sırrın mânası nedir? Bu mânayı halka anlatmak
çok güçtür dedim. Kur´an´da sözü geçen secde edenler acaba hangileridir? Önce gelmiş geçmiş peygamberler değildir. Bunlar,
Yüce Peygamberimizin yoldaşları ve onlara uyanlar da değil. Hattâ dört yüz kırk veli de değil.
İçimde bir müjde var, pek acayibime geliyorîBu kimseler ki o müjdeyi almadan sevinç içindedirler, her birinin başına
altın taç giydirseler bile gerektir ki razı olmasınlar. Biz bunu ne yapacağız? desinler. Bize o iç aydınlığı, gönül sefası gerektir.
Keşke her neyimiz varsa hepsini alsalardı da ancak hakikatte bizim olanı bize verselerdi, desinler.
Çocukluğumda bana, hep tasalısın? diyorlardı. Sana elbise mi lâzım, yoksa paran mı yok?Keşke dedim üstümdeki
elbisemi de alsalar. (M. 298) Sofunun biri şöyle demişti: Karnımı üç bölmeye böldüm. Üçte ikisini ekmek, üçte birini nefes için
ayırdım. Başka bir sofu da ben midemi ikiye böldüm, yarısı ekmek, yarısı da su için, nefes lâtif ve hafif şeydir, demiş. Bir
üçüncüsü de şöyle demiş: Ben karnımı ekmekle doldurayım da, su lâtiftir üstünde kalır. Nefes de ister bunun üstünde kalsın
ister kalmasın.
Şimdi bunlar birer sır söylüyorlar. Biz ise içimizi sevgi ile dolduralım da başka bir şeyimiz olmasın, diyoruz. Vahy, latif
bir şeydir. O kendi yerini kendi yapar eğer ona can lazımsa gelir, dilerse gider. Acaba bunlar bu Allah sevgisi yolunda neler
neler biliyorlar? Allah ki, semaları yarattı, yeri yarattı, bu âlemi meydana çıkardı. Onun sevgisini, onunla konuşuyor ve onu
dinliyormuş gibi, kolay zannediyorlar. Bu tutmaç suyu mudur ki getiresin de içesin ve bitiresin.
Eyyub Peygamber (Allah´nın selât ve selâmı ona olsun) bedenini kemiren kurtlara o cihetten sabrediyordu ki, o
sayede devlete erişti. Derler ki, iki yüz bin kurt ve böcek onu ısırıyordu. Ben saymadığım için bunların sayılarını bilmem. Sanki
saymışlar da ona göre söylüyorlar! Kurtlardan biri yere düştü mü onu alır, tekrar yarasının üzerine koyarmış. Güneş ışığında
vücudunun bir tarafından bakılınca öteki tarafı görünürmüş.
Calinos hekim bu âlemi bilir ve tanırdı ama öteki âlemden haberi olmadığı için söz açmazdı. Eğer ölmezsem, derdi,
beni bir katırın karnına koysunlar ki onun arkasından şu cihanı seyredeyim. Ama ölmek bana daha hoş gelir. Nasıl ki,
haydudun biri oğlunu pek üzüntülü buldu; oğlana üzüntüsünün sebebini sordu, şu cevabı aldı: Bir delikanlıyı öldürdüm;
belinde bir kemer gördüm içi altın doludur sandım. Meğerse bir tanecik pul varmış. Babası yerinden sıçrar, kuvvetli üç tokat
vurur. Onu öldürmek ister. Ey kancık evlât! der. O kendisi ölmek isteseydi onu biraltına bile öldürmezdim!
Gemiciler de, geminin yükü ağır olunca, bakarlar ki, kaba saba bir adam var, omuz vurarak denize atarlar. Bu ne?
diye aşağıdan bir ses gelince hiç derler suya bir parça şarap düştü. Bildiğiniz bütün bu şeyleri söylemeyin. İsa´ nın sıfatını
söyleyin. Hazreti Muhammed´in (S.A.) sıfatını söyleyin. Siz hep bildiklerinizi söylüyorsunuz. (M. 299) Kul gerektir ki Allah´yı
görsün, görsün ki nasıl olur, ne türlü aşk oyunları oynar. Sanki göklerin ve yerin Allahsı ile sevişir, onu görür. Şu halde biz ne
iş yapalım? İhlas (bağlık) perdesi arkasından bir ışık sıçradı, duvarda yansılandı.
Gönüle vuran ışık başkadır, duvara vuran ışık daha başka. Hakkın nefesi beliriyor; elbette secdeye kapanır. Bıçak
öylesine keskinlik gösterir ki, Hint kılıncı bile ona yetişemez, Hümameddin daima insanlar nazarında hoş görünür. Yüzünden
saçılan o niyaz ve ihlâs ışığı beni doyurmuyordu. Ona bakarken birçok engel araya giriyordu. Anladım ki, o ötekilerin
tarafındandır, onun tarafından değil. Nihayet o engeller aradan kalktı. Aradan epeyce bir zaman geçti. İşte insan böyle bir
zamanda ondan ayrılıp gitmenin neler kaybına sebep olacağını bilemez. "Allah onlara azap vermedi, sen de onlarla birliktesin"
hikmeti gereğince bu kadar azap ve ayrılık içinde olunca Allah nasıl seninle birlikte olur?
Meğerse surette seninle nifak halinde olsun. Yoksa bu gönül karanlığı azapların en beteridir.
İsfahan´da ekmeği demir çivilerle satarlar. Akıllı olan satıcılar, ekmeği ye, çiviyi pabucuna vur, derler. Zır deliler de,
çiviyi alnına çakmalı, ekmeği de tabutla beraber satmalı, derler. Tabutu ne yapayım? diyenlere de bir gün ölecek değil misin,
lâzım olur, derler. Aşırı konuşurlar, çünkü orada ekmek pahalıdır.
Ulu Allah, "Bizim yolumuzda savaşanlara elbette yollarımızı gösteririz" (K. 29/69) buyurmuştur. Bu âyeti ister
başından sonuna kadar oku, istersen sonundan başına doğru. Nasıl okursan oku. Yani yollarımızı kendilerine göstermiş
olduğumuz müminler, bizim yolumuzda savaşanlardır, şeklinde de okuyabilirsin; netice aynıdır. Maksat Allah yolunda savaştır.
Yoksa bu yolda savaşanlar, gerektir ki bizim kılavuzluğumuz olmadan yürüsünler. O zaman bizim onlara yol göstermemiz nasıl
olur? Derler ki; Peygamberin dilinden söylenmemiş doğruca Allah yönünden söylenmiş olan, "Bizim yolumuzda savaşanlar,"
denilmesinden maksat bedenimizin görünürdeki savaşı ve hizmetidir. Onlara yollarımızı gösteririz buyurulmasmdan kasıt da
ruhlarımızın veya gerçek inancımızın yollarıdır. Biri sırasız oruç tutar; Pazar, Perşembe ve karışık günlerde aç durur. Nefsin
sırtına bin ki, oruç tutuyorum diyebilesin. Nefsine şiddetli davran ki, onu günün birinde Müslüman edesin! Peygamber, "Halk
ile onların akılları (M. 300) derecesine göre konuşunuz,"buyurmuştur. Sizin aklınız derecesine göre dememiştir.
Biri sordu: Peygamberlik nedir? Peygamberliğin iç yüzü nedir? Peygamberlik kapısı nasıl kapandı? Yoksa insan
oğulları mı kalmadı? Bir başkası ibahat yani her şeyi serbest ve mubah saymak ne oluyor? dedi. işte "Halk ile akılları
derecesinde konuşun" diye buyurulmasının yeri burasıdır. Şeyh Muhammed´in sohbeti sırasında, falan hata etti, falan yanıldı
gibi sözler çok geçerdi. Bir aralık onun da hata ettiğini gördüm. Zaman zaman bunu kendisine anlatırdım. Başını önüne eğer
ve derdi ki: Oğlum sen kuvvetle dağı kamçılıyorsun, dağı. Benim bunda hiç bir maksatım, dileğim yok. Ama her defasında
bunlar gibi yüz bin söz tekrarlanır dururdu. Bazan öyle bir hal içinde bulunurdu ki, onu hikâye ettiği vakit ben o makamda
nasıl durabildiğini kendisine anlatırdım. Meselâ bir gün şu bahse dalmıştık, diyorduk ki: Peygamber sözü olan hadisin,
Kuran´da bir benzeri olursa işte o hadis gerçek hadis sayılır. O bir hadis anlatıyor ve soruyordu: Bunun benzeri Kuran´ın
neresindedir? O sırada ben kendisine garip bir hal geldiğini görüyordum. Onu, içinde bulunduğu o ayrılık âleminden cem
âlemine yani birlik makamına getirmek istiyordum. Sorularını uygun sözlerle oyalıyordum. Buyurmuş olduğunuz bu hadis,
gerçek hadis midir, değil midir, bunda ihtilâf vardır diyordum. Bilginler tek bir insan gibidir", anlamına gelen hadise benzeyen
âyetlerin Kuran´ın neresinde olduğunu sorduğum zaman derhal cevap verir, "Şüphesiz müminler kardeştirler," (K. 30/10) ve
ayrıca "Sizi ancak tek bir nefisten yarattık" (Lokman sûresi, 27) anlamındaki ayetlerden örnekler söyler, sonra yine kendi
âlemine dalardı. Bilirdi ki, benim maksadım soru sormak değildi. Benim maksadım neydi? Bana, ey oğul! derdi, kamçıyı
kuvvetli vuruyorsun. Daima oğul! diye hitap ederdi ve gülerdi. Yani burada oğul hitabının ne yeri var demek isterdi.
Hazreti Peygambere daima, iman nedir diye sorarlardı. O da soranın haline göre cevaplar verirdi ki ona lâyık bir
cevap olsun. (M. 301) Bir defasında "Müslüman, elinden ve dilinden, Müslümanların güvende olduğu kimsedir" buyururlar.
Diğer bir defasında, "Namazını kılan, zekâtını veren kimsedir", cevabını verirlerdi. Bizde bir çare bulalım çaresiz değiliz.
Alemin çaresini biz bulalım. Bir Elifin ne olduğunu bilsen bütün Kuran´ı biliyorsun demektir. "Gökleri elimizle kurduk,"
âyetini ele alalım. Bu Kâdim´dir, başlangıcı yoktur denilmez. Her şey onun katında mahvolur, tekrar yaratılır; ta ki Allahlığına
açık şahit olsun. "Güneşi gördüğün zaman onu şahit kıl" ve yine Kuran´da "Biz seni görücü müjdeci ve korkutucu olarak
gönderdik." (K. 33/44) buyrulmuştur.
Bütün bu inancımla, bağlılığımla beraber, Kadı Şemseddin´e dedim ki, "Gideyim bir iş tutayım. Mademki bana ders
vermiyorsun, başka yere varayım. Ben bir şey düşündüm, dedi. Sordum, nedir? Bir iş yapmayayım mı? iş yapmak bilir misin?
dedi ve ilâve etti: Bu kadar dalgınlık ve bu derece incelikle, benim işim, mollalarım nazarında hayretle karşılanır. Hele şu
adama bakın, şu makam ve saltanat içinde nasıl çalışıyor? derler. Kendi kendime, ah! dedim bana iş hususunda cömertlik
gösteriyorsun. Ama ziyana sokuyorsun! Sabah ona yakın gelmişti geri döndü; ama bütün külhancıların bahsettiği sabah değil.
Bütün sırlardan ancak bir Eliften başka bir şey açıklanmadı. Başkaca her ne söyledilerse o Elifin açıklanması konusunda
söylediler. O Elif de hâlâ anlaşılamadı.
Şiir:
Ey düğümler çözme sevdasında olan ölü!
Kavuşma sırasında doğmamış, ayrılıkta ölmüş zavallı
Ey deniz kıyısında susuz uyuyan gafil;
Ey hazinenin başında dilencilikten ölen miskin!
Biliyorum ki fenadır, ama engel olmaya gücüm yetmiyor. Bu nasıl sözdür? Biliyorum ki, bu deniz boğucudur kendimi
içine mi atayım? Yahut bu ateş yakıcıdır, yahut bu yüz arşın derinliğinde bir kuyudur, yahut bu bir yılan yuvasıdır, bu öldürücü
zehirdir, ya da bu tehlikeli çöldür! Bildiğim halde nasıl giderim? Biliyorsan gitme; bilmiyorsan bu nasıl bilgi olur? Buna nasıl
akıl veya bilgi denilebilir? Bu kadar öğütleri, sözleri.hep sana söyledim.
Bunları eğer şehirde bir topluluğa söyleseydim bana yüz binlerce saygı gösterir, (M. 302) büyük bir halk kümesi bana
mürid olurlardı. Bir zümre de birbirinin saçlarını yolarak kavga çıkarırlardı; tatlı canlarını, sevgili mallarını bağışlarlardı. Halbuki
sende hiç bir iz bırakmadı, sanki taş veya ondan daha katı dedikleri gibi, kalbin yumuşamadı. Bir yumuşak huyluluktan
bahsederler ki, o gerçekte yumuşaklık değildir. Ancak o bir eşeklik sayılır. Yoksa öğüt, insanda iz bırakır.
Hazreti Muhammed´le (S.A.) ilgilenmekte, senin huyundan başka bir huy ile yaşamıyorum, kardeşlik ve yoldaşlık
yönünde hareket ediyorum. Çünkü onun üstünde biri daha var; sonu olmayan yüce Allah.
Zaman olur ki, onun yüceliklerini anarım. Bu saygı ve ululama yönündendir, yoksa bir dilek için değildir. "O, Haktır"
sözü Hallacın "Ben Hakkım" sözünden çok daha yüksek bir deyimdir. Eğer dostluğumuzun ayağı havada olduğu o günden beri
bu bilinmiyordu ise, bunun delili senin gevelenmiş sözler söylemendir. Eğer fena söyledinse ben razıyım. Bana fena söylediğini
isbat etmiş olman, benim için hayrın tam kendisidir. Allah´ın sırlarından bir sır olan kullar, Allah için ne söyleyebilirler? Her ne
söyleseler çirkin düşer. Allah konuşmaz fakat kendi kudreti ile bütün varlıkları konuşturur. Camsız varlıkları bile söyletir. Eğer
sırasında konuşursa, sözsüz ve sessiz konuşur, diyen olursa, ben de derim ki; Başka bir Allah gerektir ki onu dile getirsin.
Halbuki ulu Allah, her şeyi dile getiren ve kendisi hiç konuşmayan o yüce kudret sahibidir.
"Allah ahlâkı ile ahlâklanın," yani ilâhi ahlâk ile vasıflanın buyurmuştur. Allah ahlâkı ise hem lütuf, hem de kahir´dir.
Tek bir çeşnisi yoktur. Nasıl ki müminler vasfında, "Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametli," (Fetih sûresi, 29)
buyurulmuştur.
Şeyhin biri Bağdat´ta çileye çekilmişti. Bayram gecesi geldi, çileden bir ses işitti. Başka bir âlemden gelen bu ses,
sana İsa nefesi verdik, dışarı çık, kendini halka göster, diyordu. Şeyh bir zaman düşünceye daldı. Bu sesten maksat ne idi? Bir
imtihan mı? Ne istediğimi sınamak için mi? ikinci defa daha heybetli bir ses çınladı: Vesveseden vazgeç! dedi, dışarı çık, halk
arasına karış ki sana İsa nefesi verdik! Şeyh, biraz murakabeye varmak istedi, maksadın ne olduğunu anlamak için düşünceye
daldı. Fakat üçüncü defa daha sert ve keskin bir ses: Çabuk dışarı çık, durmadan yerinden fırla! diye gürledi. Şeyh dışarı
fırladı. Bayram günü idi. Bağdad´ın kalabalığına karışarak yürümeye başladı. (M. 303) Kuş şeklinde şeker helvası satan bir
tatlıcıya rastladı. Kuş şekeri diye bağırıyordu. Şu helvacıyı bir sınayayım dedi. Ona seslendi. Bunu seyreden halk acaba Şeyh
ne yapacak diye hayretle bakmıyordu. Çünkü Şeyh helvadan uzakta idi. Kuş şeklinde yapılmış olan helvayı tabaktan aldı elinin
içine koydu, ona üfledi. Kuran´da buyurulduğu gibi, "Size çamurdan kuş şeklinde bir mahlûk yaratayım,"(K. 3/43) âyeti
gereğince kuşta bir kımıldanma oldu, derhal eti, derisi ve kanadı belirdi ve uçtu. Halk hep birden toplanmış o kuşlardan birkaç
tanesinin uçtuğunu seyretmişlerdi. Şeyh halkın bu kalabalığından, karşısında secde edenlerin, hayranların gösterdiği saygı ve
sevgiden sıkılmıştı. Kırlara doğru yollandı. Fakat halk peşine takılmıştı, her ne kadar gelmeyin bizim işimiz halvet yaşamaktır
dediyse de, yine arkasından ayrılmadılar. Kırda uzun müddet yürüdü. Yarabbî, diyordu bu ne keramet idi ki, beni hapsetti,
aciz bıraktı? O sırada bir ilham geldi, onlara karşı bir hareket göster ki, geri dönsünler, diye düşündü. Şeyh karnından bir yel
çıkardı, halk birbirine bakıştılar. Hep birden onu inkâr anlamında, başlarını sallayarak uzaklaştılar. Tek bir kişi kalmıştı, o
gitmiyordu. Şeyh ona niçin öteki arkadaşları ile birlikte dönmediğini sormak istedi. Onun niyazındaki parlaklık ve inancındaki
aydınlıktan Şeyhe utanç geldi. Belki Şeyhi bir heybet kapladı. Bütün bu hale rağmen sebebini sordu. Adam şu cevabı verdi:
Ben önce o yel ile gelmedim ki, yine aynı yel ile gideyim. O yel, bu yelden daha iyidir bana göre. Çünkü bu yel ile mübarek
zatınız rahata kavuştu. Halbuki o yelden zahmet ve ıstırap duydunuz.
Ne dostlar vardır ki, bir söz ile dostlarını ıstıraptan kurtarırlar. Dostun mazeretini kötü hayale kapılanlara anlatarak
hem dostlarını rahata kavuştururlar, hem de kendileri rahat ederler, Bir başkası da bir iki lâkırdıyı esirger, dostu sözü ile
boğmak ister. Nihayet bu sözün geçmiyor mu? Bak ki bu söz mü, daha olgun bir sözdür, yoksa öteki mi? Bu mu daha tamam
sözdür? Yoksa öteki mi? Eğer bu söz daha olgun ve daha tamam ise, öbürü bir şey değildir. Bu sözün karşısında yapılacak iş
ancak onu dışarı atmak ve bununla kendini doldurmaktır. (M. 304) Devlet de bundadır. Kendi sözünü hep ileri sürme ki, daha
olgun olan sözleri uzaklaştırmasın! O eksik sözü anmak bu olgun sözün anılmasına engel olur. Bundan yani iyi sözden dem
vur; ondan, kötü sözden dem vurma! Sizin nişanınızı söyleyen ve size ulaştırılan sözlerden bahsetmemen. Ey hoca! Şunu da
söylemiştim ki, O bütün ululuğu ile bizim nüktemizi dinlemekte ve işitmektedir. Size yaraşan şimdi susmaktır, dedim. Olaki
tekrar bir yol bulabilirsiniz. O yol tozlarla doludur, dedi. Başka biri de, o tozdan geçer ama henüz eğri konuşmaktan vaz
geçmemiş; o konuda henüz dem vurmaktan geri kalmamıştır. Dedim ki; şimdi bizim mazeretimiz var. Vaaz etme sırası geldiği
vakit bize haber verin, içimizi temiz tutalım.
Tekrar söze başladı: Alaeddin Honcî falan şeyhden şöyle nakletti ve dedi ki: Bizim Hak yolunu aradığımız sıralarda idi,
bir dervişin hizmetini görüyordum. O söyledikçe ben de dudağımı kımıldatıyordum. Dedim ki, öyle bir vakit olur ki o derviş
yükselir, bilgide, görenekte olgunlaşır. Ama ona sormalıdır ki, ben konuştuğum zaman o konuşmaz mı? O zaman ben mahrum
olurum. Diyelim ki olgunlaşmamış olsun niye susturayım? işitmiştim ki, konuşmak can yıkmak, dinlemek can beslemektir, dedi
ve söze tekrar başladı: Kendi kendime dedim ki, yüz gün içinde iyi hale getirdiğimiz, düzelttiğimiz şeyleri o bir lâhzada alt üst
ediyor, ilâve ettim: Bizim öyle bir yularımız vardır ki, onu çekmeye hiç kimsenin kudret ve cesareti yoktur. Ancak Allah Resulü
olan Hazret! Muhammed çeker. O da hesap ve ölçü ile hareket eder. Dervişlik gururu başıma vurup da sertleştiğim zaman
ipimi asla çekmez. Nasıl ki sofi elbisesini yırttı denildiği vakit, meclisten biri sormuş: Allah kitabında elbise yırtmak var mıdır?
Sofî şu cevabı vermiş: Allah kitabında ayaklara ve boyuna mesh etmek var mıdır? Büyükler hep cebir tarafına giderler, ama
bu ariflerin yolu başka yoldur. Cebir inancası dışında bir hoş nükte vardır. Allah sana kaderiyeci demiştir, sen kendine niçin
cebriyeci diyorsun?
Allah, sana kudret sahibi diyor; sana kaderiyeci diyor. Çünkü emir ve nehy´in gereği, vaadin ve korkutmanın icabı,
Peygamber göndermek, bütün bunlar kaderiyecilik inan casını destekleyen şeylerdir.
(M. 305) Cebir hakkında birkaç âyet vardır ama azdır. O kul yönünden gelir, kul da pek çabuk hak tarafına
gitmektedir.
Şu âyetteki mâna nedir? Allah arş üstüne yükseldi" (Tâhâ süresi 5).
Bir padişahın üç oğlu vardı, çocuklar önemli bir iş için sefere çıkacaklardı. Babaları onlara birkaç gün, belki de üst
üste on kere vasiyette bulundu: Yol üzerinde falan kale vardır. Şöyle bir kaledir. Oraya varınca Allah Allah diyerek geçin, asla
o kaleye girmeyin! Padişah bu öğüdü vermeseydi, oğullarında, belki de o kale tarafına bakmak için hiç bir merak ve heyecan
uyanmayacak, geçip gideceklerdi. Fakat bu ısrarlı tavsiyelerden onlarda gizli bir merak ve heyecan uyandı. Acaba bu kalede
ne var da babamız bizi bu kadar ısrarla oraya girmekten menediyor. "Kişi yasak edilen şeye düşkündür" derler.
Kaleye geldikleri vakit hikâye malûmdur: Bir duvar gördüler üzerinde padişahın kızının resmi vardı. Görür görmez
âşık oldular. Gidip babasından kızı istediler. Padişah emir verdi: Bunları götürün, içi kesik başlarla dolu olan hendeği gösterin.
Büyük şehzade, ben gideyim oradan nişan getireyim diye iddia etti ama aciz kaldı, onu da öldürdüler. Ortanca da böylece
kurban gitti. Sıra küçük kardeşe gelmişti. O da aynı sevdada idi. kızın babası, eğer başkalarından ibret almadınsa, kendi
kardeşlerinin akıbetinden de mi ibret almadın? dedi. Oğlan şu cevabı verdi:
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:48:20
Şiir:
Aşkta sabır yeterli değil,
Sabır feryada yetişmiyor.
Sabırlı olmak hoş bir erginliktir ama
Gönül hiç kimsenin fermanı altına girmiyor.
Şart koştu, kızı istemekte ısrar etti kızın dadısı, oğlanın bu içten sevgisini anlayınca gönlü yumuşadı ona kılavuzluk
ederek altından bir öküz heykeli yaptırmasını, içine girerek saklanmasını söyledi. Bu öküz, hile ile kızın bulunduğu köşke
götürüldü. Geceleri halk uykuya vardıktan sonra yeni sevgililerin aşk ışıkları ile dağılan gece uykuları yerine aşk lezzeti faslı
başlıyordu. Şehzade gece öküz heykelinden dışarı çıkıyor, mumlar yanıyor, şaraplar dolanıyor; kızın kıvırcık saçları (M. 306)
sevgi şarabı ile ıslanıyordu. Gündüz olunca bazı nişanlar görüyorlardı, ama ortada hiç kimse yoktu.
Oğlan bu vuslatın bir nişanı olarak, kızın bir bileziğini aldı. Babasına kızından nişan getirdim diye gösterecekti. Halk
onda hiç bir nişan ve alâmet görmeden de gerçek ve samimî sevgisine vurulmuş, ona içten bağlanmıştı. Aralarında eğer
padişah ona kastedecek olursa, engel olalım, biz de padişaha kastedelim dediler. Çünkü çok sevimli bir gençti. İşi haber alan
şehzade buna lüzum yok, dedi. Ben doğrudan doğruya nişanı gösterirsem, zaten Padişah ölür, siz de ayağından tutar dışarı
atarsınız.
Padişahın yanına girince, nerede nişan? dedi. Şehzade cevap verdi: Getirdim, getirdim ama, sen, vezir ve ben, her
üçümüz halvete çekilelim; sana öyle bir nişan göstereyim ki, aklın başından gitsin. Bunda hiç bir şüphe, zan ve yanlış bir
düşünce kalmasın, sana tamamiyle yakın hasıl olsun.
Halvete çekildiler. Şehzade kızdan aldığı baş örtüsü, yüzük ve başka armağanları ortaya attı ve onlara gösterdi. (Bu
hikâye Mesnevi´nin altıncı cildinde sonu gelmemiş olan Kale ve Üç Şehzade hikâyesinin aslıdır. Mevlâna´nın son günlerinde
mizacına arız olan hastalıklar yüzünden kendi deyimince "Söz devesi bir daha kalkmamak üzere çökmüş, artık hikâye de bu
yüzden eksik kalmıştır. Şems´in kısa bir özetini verdiği hikâye bu suretle tamamlanmıştır. (Ç))
Şiir:
Gam, senin lütfün ile sevinç içinde kalır,
Ömür, senin iltifatınla sonsuzluğu kazanır.
Aşk, her ne kadar zamanın belâsı ise de hoştur.
Bu şarap baş ağnlarıyle doludur, ama yine de hoştur.
Aşk ile uğraşmak çok çetin bir iştir ama,
Senin gibi bir sevgili ile gönül alışverişi pek tatlıdır.
Bir şeyh gördüm etrafına şaşkın ve dalgın bakmıyordu. Beni ve başkalarını hayretle süzüyordu. Başını önüne eğdi,
biraz sonra arka arkaya secde ediyor daha sonra yerlerde yuvarlanıyor, pabucunu başına vuruyordu. Ona dedim ki; Temaşa
ancak Ayı tamam görenlere yaraşır. Ondan bir parçayı görmek gerçi sana hayret verdi ama tamamını görmenin zevki
derecesinde olamaz. Sağ kaldığın müddetçe ecel münadisi gelmeden önce çalış, işitiyor musun bu münadi ne söylüyor?
Minarenin başından şöyle sesleniyor: Birini şehirden dışarı atıyorlar, çabuk dışarı atın, (M. 307) eğer atmazsanız şehir halkı
bütün evlerini bırakıp kaçacaklar.
Musa Peygamber, (Allahnın selâmı üzerine olsun) o yüce mertebesi ile Hızır Peygamberden, onun yoldaşlığından
kendi peygamberlik sıfatını olgunlaştırmak için yardım diliyordu. Tâki bununla başka bir güzellik daha elde etsin. Tövbeler
ediyordu. Gerektir ki, derviş bütün ömrü boyunca bir kerre tövbe etsin ve ettiğine pişman olsun da niçin şu hatalı iş benim
yioluma rastladı diye üzülsün. Gerektirir ki, içimizdeki hesap soran kuvvet dışarı çıksın. Bana perde olacak bir şeyin karşıma
çıkmaması için kendimi nasıl koruyayım? Haydi o kuruntuyu içimden atayım, ama daha fazlası gelir, beni uğraştırır. Kendimi
savunmaya, kendi işimle uğraşmaya imkân bulamam.
Kedi benden eti kaptıktan sonra hep onu yakalamakla uğraşır, o saatte et yemekten vaz geçerim. Ne mutlu Farsça
Kuran ve kutlu konuşan, temiz ilâhi ilham! Bir aralık bir mahalleden geçiyordum bir çalgı sesi işittim. Biri derviş diyordu, öteki
sema diye İsrar ediyordu, iş pek nazik bir duruma girmişti. Saz başlamıştı. Ansızın ağzımdan şu sözler fırladı: Ne gör ne işit. O
anda öyle yaptım, onlardan bir tarafa çekildim. Bu tuhaf bir iştir, başkalarının yanında keramet ve mucizedir.
Önce fakihlerle düşüp kalkmaz, hep dervişlerle otururdum. Din bilgini geçinenler dervişliğe yabancıdırlar derdim. Ama
dervişliğin ne olduğunu anladıktan sonra onların nerelerde oturduğunu gördükten sonra şimdi dervişliğe meylim kalmadı.
Fakihleri bu dervişlerden daha üstün tutuyordum. Çünkü fakihler bir kerre zahmet ve meşakkat çekmişlerdir. Bunlar ise ben
dervişim diye yan çizerler. Nihayet dervişlik nerede?
Bütün ulu Peygamberler, dervişlik aşkı ile yanıp yakılmışlardır. Mtisâ Peygamberde, "Yarabbi beni Muhammed
ümmetinden kıl," diye feryat etmiştir.
Muhammed ümmeti olanlara göre, her kıssanın, fıkra veya hikâyenin bir özü ve nüktesi vardır. Hikâye ve fıkra da bu
nükte için anlatılır; yoksa büyükler can sıkıntılarını gidermek için hikâye yolu ile konuşmuş değildir ki maksatlarını o hikâyede
belirtsinler. Bununla beraber, "Susan selamete erdi" derler. Büyükler yanında da susmak yaraşır.
Beyit: (M. 308)
Genç delikanlının aynada gördüğü şeyleri,
Tecrübeli Pir, pişmiş tuğlada görür.
Birisiyle konuşmanın manası şöyle olmalı: Senin gözünün önünde ve gönlünde sanki bir perde var, ben de onu
kaldırayım düşüncesi ile konuşmalı ve mecliste niyazsın olmalıdır.
Koca karıların âdetlerini benimseyin! Çünkü onlara göre, hepsinden evvel Fahri Razî ve onun gibi yüzlercesi gerektir
ki, kendilerinden bir dilekte bulunan kadınların baş örtülerini düzeltsinler, onlardan öğünerek söz açsınlar. Ama o baş örtüsüne
de yazık olur.
Şeyh Ebu Mansur´un çok yakışıklı bir çocuğu vardı. Bir delikanlının gönlü ona kaymıştı. Şeyhin bu söylentilerden
haberi yoktu. Halbuki Şeyhlerin gönlü yalnız dış duygular yolu ile haber almaz, belki vahiy ve ilham yolu ile de haber alır.
Nasıl ki, "Onun kulağı ve gözü olurum ", ´Allah nuru ile görür””Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (Necim sûresi, 12) anlamındaki
âyetlerde de böyle işaret buyurulmuştur.
Şiir:
Feleğin bütün hallerini bilirler,
Onlar ki gerçeği arayan ve yol gösteren erenlerdir
Fakat güzel huyları dolayısıyla kimsenin perdesini yırtmazlar.
Sanki, zamanenin gidişini onlar yürütüyor.
Allah huyları ile bezenin: "Sevgili Peygamberim! Şüphe yok ki sen en yüce huylarla bezenmişsin!" (Kalem sûresi, 4)
Beyit :
Geçinme sırasında halk ile ol, onlarla hoş geçin!
Allahnın yumuşak huyluluğuna özen çirkin şeyleri at!
Seven delikanlı, aşk ateşi içinde Şeyhin yanına geldi. Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de kabul etti. Onu kendi
yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki: Bu delikanlıda hem büyük bir cevher var, hem de büyük bir
utangaçlık. Ben iki halini de bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete çağırmalarını emretti; delikanlıyı
gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı öldürdü. Hemen dışarı çıkmak istedi, kaçacaktı.
Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle dedi: Falan mürit şöyle bir harakette bulunmuştur, kaçmak istiyor biz onun yolunu
kesmişiz kapıyı bulamaz. (M. 309) O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz, ona deyiniz ki, Şeyh
seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: "Bana her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Ulu Allah bildirdi", (K.66/3)
buyrulmuştur.
Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye cesaret edemediler. Çünkü
Şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı Şeyhin yanına getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri doğru yürüdü, kolundan
tuttu kendi hırkasını sırtından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için zaten şu bir tek perde
kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.
Her insanoğlunda bir benlik vardır, insan sonunun neye varacağını önceden görse idi, hiç benlik davası eder miydi?
Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte Peygamberlerin sultanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed´in
(S.A.) üstünlüğü buradadır. Aşık, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevilen ve istenilen sevgili de benlik
sevdasından vazgeçer.
Şiir:
Her ne derlerse onun içyüzü budur.
ululuk artık ölmüştür. Dirilik de budur.
Arapça şiir:
Fakat kalbim ağladı, ağlamaktan öyle coştu ki,
O da ağladı, ona dedim ki, üstünlük ilk davranandadır.
Eğer şimdi ağlayacağıma, çocukluk ve gençlik çağlarımda ağlasaydım.
Sadi´nin başı için şu pişmanlıktan önce nefsimi şifaya kavuştururdum.
Üstünlük ilk davranandadır, sözündeki ilk davranan ile geç kalanın anlamı şudur: Sevgili için ilk azığı hazırlayıp
saklayan ilk davranan demektir. Geç kalsa bile yine önceden davranmış sayılır. Parmağında yüzüğünü çevirirken Peygambere
şöyle hitap olundu. "Bizim sizi boş yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?" (K. 23/117) Bana, bir yabancı yüz kere de vursa, hiç
bir şey demem, ama o biricik sevgiliden bir kıl ucu yakalayayım o rahmet ve şefkattir. Nasıl ki Hallacı Mansur vak´asında
başkaları gökten buz yağdığından bahsetmişlerdir. Hal ehli olan bir kişiden nakledilen bu hikâye ise daha hoştur. Derler ki:
Hallacı astıkları zaman şeriat ulularının fermanı şöyle idi: Hallaç darağacına çekilince Bağdat halkından her biri ona bir taş
atacaktır. Herkes bir kaç mancınık taşı atmakla beraber (M. 310) dostlarını da bu işe zorladı. Çaresiz herkes buna katıldı.
Arada taş yerine bir gül demeti de atılmıştı. Hallaç derin bir inilti çıkardı feryada geldi. Bu hali seyredenlerden birihayretle
ondan sordu: Niçin o taş yağmurundan hiç bir ses çıkarmadın da bir gül demeti atılınca inledin? Bilmiyor musunuz ki,
dedi,sevgilinin cefası çok çetindir.
Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu. Her kimi işitse koşardı ama hiç bir kapı açılmıyordu. Bir gün
başını bir tuğla üstüne koyarak uyudu. Aradığını düşünde görmüştü. Uyanınca hemen tuğlayı öpmeğe başladı; koltuğuna
kıstırarak her nereye gitse asla yanından ayırmaz,o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez, baş sağlığına, düğüne
hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi. Hastalıkta bile dışarı çıkarken tuğlasız durmazdı. Biri gelse de kendisini övmek
istese derdi ki: Bunu önce benim şu tuğlama, şu cevherime söyle! Yanına bir ziyaretçi gelse de el sıkmak istese, önce elini şu
tuğlaya sür,derdi. Bu nedir? diyenlere, bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde bulunmaz; otuz sene idi
ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine koyunca onu tekrar elde ettim, derdi.
Şiir:
Ey sevgili! Ey can! Gönlüm buna nasıl inanır ki,
Sana kavuşmayı asla ummazdım!
Gamdan uzaktım, felek bu halimi beğenmedi, halbuki,
Bana seninle geçmeyen zaman daha hoştu.
Ne kadar uzak, ne kadar uzak! Sana sonsuz ömür mü versinler? Ben görüyorum ki ölüm yabancılıkla dolu birâj
lemdir.Bütündostlarıma sonsuz ömürler diliyorum: Ondan başka dua etmiyorum. Hele sana ki, bizim hem dışımızı hem içimizi
besledin, yetiştirdin; senden bize binlerce faydalar ulaştı. Ama benim bu haberimden hayret ettinse ben hakkın sıfatıyım,
benim sıfatım da onun sıfatı demektir. (M, 311) Benim bilgim onun bilgisi ve onun sıfatıdır. Derler ki; Allahnın yumuşak
huyluluğu ve sabrı vardır. Her sabrı yüz yıl, bin yıl sürer.
R ü b a î:
Ey ay parçası, doğdun ve parladın,
Kendi feleğinin çevresinde salınarak gezdin!
Bilirsin ki, can ile beraberdin,
Ansızın battın ve görünmez oldun.
Arapça beyit:
Veki´a beni korumamasından şikâyet ettim,
O da günahları terk edeyim diye beni uyardı.
Herkesin kendine göre bir günahı vardır. Birinin günahı sarhoşluk, yaramazlıktır, onun haline uygun düşer. Ötekinin
günahı da Allah’dan uzak kalmaktır. Bir öfke vardır ki, zaman zaman ayaklanır, bazan da gizlenir. Onun işi gizli kalmaktır. Ama
canlı olan bir mahlûk suç işlemekten nasıl kendini korur? Çünkü burası onun yeri olduğunu bilmektedir.
Mısra:
Nihayet kedi delik başlarından ayrılmaz.
Bir ge´nç Kuran öğrenmek istiyordu. Çok zahmet çekmiş, Kuran´ı ezberlemişti. Ama hâlâ arzusu vardı. En iyi
Kuran okuyan öğretmen kimdir? Diye soruyor ve Allahya yalvararak Kuranuzmanı veAllah adamı has kullardan bir öğretmenle
tanıştırmasını diliyordu. Ansızın Bağdat´ta bir öğretmen haber aldı ve derhal yanına gitti. Ezberindeki her âyeti ona tekrar
ediyor o da şöyle oku böyle oku diye düzeltiyordu. Kuran öğrencisi baktı ki ömrünü boşuna harcamış, işe yeniden başlamak
gerekli. Ne olursa olsun dedi, öğrenci, öğretmene karşı şu şartı ileri sürdü: benim babamın adeti her sahife için bir altın
vermektir. Öğretmen, peki, dedi. Genç öğrenciye Kuran´ın sırlarını öğretiyor, o da, altınları gönül hoşluğu ile veriyordu. Ama
bir gün geldi ki verecek altını kalmadı. Baba üzülüyordu. O sırada bir ihtiyara rasladı, üzüntüsünün sebebini sordu, ahvali
anlatınca ihtiyar güldü. Onu evine götürdü, misafir etti. Baba (M. 312) canının sıkıntısından yemek yemiyordu. ihtiyar sizin o
öğretmeniniz benim oğlumdur.dedi, senin verdiğin altınlar da şu halının altındadır. Oğlumun altına ihtiyacı yoktur. Hazret!
Peygamber, "Kuran´ı güzel ses ve ahenk ile okumayan bizden değildir," buyurmuştur. Bizim altınımız Kuran´dır, mülkümüz,
kuvvetimiz ve varlığımız Kuran´dır. Biz Kuran´ı böyle öğrenmedik ki ondan başka bir şeye muhtaç olalım. Bu ancak seni
sınamak içindir, işte bak bütün paraların buradadır al dedi ve oradan ayrıldı. Eğer o hatırayı kendinden uzaklaştırmamış
olsaydın öğüde muhtaç olmazdın ve zahirde senden köprü geçmez bir merkep sıpası istememize bile lüzum kalmazdı. Onu
sürersin, gölgeden kaçar, köprü üzerinde ayakları titrer, dünyayı canına bağlar, gerektir ki biraz yük taşısın. Onu burada
sınayın. Eğer köprü geçerse ne iyi, yoksa hemen geri göndermeli. Çünkü o bir aralık seni yol ortasına kadar götürür, ama
arkadaşları köprüyü geçtikleri halde o geçmez. Geri dönmeye imkân yok, ileri gitmeye imkân yok. işte onu burada tecrübe et
kf, anlayasın. Nasıl ki Kuran´da "Her şeyi bilici olan Allah onların imanlarını sınar," (K.60/10) buyrulmuştur.
Şeyh ayva yer; vah şeyhim, vah müridim! dersin ama o senin müridin değil sen onun müridi oldun. O sana Yasin
okuyor. Sen ona ne yapayım diyorsun! O teslim damarı kayboldu ama altın damarı yerinde duruyor. Sen kayboluyorsun, altın
damarına kayıp diyorsun. Toprak vardır ki, içinden altın çıkarırlar ama o yetim incinin ocağı, madeni belli değildir. Kuvvetli
ihtimale göre su içindedir.
Bezirganın biri bütün malını harcadı elli defa memleketinden dışarıya sefer yaptı. Öteki bezirganlar da onun parası ile
etrafı dolaşır, ticaret ederlerdi. Ancak başkalarının parası ile ticaret edenlere falanın sofrası seferdedir, derler. Bunlar
paralarını dalgıçlara yedirirler, bir yetim inci çıkarmak umudu ile durmadan para harcarlar, dalgıçlar da batıp çıkmaktan aciz
kalırlar, sedefleri dışarı çıkarırlar, ancak içinden bir şey çıkaramazlar.
Beyit: (M. 313)
Bana senin akik gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var?
Bana senin cemalin lâzım, kamerin ne yeri var?
Dalgıç nihayet işin sonuna bakar, hiç olmazsa ayağımda bir pabuç kaldı, der. Hele bir kere daha dal, olaki o
yüzbinlerce para değerinde olan sedefi yakalayabilirsin.
Hazineden anlayamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır. Hatıra gelen bir
şeyi yapmamak veya geciktirmek nedir? Gecikme, ancak eşeğin köprüden geçmediği zaman olur. O zaman onu kovarsın!
Derler ki: Ayakyolunda Allah adını söylemek gerekmez: yavaş da olsa Kuran okumak yaraşmaz. Ama bugün
kendimden ayıramadığım içimdeki pislikleri ne yapayım? Şah bu attan aşağı inmek istemiyor, askerini toplamış, şeytan onu
önüne katmış, yardımcı gibi kullanıyor. Şah ise, o muhakkak Allahdır diyor. Çünkü şeytan, Allah kılığında da görünür ki,
kendisini kabul etsinler.
O adama dedim ki, şeytan nasıl Allah kılığına girebilir. Onun kitabından yüz Bayezid´in künyesi okunur. Yenini aşağı
sarkıtsa yüz Ebusaid (Ebülhayır) dökülür. Onda hem ruhani, hem de cismanî kudretler vardır. Şehvet nereden geliyor? Ancak
bir kimsenin yüzünü kapıyan şu zümrenin zihnini bulandırır ve der ki: Kendini göster de hatırından şu düşünceler çıksın. Şimdi
bunların hizmetini ancak anasından ve babasından görmüş olanlar yerine getirebilirler.
Beyit:
Ana ve baba, evlâtlarını incitmezler ama
Akıl ve ruh velilerdedir.
Şiir:
Ey sabah rüzgârı, elinden gelirse bir gececik onun yurdundan geç!
Gönlün isterse, benden onun tarafına bir selâm götür.
Gönlümü orada görürsen, de ki, vuslat sana haram olsun!
Ben böylece senden uzakta, sen ise hep onunla diz dizesin.
Eğer oraya yetişebilirsen aheste git, yavaş yürü!
Tâ ki, zülüflerinin kıvrımları dağılıp da birbirine karışmasın!
Rubai: (M. 314)
Yel esti, gül yapraklan mey tiryakilerinin başlarına saçıldı.
Yâr geldi meyler dostların kadehlerine boşandı.
O sümbül (saçlarla) gül (yanaklar) atlarların neşesini kaçırdı.
O mest nergis (mavi gözler) ayıkların kanını döktü.
Rubai:
Aşk, bizim ölçümüze göre başımızda değil
işin garibi bizim yükümüz bineğimizin yükünden
daha ağır Dilberlerimizin cemali, güzelliği söz konusu
olunca, Biz ona lâyık değiliz, o da bizim dengimiz değil.
R ü baî:
Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalırda su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm.
R ü b a î :
Bundan daha perişan gönül hali olur mu?
Yahut bundan daha başsız, sonsuz bir olay var mı?
Alemde hangi mihnete uğramış zavallı var ki,
Bundan daha başı dönmüş, bundan daha şaşkın olsun.
Beyit:
Ey cihanın canı, ölmek ne hoştur,
Hele kılıç senden, gerdan da benden olursa!
Alemin güzelliklerine değer biçmişler her biri için şu kadar değer vermişler.
Ey sevgili can, acaba bu hoşa gitmeyen çirkinin değeri nedir?
Şiir:
Diyorsun ki, benim mahmurluğumdan yüzlerce küp parçalanır,
Acaba bir koku almadın mı ki, bu derece sarhoş oldun?
Rubai: (M. 315)
Ey gönül git sonunu düşünenlerden ol!
Yabancılık âleminde yakinlerden ol!
Sabah rüzgârına binip dolaşmak istersen,
Dervişlerin bineklerine ayak toprağı ol!
"Göklerim ve yer yüzü beni kapsayamadı. Ama ben bir imanlı kulumun Gönlüne sığdım", anlamındaki kutsal hadis
malumdur.
Bir aralık falan kimse açıkça küfür söylüyor, halkı yoldan çıkarıyor, dediler. Bir kaç kerre bu isnadı tekrarladılar. Halife
işe ehemmiyet vermedi. Bu sefer de adam bir alay ayaktakımı ile dost olmuş, bunları doğru yoldan saptırmış dediler. Bu senin
hakkında uğursuzluk getirir, senin çağında açıkça küfür söylensin. Muhammed dini harap olsun, bu olur mu? diye Halifeye
tekrar ısrarda bulundular. Halife, adamı sarayına çağırdı, yüz yüze gelince, bunu Dicle´ye atın dedi. Ayağına bir desti
bağladılar. Götürürlerken Halifeye sordu: Benim hakkımda bu cezayı neden reva gördün? Halife halkın maslahatı icabı
(Müslümanların selâmeti için) seni suya attıracağım, dedi. Adam o, halde benim maslahatım için benim selâmetim namına
halkı suya at, dedi. Senin yanında benim o kadar itibarım yok mu? Bu sözden halifenin içine bir korku düştü, adama acıdı.
Dedi ki: Bundan sonra, benim yanımda o ne derse öyle yapacağım. "Allah arş üzerine hakim olmuştur" anlamındaki âyeti şerh
eden gerektir ki, "Nefsini bilen, Rabbini de bilir," nüktesini de anlatsın. Bu sözde gizli bir hazine vardır. Açıklansın da hiç
anlaşılmayan bir tarafı kalmasın. Çünkü nefsi ile alışverişi olan kimse ne kendini ne de başkalarını düzeltebilir "EY RESULÜM!
Sözü istersen açık konuş o gizli ve kapalı her şeyi bilir" buyurulmuş. (Tâhâ süresi, 6) Nefsin yeri ancak ayak altıdır.
Muhammed´de (S.A.) Ahad´i (tek Allahyı) bulabilirsin ama Ahad´de Muhammed´i bulamazsın! Sofi evden dışarı çıkar,
hırkasınınyenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe çevirerek: Ey ekmek der eğer başka bir şey bulabilirsem
elimden kurtulursun, yoksa zaten elimdesin!
Onlar hep Ahad´e uyanlardır, biz de Muhammed´e (S. A) uymuşuz. İsterse Kabe´nin damına götürsünler, hayır deriz.
Muhammed´e uymak daha doğrudur. Bu, Kâbenin damında namaz kılmaktan daha üstündür.
Ynt: Makalâtı şemsi tebrizî By: armi Date: 28 Ocak 2010, 13:50:00
Gizli benlik duyguları onları bağlamıştır. Bir şeyhe dedim ki: Allah seni (M. 316) cehenneme atsın! Keşke, dedi: o
zaman, bendeki nurun Cehennem ateşi ile ne hale geldiğini, Cehennemin de benim nurumla nasıl karardığını görmüş olurdum.
Bahsi geçen Şehzadeler hikâyesinde de böyle oldu. Öküz heykelini gördüler, ama içindeki Şehzadeyi göremediler.
Yoksa kimbilir onu nasıl öldürürlerdi.
(Mahkemede) hasım tarafın suçunu açıkça söylemesi seksen tanık dinlemekten daha iyidir. "De ki, hangi şey en
büyük şahadettir; de ki Allah görücüdür," (K. 6/19) sözlerindeki hikmete bakalım:
Kuran tefsiri yapıyoruz. Derler ki: Hiç bir Müslüman, (tanımadığı kimseye) bu zındıktır der mi? Kendi mektuplarını
okumazlar da falan kâfir oldu derler. Evet kâfir idi, mümin oldu.
Zeyneddin Sadaka dedi ki: Başlarımızı eğelim, huzura murakabeye varalım. Bir parmak mesafe için yoldan kadın.
Bundan ötesi ıssız çöllerdir. Bir parmaklık yoldan, Aksaray´dan Konya´ya geliyorsun. O bir parmaklık yoldan geri kaldın!-Üst
tarafı yokluk çölüdür. Ancak yolu ara, sor yol bu mudur? diye araştır. Dikkat et ki, o şaşırtıcı uğrular birer hırsız olmasınlar.
Sen nazar ehli ol, doğruyu eğriden ayır! Çünkü yol arada bir takım dallara ayrılır. Biri bu yoldan gelir öteki o yoldan gider, sen
doğru yol tarafını koru. Konya´ya eriştikten sonra başkaca düşünceye lüzum yoktur. Orada adil bir Sultan vardır, kimse
kimseye zulmetmez. Kutsal hadiste "Lâilahe illallah inancı benim kalemdir. Her kim benim kaleme sığınırsa selâmette olur,"
buyurulmadı mı? Her kim bu tevhid kalesine bu Lâilaha illallah hisarına girerse, bir şey söylemez. Ama her kim ancak bu
kalenin adını söyler de geçerse, o bir şeyler anlatmak ister. Kalenin adını söylemek çok kolaydır. Benim dilimle ben kaleye
girdim veya Şam´a gittim dersen, bir anda semaları ve yerleri dolaşırsın; Arşa, Kürsiye yükselirsin.
Hazreti Muhammed (S.A.) "Tam içten ve gönülden Lâilaha illallah diyen mümin Cennete girer," buyuruyor. Şimdi sen
otur da söyle:
O, birdir diyorsun. Sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen bir ol! Yoksa onun birliğinden sana ne? Sen yüz bin
zerresin ki, her zerrende bir heves, her zerrende) bir hayâl taşıyorsun. Niyetiyle gönülden, aklı ile tam içten bağlılık gösteren
cennete girer. Bunu yapabildi ise Cennete girer, yolundaki vaade hacet yoktur. Bunu yapabildi ise Cennetin tam kendisidir. O.
Bunu kimin yanında söyledi? derlerse gerektir ki biraz kerem etsinler. Halk (M. 317) daha isdidatlı olsun. Bununla
beraber vaizin öğütlerini o kadar çok tekrarlama ki halka soğukluk gelmesin, işleri ya açık sözlerle konuşursun, yahut yedi
renkli hırka ile! Tahkik ehli kişilere feryad yaraşır, bunu bilmek lâzımdır. Yedi renge boyanmış, secdeye kapanmış insanlar
görüyorsun. Ey şeyh sana renkten sıyrıl, vaz geç dediler! önce tekkede de anlayışlı olmuyorlar.
Şimdi dışarı çıkayım, bırakmazlar. Bir kerre dergâhın, tekken var ama o doğanın şahı, ya kafestedir yahut kafesten
kaçmıştır. Kafes demirden olmalı ki kuş uçtuğu ´zaman huy huy etmeyesin. Burada huy huyun ne yeri var? yani kuş uçtuktan
sonra gel gel demek neye yarar?
Bir zümre vardır ki, buyurun herkes başını dizleri arasına koysun, bir zaman murakabeye varsın, derler. Bundan bir
müddet sonra biri başını kaldırır, Arşın, Kürsi´nin yüceliklerini-seyrettim, der. Başka biri benim nazarım Arşı de Kürsiyi de
geçti, fezadan sonsuz boşluklara daldım, der. Başka biri de ben yer öküzünün sırtını, denizde balığı seyrediyorum. Hatta bu
öküzü, balığı koruyan melekleri görüyorum der. Ben her görüşümde kendi arıklığımdan, zavallılığımdan başka bir şey
göremiyorum. Ben, iki ayağından asılmış bir kuş gibiyim. Evet asılmışım, asılmışım ama sevgilinin tuzağında asılıyım. Artık
kime hoşgeldin diyeyim? Ben zaten bunu istiyordum. Ben iğ istemiyorum, iki türlü maden istiyorum! Altın ve gümüş madeni,
belki de madenden de mekândan da kurtulma yolunu arıyorum ki, ondan başkası benim işime yaramaz. Nasıl ki başkalarına
yoksulluk yaraşmaz, onlara varlık yaraşır. Ancak insanı hakka götüren de yoksulluktur. Haktan başkasından kaçıran yine
yoksulluktur. Yani bir yoksulluk da vardır ki, insanı Haktan kaçırır, halka götürür.
B ey i t :
Gülden değil dikenden hoşlananlara
Mimber yaraşmaz darağacı yaraşır.
Şiir:
Ey sevgili bak bir kere candan pek az bir şey kaldı
Bugün biraz daha derdimi çek!
Ancak bir şafak vakti kaldı
Güzel yanağının renginden gül fidanı gibi boyundan,sanki (M. 318)
Gül ter içinde kaldı, ay da sıkıntı içinde...
Artık altınım gümüşüm kalmadı, bizden ne götürebilirsin?
Aşkımdan hatıra ancak kapında bir altın tabak kaldı.
Gönlümü dava ettin ama, yolunda canımı da feda ettim.
Bundan daha büyük söz olur mu?
Üzerimizde bir hakkın kaldı.
Şu bir kaç gün de bari bizim zahmetimizi çek!
Çünkü ömrümüzün defterinden tek bir yaprak kaldı!
Şehrimizde hatırı sayılır bir zahid vardı. Bir gün kırlara doğru yollandı. Ansızın bir köye geldi. Zahid ve müridleri çok
yorulmuş ve acıkmışlardı. Köylüler, çabucak evlerine koştular, kuzular çevirdiler, kebaplar hazırladılar, bir çok ağırlamalar
oldu? Köyün hocası koştu. Zahidin önüne ekmek ve yoğurt getirdi. Çok aç oldukları için iştiha ile tatlı tatlı yediler. Geçe
yarısından sonra gelen köylüler de kebapları yaptılar, sofraları döşediler. Fakat Zahid ne yapayım dedi artık iştaham kalmadı.
Köpeklere verin, yiyebildiğinizi yiyin, yiyemediklerinizi de köpeklere dökün. Bırakalım yesinler bunu, yarına bırakmak olmaz
deyince köylüler Şeyhin meclisinden ayak çektiler. Bu adam bizi daha ne zamana kadar aldatacak diyerek, kâh nazlanarak,
kah inkâr yoluna saparak ondan baş çevirdiler. Şeyh onlarda bir bozukluk görürse bunu kendi tarafına çeker. Çünkü şeyhin
rahmet ve şefkati, sonsuz rahmete bitişiktir. Eğer şeyhin onlara karşı meyli kalmazsa bu sefer onlar Şeyhe itibar etmeye
başlarlar; o da iş böyledir, der gider. O, kaba tabi atlı değildir ki, herhangi bir sebeple öne geçsin. Belki ancak Hakkın işareti
ile ileri atılır. Mutluluk o kimsededir ki, bir sebeple ve maksatla bir Şeyhe bağlanmıştır. Çünkü birzaman olurki, ansızın o
bağlantı artık bir karşılık beklemeden olur. (M. 319) O zaman kendilerinden de sebepten de vaz geçer ve şöyle söyler.
Rubai:
Biz hiç bir hesaba sığmayız.
İşimiz çok, ama ney gibi içimiz boştur
İyi bakar ve kendimize gelirsek,
O zaman anlaşılır ki biz, hem bizden eksik, hem de biziz.
Ahmağın biri daima karları toplar, getirir su içinde saklardı. Eğer kalırsa, ondan şu ciheti soracaktı: sen niçin bize
benzemiyorsun? Her ikimiz de aynı asıldanız yani sen cisimsin, ben ruhum, yahut ben cisim sen de ruhsun demedin! Başka
biri bunu ben söyliyeyim, dedi. Allah, Peygamberine niçin "De ki, ben tek ve eşsiz Allahyım" demedi de, şu hitabta bulundu:
"Ey resulüm söyle ki, O yani görünmeyen Allah, eşsiz ve tek olan Allahtır." (ihlâs suresi, 1) Çünkü dedi ama, bu çünkü
kelimesi peltek idi; Samed, içi boş karınsız demektir. Karnı boş olan, olmayana delâlet eder ki, o da, Samed ulu Allahdır. Bu
onun eşidir, o da bunun eşidir. Nasıl ki, kendisi sayıdan olmayan Ahad´de bu sayıların delilidir. Yani sayısızlık da sayının
delilidir.. Şimdi tekrar, "Nefsini bilen rabbini de bilir," sözüne gelelim. Nefiste şüphe vardır, buna batmıştır
Kocakarıların âdetini koruyun! Yani ey sen, her şey sen! der. Madem ki her şey diyor kocakarı da bu herşey
kavramına girer. Şu halde bu sözü söylemek "Ben Hakkım" demekten daha iyidir. Hakka ermiş olsan da, Hakkın hakikatina, iç
yüzüne eremezsin, eğer hakkın hakikatinden haberin olsaydı "Ben Hakkım" demezdin. Yani mürşidimiz ve elimizden tutan
kılavuzumuz diyor ki: Kocakarıların âdetini koruyun sözünü bir kocakarıdan öğren. Başka bir delil de Allanın varlığı hakkında
onların sadece "Allah vardır," demeleridir, iyi bir öğütçülük ediyorsun ama ötekinin elinde de uzun bir ney var, iş o tarafta.
Menekşe filizlenmedikçe kokusu dışarı çıkmaz, ama yine menekşenin işini görürler. Menekşeler öldükten sonra ırmak
kenarında şarap içmenin ne tadı olur!
Beyit: (M. 320)
Senin güzelliğin belâ tuzağında bizi avlayan bir danedir.
O öyle bir mumdur ki, hep bizim pervanemizi yakar.
Ey sevgili senin zülfünün zencirini şundan dolayı seviyorum ki
O bizim divane gönlümüzün ayağına yaraşır.
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Şeyhin biri dedi ki: Yüz tane has müridim var ki açlıktan ölsem hiç biri bana bir ekmek vermez. Halbuki bizimkiler
böyle değil tamamıyla aksinedir. Şeyhe dedim ki: Yüz müridim var diyorsun,keşke bir tek müridin olaydı ve ilâve ettim:
Onunla da kaynaş, beraber ol!
Kadı Bahaeddin´e geldiler, dediler ki: Falan derviş senin arkandan hakaret etti, o miskindir dedi. Kadı öfkelendi.
Naiblerinden biri, hele bir gideyim,´ göreyim o dervişi, dedi. Doğruca yanıma geldi ve sordu: Kadı Efendimizi niçin yermişsin?
Bunu nasıl düşündün? Ne söylemişim ki? dedim. O miskindir, demişsin!.. Nihayet o miskinlerin işi ile uğraşır. Hazreti Mustafa
(S.A.) bütün yüceliği ile Allahya şöyle yalvarırdı: Ey Allahm beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve beni miskinler
topluluğunda hasret, dedim.
Bir gün bazı Sahabe (Peygamberimizin dostları) Hazreti Muhammed´in (S.A.) yanına geldiler. Burada bir kişi var ki,
dediler, ne kâfirlerle uyuşur, ne Müslümanlarla kaynaşır. Namaz kıldığını görüyoruz. Oyunla ve gereksiz işlerle uğraştığını da
görmüyoruz . Onda divânelerin sıfatını da göremiyoruz, Akıllıların kısmetlerini arama yolundaki çabaları da!..
Başka bir toplulukta yine onu anlatmaya başladı. Efendimizin içine bir acıma duygusu geldi. Buyurdu ki: Şimdi onu
görün, selâmımı söyleyin ve deyin ki: Efendimiz senin yüzünü görmeyi çok arzulamaktadır. Onu buraya çağırmayın, fazlaca
incitmemeye çalışın! Adamın yanına geldiler, önce selâm vermeye cesaret edemediler. Bir saat sonra onlara cesaret geldi.
Kendisine iltifat göstererek Hazreti Peygamber´in (S.A.) selâmını söylediler. Onun sevgisini, kendisini görmek hususundaki
derin arzusunu açıkladılar. O hep susuyordu. Hazreti Peygamberin (S.A) kendisine zahmet vermemeleri hususundaki
emirlerine uyarak fazla bir şey konuşmadılar. Bir saat sonra da adamın Hazreti Peygamberi (S.A.) ziyarete geldiğini gördüler.
Bir aralık mecliste sessizce oturdu. O susuyor, Hazreti Peygamber (S.A.) de susuyordu. Hazreti Peygamber (S.A.) yerinden
kalktı. (M. 321) Adama hem gelişinde hem de gidişinde gönül alçaklığı gösterdi. Ona "Senin üzerine bir ışık saçıldı, bu sana,
büyük bir saçıdır," buyurdu.
Bizim medresemiz budur. Bu etten yapılmış dört duvarın müderrisi büyüktür. Kim olduğunu söyleyemem. Onun
mabedi de gönüldür. Nasıl ki bazı Allah erleri "Kalbim bana Rabbimden haber verdi" demişlerdir.
Bayezid-i Bistami (Allahnın rahmeti üzerine olsun) daima hacca gidiyordu. Vardığı bu şehirde önce oradaki şeyhleri
ziyaret etmeyi sonra da başka işlerle uğraşmayı âdet edinmişti. Basra´da bir dervişin yanına uğradı. Derviş ona sordu: Ya
Ebayezid? nereye gidiyorsun? Bayezid cevap verdi: Mekke´ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Yanında ne kadar yol harçlığı
var? İki yüz dirhem. Öyle ise kalk yedi defa benim çevremde dolan. O paraları bana ver! Bayezid yerinden fırladı para çıkısını
kuşağından çözdü öperek Şeyhin önüne bıraktı, Şeyh tekrar söze başladı. Yine sordu: Ey Bayezid! Nereye gidiyorsun?
Gideceğin yer Allahnın evidir ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin hem de bu evin sahibidir. O evi
yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev yapıldıktan sonra hiç bir zaman buradan ayrılmamıştır.
Tövbe eden ve hacca gitmeye karar veren bir adam, ailesine de dua etti. Halbuki onun tövbesi daima incittiği
karısının Allah´ya yalvarışının hayırlı bir sonucu olmuştu. Çünkü kadıncağız erken bir seher vaktinde öyle birah çekti ki. nerede
ise evin tavanını tutuşturacaktı. O gece kocası bir düş görüyordu, hemen yerinden fırladı, ağlamaya başladı, günahlarına
tövbe etti. Karısına, artık ben aile hayatından vaz geçtim, yüzümü hac yoluna çevireyim, hacca gideyim diye düşünüyorum
ama seni böyle ayaı bağlı bırakmak da elimden gelmiyor, dedi. Kadın şu cevabı verdi: Yabancılık günlerimizde birlikte
yaşıyorduk. Şimdi tam birbirimizi tanıyıp anlaştıktan sonra ayrılığın ne yeri var? Ben de hacca giderim. (M. 322) Çölde erkeğin
ayağına bir Muğaylan dikeni saplandı, yaralandı kafile gitmişti. O umutsuzluk içinde uzaktan bir yolcunun geldiğini gördü. Şu
gelen Hızir´ın hürmetine Yarabbi beni kurtar! diye yalvardı. Karşıdan gelen yolcu ayağına yapışarak onu kervan kafilesine
ulaştırdı. Adam bu kurtarıcıya sordu: Eşsiz Allah hakkı için söyle sen kimsin ki,bütün bu işler senin erdemli davranışının
eseridir. O ses çıkarmadı ve kızardı, sonra şöyle dedi: Bunu neden merak ediyorsun? Nihayet belâdan kurtuldun dileğine
kavuştun! Hac yolcusu: Allah hakkı için dedi, kim olduğunu söylemezsen yakanı bırakmam! Kurtarıcı cevap verdi: Bana İblis
derler. Çocukların kitaplarında.sana lanet olsun,diye beddua ettikleri iblis.
İste İblise inanç besleyen, ona güvenle bakan kimse muradına erdi. Allah elçisine imansızlıkla bakanlar da bu halin
aksine olarak Ebucehil gibi düşkünlük ve perişanlık içinde yollarını sapıttılar.
Allahnın sekiz yönlü gözü vardır ki, hiç kimse, "Ondan gizlenmeye" güç yetiremez.
Çocuklar birbirlerine Çüneyd-i Bağdadî´yi göstererek, işte bütün gece Allah yolunda uyanık duran adam, diyorlardı.
Çüneyd bunu işitince, olmaya ki onların zannını yanlış çıkaralım, dedi. Daha önce her gün gece yarısına kadar uyumazken, o
geceden sonra sabaha kadar uyanık kalmayı adet edindi. Bugün olaki, imanlı kişilerin inançları, bereketi, o kimsede tesirini
gösterir.Allah erleri kendilerini gizlemek yolunu araştırırlar, Allah ise bin türlü yoldan kendini açıklamak ister.
Uyanıklık önce Çüneyd´in canı gibi idi. Sonradan dediler ki, sen çok zayıfsın, geceleri rahatça uyumaya bak!
Önce daima çalışmak gerektir. Bir mürid geldi, Şeyhe dedi ki: Rindler gibi geldik. Şeyh şu cevabı verdi: Allah dilerse
sizi ve bizi rindlik makamına eriştirir. Ey Hoca! onların içinde bir şey olmadığı için böyle rahatça konuşurlar. Bahtiyar odur ki,
gözünü, gönlünü birlikte bağışlar. Yazıklar olsun onlara ki, gözlerini verir, gönüllerini vermezler. Sıkıntı ve kalabalık çoğalınca
gönül penceresi açılır. Kasıtsız olarak biri kapıyı çalar, .kapı açılır. Şimdi (M. 323) bak ki, ilerisi yokuş olmasın! İstesen de,
istemesen de pencere açılınca her geçeni görürsün. Ama kapalı olunca geçenlerin seslerini işitirsin bir zevk duyarsın. Ama
nereye Nereye gidiyorlar? Şairin dediği gibi:
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Bu tozlar kaç defa çekildi, yatıştı. Gördük ki altımızdaki Arap atıdır.
Bu dünya evi, insan bedeninin bir örneğidir. İnsan bedeni de başka birâlemin örneğidir.
Kel, kele demiş ki: Bana derman bul! Öteki kel de şu cevabı vermiş: Eğer bende derman olsaydı kendi başıma
sürerdim.
Ey Allahm, şöyle yap yahut şöyle yapma derler. Halbuki şöyle demek gerektir: Ey Ulu Padişah! O testiyi al, şuraya
koy. Padişahlar için "Hayır, olmaz" demek kutlu düşer. Çünkü o şunu yap, bunu yapma diye emreder.
Hazreti Peygamber (S.A.) benim elimde ne var? ben ancak Allah´elçisiyim buyurdu. Allah da ona: "Sen sevdiklerini
doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete kavuşturur." (K. 28/56) dedi. Yanıltma mı yapıyor? Herkese
"Göreceksin," deniliyor. Bunu herkese söylemek nasıl doğru düşer? Anadan doğma köre "Göreceksin," demek doğru olmaz.
Ancak yeter ki kendisinde varlığından biraz bir şey kalmış olsun. Üst tarafı hep ruh olmuştur. Yani kalk, bu gün şu varlık
tozundan silkin! Sen kancık huyluları tam olarak bilmiyorsun, erkekleri de tanımıyorsun! Firavunun sihirbazları gibi sana
erkeklik kudreti bağışlanmıştır. Kancıklık senden uzaklaşmıştır. Madem ki erkeği tanıyorsun, (Bilki) böyle hatalı gören herkes
erkekliğe lâyık değildir. Arıyı görmez misin, dilediği yere konar, oturur. Kasap kaç kere onu ete konmaktan vaz geçirmek
istedi ise de aldırmadı. Üçüncü defasında kafasına bir nacak darbesi indirdi, başını bedeninden ayırdı, arı yere yuvarlandı
çırpınmaya başladı. Kasap, ben sana demedim mi, her yere konma, diye homurdandı. O bal arısı insanla beraber Allahnın "Her
türlü meyveden yeyin!" (Nahil sûresi, 71) hitabını işitmiştir. Şüphe yok ki her ne yerse yüce Allahnın, "Onda insanlar için
şifalar vardır." (Aynı âyet) buyurduğu bal meydana gelir...nasıl ki yine Ulu Allah, kutsal hadisinde "Göklerim ve yerlerim beni
kapsayamadı ama ben bir mümin kulumun gönlüne sığdım," buyurmuştur. Burada Allahnın kalp, gönül dediği nihayet bir et
parçasıdır, diyen gafil kişi, kâfirden daha sapkın, Isa Peygambere Allahnın oğlu diyen Nasranî´den Hıristiyan´dan daha beterdir.
(M. 324) Yemekten korktuğun, yapmaktan çekindiğin şeyleri yeme ve yapma! Ademoğlunun kara yüzlülüğü yüzünden, sözden
ibaret olan ben de harflerle birleştiğim için kara yüzlü oldum.
Bugün beni daha ne zamana kadar yüzü kara bırakacaksın? Mayası olan herkesin mayasını Allah elçisi geliştirir, yola
getirir; ama maya olmayınca neyi yola getirsin?
Gördüm ki, ev ve bütün şehir halkı onun çevresinde dolanıyorlar, çarh vuruyorlar. Kerametleri arasında bir nur
gördüm ki hiç bir dille tasvir ve tavsif edilemez. Yukarı baktım, evin tavanını göremedim-, bana o sırada babam ah ey oğul!
dedi ve gözlerinden iki ırmak gibi kanlı yaşlar boşandı. O hal içinde başka bir şey de söylemek istedi, ama ağzı kilitlendi.
Dudakları uçukladı, oradan gitti. Onun aş evinde çuvallarla tuz sarfolunurdu.Artık üst tarafını hesap´ ,et. Ama bu saltanata
rağmen zenbil satar, toprak üstünde otururdu. Bir kaç yoksulu yanına alarak onlarla birlikte yerdi. Yarabbi! derdi, ben
yoksulum yoksullarla düşer kalkarım, iş o iştir ama herkes bu cinsten olsaydı! Ben şöyleyim.ben böyleyim diye benlik
davasına kalkışanlar beyinsiz kişilerdir. Bu yermelerden, sert sözlerden maksadım şudur ki: O sertlik ve kabalık onların
içlerinden dışlarına çıksın da onlara bir ziyanı dokunmasm...daima incinen ve hiç incitmeyen biri varsa o da ancak eşektir,
derler. Onda katlanma ve hoş görme son kertesindedir. Benim için de incinmenin hiç yeri yoktur. Çünkü varlığım kalmamıştır,
incinme varlıktan olur. Benim bedenim ise hoş duygularla doludur. Niçin dış sıkıntılarını kendime mal edeyim. Karşılık verme,
sövüp sayma, kınama gibi duyguları atar, içimden kovarım; nasıl ki Hazreti Peygamber (S.A.) savaş dönüşünde "Artık küçük
savaştan döndük, büyük savaşa başladık," buyurmuşlardır. Büyük savaş nedir? Oruç değildir, namaz değildir. Bu topluluğun
büyük savaşı, toplu geçinmektir. Köpeklere birer kemik atarsın uğraşsın dursunlar. Yani senin konuşman boştur, sen yemeğini
ye.
(M. 325) Biri geldi, ah! dedi: Tatar akıncıları yetişti, ne fena olay! Utanmıyor musun? dedim. Bu kadar zamandır
kurbağalık davası güdüyorsun. Tufan´dan niçin bu kadar titriyorsun? Ördek olababildinse keyfine bak!
Üç oğlu olan o Padişah, onlara, aman sakının,olmaya ki, falan kaleden gecesiniz! diye öğüt vermişti. Eğer o öğüdü
vermeseydi onların da oraya uğramak hatırlarından bile geçmeyecekti. Şehzadeler gittiler. Orada anlatılması imkânsız olan bir
dilber sureti gördüler. Altında falan Padişahın kızı diye adı yazılı. Biri geldi, ondan kızı istedi. Padişah benim kızım yoktur dedi.
Hem kim onu ister de ondan bir nişan getirmezse kafasını uçururum, iki şahzâde bu yolda başlarını verdiler. Kızı isteyenlerin
başları bir hendeğe atılmış, bu hendek tamamiyle dolmuştu, iki şehzadenin başı da aynı hendeğe atıldı, ötekilerine karıştı.
Bütün bu hikâyelerle huzurunuzu bozmayayım. Yoksa bu nükte ilejlgili âyetler de vardır. Bunların açıklanmasında ve
Peygamber sözlerinin anlatılmasında, hele, altın öküz heykeli, dadı ile kız ve nihayet nişan göstermek gibi fıkralarda, şu
anlamdaki âyette buyurulan, "Sen sevdiğini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir." (Kasas sûresi,
56) anlamındaki hitapta da bir işaret vardır. O bir bahane buluyor ve istemiyor? "Fakat bir çokları bilmezler." (K. 63/7)
anlamındaki âyete göre de o Müslümandır. Nihayet en düşkün biri varsa o da benim. Bana demişlerdi ki: Yetmiş yaşındaki bir
kâfir eline bir desti su verir, kendini kurtarır.
Hazreti Muhammed´i (S.A.)´ı Ebu talib besledi, yüce sıfatlarını o terbiye etti, o imanı, bizzat onda buldu.
Biri o mümin değildir dedi: Münafıkların başkanı o idi. Gönlünde öyle bir şey vardı ki açıklayamadı, onun aksini
meydana koydu ve ilâve etti, "Araştırmak dindir." Ben, hayır, dedim, bu bir yanıltma (Safsatadır) dedim. Bu konuda ne dersin
diye sorarlarsa, "Araştırma Müslümanlık değildir, Müslümanlığı örtmektir," derim.
Allahya ant içerim ki, o bengi suyu içen, Allahyı bilen kimsedir. Yoksa üstünde lütuf deryasını nasıl dalgalandı-rırdı?
Rastladığı herkesi Allah kulları ile birlikte düşünen, "Allahm kavmini doğru yola yönelt!" diyen Peygamberin yalvarması ancak
Allahya uymaktır.
Bana Allah elçisi hazreti Muhammed´in (S.A.) kitabı fayda vermez, bana önce Allahnın (M. 326) kendi kitabı (kalb)
gerektir. Yoksa bin kitap da okusam yine karanlıkta kalırım.Allah velilerinin sırlarını bilenler, onların kitaplarını okurlar. Herkes
bir hayal karıştırarak o sözlerin sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu küfür söz ve yanlış anlayış, o
sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdandır. Ben Levhi Mahfuz´a (Gizli levhaya) kadar levhasına
baktım gördüm ki, bir kalabalık toplandı. Orada gördüm ki, falan münkir olmuş, birbirlerine Pehlevî dilinden manzum sözler
yazıyorlar. Nasıl hoşa gider mi bu manzara? Bilsek ki hoşluk denilen şey dostlar derneğindedir. Birbirlerinin yanlarında salınıp
gezerler, yüzlerini gösterirler, o zaman birer birer aralarında bir sevgi belirmeye başlar. Aşk gelince onların parlaklığı kalmaz.
Bir şeyi bal içinde saklarsan taze ve hoş kalır. Hava bal ile bu cisim arasına girmek için yol bulamaz ki onu bozabilsin.
Şam´da Heratlı Şahabeddin riyazetten o kadar yanıp tutuşmuştu ki, sanki bütün Peygamberlere göz kırpardı. Derler
ki: Melekler kıskançlıklarından onun yüzünü halka çevirir, halk ile oyalamak isterlerdi. Bu Şahabeddin ile hiç kimse halvete
girmenin yolunu bulamazdı. Cebrail bile, bana zahmettir, derdi, Bir gün de, benim varlığım bile hana zahmettir demişti.
Bütün bu yaslı hali ile bana, sen gel dedi, çünkü sen gönlümün huzurusun! Ben de, madem ki beni böyle
vasıflandırıyor ona bir soru sorayım dedim ve şunu söyledim: Bu söz bana ikilik getiriyor. Bir saat başını önüne eğdi, o zaman
içeriden iki yüz yerden yüz bin söz kapısının açıldığını tekrar kapandığını anlatmaya başladı. Bu sözün açıklanmasında sonuna
kadar konuştu ve dedi ki: Böylece kendilerine ikilik gelen bir zümre vardır ki kuvvetli olurlar
Ama bunlar pek az kimselerdir. Ben de kendi kendime dedim ki: Sana o sayıları pek az olanlardan sorayım da
buradan başla. Bana cihanı dolaştırsan o tarafı hiç istemem, sormam. (M. 327) Nihayet benim soruma geldik, bu yönden de
söyleyecek sözü yoktu.
Bana Kur´an-ı tefsir et, dediler. Bizim tefsirimiz bildiğiniz gibidir dedim. Ne Muhammed´den, ne de Allah’dan söz
açarız. Burada ben de kendimi inkâr ediyorum. Ona diyorum ki: Münkirlerdensin! Git kendini kurtar, bize niçin baş ağrısı
veriyorsun? Hayır diyor, gitmem. Böylece kalacağım. Bunu inkâr eden benim nefsimdir, nasıl olur da sözümü anlamaz?
Bir yazı üstadı, üç türlü yazı yazardı. Birini yalnız kendisi okur başkası okuyamaz, ötekini hem kendisi okur, hem de
başkaları. Üçüncü çeşit yazıyı da ne kendisi okur, ne de başkaları. Söz söyleyen benim, ama bunu ne ben bilirim, ne de
başkaları bilir!
Bazı âyetleri tefsir etmiyorlar. Yani gerekli görmüyorlar. Asıl gerekli olan şey, senin kendini kurtarmandır. Niçin
kurtarıyorsun? Yani bu kolaydır, ama asıl işin çetin tarafı da odur.
Katır deveye dedi ki: Sen pek az başa geçiyorsun, yani önde yürüyorsun, bu nasıl oluyor?
Deve cevap verdi: Evvelâ benim üzerimde fazla bir yük var.bu ağırlık bırakmaz ki önde gideyim, sonra bedenimin
iriliği, boyumun yüceliği, gözümün keskinliği sayesinde yokuşun başından bakar inişin sonuna kadar alçak, yüksek her tarafı
görebilirim, nihayet ben helâl süt emmişim. Sen haramzadesin, yani, piçsin! Katır piçliğini benimsedi, haramzâdeliği kalmadı.
Onun piçliği, inkârında idi. Çünkü haramzâdelik, ayrılmaz bir sıfat değildir.
Birisi başka birini dava etmişti. Kendisinden tanık istediler. Davacı on sofiyi birden getirdi. Kadı, bir tanık daha getir,
dedi. Davacı: Efendimiz, dedi, âyette, "Sizden iki erkeği tanık getirin," (Bakara Sûresi, 282) Duyurulmuştur. Ben on tanık
birden getirdim. Kadı şu cevabı verdi: Bu on kişi bir tanık demektir. Bunlardan yüz bin tane getirsen yine bir sayılır.
Derler ki: iki arkadaş yıllarca birlikte yaşadılar, bir gün bir şeyhin yanına vardılar. Şeyh sordu: Kaç yıldan beri
birbirinizle dostsunuz? Birkaç yıldan beri, dediler. Şeyh tekrar sordu: Bu zaman içinde aranızda hiç bir çekişme olmadı mı?
Hayır, dediler, hep hoş geçindik. Şeyh şöyle dedi: Biliniz ki siz nifak içinde yaşıyorsunuz. Herhalde aranızda bir olay geçmiştir
ki, içinizden biriniz gönülden hoş görmemiş veya beğenmemiştir. Evet, dediler. Şeyh dedi ki: (M. 328) işte o beğenmemezliği
korkudan dile getirmediniz. Dostlar yine, evet, dediler. Şeyhi gerçeklediler.
Şu hikâyeyi anlatmaktan maksadımız da yine hikâye işidir. Ancak üzüntülerini gidermek için hikâyenin dış anlamına
bakmamalı, belki hikâyenin suretinde bilgisizliği gidermelidir. Ben öyle herkesi iğneleyerek incitenlerden değilim. Eğer
Öfkelenir de kaçarsa, çok kere ben de kaçarım. Allah, bana on defa selâm söyler, cevap vermem. Onuncu defadan sonra,
selâm sana! derim. Kendimi sağır yerine koyarım. Şimdi bize, haydi demek lâzım. Öfkelenmek gerekirse öfkeleniriz. Halk için,
çok hoşa giden şeyler, arzular dünya güzellikleri, bana göre çirkin ve iğrenç şeylerdir. Ancak bir kimsenin dileği veya
mutluluğu için olursa, başımı eğer, her şeye katlanırım. Çünkü o mal, sevgili ve herkesin kıblesidir. Böyle değerlenir. Ben
böyle bir yoldaşla nasıl yarış yapabilirim? Bu gün dileklerimizden biri şudur ki: Eğer sizi bir yere çağırırlarsa, deyiniz ki:
Yanımda üstadım, kılavuzum olmadan gidemem, önce onu elde edin o zaman biz hazırız. Eğer üstat o taraftadır derlerse,
kabul etmem, deyin! Bu bir tuzaktır. O bir yere gitmez. Eğer derlerse ki: O buradan geçiyordu, geçerken kendisini orada bir
bağa götürdük, o zaman bağın kapısına kadar gidersiniz, içeriye girmezsiniz, içerde uyumuştur, derlerse, dersiniz ki: işitmedik
ki, görelim de gelelim. Yoksa boşuna girmiş oluruz.
Vezir birine dedi ki: Bin altın al, şu işittiğin şeyi kimseye söyleme! Adam bin altını alır ve şöyle bağırır: Biliniz ki
vezirin çıkardığı bu yeli ben çıkardım. Hey hey, benim bir bakışım bütün varlıkları kavramıştır. Sanırsın ki bütün varlıklar
onundur. Nasıl dersin ki, asıl olan mânadır. Asıl surettir. Tersine de olur. Bazı vakitlerde maksat mâna da olur, o hatıraya
ziyan verir, cevaptan men edersek Allahnın sözü değişiktir:
Beyit:
Ey sevgileri, sevgiler koparan güzel!
Ey Allahları, Allah inciten sevgili!
(M. 329) Bu da öylece yüzü örtülüdür. Nasıl ki "Örtmek imandandır" buyuruldu. Evet hiç bir kimse yoktur ki, onunla
yüzünü kapamaksızın bir nefes alabilsin.
Mahmud´un iç âlemi hep Ayaz´la doludur. Ayaz´ın içi de hep Mahmud´dur; her ikisi tek bir isimdir ki, iki görünmüştür.
Söz, ancak onların iç âlemini görebilmektir. Dedi ki: Görmek, söz yerine geçer. Evet dedim, mürid yani dileyen odur. Murad
(istenilen) da budur. Murad, öz ve halistir. Dedi ki: Seninle birlikte olmanın faydası yok, beni rüsva ettin. Ama ne içten
kurtardın, ne de dıştan. Başkaca mümkün olan şeyden sormak yok. Allah Peygamberine şöyle öğüt veriyor: "De ki, Allahm
bilgimi artır" diyor. Benim gönlüm için bu bilgiyi öğrenme! Akıl buraya nasıl sığar? Burada akıllı kâfirdir, ak´ıl kâfirdir.
Felsefeciler, akıl hükmündedirler. Akıl nasıl küfür olur?
O köpekler Şahabeddin´e açıkça kâfir diyorlardı. Şahap nasıl kâfir olabilir? Eğer bu bir nur ise, Güneşin önünde
(Şems´in huzurunda) Şahap kâfir olur, örtünür, kendini göstermez. Ama Şems´in yanma gelince de dolunay gibi olur.
Söylediklerimi anla! Eksik tarafını düşünüyorum da .öfkeleniyorum. Benim öfkeli zamanımda, niçin bulunmuyorsun?
öfkeli vaktimde, niçin gelmiyorsun? Ben niyaz ehli, gerçek dostlara karşı çok alçagönüllüyüm. Ama başkalarına karşı da çok
onurlu ve kibirli davranırım H, beni on defa kucaklar da ben ancak ya bir kere veya hiç kucaklamam. On kere Mevlâna
Celâleddin beni arar, ben ona ya bir defa iltifat ederim, yahut hiç. Nihayet insan oğulları niçin ayrı ayrıdırlar? Ayrılık ikiliğe
düşmektendir. O, ancak meyhanelerde olur, o pek aşağılık kertede olan eşeklerde olur. insan oğullarının eşeklerle ne ilgisi
var? Nihayet arada bir fark olmamalıdır ki, o razı olsun, gönlü hoş olsun. Bu iş ise asla kadere uygun olmaz. Onların bütün
sözleri Cüneyd´den veya Bayezid´dendir. Biz de Cüneyd´den ve Bayezid´den konuşuyoruz. Ama onların sözleri, konuşmaları
kalpte soğukluk yapıyor. Bizim sözlerimize karşı soğuk düşüyor. Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan nöbet şekerini
yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez.Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele Balebek pekmezi daha tatlı
olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.
(M. 330) Şimdi bütün ömrü boyunca, o medrese hocası bu noktada kalmıştır. O havuz, dörtte dört murdar oldu, der.
Seninle benim aramda bir şey kayboldu. Gizli sadaka ona verilir. Öyle bir öfke gerektir ki, öteki öfkeyi bastırsın. Bir gün kendi
başıma yola çıkmıştım, erken sabahtan ilk namaz vaktine kadar yolu şaşırmış gitmiştim. Böylece üç gün geçmişti. Bir dağın
tepesinden büyük bir pınar, gür bir su kaynağı akıyordu. Öte yanda ilerde bir cadde ve bir köy görünüyordu. Fakat
bulunduğum mesafeye göre köy uzaktan bir yüzük halkası gibi dağ tepecikleri de birer çocuk gibi görünüyordu. Artık ölümü
göze alarak yukardan aşağı sekmeye başladım. Köylülerden bir kalabalık acaba bu gelen, hayvan mı, kaplan mı yoksa başka
bir şey mi, diye bakmıyorlardı. Gayet rahat bir inişten aşağı yuvarlanmıştım. Köye geldiğim zaman bütün köylüler gelip
ayağıma kapandılar.Bana karşı hayranlık göstererek.acaba bu Peri mi, yoksa Hızır mı idi ? Nasıl mahlûk idi ki, öyle bir yerden
selâmetle kurtuldu? dediler.
radyobeyan