Kuþeyri Risalesi
Pages: 1
Sufiyye By: derya Date: 13 Ocak 2010, 16:36:29
SUFÝYYE

Sûfýyye ismi mutasavvýflar taifesinin adý haline gelmiþtir. Müfredinde, sûfi adam denilir. Sûfiler cemaatýna ise sûfiyye adý verilir. (Ýrâdesi ve cehdi ile benzeme yolu ile) bu mertebeye vâsýl olmak istiyenlere mutasavvýf, mutasavvýflar topluluðuna ise Mutasavvýfa ismi verilmektedir.

Bu ismin Arapça olduðunu gösteren ne bir kýyas, ne de bir iþtikak (kök) mevcuttur. En açýk olan görüþe göre bu isim lakap gibidir, (camiddir, müþtak deðildir). Bu ismin sûfiyün) dan geldiðini söyleyenler vardýr. Bunlara göre bir kimse kamis (gömlek) giydiði zaman «takammese» denildiði gibi, yün (sûf) giydiði zaman da «tasavvafe» denir. Bu bir izah þeklidir. Fakat sûfiler taifesi özellikle sûf giyinmiþ deðillerdir, sûf onlara mahsus da deðildir.

Sûfiyye, Resûlüllah (s.a.) mescidinin suffa´sýna nisbet edilmiþtir, kanaatýnda olanlar vardýr, fakat suffa kelimesinin nisbeti sûfî þeklinde deðildir, (sûffi´dir).

Sûf i kelimesinin safa kökünden geldiðini ileri sürenler olmuþtur, fakat sûfî kelimesinin safa kökünden türetildiðini söylemek lügat kaideleri içinde uzak bir ihtimaldir. (Safa´nin nisbesi safavîdir).

Sûfi kelimesi saff kökünden türetilmiþtir, diyenler olmuþtur. Bunlara göre sûfîler (Allah´a yakýnlýk bahsinde) ilk saffta bulunurlar Bu mâna doðrudur. Fakat lisan kaideleri bu kelimenin saff köküne nisbet edilmesini icab ettirmemektedir .(Zira, saff´ýn nisbesi saffî´dir) .

Sûfîler taifesi .mahiyetlerini tayin edecek bir lâfýz kýyasýna ve iþtikaký hak etmeye ihtiyaç hissetmeyecek kadar meþhurdur.

Ulema mâna ve ýstýlah olarak tasavvuf nedir?, Sûfi kimdir? konum olarak deðil, yaþayýþý Ýleri bir merhaleye ulaþan bazý seçkin zevat (evliya, havas) Ýçin hususi bir muamele olarak ileri sürmüþlerdir.

Tasavvuf bahsini krþ: Lama, s. 20, 24; Keþfu´l-mahcûb, s. 34; Ta´arruf,
81. Genellikle sûfînin sûf (yün) den geldiði kabul edilir. 141. Aclûni, H, 418.

Onun için Allah izin verirse burada bu konuda görüþ beyan edenlerin fikirlerine «iþaret» derecesinde temas edeceðiz .

Ebu Muhammed Ceriri´ye: Tasavvuf nedir? diye sorulunca þu cevabý vermiþti: «Güzel ve yüksek olan her nevi huylara giriþ yapma .çirkin ve aþaðý olan her nevi huylardan çýkýþ yapma mânasýna gelir». (Güzel huy edinme, kötü huydan kaçýnma, tahalli, tehallî).

Ebu Muhammed Mar´aþî anlatýyor: «Þeyhime tasavvufun ne olduðu sorulunca dedi ki: Tasavvufun ne olduðu sorulduðu zaman Cüneyd þöyle demiþtir: Tasavvuf, Hakk´ýn seni senden öldürmesi ve kendisi ile diriltmesidir». (Nefsini görmeden öldürmesi, kendi zikri ile ihya etmesidir. Nefsinden fâni olman Hakk ile beka bulmandýr).
Hüseyn b. Mansur (Hallaç) a: Sûfî kimdir? diye sorulmuþ. O da: «Sûfî ,zât itibariyle tek ve yalnýzdýr, kimse onu kabul etmez, o da kimseyi kabul etmez», (Hep Hakk ile meþguldür, halk ile meþgul olacak ve konuþacak vakti yoktur, eþsizdir), demiþtir.

Ebu Hamza Baðdadî þöyle der: «Hakiki sûfî zengin iken fakir, aziz iken zelil, meþhur iken meçhul; sahte sofu fakir iken dünya zengini, zelil iken aziz ve meçhul iken meþhur olur».

Amr b. Osman Mekki´ye, tasavvuftan sorulmuþ. O da: «Kulun her vakitte, o vakit içinde iþlenmesi en uygun olan amelle meþgul olmasýdýr» diye, cevap vermiþti .

Muhammed b. Ali Kassab þöyle der: «Tasavvuf, þerefli (kerim) bir zamanda, þerefli bir insandan, þerefli bir toplulukla bulunurken zuhur eden, þerefli huylardýr» (Allah bir þahsý ahlaken tam ve mükemmel bir hale getirmiþ, baþkalarý ona tâbi olmuþ, tutulan yola tasavvuf, bu yolu tutanlara da sûfiyye denilmiþtir).

Semnûn´a tasavvuftan sorulunca: «Ne bir þeye mâlik olman, ne de bir þeyin sana mâlik olmasýdýr», demiþtir. (Mâlik ve memlûk olmamandýr, mal mülk ve iddia sahibi olmaman, þehvet ve ihtirasa esir düþmemendir. Fakir fakat hür olmandýr).

Ruveym´e, tasavvufun ne olduðu sorulmuþ. O da: «Allah Taâlâ´-nýn murâd ettiði þey üzerine, esirgemeden kendini salývermen ve onun irâdesine mutlak olarak teslim olmandýr», demiþti.
Cüneyd, tasavvuf nedir? sorusuna þu cevabý vermiþtir: «(Maddî ve nefsani þeylerden) alâkayý keserek Allah ile beraber olmaktýr».

Ruveym b. Ahmed Baðdadî der ki:. «Tasavvuf þu haslet ve özellikler üzerine kurulmuþtur: Fakr ve Allah´a muhtaç olma esasýna yapýþmak ve halkýn elinde bulunandan ümit kesmektir», (Arif ve zâhid olmaktýr) demiþtir. .
Hamdun Kassar, «Süfilerle yoldaþ olunuz. Çünkü onlar (tarafýndan) yapýlan kötü hareketler için birçok tevil ve mazeret bulurlar», demiþtir. (Baþkalarýný mazur görerek affeder, kendilerini ve nefislerini kötüler ve kýnarlar).
Harraz´a tasavvuf ehlinden sorulunca þöyle demiþti: «Bunlar öyle bir zümredir ki, razý olana kadar ihsana garkolmuþlar, sonra (Allah´tan baþkasýna iltifat etmekten) men olununca kendilerini kaybetmiþ ve fâni olmuþlar, daha sonra da sýrlarýndan kendilerine; halka deyiniz ki: Ne olur, maksadýmýza ulaþamadýðýmýz için bize aðlayýnýz, diye nida olunmuþlardýr».

Cüneyd, «Tasavvuf, sulhu olmayan bir savaþ (mücâhede) dýr», demiþtir.
Cüneyd, «Süfîler bir ailenin fertleri gibidir, yabancýlar aralarýna giremez», demiþtir. (Maksatlarý bir, gayeleri yüce, ahlâklarý yüksek olmalarý hasebiyle baþkalarýndan ayrýlýrlar, baþkalarý bu vasýflara sahip olmadýkça aralarýna giremez).

Cüneyd, «Tasavvuf, (kalp huzuru, murakabe hali ve) daðýnýk olmýyan zihinle Allah´ý zikretmek, semâ ile vecde gelmek ve sünnetle uygun þekilde amel etmektir», demiþtir.
Cüneyd, «Sûfi yer gibidir, kötü olan her þey onun üzerine atýlýr, ama ondan güzel olandan baþka bir þey çýkmaz», der.

Cüneyd, «Sûfî yer gibidir. îyisi de, kötüsü de ona basar, çiðner (halkýn yükünü sýrtýnda taþýr); bulut gibidir, her þeyi gölgelendirir; yaðmur gibidir, her þeyi sular» (adam tefrik etmez).
Cüneyd, «Zahirine önem veren bir sûfi gördün mü, bil ki bâtýný haraptýr», demiþtir. (Çünkü zahir halkýn, bâtýn Hakk´ýndýr).

Sehl b. Abdullah´a: Sûfi kimdir? diye sorulunca: «Kanýný heder, malýný mubah görendir», demiþtir. (Malýný ve canýný Hakk ve halk için kurban edendir: Fedâ-yý can ve fedâ-yý mal).
Nuri der ki: «Süfînin vasfý, bulamadýðý zaman sükûn ve huzur içinde olmasý, bulduðu zaman baþkasýný kendine tercih etmesidir» (îsâr).

Kettani der ki: «Tasavvuf ahlâktýr, ahlaken senden önde olan tasavvuf bakýmýndan da önde olur».
Derler ki: Çirkin olan þeylerin en çirkini, cimri sûfîdir. (Zira sûfideki cimrilik maddeyi ve dünyayý hýrsla sevdiðine delâlet eder).

Derler ki: Tasavvuf, boþ el ve hoþ gönüldür. (Zühd ve rýzâdýr).
Ebu Mansur, «Sûfi, Allah Taâlâ´dan iþaret verendir. Çünkü (istikâmet üzere olan zâhidler ve) halk Allah Taâlâ´ya iþaret etmektedir», demiþtir. (Sûfî nail olduðu bütün lütuf, ihsan ve feyizler için «bunlar Allah´tandýr», der. Halk ise: Allahým! Þu þu nevi kötü hallerimi düzelt, diye Allah´a iþaret ederler. Arif kendinde bir þey görmez, her þeyi Allah´ýn bir ihsaný olarak görür, zâhid düzeltmek maksadýyla hep nefsiyle uðraþýr).
Þiblî, «Tasavvuf, kaygýsýzca Allah ile bulunmaktýr», der. (îlâhî irâdeye teslim olarak dertten kurtulmaktýr, rýzâ hâlidir).

Þiblî, «Sûfi, halktan ayrýlmýþ, Hakk´a bitiþmiþtir. (Halktan mün-kati´, Hakk´a muttasýldýr). Nitekim Hakk Taâlâ, ´Seni kendime tahsis ettim´ (Tâhâ, 20/40) buyurmak suretiyle Hz. Musa´nýn mâsivâ ile olan alâkalarýný kestikten sonra ona: ´Beni göremezsin´, demiþ. (Böylece onun þevkini ve tahassürünü tahrik etmiþtir).
Þiblî, «Süfiler Hakk´ýn kucaðýnda bulunan bebeklerdir», der. (Kendilerini terbiye eden ve yetiþtiren Hakk Taâlâ´dýr, onlar tufeylidir).

Þibli, «Tasavvuf, dehþet veren yakýcý bir (iþtiyak) ateþidir», demiþtir. (Kurb-ý Sultan âteþ-i sûzandýr).
Þiblî, «Tasavvuf, âlemi (insanýn hoþ ve güzel) görmesinden muhafaza edilmesidir», demiþtir.
Ruveym, «Sûfiler (yekdiðerini irþad ve ikaz konusunda) fütur getirmedikçe hayýr içinde bulunurlar, (Halkýn itiyadý üzere olmaya) sulh oldular mý artýk onlarda (ve sûfîliklerinde) hayýr yoktur», demiþtir.
Ceriri, «Tasavvuf, hâlleri murakabe etmek ve edebe sýký bir þekilde sarýlmaktýr», demiþtir. (Zâhid amelini, arif hâlini murakabe eder).

Müzeyyin, «Tasavvuf Hakk´a boyun eðmektir», demiþtir.
Ebu Türab Nahþebi, «Hiç bir þey sûfîyi bulandýrmaz ve kederlendirmez, her þey sûfî ile saflaþýr ve durulur», demiþtir.

Derler ki: Talep sûfiyi yormaz, sebep onu rahatsýz etmez, (zira o rýzâ ve teslimiyet halindedir).
Vâsýti (r.a.), «(Eski) sûfîler iþaretle konuþurlardý. (Bunu onlara yakýn olandan baþkasý anlamazdý), sonra (dereceleri düþtü, zaaflarý sebebiyle varidata dayanamadýlar ve) hareket etmeye baþladýlar, sonra (dereceleri daha da düþtü ve) ellerinde hasretten baþka bir þey kalmadý», demiþtir.
Nuri´ye: Sûfî kimdir? diye soruldu. Þöyle dedi: «Semâ´ý dinleyen ve sebepleri (emir ve nehye riayeti) ihtiyar edendir».

Ebu Hâtem Sicistânî (r.a.) den iþittim: «Ebu Nasr Serrac; Hus-ri´ye: Size göre sûfî kimdir? diye sormuþ. Husrî de: Arzýn taþýyamadýðý ve semânýn gölgelendiremediði kimsedir, demiþti». Üstad Ku-þeyrî der ki: Husri bu sözü ile sûfînin mahv hâline iþaret etmiþtir.

Derler ki: Sûfî güzel olan iki hâl veya huy ile karþýlaþtýðý zaman daima en güzelini tercih eden kiþidir.
Þibli´ye: Sûfiyye´ye neden bu isim verildi? diye sorulunca, þöyle cevap vermiþti: «Üzerinde nefsaniyetlerinden bakiyye ve kalýntýlar bulunduðu için. Bu bakiyye olmasaydý onlara bir isim vermek imkâný olmazdý». (Saf ve halis hakikatin ismi ve þekli yoktur).

Ebu Hâtem Sicistâni´nin, Ebu Nasr Serrac´dan þunu naklettiðini duymuþtum: «îbn Cellâ´ya, sûfî diyorlar, bunun mânasý nedir? diye sorulmuþ. O da: Bunun ilmî ölçülere göre tarifini bilmiyoruz, fakat þunu bilmekteyiz: Bir kimse fakir olur, sebeplerden tecerrüd eder, mekansýz olarak Allah ile bulunur ve Allah Taâlâ hiç bir mekânýn bilgisini ondan esirgemezse, o zata sûfî denir», demiþti.

Bazýlarýna göre tasavvuf makam ve mevkiin bir tarafa atýlmasý, dünya ve âhirette yüz karalýðýdýr. (Sûfî nefsine ait ihtiyaçlarýn dünyada ve âhirette görülmesi haline razý olmaz, bununla kanaat etmez, onun Hakk´tan baþka isteði yoktur).

Ebu Yakub Müzâbili, «Tasavvuf, içinde beþeri alâmet ve emmarelerin yok olduðu bir hâldir» der.
Ebu Hasan Seyrevânî, «Sûfî, evrâdla deðil, varidatla bulunan zattýr», demiþtir, (Zâhid virdi ile, arif varidi ile meþguldür).

Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Bu konuda söylenen sözlerin en güzeli sûfilerden birine ait olan þu sözdür: Bu yol, Allah´ýn, ruhlarý ile mezbeleliði süpürdüðü insanlar zümresinden baþkasýna uygun deðildir». (Yani Allah bunlarýn ruhlarýndakileri süpürüp temizler.

Halk sufiliðin manasýný bilmedikleri için hor ve hakir görürlerdi).
Üstad Ebu Sehl Su´lûkî, «Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir» (Arzunuzun aksine cereyan eden kadere itiraz etmeyiniz, her þeyi hoþ karþýlayýnýz), demiþtir.

Husri, «Sûfi var olduktan sonra yok, yok olduktan sonra var olmaz», demiþtir.
Üstad Kuþeyri der ki: Bu müphem ve muðlak bir ifadedir. «Yok olduktan sonra var olmaz», demek; nefsani âfetlerden fânî olursa, bu âfetler (ve kötü huylar) bir daha kendisine dönmez; «var olduktan sonra yok olmaz», demek, O Hakk ile meþgul olduktan sonra, halkýn deðer vermemesi ile itibardan düþmez, hadisler ona tesir etmez, demektir.

Sûfi, Hakk´tan gelen tecelliler sebebiyle kendinden geçen (istilâm ve istiðrak hâlinde bulunan) kimsedir, denilmiþtir.

Sûfi, rubûbiyetin tasarrufuna mahkûm olduðu halde, ubudiyet tasarrufu ile gizli halde bulunan zattýr. (Sûfi, Rabbýnýn irâdesi altýndadýr, fakat kulluk görevlerini yaparak bu halini gizler) denilmiþtir.
Sûfi deðiþmez, þayet deðiþirse bulanmaz, denilmiþtir. (Hafifçe dalgalanýr ve hemen durulur, hâdiseler ona pek az tesir eder).

Harraz diyor ki: «Bir cuma günü Kayravan camiinde bulunurken saflar arasýnda dolaþan bir adamýn: Bana sadaka veriniz, ben sûfi idim, fakat (hâl bakýmýndan) zayýfladým, dediðini gördüm. Bir miktar bir þey verdim. Lâkin adam bana: Yanýmdan savuþ, yazýk sana! Ýstediðim bu mu idi? diye çýkýþtý ve bahþiþimi almadý». (Sûfi makamýndan aþaðý indi mi tekrar oraya çýkmak için zillet, meskenet ve fakr gösterir, bu zat zahirde zelil olarak halk ile, bâtýnda ise Hakk ile bulunuyordu. Kaybý maddi deðil, manevi idi).

Edep

Aziz ve Celil olan Allah: (Muhammed (s.a.) in miracda huzur-i Hakk´da bulunurken) «Gözü ne sapmýþ, ne de kaymýþtý». (Necm, 53)
Edep bahsini krþ: Luma, s. 141; Keþfu´I-mahoûb, 432; Kûtu´l-kulûb, 1, 16.
Peygamberimiz çocuða güzel bir isim vermek, güzel bir süt anne bulmak ve güzel bir edep öðretmek, çocuðun babasý üzerinde hakkýdýr», buyurmuþtur (142).

Nebi (s.a.) nin þöyle buyurduðu rivayet edilmiþtir: «Beni Aziz ve Celil olan Allah terbiye etti de güzel terbiye etti» (143).

Hakiki mânada edep bütün hayýr ve iyi meziyetlerin toplamýdýr. Edepli olan zat, kendisinde her nevi hayýr ve meziyetlerin toplanmýþ olduðu kimsedir. Davet edilen topluluk için yapýlan yemek demek olan «me´debe» veya «me´dûbe» kelimesi edep kökünden gelmektedir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Kul ibadeti ve taatý ile Cennete, ibadet ve taattaki edebi ile Allah´a vâsýl olur».

Yine ondan þunu iþitmiþtim: «Allah´ýn huzurunda namaz kýlan bir zatýn, arýz olan bir þeyi izâle etmek için elini burnuna uzattýðýný, fakat (bu hareket edebe uygun olmadýðý için manevî bir kuvvet tarafýndan) elinin bu iþi yapmaktan menedildiðýni görmüþtüm».

Üstad Kuþeyri der ki: Ebu Ali bu sözü ile kendisine iþaret etmiþti. (Çünkü edep, böyle konuþmaktýr). Zira bir insanýn baþka birinin elinin bu tarzda men ve muhafaza edildiðini bilmesi mümkün deðildir.
Üstad Ebu Ali (r.a.) hiç bir þeye yaslanmazdý. Bir gün bir toplulukta iken bir tarafa yaslanmadýðýný görmüþ ve sýrtýný dayasýn diye kendisine bir yastýk getirmek istemiþtim. Yastýðý getirip arkasýna koydum, fakat yastýðý hafifçe kendisinden uzaklaþtýrdý. Yastýðýn üzerinde bir örtü veya bez olmadýðý için böyle davrandý sandým. Yastýðýn üzerine bir örtü koydum ve tekrar arkasýna koymak istedim. Üstad, «Yaslanmak istemiyorum», dedi. Sonra hâlini düþündüm, bir þeye dayanmamak âdeti olduðunu hatýrladým.

Celâcilî Basrî der ki: «Tevhid bir mûcib (gerekli kýlan) dir, imaný icabettirir, o halde imaný olmayanýn tevhidi yoktur. Ayný þekilde

142. Aclûnl, I, 70.
143. Irâkî (Beyhaki) Ýhya kenarý, II, 217; SuyÛti, I, 149.

Ýbn Atâ, «Edep, ameli güzelleþtiren hususlar üzerinde durmaktýr», demiþti. Bunun ne demek olduðu sorulunca: «Gizli ve aþikâr surette Allah´a edep ile muamelede bulunmaktýr. Böyle oldun mu â´cemi de olsan edîbsin» (Edep Arapçayý güzel konuþmak deðil, güzel amel etmektir), demiþ ve þu þiiri okumuþtu :
«Sevgilim konuþunca hep güzelliklerinden bahseder, susunca da hep güzel þeyler yapar».

Abdullah Cerirî þöyle demiþtir: «Yalnýz olduðum zamanlarda bile yirmi sene var ki, oturduðum zaman ayaðýmý uzatmýþ deðilim. Çünkü (büyük sanýlan insanlara karþý deðil), Allah´a karþý edepli olmak daha uygundur».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Padiþahlarla sohbet ederken edebe riâyet etmiyenin cehaleti onu ölüme teslim eder» (Kurb-ý sultan âteþ-i sûzandýr).

Rivayet olunur ki: Edeplerden hangisi Allah Taâlâ´ya daha yakýndýr, sorusuna îbn Sirîn þu cevabý vermiþti: «Allah´ý Rab tanýmak, O´na itaat ederek hareket etmek, neþe ve nimet zamanýnda Allah´a hamdetmek ve sýkýntýda sabretmek».

Yahya b. Muaz, «Arif, ma´rûfu olan Allah ile edepli olma hâlini ter ketti mi mahvolanlarla birlikte mahvolur gider», der.

Üstad Ebu Ali (r.a.) nin þöyle dediðini iþitmiþtim: ««Edebi terk. kovulmayý icabettiren bir sebeptir. Huzur, sergisinde edepsizlik edeni kapýya, kapýda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak için ahýra koyarlar». (Ýlâhî huzura kemâl-i edeple varýlýr).

Hasan Basrî´ye, ulemâ edep ilmi mevzuunda çok söz söylemiþtir Edebin dünyada en faydalý olaný ve âhirette maksada en iyi ulaþtýraný hangisidir? diye sorulunca: «Dinde fakih olma, dünyada zâ-hid olma, Aziz ve Celil olan Allah´ýn hakkýna arif olmaktýr», diye cevap vermiþti.

Yahya b. Muaz, «Allah Taâlâ´nýn edebi ile edeplenen onun mahabbetine ehil olanlar arasýna girer», demiþtir.
Sehl b. Abdullah, «Allah´ýn mükellef kýldýðý vazifeleri^ifa için Allah´tan yardým istemek ve Allah´ýn edeplerine riâyet bahsinde sabýrlý olmak dereceleri yüksek olan insanlarýn þiarýdýr», demiþtir.
Gerçek sufi Hakla beraber olduðu için garip ve yalnýz deðildir: Þüpheli insanlardan uzak durmak, güzel edep ve kimseyi incitmemek.

Bu mânada olmak üzere þeyh Ebu Abdullah Ma´ribi bize þu þiiri okumuþlardý:
«Gurbette olan garibi þu üç þey süsler: Birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk, üçüncüsü þüpheli zevattan uzak kalmak».

Ebu Hafs, Baðdat´a geldiði zaman Cüneyd ona-. «Müritlerini padiþahlarýn (askerlerine talim yaptýrdýklarý þekilde) terbiye etmiþsiniz», dedi, Ebu Hafs, Cüneyd´e þu cevabý verdi: «Zahirdeki güzel edep bâtýndaki güzel edebin unvaný ve aynasýdýr». (Yani ben bunlarý askerî bir eðitime tâbi tutmadým, ama kalp mamur olur, ruh terbiye görür ve zihin eðitilirse bunun tesirleri dýþta tezahür eder).

Abdullah b. Mübarek, «Arif için edep, mübtedi için tevbe gibi (lüzumlu) dur», dediði nakledilir.
Mansur b. Halef Maðribî´nin þunu anlattýðýný iþitmiþtim: «Adamýn birine edepsiz, diye baðrýldý. Adam: Ben edepsiz deðilim, dedi. Seni kim terbiye etti? diye sorulunca: Sûfiler, dedi».

Ebu Hatim Sicistânî´den duydum: Ebu Nasr Serrac Tûsî þöyle demiþtir: «Edep konusunda insanlarýn üç derecesi vardýr: Dünya ehli: Bunlarýn edeplerinin çoðu fesahat, belagat ilimlerini, padiþahlarýn isimlerini ve Arap þiirlerini ezberlemek, þeklindedir. Din ehli (Zâhid): Bunlarýn edeplerinin çoðu riyazet ile nefsi ýslah etmek, uzuvlarý terbiye etmek, dinin çizdiði sýnýrlara riâyet etmek, þehveti ve arzularý terketmek ile ilgilidir. Hususiyet ehli (Arif): Bunlarýn edeplerinin çoðu kalp temizliði, sýrlarýn murakabe edilmesi, ahitlere vefa gösterilmesi, vakitlerin muhafaza edilmesi, havâtýra (ve akla gelen þeylere) az iltifat edilmesi, talep yerinde, huzur zamanýnda ve kurb makamýnda güzel edep gösterilmesi, þeklinde olur».

Sehl b. Abdullah´ýn: «Nefsini edeple kahreden; Allah´a ihlas ile ibadet eder», dediði rivayet edilmiþtir.
Edebin kemâl þekli saf olarak Nebi ve Sýddik olan zevattan baþkasý için mümkün deðildir, denilmiþtir.
Abdullah b. Mübarek diyor ki: «Ýnsanlar edepten çok bahsetmiþlerdir. Biz diyoruz ki: Edep nefsini bilmektir», (marifet-i nefstir. Kendini bilen, Allah´ý bilir).

Hak Teala buyurdu: Bir kimseye isim ve sýfatlarým ile bulunmayý þart kýlarsam, ona edepli olmayý þart kýlarým. Bir kimseye zâtýmýn hakikatini açarsam, ona helak olmayý habt) þart kýlarým. Þimdi sen bunlardan dilediðini seç; ister edebi, ister helaki» (Akýllý kiþi edebi tercih eder).

Derler ki: Bir gün Ibn Atâ müritlerinin yanýnda ayaðýný uzattý ve: «Edep ehli arasýnda edebi terk edeptir», (samimiyet bunu gerektirir, külfeti terk ülfette þarttýr) dedi.

Resûlüllah (s.a.) dan rivayet olunan þu hadis îbn Atâ menkýbesinin doðruluðunu göstermektedir: Resûlüllah (s.a.) Ebu Bekir ve Ömer´le otururken Osman yanlarýna gelince bacaðýný-örttü ve: «Meleklerin bile kendisinden haya ettiði bir kimseden nasýl haya etmem», buyurdu (144). Bu hareketi ile Resûlüllah (s.a.) þuna iþaret etmiþtir: Osman (r.a.) nýn nezdindeki deðeri ve itibarý her ne kadar çok büyük ise de kendisi ile Ebu Bekir ve Ömer arasýndaki durum ve münasebeti çok daha saftýr. Bu mânaya yakýn olmak üzere þu þiir okunur:
«Halk arasýnda iken bende bir daralma ve sýkýlma hali vardýr. Kerem ve vefa ehli olan zevatla oturdum mu, nefsimi tabiatýnýn gerektirdiði þekilde salýveririm, rahat hareket ederim ve hiç çekinmeden istediðimi söylerim».
Cüneyd, «Mahabbet sýhhatli olursa edebe riâyet þartý ortadan kalkar», demiþtir (Samimiyet kâmil olursa resmiyet ortadan kalkar).

Ebu Osman, «Mahabbet sýhhatli olursa, sevenin edebe sýký þekilde riâyet etmesi zaruret halini alýr», demiþtir. (Cüneyd zahirî ve uz-vî edepten, Ebu Osman bâtýnî ve kalbi edepten bahsetmiþlerdir).
Nuri, Zunnûn Mýsri, «Mürit edebe göre hareket etme hâlinden ayrýlýr-sa, geldiði yere gider», demiþtir.
Üstad Ebu Ali (r.a.) nin Aziz ve Celil olan Allah´ýn: «Eyyub Rab-býna: Ben zarar gördüm, Sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin!» diye nida etmiþti (Enbiya, 21/73), kavlini £öyle açýkladý.

144. Buhar!, Salât, 12; Müslim, Fazâllu´s-sahabe, 3; Ýbn Hanbel, I, 71.

Sûfi Muhammed b. Abdullah (r.a.) ýn Ebu Tayyib b. Ferhan´dan þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Cüneyd demiþ ki: Bir cuma günü sâ-lihlerden bir zat geldi ve: Bana bir fakir (derviþ) gönder, benimle birlikte yemek yesin ve beni sevindirsin, dedi. Etrafýma baktým, yoksul olduðunu müþahede ettiðim bir fakir gördüm, fakiri çaðýrdým ve: Bu ihtiyarla git ve onu sevindir, dedim. Ýhtiyar ve fakir yanýmdan ayrýldýlar. Fakat çok geçmeden ihtiyar geri geldi ve: Ey Cüneyd! O fakir adam sadece bir lokma yedi ve sonra evimden çýkýp gitti, dedi. Fakiri üzecek bir þey söylemiþ olmayasýn, dedim. Hayýr, bir þey söylemedim, dedi. Etrafýma bakýndým, fakirin yakýnýmýzda oturduðunu gördüm, yanýma çaðýrdým ve: Neden bu zatýn sevincini tamamlamadýn, dedim. Fakir dedi ki: Efendim! Hiç bir þey yemeden Kûfe´den çýkýp Baðdat´a gelmiþtim. Çok yoksul olduðum için huzurunuzda bulunurken, benden edebe uymayan bir þeyin zuhur etmesinden sýkýlmýþ (ihtiyacýmý söyliyememiþ) tim. Beni çaðýrdýðýn zaman teklif ilk defa sizden geldiði için sevinmiþtim. Adamla gittim. Ama buna kalben razý olmamýþtým. Sofrasýna oturduðum zaman, bana bir lokma ayýrdý ve; buyur, þu lokma bana göre onbin dirhemden daha kýymetlidir, dedi. Adamdan bu sözü iþitince (uluvvu himmet deðil de) bayaðý bir düþünce sahibi olduðunu anladým ve derhal yemeðini yemekten kaçýndým. Bu izahatý dinleyen Cüneyd ihtiyara: Bu adama karþý davranýrken edepte kusur etmiþ olabilirsin, dememiþ mi idim, dedi. Adam: Ey Cüneyd! Tevbeler olsun, dedi. Bunun üzerine Cüneyd fakirden adamýn evine giderek onu memnun etmesini istedi».

Sefer ahkâmý

Aziz ve Celil olan Allah: «Sizi karada ve denizde gezdiren odur» (Yunus, 10/22) buyurmuþtur.

Sefer bahsini krþ: Lunýa, s. 174, 189; Keþfu´l-maheûb, s. 449; Kûtu´1-ku-lûb, II, 423; ihya, II, 243.
bize kolaylaþtýr. Allahým, seferimizde sahibimiz ve arkaya býraktýðýmýz ailemizde vekilimiz Sensin. Ýlâhi seferin meþakkatýndan kötü bir þekilde geri dönmekten, döndüðümüz zaman mal ve aile bakýmýndan kötü bir manzara ile karþýlaþmaktan Sana sýðýnýrýz», derdi. Seferden döndüðü zaman yukarýdaki duayý tekrar söyler, ayrýca þunu da ilâve ederdi: «Rucû´ ediciler olarak... Tevbe ediciler olarak... Rabbýmýza hamdediciler olarak...» (dönmüþ bulunuyoruz) (145). Sûfîler taifesinin çoðu seferi ikâmete tercih etme görüþüne sahip olduklarý için bu Risâle´de seferi anlatmak için müstakil bir bölüm ayýrmýþ bulunmaktayýz. Çünkü sûfîlerin en büyük hususiyeti seferdir.
Sûfiler sefer konusunda ihtilâf etmiþlerdir. Bazýlarý ikâmet ve hazar hâlini sefer hâline tercih eder. Hac gibi, farz olan iþleri görmek hariç sefere çýkmazlar. Bunlar ekseriya ikâmet ederler; Cüneyd, Sehl b. Abdullah, Bayezid Bistâmi ve Ebu Hafs gibi sûfiler bu kýsma dahildir. Diðer bazýlarý seferi hazara tercih etmiþ ve dünyadan ayrýlana kadar bu kanaatýna göre hareket etmiþtir. Ebu Abdullah Maðribi, Ýbrahim b. Edhem, v.s. gibi.

Sûfilerin çoðu sülüklerinin baþlangýcýnda ve gençlik zamanlarýnda çokça sefere çýkmýþlar, sonra âhir hallerinde bir köþeye çekilip oturmuþlardýr. Ebu Osman Hiri, Þiblî, v.s. gibi kimseler buna misâldir. Bunlardan her zümre, üzerine tarikatlarýný tesis ettikleri bir takým esaslara sahiptir.

Malumdur ki biri bedenle diðeri kalple olmak üzere iki nevi sefer vardýr. Beden ile olan sefer bir bölgeden diðer bir bölgeye intikal etmekten ibarettir. Kalp ile olan sefer ise bir sýfattan diðer sýfata yükselmek þeklindedir. Bu sebeple bedeni ile sefer yapan binlerce insana rastlandýðý halde, kalbi ile sefer eden pek az kimseye rastlandýðýný görürsünüz, (çünkü kalbi sefer ve seyr ü sülük zordur).

145. Müslim, Hac, 75; Ebu Davud, Cihad, 72.

Þunu iþitmiþtim: «Bir gün Merv´de iken fukaradan biri yanýma geldi ve: Uzak bir mesafeden geldim, sana ulaþmak için uzun yollar katettim, maksadým seninle görüþmektir, dedi. Nefsinden sefer edebilseydin bir adým atman bile kâfi idi, diye karþýlýk verdim». (Bir veli, her gün kendisini ziyaret eden müridine: Her gün bana geleceðine, bir gün de kendine gel, demiþti, sefer der-vatan).

Sûfîlerin yukarýda anlattýðýmýz gibi, hâlleri ve kýsýmlarý deðiþik olduðu için seferle ilgili menkýbeleri de muhteliftir.
Ahnef Hemedâni anlatýyor: «Çölde tek baþýma yürüyordum, nihayet yorgun bir vaziyette kalýnca elimi semâya kaldýrdým ve: Ya-Rab! Ben zayýfým, hastayým, bitkin düþtüm, Seni ziyarete geldim, diye dua ettim. Kalbime: Seni kim davet etti? diye sorulabilir, þeklinde bir düþünce doðdu: Bunun üzerine: Ya Rab! Memleketin geniþtir, bu memleketin tufeyli ve davetsiz misafire tahammülü vardýr, dedim. Bu esnada arkamda bir hatifin (veli veya Melek) bulunduðunu hissettim. Ona yöneldim, baktým, bineði üzerinde bir bedevi. Ey yabancý, nereye böyle? dedi. Mekke´ye, dedim. (Bu aczýna ve zaafýna raðmen, Beytin sahibi) seni davet mi etti? dedi. Bilmiyorum, dedim. Nasýl bilmezsin? ´Buraya gücü yetenler gelir´. (Âli Ýmran, 3/97) dememiþ midir? dedi. Memleketi geniþtir (hakkýnda hüsnü zan sahibiyim). Tufeyli olanlarý da alýr, dedim. Sen ne hoþ tufeylisin, deveye hizmet etmem mümkün mü? dedi. Evet, dedim... Bedevi bineðinden indi, devesini bana vererek: Bununla yoluna devam et, dedi».

Muhammed b. Abdullah Sûfi´nin, Muhammed b. Ahmed Neccâr´-dan þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Bana nasihat et, diyen birine Kettâni: Her gece baþka bir mescidin misafiri ve fakiri olmaya ve iki konak arasýnda (garip olarak) vefat etmeye gayret et, dedi».

Husri´nin, «Bir celse bin hacdan hayýrlýdýr», dediði rivayet edilir.
Husri. celse (oturum) sözü ile müþahede ve temaþa vasfý ile ve huzur-ý kalp içinde derli toplu bir himmetle kulun (Allah´ýn huzurunda bulunuþunu) kastetmiþtir. Onun için Husri, «Yemin ederim aþerette bulunmaz idik. Bir memlekete vardýðýmýz zaman þayet orada bir þeyh varsa ona selâm verir, gece oluncaya kadar yanýnda oturur, sonra mescide dönerdik. Kettâni akþamdan sabaha kadar namaz kýlar ve Kur´an´ý hatmederdi. Zekkak kýbleye yönelerek otururdu. Ben ise sýrtüstü yatar düþüncelere dalardým. Böylece sabahý eder ve yatsý abdestiyle sabah namazý kýlardýk. Bununla beraber yanýmýzda gece sabaha kadar uyuyan bir adam olursa, onun bizden efdal olduðuna inanýrdýk».

Seferin edebinden sorulunca Ruveym, þöyle demiþti: «Sefere çýkanýn derdi ve düþüncesi ayaðýný geçmiyecek (bir adým ilerisini düþünmeyecek), gönlü nerde durmak isterse, orayý kendine konak bilecek». (Nerde akþam, orada sabah).

Mâlik b. Dinar´dan hikâye edilir: «Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya þöyle vahyetti: Demirden iki nalin ve bir asa yap, sonra bu nalinler delinene kadar, asa eskiyene kadar yeryüzünde gez ve eserleri ve ibretli hususlarý ara, bul ve gör...»

Derler ki: Ebu Abdulah Maðribi daimi surette sefer eder ve müritleri de yanýnda bulunurdu. Maðribî ihram ile sefer yapardý, ihramdan çýkýnca tekrar ihrama girerdi. Bununla beraber ne elbisesi kirlenmiþ, ne de saçlarý ve týrnaklarý uzamýþtý. Gece yol yürür, müritleri de arkasýnda onu takip ederdi. Bunlardan biri þaþýrarak yoldan sapacak olsa, ey falan saða, ey fülan sola diye ona baðýrýr ve onu ikaz ederdi. (Onlarýn istikâmet üzere olmalarýný temin ederdi), insan elinin ulaþtýðý (insan eli ile yapýlan) hiç bir þeye elini uzatmazdý, yediði þey kendisi için sökülen bitkilerin köklerinden ibaret idi.

Kendisine, Kalk, (sefere gidelim), dediðin zaman; Nereye? sorusunu soran hiç bir arkadaþ yoldaþ olamaz, denilmiþtir. Þu þiiri bu mânada okurlar:
«Haydin bakalým, diye yardýma çaðrýldýklarý zaman, kendilerini çaðýrana: Hangi savaþa veya hangi yere? diye sormazlar!»

Ebu Ali Ribâti´nin þöyle dediði hikâye edilir: «Abdullah Mervezî ile arkadaþ olmuþtum. Ben kendisine yoldaþ olmadan evvel, çölde giderken yanýma binek ve azýk almazdý. Kendisine yoldaþ olduðun arkadaþa itaata mecbursun, diyordu. Bir gece þiddetli bir yaðmura tutulmuþtuk, Mervezî baþýmýn ucunda durdu ve sabaha kadar abasiyle beni yaðmurdan korumaya çalýþtý. Bu hali gördükçe içimden: Keþke geberseydim de baþkan sensin, demeseydim, diyordum. Mervezî, daha sonra: Birine yoldaþ olduðun zaman ona benden gördüðün gibi muamele et, dedi».

Ebu Ali Ruzbârî´yi ziyaret için bir genç geldi. Sefere gitmek üzere þeyhin yanýndan ayrýlýrken, acaba Þeyh Hazretlerinin bir nasihati olacak mý? diye sordu. Bunun üzerine Þeyh Ebu Ali þöyle dedi: «Ey delikanlý, eskiden sûfîler randevulaþarak toplanmaz, müþavere yaparak daðýlmazlardý». (Arifler, Allah ne zaman murâd ederse o zaman toplanýr ve o murad edince birbirinden ayrýlýrlardý. Fakat müritlerin sefere çýkmak için þeyhlerden izin almalarý þarttýr, ey genç sefer için emr-i vaki yapmamalý idin; «Sefere çýk», teklifinin önce benden gelmesini beklemeli idin).

Müzeyyin Kebîr anlatýyor: «Ýbrahim Havvas ile sefere çýkmýþtým. Bir gün bir akrebin bacaðýnda dolaþtýðýný gördüm ve onu öldürmek için hemen harekete geçtim. Halimi gören Havvas, beni, öldürme iþinden menederek: Akrebe dokunma, her þey. bize muhtaçtýr, biz ise hiç bir þeye muhtaç deðiliz, dedi». (Allah her þeyi evliyasýna müsahhar kýlar).

Ebu Abdullah Nusbihî anlatýyor: «Otuz senemi seferle geçirdim, bu müddet içinde abama yamalýk dikmedim, arkadaþýmýn bulunduðunu bildiðim bir yere uðramayý düþünmedim, hiç kimseyi bana ait bir þeyi taþýma durumunda býrakmadým». (Aza kanaat ederek sefer yaptým, ihtiyaçlarým harikulade bir þekilde görülüyordu).
Biliniz ki: Sûfiler (Hakk´ýn ve halkýn) huzurunda bulunmanýn âdabýný (nefis) mücâhedesine dayanarak tamamladýktan sonra bu mücâhedeye yenilerini ilâve etmek istediler, onun için seferin ahkâmýný buna eklediler, nefislerini alýþýlan ve ülfet edilen hususlardan uzaklaþtýrarak ve bilinen þeylerden ayýrarak kendilerini idman ve riyazete çektiler. Böylece (her þeyden) alâkayý keserek vasýtasýz bir þekilde Allah ile yaþamaya teþebbüs ettiler. Fakat (sefer ruhsatýndan faydalanarak) evradlarýndan (ve nafile ibadetlerinden) hiç birini terketmediler ve dediler ki: Ruhsat zaruri olarak sefer yapanlar içindir.

Bir sufi anlatýyor: çölde seferde iken yolumu kaybetmiþ, hatta kendimden ümit kesmiþtim. Derken gözüm gökteki aya çarptý, vakit gündüzdü, ayýn üzerinde: ´Onlara karþý Allah sana kâfi gelecektir´ (Bakara, 2/137) ibaresinin yazýlý olduðunu gördüm, derhal kendime bir güç buldum. Bu âyetin mânasýný o zaman keþfetmiþtim».
Ebu Yakub Sûsî der ki: «Bir yolcu sefer esnasýnda þu dört þeye muhtaçtýr: Kendini iyi kullanmak için ilim, haram olan þeylerden sakýndýrmak için verâ´, þevkle yol almak için heyecan ve kötü þeylerden korunmak için ahlâk».
Derler ki: Sefere «sefer» denmesinin sebebi, insanlarýn huylarýný açýk bir þekilde ortaya çýkarmasýndandýr. (Sefer açmak; keþf, izhar mânasýna gelir, insan arkadaþýný seferde daha iyi tanýr).

Kettânî, bir mürit (fakir) Yemen´e sefer eder, seferden döndükten sonra tekrar oraya gitmek isterse böyle müritlerin terkedilmesini emrederdi. (Bunlar hâlimizi bozar, diye endiþe ederdi). Kettâ-nî´nin böyle yapmasýnýn sebebi o zaman Yemen´e zengin olmak için sefer edilmesinden ileri gelmekte idi.

Derler ki: Ýbrahim´ Havvas sefer esnasýnda yanýnda hiç bir þey bulundurmazdý. Fakat iðne ile su testisini yanýndan ayýrmazdý. Yýrtýldýðý zaman elbiseyi dikerek mahrem yerini örtmek için iðne, taharet için de testi bulundurur ve bu iki þeyi alâka ve malum bir þey (kalbin baðlý olduðu þey ve sebep) olarak görmezdi.
Ebu Abdullah Râzi anlatýyor: «Bir kere yalýnayak Tarsus´tan sefere çýkmýþtým, yanýmda bir arkadaþým vardý. Þam´ýn köylerinden birine gelince derviþin biri bana bir çift ayakkabý getirdi, fakat ben kabul etmedim. Durumu gören arkadaþým, Allah aþkýna gelen þu ayakkabýlarý giy, çünkü ben yalýnayak yürümekten bittim, þu ayakkabýlarýn sana getirilmesinin sebebi benim, dedi. Bu sözünle ne demek istiyorsun, anlayamadým? diye sordum. îzah etti: Sana uymak ve yoldaþlýðýn hukukuna riayet etmek için ben de ayakkabýlarýmý ayaðýmdan çýkarmýþtým, sen manen çok kuvvetlisin, yalýnayak yürümeye kolaylýkla dayanýyorsun, fakat ben zayýfým, takatim kalmadý, Allah bana acýdýðý için sana bu ayakkabýyý gönderdi». (Sen bunlarý giy ki, ben de kendi ayakkabýlarýmý giyebileyim).

Naklederler ki: Kettâni bir kere hacca gitmek için annesinden izin istemiþ; annesi de ona müsaade edince yola çýkmýþtý. Çölde giderken elbisesine bevl isabet ettiðini gördü ve: «Bu, hâlimde bir halel ve kusur olduðu içindir», dedi ve geri döndü. Evinin kapýsýný çalýnca annesi cevap verdi ve kapýyý açtý, annesinin kapýnýn arkasýnda oturduðunu görünce burada oturuþunun sebebini sordu. Annesi, sen yola çýktýktan sonra yüzünü görmedikçe þuradan ayrýlmayacaðým, diye azmetmiþtim, diye cevap verdi. (Nafile ibadet için yola çýkanýn evdeki farzý ihmal etmemesi gerekir. Kettâni annesinden zahiri bir izin almýþ, batini halini araþtýrmamýþtý).

Ýbrahim Kassar diyor ki: «Halkýn kalbini derviþlere ýsýndýrmak için otuz sene yolculuk yaptým», (fakirleri sabr ve kanaata teþvik ettim, onlara örnek oldum, zenginlere ise fakirlere yardým etmeleri icabettiðini anlattým).
Derler ki: Davud Tâî´yi ziyarete gelen bir adam, ey Davud, ne kadar zamandan beri nefsim seni ziyaret etmeye beni teþvik etmektedir, nasip bugüne imiþ, dedi. Davud Tâi dedi ki: «Zararý yok, bedenler hareketsiz ve kalpler sakin olunca görüþme çok kolaydýr». (Görüþmeden maksat bedenleri ve kalpleri ýslah ve görüþülen zata faydalý olmaktýr. Bu olunca görüþme o kadar önemli deðildir).

Nasrabâzî´nin müritlerinden olan Ebu Nasr Sûfi´nin þunu anlattýðýný iþitmiþtim: «Bahreyn´den Umman´a gidiyordum, açlýk bana iyice tesir etmiþti. Çarþýyý dolaþmaya baþladým, bir helvacý dükkânýný gördüm. Ýçinde kýzartýlmýþ oðlak eti ile helva satýlýyordu. Oradan geçen bir adama sarýldým ve: Ne olur, þuradan bana biraz bir þey al! dedim. Adam: Neden? Benden alacaðýn mý var, yoksa benim sana borcum mu var? diye çýkýþtý. Fakat ben: Behemehal bana bir þeyler almalýsýn, dedim. Halimi gören baþka bir adam bana: Delikanlý, adamýn yakasýný býrak, istediðini alacak olan adam o deðil, benim. Ýstediðini bana anlat, ne dilersen söyle, dedi ve istediðimi aldýktan sonra savuþup gitti». ?Fakir, nefsani arzu maksadýyla deðil, nefsini tedavi ve terbiye gayesiyle dilenmiþ, bir yandan sebebe sarýlýrken, Þeyh bana döndü baktý, fakat bir þey söylemedi ama buna memnun olmadýðýný hissettiðim için kabaðý attým. Sonra elimize beþ dinar geçti. Bir köye vardýk. Ýçimden, Þeyh behemehal bir þeyler alacak, dedim. Fakat yoluna devam etti, hiç bir þey almadý. Sonra bana, galiba; aç olarak yürüyoruz, bize bir þey almadý, diyorsun, dedi. Evet, öyle, dedim. Yol üzerinde bulunan Yehudiyye isimli köye uðradý. Burada çoluk çocuk sahibi bir zat vardý, köye uðradýðýmýzda bizimle ilgilenirdi, paralarý ona veririm, hem bize, hem ailesine harcar, diye düþündüm. Adama gittik. Þeyh paralarý adama verdi, adam da bize ve ailesine sarfetti. Köyden çýkýnca Þeyh bana, ey Ebu Hüseyn, nereye gidiyorsun? dedi. Birlikte yolculuk yapýyoruz ya, dedim. Hayýr, olmaz. Hem yoldaþým olacaksýn, hem de kabakta bana hainlik edeceksin, (izin almadan kabak yiyeceksin) iþte bu olamaz, dedi ve benimle yolculuk etmemekte ýsrar etti».

Abdullah Þirazi´nin Ebu Ahmed Saðir´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: Ebu Abdullah b. Hafif anlatýyor: Gençliðimde karþýlaþtýðým bir fakir, açlýk ve yoksulluk halimi gördü ve beni evine aldý. Arpa ile piþirilmiþ bir et getirdi. Fakat et bozulmuþtu, ekmeðimi tiridine batýrýyor, bozulan eti yemekten kaçýnýyordum. Fakir (ise hoþuna giderek yiyordu, buna alýþmýþtý), bana bir lokma et verdi, kendimi zorlayarak lokmayý yuttum; bir lokma daha verdi bu lokmayý yutana kadar çok sýkýntý çektim. Çektiðim sýkýntýnýn farkýna varan fakir mahcup oldu, ben de mahcup olmuþtum. Oradan ayrýldýktan sonra derhal hac için sefere çýktým. Anneme durumumu anlatmak ve abamý göndermesini temin etmek için bir kiþi gönderdim. Annem teþebbüsüme karþý çýkmadý, sefere gitmeme rýzâ gösterdi. Bir fukara cemaatý ile Kadisiye´den yola çýktýk. Bir müddet sonra yolumuzu kaybettik, yanýmýzdaki erzak tükendi, açlýktan öleyazacaktýk. Derken bir Arap aþiretine rastladýk, onlarda da bir þey bulamayýnca birkaç dinara köpeklerini satýn almak zarureti içine düþtük. Arkadaþlar köpeði kýzarttýlar, etinden bir parça da bana verdiler, verilen parçayý yiyeceðim sýrada hâlimi düþündüm, bu hâl o fakiri mahcup ettiðim için baþýma geldi, diye içime bir his doðdu. Ýçimden tevbe ettim. Arap aþireti bize yol gösterdi. Gittim haccýmý yaptým, sonra dönüþümde özür dilemek için doðru o fakirin evine gittim».


radyobeyan