Kuþeyri Risalesi
Pages: 1
Firaset- Ahlak By: derya Date: 13 Ocak 2010, 12:22:29
FÝRASET-AHLAK

Firaset bahsini krþ: Luraa, s. 226; Ta´arruf, s. 151.

Firâset

Bakmak, nazar etmek, sezmek, istidlal etmek, içe doðmak. Firâset iki nevidir, a) Adi ve umumî firâset: Bir takým karine emmâre, alâmet ve iþaretlerle gizli bir þeye istidlal etmek ve vakýf olmak. Buna hikemî firâset de denir. Bu nevi firâset melekesi talim ve terbiye ile geliþtirilir, b) Vehbi firaset veya ilhami firâset: Bu firâset «insanýn kalbinde olan þeye muttali olmak» diye tarif edilir ve þer*î firâset adýný da alýr. Müminin firâseti nurânî ve vehbîdir. Tasavvufta þeyhlerin kalplerde olaný bilmeleri, müritlerini murakabe etmeleri firaset esasýna istinad eder.

Kaynaklarda firâset kelimesi keþf ve ilham mânasýnda kullanýlmaktadýr. Ýlham ve firâset sayesinde çok nâdir hallerde bazý kimseler bazan geçmiþte, halde ve gelecekte olaný bilirler, baþkasýnýn ne düþündüðünü tesbit edebilirler.

Lokman suresinin 34. âyetinde mugayyebât-ý hamse denilen beþ hususun Allah´tan baþkasý tarafýndan bilinemeyeceði belirtilmiþtir:

1. Yaðmurun yaðmasý
2. Doðacak bebeðin oðlan veya kýz olmasý
3. Ýnsanýn yarýn ne kazanacaðý
4. Ýnsanýn nerde öleceði
5. Kýyametin ne zaman kopacaðý.

Hadiste ise, «Mefâtih-ý gayb, yani gaybýn anahtarlarý Allah´ýn yanýndadýr, gaybý ondan baþkasý bilmez», buyurulmuþtur (bk. Buharî, Istiska, 29).

Fakat Allah dilerse ilham ve diðer herhangi bir meseleyi, ister müslüman olsun isterse olmasýn bir kuluna bildirebilir.

1. Asr-ý Saadet´in IV. cildinde Hz. Peygamber´in gaybtan verdiði haberler konusunda geniþ malumat vardýr.

2. Hz. Ömer bazý þeyleri olmadan evvel haber veren sahabeden olduðu için kendisine «Mülhem», ilhama mazhar olan zat ve «Faruk» adý verilmiþti (bk. Buharî, Faz&U, 6).

3. Cabir´in babasý, oðluna, yarýn Uhud´da öleceðim, demiþ ve gerçekten de ertesi günü þehit olmuþtu (bk. Miþkâtu´l-mesabih, in, 201; Buharî).

4. Hz. Ebu Bekir, hamile eþinin doðuracaðý çocuðun kýz olacaðýný doðumdan evvel haber vermiþti (bk. Muvatta, Akziye, 4). Buna benzer daha pek çok misâli sahabeden vermek mümkündür.

Gayr-i müslimler de bu nevi þeyleri nâdir hallerde bilebilirler, ibn Sayyad hadisesi bunun en güzel örneðidir (bk. Buharî, Cihad, 178; Müslim, Fiten, 19). Saffat suresinin 10. En´am suresinin 121. âyetlerinde þeytanlarýn kâhinlere ve kendi dostlarýna ilham verdiklerini ve vahyi getirdikleri ifade edilmiþtir.

Modern bilimde gaypten haber vermeye yönelik geliþmeler þu þekilde tasnif edilmektedir:

1. Telapati: Fikir ve hislerin, vasýtasýz olarak uzaða intikal ettirilmesi, ruhlarýn konuþmasý,
2. Presentiment (Hiss-i kable´l-vukû, önsezi): Bir þeyi olmadan evvel bilme, olacaðýný hissetme,
3. Psikometri: Bir cisme ait özellikleri ve nitelikleri, ona dokunarak anlamak. Gözün ve diðer duyu organlarýnýn yaptýðý idrâk iþini derinin ve dokunma hissinin yapmasý,
4. Telestesi: Fevkalâda hassasiyet ve harikulade duyarlýlýk. Baþka insanlarýn duyamadýklarý ve hissedemedikleri þeyleri duymak ve hissetmek,
5. Claire voyance: Basiret, kalp gözü ile bir þeyi net olarak görmek, müþâhede-i uryanî, çýplak görmek,
6. Vision: Temaþa, müþahede. Ulûhiyeti ve gayb âlemini seyretmek,
7. Avdision: Semâ, istima, ilâhî hitaplarý iþitme, gaypten gelen sesleri duyma, hatiften gelen sadayý idrâk etmek, kalp kulaðý ile iþitme, vicdanýn sesini dinleme. Clare audision, bir þeyi net olarak görmek,
8. Prevision: Uzaktan keþfetmek.

Firâset ve diðer bahislerde görülen keþf ve ilham nevinden olan bilgiler, yukarda anlatýlan konulardan birine girerler. Burada anlatýlan hususlar ender rastlanan vakalardýr. Fakat mümkün ve gerçek hadiselerdir. Bunun bir kaidesi ve düzenli þekli yoktur. Onun için keþf ve ilhamýn sýnýrýný geniþleterek, þümulünü arttýrarak devlet ve cemiyet nizamýna tatbik edilmesi, hukukî, iktisadî ve ticarî münasebetlerin buna göre ayarlanmasý sakýncalý neticeler verir. Ýlham, sadece ilhama mazhar olan kiþi için ihtiyarî bir delildir. Hüccet-i lâzimedir, huccet-i mülzime ve huccet-i müteadriye deðildir, yani bir ölçüde ilhama mazhar olan kiþiyi baðlar, baþkalarýný baðlamaz, onlara delil olmaz.

Ýlk sofilerde ve Kuþeyrî Risâlesinde az rastlanan, bu nevi olaylara, zaman geçtikçe daha çok önem verilmiþ, bu ise aklî ve tecrübî ilimlerin deðerini kaybetmesine ve gerilemesine sebep olmuþtur. Öyle zamanlar olmuþtur ki, Ýslâm cemiyeti ve müslümanlar arasýndaki münasebetler âdeta hayali þeylerle tanzim edilmiþ islâm cemiyeti akýl, madde ve gerçekler dünyasýndan uzaklaþtýrýlarak uyutulmuþ, bir rüya hayatý yaþatýlmýþtýr. Bu ölçüde spritüalizm ve ruhçuluk, lslâmýn bünyesinde mevcut deðildir. Ýslâm medeniyetinin gerilemesinin ve çökmesinin baþta gelen sebeplerinden biri maddi âlemden, gerçekler dünyasýndan, akýl ve mantýk sahasýndan uzaklaþýlýp, ne olduðu bilinmeyen aþýrý bir ruhçuluðun, karanlýk bir spritüalizmin içine düþülmüþ olmasýdýr.

Kuþeyrî Risalesi´nde, hakikat dünyasýndan ve maddî âlemden uzaklaþmayan bir tasavvuf anlayýþý vardýr. Bu tasavvuf akla ve maddî gerçeklere azamî derecede yakýn olan bir tasavvuftur.
Firâset karþýsýnda nefsin ve aklýn þek ve þüpheye düþmesi ihtimali yoktur.

Firâset, imanýn kuvveti nisbetinde (hâsýl) olur, þu halde imaný en kuvvetli olan, firâseti en keskin olan kimsedir.

Ebu Said Harraz diyor ki: «Firâsetin nuru ile bakan, Hakk´ýn nuru ile bakmýþtýr. Firâset sahibinin ilminin aslý ve menbaý, sehiv ve gaflet bahiskonusu olmaksýzýn Hakk´dýr. Daha doðrusu firâset kulun dilinde cereyan eden Hakk´ýn hükmüdür».

«Hakk´ýn nuru ile bakmak» sözü ile Hakk Sübhanehu ve Taâlâ tarafýndan tahsis edilen özel bir nur kastedilmektedir.

Vâsýtî þöyle der: «Firâset, kalpte pýrýldayan nurun ýþýðýdýr, kalpte yerleþmiþ bir marifettir. Bu ýþýk ve marifet vasýtasýyla gaybýn sýrlan (insanlarýn içinde gizli bulunan sýrlar) bir gaybten (halkýn kalplerinden) diðer bir gaybe (firâset sahibinin kalbine taþýnýr) nakledilir. Böylece firâset sahibi eþyayý Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nýn kendisine gösterdiði þekilde görür. Onun için de insanlarýn zamirinde ve kalbinde bulunan þeyleri haber verir».

Ebu´l-Hasan Deylemî´nin þöyle dediði hikâye olunur: «Firâset yolu ile sýr olan þeyleri haber verdiði söylenen siyahi bir zatý görmek için Antakya´ya gitmiþtim. Adam Likam daðýndan çýkana kadar bekledim. Nihayet adam elinde, satmakta olduðu mubah bir þey olduðu halde çýktý, iki günden beri aç idim. Hiç bir þey yememiþtim. Adama, elindeki þeyin fiatý nedir? diye sordum ve müþteri olduðum kanaatini vermeye çalýþtým. Adam bana: Burada otur, elimdekini satýnca karnýný doyuracak kadar yiyecek almayý saðlayacak miktarda para veririm, dedi. Bunun üzerine adamý býraktým. Para karþýlýðýnda mal almak isteyen birisi olduðum kanaatini hakim kýlmak için baþka birine gittim. Sonra adama tekrar döndüm ve: Þayet bunu satacaksan bana fiatýný söyle, dedim. Adam: Sen iki günden beri beni mi deniyorsun diye durumumdan haber verdi.

112. Tirmizî, Taberânî. Aclûnî, I, 41. Ibn Hanbel, iman, 82;

Hadisteki Nazar (bakma, bakýþ):

Erenlerin nazarý topraðý gevher eyler Erenler kademinde toprak olasým gelir.
beytinde geçen nazar mânasýna gelmektedir.

Ne istersen onu sadece Allahtan iste. sadece Allah´tan istemez de nefsinin de ihtiyacýn görülmesinde tesiri olduðuna inanýrsan o ihtiyacýn görülmez, dedi».

Kettanî der ki: «Firâset, yakýn mükâþefe etmek, gaybý gözle görmektir. (Zan deðil, kesin ilimdir). Firâset iman makamlarýndan bir makamdýr».

Derler ki: Þafiî ile Muhammed b. Hasan Mescid-i haram´da iken bir adam içeri girdi. Muhammed b. Hasan, «Firâsetime göre bu adam dülgerdir», dedi. Þafiî, «Benim firâsetime göre demircidir», dedi. Gittiler, adama sanatýnýn ne olduðunu sordular. Adam: önce demirci idim, fakat þimdi dülgerlik yapýyorum, dedi.

Ebu Said Harraz demiþtir ki: «Müstenbit (istinbat yapan) ebedi olarak gaybý mülâhaza ve müþahede eden zattýr. Gayb ondan gizli kalmaz, hiç bir þey ona saklý ve kapalý olmaz. O, Allah Taâlanýn: ´Bunu onlardan istinbat yapanlar elbette bilir´ (Nisa, 4/83), sözünün delâlet ettiði kimsedir. Mütevessim, emmâre ve alâmetleri tanýyan kimsedir. O istidlal ve alâmetlerle kalplerin içindeki en gizli olan þeyleri bile bilen bir ariftir. Allah Taâla, ´Bunda mütevessim olanlar için âyetler vardýr´ (Hicr, 4/78) buyurmuþtur. Yani Allah Taâlâ´nýn dost ve düþman zümreleri üzerinde açýða çýkardýðý (hayra ve þerre delâlet eden) alâmetlerden anlayan arifler için bunda âyetler vardýr, demektir». «Müteferris-: Allah Taâlâ´nýn nuru ile bakar: Bu nur, firâset sahibinin kalbinde parýldýyan nurun bir ýþýðýdýr, firâset sahibi gayba ait mânalarý bununla idrâk eder. Bu ilâhi nur imanýn özelliklerindendir. Mütevessimden daha büyük hazzý olanlara Rabbaniyyûn, denir. Hakk Taâlâ, ´Rabbaniler olunuz´ (Âli îmrân, 3/79) buyurmuþtur. Ahlâk ve (kullarýn iþlerini) görme bakýmýndan Hakk´ýn ahlâký ile ahlâklanan âlim ve hâkimler olunuz, demektir. Bunlar halkýn içinde olanlarý haber vermeyi, onlara (nurullah ile bile olsa) nazar etmeyi ve onlarla meþgul olmayý terketmiþlerdir. (Sadece Rab Taâlâ ile meþguldurlar)».
Naklederler ki: Münâdi (dellâl) Ebu Kasým bir defa hastalanmýþtý. Ebu Kasým Niþabur´un þaný büyük þeyhlerinden biri idi. Ebu´l-Hasan Bûþencî ve Hasan Haddad kendisini ziyaret etmek istemiþlerdi. Yolda veresiye yarým dirhemlik elma satýn almýþlar ve hastaya getirmiþlerdi. Hastanýn yanýna oturduklarýnda Ebu Kasým, «Bu zulmet ve karanlýktan bu kadar süratli bir þekilde çýkmasý da mümkün imiþ! ne oldu halinizi haber verin», demiþ. Onlar da durumu anlatmýþlardý. Bunun üzerine Ebu Kasým, «Evet, herbiriniz, parayý arkadaþým öder, diye düþünmüþ, arkadaþýna itimat etmiþ idiniz. Adam ise ödeme talebinde bulunmaktan utanýyordu. Böylece borç altýnda kalmýþtýnýz, buna ise ben sebep olmuþtum. Ben bu hâli sizde müþahede etmiþtim», demiþti. Ebu Kasým dellâl idi. Her gün çarþýya çýkar dellâlcýlýk yapar, rýzkýný temin edecek kadar (bir danik ile yarým dirhem arasý) para kazanýnca çarþýdan ayrýlýr ve vaktini muhafaza, kalbine riayet hâline dönerdi.

Hüseyin b. Mansur (Hallaç) der ki: «Hakk kulun (kalbini, ruhunu ve) sýrrýný istilâ etti mi, bütün sýrlarý onun mülkü haline getirir. (Ýnsan esrar üzerinde tasarruf eder). Bunlarý gözü ile görür ve ne olduklarýný haber verir». (Hakk kulunun sýrrýný ve ruhunu istilâ edince, kul, sahib-i esrar olur).

Sûfilerden birine firâsetin ne olduðu sorulmuþ, o da: Firâset; melekût âleminde kalýptan kalýba ve türlü þekillere giren ruhlar, gaybe ait mânalarý müþahede ederler. Bunun neticesinde zan ve þüpheye istinad eden bir konuþma ile deðil, görmeye dayanan bir konuþma ile halkýn sýrlarýný anlatýrlar, demiþti.

Derler ki: Tevbe etmeden evvel Zekeriyya Sahteni ile bir kadýn arasýnda bir münasebet vardý, (uygunsuz bir iþ yapmýþlardý). Zekeriyya, Ebu Osman Hîrî´nin en seçkin müritleri arasýna girdikten sonra bir gün mürþidinin baþ ucunda dururken o kadýnýn durumu hakkýnda düþünmeye baþladý. Ebu Osman derhal baþýný kaldýrdý ve «Utanmýyor musun?», dedi.

Üstad ve imam Kuþeyri (r.a.) der ki: Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) a vâsýl olduðum ilk zamanlarda Mitraz mescidinde benim (ders vermem) için bir meclis kurulmuþtu. Bir gün Nesâ þehrine gitmek için þeyhimden izin aldým. Meclise giden yolda þeyh ile yürürken: Ben bulunmadýðým günlerde þeyh bana niyabeten meclislerimi de idare etse, diye düþündüm, hatýrýmdan böyle bir fikir geçti. Þeyh hemen bana döndü ve: «Sen olmadýðýn zaman ders meclislerini sana niyabeten ben idare ederim», dedi. Biraz daha yürüdüm. Aklýma geldi ki; þeyh rahatsýzdýr, haftada iki gün bana niyabet etmek ona aðýr gelebilir.
Þeyhim idare ederim sen gelinceye kadar diye içimden geçeni cevaplandýrmýþtý.

Üstadýmýn keskin bir firâseti vardý. Þöyle derdi: «Harama bakmaktan gözünü muhafaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapýlmaktan koruyanýn, dâimi murakabe ile bâtýnýný, sünnete tâbi olarak zahirini imar edenin ve helal lokma yemeyi alýþkanlýk haline getirenin firâseti þaþmaz». (Firaseti tam isabet kaydeder).

Ebu Hasan Nuri´ye; Firâset sahibinin firâseti nereden doðar, bunun kaynaðý nedir? diye soruldu. Allah Taâlâ´nýn: «Ben ona ruhumdan üfledim». (Sad, 38/72) sözünden, dedi. îmdi: Bir kimse bu nurdan ne kadar mükemmel haz alýrsa müþahedesi o kadar muhkem, firâsetinin hükmü o nisbette doðru olur. Görmez misin ki, Âdem´e ruhun üflenmesi þu âyete göre kendisine secde edilmesini icabettirmiþtir: (Hakk Taâlâ buyurur ki): «Onu tesviye edip içine ruhumdan üflediðim zaman önünde secdeye kapanýn» (Hicr, 15/29).

Ebu Hasan Nuri´nin bu sözü biraz müphem ve muðlaktýr. Ruhun üflenmesinden bahsedilmesi ruhlarýn kadim olduðuna inananlarý tasvip etmek mânasýna çekilebilir. Halbuki durum, zayýflarýn kalbine gelen zan gibi deðildir. Üflenmeye, cisimlere bitiþmeye ve onlardan ayrýlmaya elveriþli olan bir þey (ruh) tesir altýnda kalmaya ve deðiþmeye maruz kalýr, bu ise hadis þeylerin alâmetidir. Âdem´e secde edilmesi ona ruh üflendiði için deðil, Allah bunu emrettiði içindir).

Þüphesiz ki Allah Taâlâ müminlere bir takým basiretler ve nurlar tahsis ve lütfetmiþtir. Onlar bu sayede firâsette bulunurlar. Aslýnda basiret ve nur denilen þey bilgiler (marifet) dir, Resûlüllah (s.a.) in «Mümin, Allah´ýn nuru ile nazar eder» hadisi bu mânada anlaþýlmalýdýr. Hadis «Mümin, Allah Taâlâ´nýn tahsisen kendisine verdiði ve onu benzerlerinden ayýrdýðý bir ilim ve basiretle bakar», mânasýna gelir. Ýlme ve basirete nur adýnýn verilmesi yeni ve garip bir þey deðildir. Bunun (nurun) üfleme (nefh) ile vasfedilmiþ olmasý uzak bir ihtimal deðildir. Bundan murad halktýr. (Yani nefh ile yaratmak kasdedilmiþtir, üfledim demek, yarattým demektir. Nefh demek nur, nazar ve marifet demektir, yaratmak da bu mânaya gelir).

Ebu Cafer Haddad þöyle demiþtir: «Firâset, karþýsýna hiç bir þeyin çýkmadýðý ilk hatýrdýr. Eðer karþýsýna kendi cinsinden bir muarýz çýkarsa, o firâset deðildir, hatýr ve hadis-i nefstir».
Sonradan Niþabur´a gelerek yerleþen Ebu Abdullah Râzi´den nakledilir. Þöyle demiþ: «Ýbn Enbârî bana bir hýrka giydirmiþti. Þeyhim Þiblî´nin baþýnda bu hýrkaya lâyýk bir serpuþ gördüm. Her ikisi de benim olsun, istedim. Þiblî oturduðu yerden kalkýnca bana döndü (ve beni takip et, der gibi baktý, sonra yürüdü), kendisini takip ettim. Kendisini takip etmemi istediði zaman bana dönmek âdeti idi. Þiblî evine girdi, peþinden ben de içeri girdim, bana hýrkayý çýkar, dedi. Derhal çýkardým. Hýrkayý dürdü, katladý, serpuþu da üzerine attý, ateþ getirttirdi, her ikisini de yaktý». (Aklýný böyle þeylere takma demek istedi. Hz. Musa da Beni Ýsrail için fitne vesilesi olan þeyleri yakmýþtý, Hz. Süleyman ise namazýn kazaya kalmasýna sebep olan atlarý kesmiþti).

Ebu Hafs Niþaburi der ki: «Firâset sahibi olduðu iddiasýnda bulunmaya kimsenin hakký yoktur. Yapýlacak þey baþkasýnýn firâsetinden sakýnmak ve korunmaktýr. Zira Resûlüllah (s.a), ´Müminin firâsetinden korunun´, buyurmuþ, fakat ´Firâset sahibi olmaya çalýþýn´, buyurmamýþtýr. Þu halde firâsetten korunma mevkiinde bulunan bir kimsenin firâset davasýnda bulunmasý nasýl doðru olabilir?»
Ebu Abbas b. Mesruk anlatýyor: «Hasta olan dostlarýmýzdan bir þeyhi ziyarete gitmiþtim, þeyhi çok fakir ve periþan bir halde buldum. Ýçimden: Bu ihtiyar rýzkýný nasýl temin ediyor acaba? dedim. Ýhtiyar bana dedi ki: Ey Ebu Abbas, bu aþaðýlýk düþünceleri kov gitsin, þüphe etme ki Hakk Taâlâ´nýn gizli lütuflarý mevcuttur».

Zebîdî´nin þöyle dediði hikâye edilir: «Fukara ve derviþlerden bir cemaatla Baðdat´ta bir mescidde bulunuyordum. Günler geçtiði halde kýsmetimiz zuhur etmedi, (rýzkýmýz çýkmadý). Bir miktar bir þey istemek için Havvas´a geldim. Gözü bana iliþince: Görülmesi için buraya kadar geldiðin ihtiyacýný Allah biliyor mu, bilmiyor mu? diye sordu. Pek tabii ki biliyor,dedim. Bunun üzerine, aðzýný kapat, ihtiyacýný hiç bir mahluka açma, dedi. Bu tavsiye üzerine geri döndüm,

Naklederler ki: Zamanýn büyüklerinden olan Ebu Abdullah Turaðbezî Tûs´a gitmek için yola çýkmýþ, Har mevkiine gelince talebesi olan arkadaþýna, «Ekmek satýn al», demiþ. Arkadaþý iki kiþiye yetecek kadar ekmek almýþ, fakat þeyh, «Daha fazla ekmek al», demiþ. Bunun üzerine sanki þeyhin sözü bir hakikat ve hikmet deðilmiþ gibi bir anlayýþ içinde gitmiþ, kasten on kiþiye yetecek kadar ekmek satýn almýþtý. Ebu Abdullah arkadaþý ile yola çýkmýþ, bir dað baþýna ulaþtýklarý zaman eþkýya tarafýndan elleri ayaklarý baðlý vaziyette terkedilen ve uzun zamandan beri aç bulunan bir cemaata rastlamýþ, cemaat kendisinden yiyecek isteyince Þeyh arkadaþýna, «Bunlara sofra hazýrla», demiþti.

Üstad ve Ýmam Kuþeyrî der ki: Bir gün Ebu Ali Dakkak (r.a.) in huzurunda bulunuyordum. Söz þeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) den açýlmýþ, Sülemî derviþlere uyarak semâ yapmaktadýr, denilmiþti. Üstad Ebu Ali, «Böyle bir manevi hâle sahip olan neden bu þekilde hareket eder acaba, sakin olmak semâ yapmaktan onun için daha iyi deðil mi, dedikten sonra bana döndü ve dedi ki: «Sülemi´ye git. Onu kitaplarýnýn, bulunduðu odada oturur vaziyette bulacaksýn. Kitaplarýn üzerinde kýrmýzý renkte dört köþe bir kitap kabý (kýlýfý) göreceksin. Onun içinde Hüseyn b. Mansur Hallac´ýn þiirleri var, o kitap kabýný al, kimseye bir þey söylemeden bana getir», öðle sýcaðýnýn bastýðý bir vakit idi. Gittim, içeriye girdim, Sülemi´yi kütüphanesinde buldum. Kitap kabý Ebu Ali´nin tarif ettiði yerde idi. Gösterilen yere oturunca Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemî söze baþladý: «Adamýn biri semâ esnasýndaki hareketinden dolayý âlimlerden birini tenkit ediyordu. Bir gün bu adam kimsenin bulunmadýðý bir yerde sanki vecde gelmiþ (ve semâ yapmak için ayaða kalkmýþ) gibi dönerken görüldü ve: Bu halin ne böyle? diye soruldu. Adam: Benim için halli müþkil olan bir mesele ile uðraþýyordum, birden meseleyi çözdüm ve mânasýný anladým, kendime mâlik olamýyacak kadar sevindim ve neþemden dönmeye baþladým, diye cevap verdi. Adama denildi ki: îþte sûfîlerin (semâ ve raks esnasýndaki) hâlleri de böyledir».
Bir taraftan Üstad Ebu Ali´nin bana verdiði emri ve kitabýn yerini tespit ettim

Sonra düþündüm ve içimden, doðruluktan baþka çýkar yol yoktur, dedim ve arzettim: Üstad Ebu Ali kitabýn kabýnýn yerini bana tarif etti ve Þeyh Sülemi´den izin almadan bu kabý al ve bana getir, diye emir verdi. Bu iþe memur olan bendeniz korku içinde huzurunuzda bulunmaktayým, verilen emre muhalefet etmem mümkün deðildir. Bu durumda ne yapmamý emir buyurursunuz? Bunun üzerine Sülemi, içinde Hüseyn b. Mansur´a ait þiirler bulunan altý köþeli bir kitap kabý çýkardý. Bu kap içinde ayrýca Sülemî´nin yazdýðý ve es-Sayhûr fi nakzý´d-duhûr adýný verdiði (Bu kitabýn Hallac´a ait olmasý daha doðrudur, bk. îbn Nedim, Fihrist) bir kitap daha mevcut idi. Sülemî bana, bunu ona götür ve de ki: «istediði kitabý þu anda ben mütalaa etmekte ve yazmakta olduðum bir esere oradan beyitler nakletmekteyim...» dedi. Peki, dedim ve oradan ayrýldým.

Hasan Haddad (r.a.) in þunu anlattýðý hikâye edilir: Ebu´l-Hasan Karâfi diyor ki: «Ebu´l-Hayr Tinâti´yi ziyarete gitmiþtim. Veda edip ayrýldýktan sonra beni mescidin (tekkenin) kapýsýna kadar teþyi etti ve dedi ki: Ey Ebu´l-Hayr, yanýnda rýzýk ve nimet olarak ne varsa Allah onu bereketli kýlsýn.
Daha sonra acýktýðýmda cebimdekilerden alarak doyuncaya kadar elma yiyor, fakat cebimdeki elma sayýsý eksilmiyordu. Sonra kendi kendime: Bu iki elma tevekkül hâlimi bozabilir. Çünkü malum ve muayyen bir rýzýk haline gelmiþtir, dedim ve ikisini birden cebimden çýkardým. Karþýmda abaya bürünmüþ bir fakirin: Ah! Caným ne kadar çok elma istiyor, dediðini gördüm! Elmalarý fakire verdim ve yoluma devam ettim. Birden içime: Þüphe yok ki þeyh elmalarý bu derviþ için göndermiþti, bu elmalar benim yol arkadaþýmdý, bana emanet edilmiþti, düþüncesi doðdu. (Duasýný alayým diye) derviþin bulunduðu yere döndüm. Fakat bulamadým (sýrra kadem basmýþtý)».

Muhammed b. Hüseyn, þu hadiseyi nakletmiþtir: «Cüneyd´in sohbetinde bulunan bir genç vardý, halkýn kalbinden geçen þeyleri haber verirdi. Durum Cüneyd´e bildirildi. Cüneyd gence-. Senin için anlatýlan bu sözlerin aslý nedir? dedi. Genç Cüneyd´e: Kalbinde bir þey sakla, dedi. Cüneyd: Sakladým, dedi. Genç: Þunu þunu sakladýn, dedi. Cüneyd: Hayýr, bilemedin, dedi. Genç: Bir daha sakla, dedi. Cüneyd: Sakladým, dedi. Genç: Þunu þunu sakladýn, dedi. Cüneyd: Bilemedin, dedi. Genç: Üçüncü olarak kalbinde bir þey sakla, dedi. Cüneyd: Sakladým, dedi. Genç: Þunu þunu sakladýn, dedi. Cüneyd yine olmadý, dedi. Bunun üzerine genç: Acaip þey bu, sen çok doðru bir insansýn (dediklerinin doðru olmamasý imkânsýz) ama ben de kalbimi iyi bilirim, dedi. Cüneyd gence: îlkinde, ikincisinde ve üçüncüsünde hep doðru söyledin, kalbimden geçeni bildin. Lâkin kalbin deðiþecek mi, deðiþmeyecek mi diye seni imtihan etmek istedim, dedi».

Muhammed b. Hüseyn´in Ebu Abdullah Râzi´den þunu naklettiðini iþitmiþtim». Bir defa Ýbn Rakki hastalanmýþtý, kendisine bir kadeh içinde ilaç getirildi. Kadehi eline aldý ve: Bugün islâm diyarýnda büyük bir hadise vukua geldi, bunun ne demek olduðunu öðrenemedikçe ne bir þey yiyeceðim, ne de içeceðim, dedi. Birkaç gün sonra Karmatîlerin Mekke´ye girdikleri ve tarihte meþhur olan büyük katliâm hareketine giriþtikleri haberi geldi».

Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.), bu hadise dolayýsýyle Ebu Osman Maðribî´den þunu iþittim, diyor: «Yukardaki menkýbe ibn Kâtib´e anlatýlmýþ. O da: Acaip þey, demiþ. Bunda taaccüp edip araþtýrýnca dediðin gibi çýktý» (diyor, Ebu Osman Maðribi).

Enes b. Mâlik (r.a.) in þöyle dediði rivayet olunur: «Hz. Osman b. Affan (r.a.) in yanýna gittim. Yolda, giderken gördüðüm bir kadýnýn güzelliðini düþündüm. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.): Ýçinizden biriniz gözlerinden zina alâmetleri zuhur ede ede, beni ziyarete gelmektedir, dedi. Kendisine: Resûlüllah (s.a.) dan sonra vahyi ile mi karþýlaþýyorum? diye sordum, fakat buna tabsýre, burhan ve sâdýk firaset, derler diye cevap verdi».

Ebu Said Harraz anlatýyor: «Mescid-i harama girdim, üzerinde iki hýrka bulunan bir derviþ (fakir) in halktan dilendiðini gördüm. Ýçimden: Bunun gibisi de halka yük oluyor, dedim. Adam bana bak ti ve: Dikkatli olunuz, ´Allah içinizden geçenleri bilir´ (Bakara, 2/ 235), dedi. Bunun üzerine derhal içimden istiðfar ettim, derviþ þöyle baðýrdý: ´Kullarýnýn tevbesini kabul eden O´dur». (Þuara, 26/25!.
ibrahim Havvas´ýn þunu anlattýðý nakledilir: «Baðdat´ta Câtni-i Medine´de bulunuyordum. Burada bir derviþler cemaatý vardý. Yüzü güzel, saçlarý muntazam ve hoþ bir koku neþreden zarif bir genç bize yöneldi. Arkadaþlarýma: Kalbime bu gencin Yahudi olduðu hissi doðdu, dedim. Bu sözümden bütün arkadaþlarým hoþnutsuz oldu. Oradan çýktým, genç de çýktý. Sonra genç arkadaþlarýmýn yanýna vardý ve: Þeyh hakkýmda ne dedi? diye sordu. Adamlar durumu anlatmaktan çekindiler, fakat genç ýsrar edince, o senin Yahudi olduðunu söyledi, dediler. Bunun üzerine genç yanýma geldi, elime, ayaðýma düþtü ve müslüman oldu. Gence böyle hareket etmene sebep nedir? denilince anlattý: Kitaplarýmýz yazar ki: Sýddikin firâseti hata etmez. Buna dayanarak müslümanlarý imtihan edeyim, dedim. Müslümanlar üzerinde incelemeler yaptým ve karar verdim. Eðer bunlar arasýnda sýddîk var ise bu zümre (sûfîye) arasýndadýr. Çünkü bunlar Hakk Sübhanehu´nun sözünü söylüyorlar. Tebdîl-i kiyafet ederek içinize girdim. Þu Þeyh hakkýmda firâsette bulunarak kalbime muttali olunca, onun sýddîk olduðuna kanaat getirdim. Bundan sonra genç büyük sûfiler mertebesine yükselmiþti».

Muhammed b. Davud anlatýyor: «Cerîrî´nin yanýnda bulunuyorduk ona firasetin aslý var mýdýr
dedik. Dedi ki: Allah Taâlâ´dan hiçbir nasip almamýþ kalpler üzerine aðlayýnýz!» (Firâset zühd ve istikâmetin semeresi ve neticesidir, netice olmayýnca sebep de yok demektir, firâsetin olmamasý zühd ve istikâmetin olmamasý mânasýna gelir).

Ebu Musa Deylemî anlatýyor: «Abdurrahman b. Yahya´ya tevekkülün ne olduðunu sordum, þöyle dedi: Elini bir ejderhanýn aðzýna soksan ve boðaza kadar yutsa, bu halde bile sadece Allah Taâlâ´dan korkman, baþka bir þeyden korkmamandýr. Oradan ayrýldým. Tevekkülün ne olduðunu sorayým diye Bayezid Bistami´ye geldim. Kapýsýný çaldým. Ýçerden: Tevekkül konusunda Âbdurrahman´ýn söylediði kâfi deðil mi? dedi. Kapýyý aç! dedim. Sen benim ziyaretime gelmedin, soru sormaya geldin. Sorunun cevabýný kapýnýn arkasýndan almýþ bulunmaktasýn, dedi ve bana kapýyý açmadý. Oradan ayrýlýp gittim. Bir sene sonra onu ziyarete geldim. Beni ziyaret için geldin, merhaba, dedi. Bir ay yanýnda kaldým. Bu müddet içinde kalbimden bir þey geçmedi ki onu bana haber vermemiþ olsun. Bana veda ederken-. Beni faydalandýr, bana nasihat et, dedim. Þöyle dedi: Annem anlatýrdý: Bana hamile iken kendisine helal yemek getirilse eli uzanýrmýþ, helal oluþu þüpheli yemek olunca eli gitmezmiþ». (Yemeðin helal olup olmadýðýný firâsetle bilirmiþ).

Ýbrahim Havvas diyor ki: «Mekke´ye gitmek üzere sahraya girdim. Çölü aþana kadar þiddetli sýkýntýlara maruz kaldým. Mekke´ye varýnca, kendimi beðenmiþlik haline tutuldum. Bir kocakarý bana þöyle baðýrdý: Çölde seninle beraber idim, fakat sýrrýný meþgul etmiyeyim diye seninle konuþmak istememiþtim: Þimdi seni yakalayan þu vesveseyi içinden çýkar». (Demek bilinmeyen bir kocakarý bile tanýnmýþ bir zat olan Havvas´tan üstün olabiliyor).

Hikâye ederler ki: Fergâni her sene hacca gider, Niþabur´a uðrar fakat Ebu Osman Hîri´yi ziyaret etmezdi. Fergânî diyor ki: «Bir keresinde Ebu Osman´ý ziyarete gitmiþ ve selâm vermiþtim, fakat selâmýmý almamýþtý. Ýçimden, bir müslüman ziyaret için geliyor, selâm veriyor, fakat selâmý alýnmýyor, dedim. Böyle düþünürken Ebu Osman: Böyle birisi annesini terkediyor, ona hizmet etmiyor, fakat haccediyor, dedi. (Annesi, Fergânî´nin her sene hacca gitmesine razý deðildi ama o annesine raðmen nafile hac yapýyordu). Bu sözü iþitince derhal Fergana´ya döndüm, ölünceye kadar anneme hizmete devam ettim. der. Bu zat kabul edilmiþ. Þeyhi vefat edinceye kadar atýna bakma vazifesi
ile meþgul olmuþtu.

Hayru´n-Nessac anlatýyor: «Bir gün. evimde otururken: Cüneyd kapýda durmaktadýr, diye içime bir fikir doðdu. Bu düþünceyi kalbimden kovdum. Fakat ayný düþünce tekrar içime doðdu. Dýþarý çýktým baktým ki Cüneyd kapýda beklemekte... Cüneyd: Ýlk hatýrlayýnca neden dýþarý çýkmadýn? dedi». (Arif-i billah olanlar himmet etmeseler bile, Allah kalplerine verir).

Muhammed b. Hüseyn Bistâmî anlatýyor-. «Ebu Osman Maðribî´nin yanýna gittim. Ýçimden, belki arzu ettiði bir þeyi almamý arzulamaktadýr, diye geçirdim. Bunun üzerine Ebu Osman; halk istemeden verdiklerini almamýzla yetinmiyor, bizim kendilerinden bir þeyler talep etmemizi istiyor, dedi».
Derviþlerden biri anlatýyor: Baðdat´ta idim. Çölde yolculuk yaparken, Ýhtiyaç duyulan bir su kovasý, bir ip, bir de nalin satýn alabilmem için Murta´iþ bana onbeþ dirhem para getirecek, þeklinde
kalbime bir fikir doðdu. Bu sýrada kapý çalýndý, kalktým, kapýyý açtým ve birden Murta´iþ´i karþýmda buldum. Yanýnda bir çýkýn vardý. Bunu al», dedi. Efendim zahmet ettiniz, istemez, dedim. «Bizi üzme, ne kadar istemiþtin», dedi. Onbeþ dirhem, dedim. «Tamam,onbeþ dirhem var», dedi.
«ölü olup da dirilttiðimiz» (Enam, 6/122) âyetinin izahýnda sûfilerden biri; zihni ölü olaný Allah Taâla firâset nuru ile ihya etmiþ) ve tecelli ve müþahede nuru ihsan etmiþtir. Böyle birisi, gaflet ehli
olanlar içinde gafil gafil gezen biri gibi olamaz, demiþtir.
Firâset sahih olursa, sahibi müþahede makamýna yükselir, denilmiþtir

Ebu´l-Abbas b. Mesrûk anlatýyor: «Bize bir þeyh gelmiþti, muhakemesi iyi, ifadesi tatlý olan bu zat güzel bir üslûp ile bize tasavvuf yolunu anlatmaya baþladý. Bir kere bize hatýrýnýza ve kalbinize ne gelirse onu bana söyleyin, dedi. Kalbime bu þeyhin Yahudi olduðu fikri düþtü. Bu hatýr zail olmadý, tersine gittikçe kuvvetlendi. Bu durumu Cerirî´ye anlattým. Çok zoruna gitti, imkânsýz, dedi. Ben bu durumu behemehal adama haber vereceðim, dedim. Þeyhe dedim bize diyorsunuz ki: Kalbinizden her ne geçerse onu bana söyleyin Benim kalbimden senin Yahudi olduðun geçmektedir. Þeyh dedi: Bütün din ve mezhepleri araþtýrmýþtým. Eðer hak þu kimselerden biri ile ise bunlarla (yani sûfilerle) diye kanaat getirmiþtim. Bu sebeple denemek için aranýza girmiþtim. Siz hak üzeresiniz. Adam bundan sonra güzel bir Ýslâmî hayat yaþadý».

Hikâye ederler ki: Seri talebesi Cüneyd´e: «Halka vaaz ve irþad-da bulun», derdi. Cüneyd diyor ki: «Halka vaaz etmek konusunda kalbimde bir endiþe vardý. Bu ehliyeti hak ettiðim hususunda kendimi itham eder ve bu iþe lâyik görmezdim. Bir cuma gecesi rüyada Resûlüllah (s.a.) ý gördüm. Bana: Halka vaaz et, dedi. Uyandým ve daha sabah bile olmadan Serî´nin evine koþtum, kapýsýný çaldým. Seri bana: Sana vaaz et, denilmedikçe sözümüzü tasdik etmedin, dedi». (Seri´ye Resûlüllah´ý rüyada gördüðümü nereden biliyorsun, dedim. Rüyada Allah´ý gördüm, vaaz konusunda sana emir vermesi için Resûlüllah´ý vazifelendirdiðini söyledi dedi).

Bunun üzerine ertesi gün Cüneyd vaaz ve nasihat için camiye oturdu. Halk arasýnda Cüneyd halka vaaz ediyor, diye yayýldý. Bir gün tebdil-i kiyafet eden bir Hýristiyan genç Cüneyd´in karþýsýna dikildi ve-. «Ey Þeyh! Resûlüllah (s.a.) in, Müminin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allah´ýn nuru ile nazar etmektedir», sözünün mânasý nedir? dedi. Cüneyd biraz baþýný önüne eðdi ve sonra kaldýrdý: Müslüman ol, îslâma girme zamanýnýz yaklaþmýþtýr, dedi. Genç derhal müslüman oldu. (Cüneyd gencin hem Hýristiyan olduðunu, hem de müslüman olma zamanýnýn geldiðini firâseti ile bilmiþti) .

Ahlâk

Yüce Allah: «Þüphesiz ki sen yüksek bir ahlâk üzeresin». (Kalem, 68/4) buyurmuþtur.
Resûlüllah (s.a.) a imaný en üstün olan mümin kimdir? diye sorulmuþ. O da: «Ahlâký en güzel olan», buyurmuþlardý (113).

Þu halde güzel ahlâk, insanýn güzel ve örnek davranýþlarýnýn en iyisi ve faziletlisidir. insanlarýn cevherleri bu sayede açýða çýkar,

Ahlâk bahsini krþ: îhya, in, 48. 113. Ýbn Mâce, Zühd, 31.
Yüce Allah Kuranda sahip olduðu özellikler içinde en çok huy güzelliðini ileri (sürerek peygamberini bu vasfý ile övmüþ ve: ´Þüphesiz ki sen büyük«ok bir ahlâk üzeresin´, buyurmuþtur».
Vâsýti þöyle der: «Yüksek ahlâk (huluk-ý azim), kimseye hasým olmamayý ve kimsenin husumetini kazanmamayý saðlayacak derecede Allah Taâlâ hakkýnda mükemmel bir marifet sahibi olmaktýr».
Hüseyin b. Mansur Hallaç, «Yüksek ahlâk, bir kere Hakk´ý mütalâa ve müþahede ettikten sonra artýk halkýn eza ve cefasýnýn sana tesir etmemesidir», der (sebebe deðil, müsebbibe bakmandýr).
Harraz, «Yüksek ahlâk Allah Taâlâ´dan baþka þeyin himmet ve düþüncesine sahip olmamandýr», demiþtir (Sadece Allah´ý düþünmek; hareketlerine, Hakk rýzâsýna uygun bir istikamet vermektir).
Kettâni demiþtir ki: «Ahlaken senden fazla olan, tasavvuf yönünden de senden fazladýr». (Tasavvuf ahlâktan ibarettir. bir Kimse ahlâkýný ziyade kýlar ve güzelleþtirirse, seni tasavvuf bakýmýn-dan da geliþtirmiþ olur).

Ýbn Ömer´in þöyle dediði rivayet olunur: «Bir köleye, Allah seni rezil etsin, diye hitap ettiðimi duyarsanýz, þâhid olunuz ki, o köle hürdür». (Kendilerini tedavi ve terbiye etmek isteyenler hata ve kusur olan davranýþlarý için kendi kendilerini cezalandýrmalýdýrlar).

FudayL b. Ýyaz, «Ýnsan ihsan ve iyiliðin her þeklini yerine getiren, fakat sadece kümesindeki tavuða kötülük etse yine de muhsin iyi insanlardan olamaz», demiþtir. (Ýhsanda kemâl budur). (Cüneyd´e sorulmuþ: Dünya hakkýnda bir çekirdeði emme ve sormadan baþka arzusu olmayan kiþi için ne dersiniz? Þöyle cevap vermiþ: «Bir dirhem borcu bile kalsa mükâtib köledir»).

Derler ki: Ýbn Ömer (r.a.) kölelerinden birinin namazý güzel kýldýðýný görünce onu azâd ederdi. Onun böyle bir ahlâk anlayýþýna sahip olduðunu öðrenen köleler riya olarak namazlarýný güzel kýlarlardý, Ýbn Ömer de onlarý âzâd ederdi. Durum kendisine hatýrlatýlarak: Böyle hareket etmenizin sebebi nedir? diye sorulunca: Allah için bizi kandýrmaya çalýþanlara kanarýz» dedi. (Hüsnü zannýnn gereði ne ise ben onu yaparým, eðer onlar riya yapýyorlarsa mesuliyet kendilerine aittir, iyi iþ ve netice için bizi aldatmak istiyenlere seve seve aldanýrýz.

(Yüz, güzel olmalý, fakat iffetli ve masun olmalý, söz güzel olmalý, fakat doðru ve tatlý olmalý, iyi bir dostluk bulunmalý, fakat aradaki bað vefa omalý).

Muhammed b. Hüseyn´in, Abdullah b. Muhammed Râzî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Ahlâk, senden ona olaný küçük, ondan sana olaný büyük görmektir». (Yaptýðýn ibadet ve ubudiyeti önemsiz saymak, nail olduðun nimeti büyük ve önemli görmektir).

Ahnefe: Ahlâký kimden öðrendin? diye sorulmuþ. O da, «Kays b. Asým Minkarî´den», demiþ. Ona ait ne gibi ahlâkî faziletler biliyorsun? denilince anlatmýþ: «Bir gün Kays evinde otururken hizmetçisi üzerinde kýzartýlmýþ et bulunan þiþ getirmiþti. Hizmetçi kadýnýn elindeki þiþ, Kays´ýn oðlunun baþýna düþmüþ, çocuk olduðu yerde can vermiþ, manzarayý gören cariye dehþete düþmüþtü. Bu durum karþýsýnda Kays kölesine: Hiç endiþe etme, Allah Taâlâ´nýn rýzâsý için seni âzâd ettim, demekten baþka bir þey söylememiþti». (Affýný âzâd ile ikmâl etmiþti).

Þah Þucâ´ Kirmânî, «Güzel ahlâkýn alâmeti, eza ve cefa vermekten kaçýnmak ve verilen eza ve sýkýntýlarý sineye çekmektir», demiþtir. (Kimseyi incitmemek, kimseden incinmemektir).
Resûlüllah (s.a.): «Halký malýnýzla memnun etmeniz mümkün deðildir. O halde onlarý güler yüz ve güzel ahlâk ile memnun ediniz», buyurmuþtur (114).

Zunnûn Mýsri´ye soruldu: Halkýn dert ve düþüncesi en çok olaný kimdir? Þöyle cevap verdi: «Huyu en kötü olan». (Kötü huylu kimse sýk sýk baþýna dert olan bir mesele çýkarýr).
Vehb, «Bir kimse iyi bir huyu kýrk gün kendi ahlâký hâline getirirse, Allah o güzel huyu onun tabiatý (tabii vasfý) haline getirir» der.

Hasan Basri «Elbiseni temizle» mealindeki âyeti (Müddessir, 74/4) «Huyunu güzelleþtir» þeklinde tefsir etmiþtir.

Naklederler ki: Zâhidlerden birinin bir koyunu vardý. Bir gün ayaðýnýn biri kesilen koyunun üç ayak üstünde durduðunu gördü. Bu hayvana bunu kim yaptý? diye sordu. Hizmetçisi: Ben yaptým, dedi. Niçin yaptýn? diye sordu. Seni üzmek için, dedi. Zâhid: Hayýr!

114. Süyûtl, I, 101.

Ýbrahim b. Edhem´e: dünyada hiç sevindin mi  Evet!» dedi. «îki defa sevindim. Bir defasýnda otururken bir adam geldi, üzerime iþedi. Baþka bir kere otururken bir kiþi geldi, enseme bir sille indirdi».
Hikâye ederler ki: Çocuklar Üveys Karânî´yi gördüklerinde onu taþlarlardý. O ise çocuklara: «Þayet behemehal beni taþlamanýz gerekiyorsa, namaza gitmeme engel olmamasý için bacaðýmý kýrmayacak kadar küçük taþlar atýnýz», derdi.

Adamýn biri Ahnef b. Kays´ýn peþine takýlmýþ, durmadan sövüp sayýyordu. Ahnef kabilesine yaklaþýnca adama döndü ve: «Delikanlý bana söyliyeceðin küfür varsa burada söyle, çünkü ileride kabilenin sefih insanlarý sözlerini iþitecek olurlarsa sana mukabele ve
eziyet ederler», dedi.

Hâtem b. Asamm´a soruldu: Bir insan herkese tahammül etmeli midir? Þöyle dedi: «Evet! Nefsi hariç herkese tahammül etmelidir» nefis müstesna herkese müsamaha edilmelidir).
Rivayet ederler ki: Emirulmüminin Ali b. Ebu Talib (r.a.) bir Köleyi çaðýrmýþ, fakat köle çaðrýya cevap vermemiþti. Hz. Ali çaðýrýsýný ikinci ve üçüncü kere de tekrarladýðý halde cevap alamayýnca kalkmýþ, kölenin yanýna gitmiþ, köleyi yatar vaziyette görünce, «Ey zalim, sesimi duymadýn mý?» demiþ. Köle, «Evet, duydum», diye cevap vermiþ. Hz. Ali, «Peki, cevap vermemene sebep ne idi? demiþ «Nasýl olsa beni cezalandýrmazsýn, diye aðýr davrandým», deyince Hz. Ali, «Hadi git þuradan, seni Allah Taâlâ´nýn rýzâsý için Azâd ettim», demekten baþka bir þey söylememiþti. (Ýyiliðe iyilik her kiþinin, kötülüðe iyilik er kiþinin kârýdýr) ?

Naklederler ki: Maruf Kerhî Dicle nehrinin kenarýna inmiþ, Mushafýný ve elbisesini bir kenara koyarak abdest almaya baþlamýþtý. Bu esnada bir kadýn gelmiþ, eþyalarýný alýp götürmüþtü. Durumu farkeden Maruf kadýný takip etmiþ ve ona: «Hemþire haným, bana Maruf derler. Bunlarý götürmende benim için bir mahzur yok, bunlar senin olsun) fakat Kur´an okuyacak çocuðun var mý?» diye sorunca hayýr! cevabýný alýnca: «Peki, kocan var mý?» diye sormuþ. Yine hayýr! cevabýný alýnca: «öyleyse mushafýmý ver de, elbise senin olsun demiþti.

Bir kere hýrsýzlar Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemi´nin evine zorla girmiþler, bulduklarýný alýp götürmüþlerdi. Bu hadiseden sonra arkadaþlarýmýzdan biri Sülemi´nin þunu söylediðini nakletmiþti: «
Ebu Hafs´a, ahlâk nedir? diye sorulmuþ, o da: «Affý al ve iyiliði emret». (A´raf, 7/199) âyeti kerimesi ile, Aziz ve Celil olan Allah´ýn Resulü (s.a.) için tercih ettiði davranýþ þeklidir, demiþti.
Derler ki: Ahlâk halka yakýn olmak, fakat aralarýnda garip olarak bulunmaktýr, (zahirde halk ile bâtýnda Hakk ile bulunmaktýr).

Demiþlerdir ki: Ahlâk, halktan ve Hakk´ýn kaderinden gelen eza ve cefayý hiç üzülmeden ve sýzlanmadan (gönül hoþluðu ile) kabul ederek sineye çekmektir.

Naklederler ki: Ebu Zer bir oluktan develerine su içiriyordu. Adamýn biri koþarak geldi ve oluðu kýrdý. Bunun üzerine Ebu Zer yere oturdu, az sonra da yattý. Neden böyle hareket ettin? diyenlere: Resûlüllah (s.a.) bize þöyle emir vermiþti, dedi: «Bir insan kýzdýðý vakit otursun, eðer öfkesi geçerse ne âlâ, aksi halde yatsýn Ýncil´de, «Kulum, öfkelendiðin zaman beni zikret ki, ben de ga-zaplandýðým zaman seni hatýrlayayým», diye yazýlý olduðu nakledilir.

Kadýnýn biri Mâlik b. Dinar´a: Ey müraî, diye baðýrdý. Mâlik dedi ki: «Haným! Basralýlarýn yitirdikleri ismimi sen buldun!»

Lokman, oðluna þöyle demiþti: «Üç þey vardýr ki, diðer üç þey olmadan bilinmez: Halim-selim kiþi öfke anýnda, cesur kiþi savaþta ve dost kendisine muhtaç olunduðunda bilinir».

Musa (a.s.) þöyle dua ederdi: «ilâhi; hakkýmda, bende bulunmayan þeyin söylenmemesini saðlamaný niyaz ediyorum». Hakk Sübhanehu ve Taâladan vahiy geldi: «Ya Musa, bunu kendim için bile yapmadým, senin için nasýl yaparým!» (Kiþi ne kadar kâmil olursa olsun hakkýnda dedikodu mevcut olur, bu kötü oluþuna delâlet etmez).

115. Ýbn Hanbel, V, 152.

Fudayl b. lyaz, «Kötü huylu âbid birinin bana arkadaþ olmasýndan ziyade, güzel huylu fâcir birisinin arkadaþ olmasýný arzu ederim», der. (Çünkü fâcir günahkârdýr, böyle olduðunu bilmektedir, onun için ikazlarýmý dinler, tutumunu deðiþtirebilir, âbid ise Ýbadetine ve taatýna güvendiðinden ikazlarýmý dinlemez, inat eder).

Güzel ahlâk; güzel müdârâ ve iyi idare tarzý ile sýkýntýlarý göðüslemektir, denilmiþtir.
Hikâye edilir ki, Ýbrahim b. Edhem sahrada giderken bir askerle karþýlaþtý, asker ona: Mamur ve meskûn yerler nerede? diye sordu. Ýbrahim mezarlýðý iþaret etti. (Kendisi ile alay edildiðini zanneden) asker Ýbrahim´in baþýna þiddetle vurdu, sonra savuþup gitti. Askere: Dövdüðün zat Horasan zahidi Ýbrahim b. Edhem´dir, denilince geri döndü, özür diledi. Ýbrahim b. Edhem, «Sen bana vurunca, ben Allah Taâlâ´dan senin için Cennet niyaz ettim», dedi. Asker: Niçin? diye sordu. Ýbrahim, «Dövülmeye sabrettiðim için sevap ve ecir aldýðým bana bildirilmiþti. Onun için bu karþýlaþmadan benim karlý çýkmamý, senin ise zarar görmeni istemedim», dedi.

Hikâye edilir ki; Bir zat Ebu Osman Hîri´yi yemeðe davet etmiþti. Ebu Osman davet edildiði evin kapýsýna varýnca, adam: Üstad, þimdi içeri giremezsin, seni davet ettiðime piþman oldum, geri Kit, dedi. Ebu Osman geri döndü. Evine vardýðý zaman adam arkamdan koþtu, yetiþti ve: Üstad, yaptýðýma piþman oldum, dedi ve özür dilemeye baþladý. Buyurun hemen gidelim, dedi. Ebu Osman kalktý, adamla birlikte tekrar evine gitti. Kapýnýn önüne varýnca adam ilk hareketini tekrar etti. Üçüncü ve dördüncü defalar da ayný þeyler tekrarlandý. Ebu Osman adamýn evine gidiyor ve geri dönüyordu. Birkaç defa tekerrür eden bu hareketlerden sonra Ebu Osman yine de adamýn evine gidince: Üstad, seni denemek istemiþtim, dedi ve bir yandan özür dilemeye, bir yandan da onu methu sena etmeye baþladý. Bunun üzerine Ebu Osman, «Köpeklerde bile bulunan bir huydan ötürü beni övme, köpek de çaðýrýldýðýnda gelir, azarlandýðýnda uzaklaþýr» dedi.

Derler ki: Ebu Osman bir gün öðle sýcaðýnda bir sokaktan geçerken üzerine bir evin damýndan bir leðen kül döküldü, yanýnda ulunan dost ve müritleri bu iþe bozulmuþlar ve külü dökene ileri geri söylenmeye baþlamýþlardý. Ebu Osman onlara engel oldu.

Derler ki: Derviþlerden biri Cafer b. Hanzala´ya misafir olmuþtu. Derviþ, Cafer´in kendisine ikram ve hizmette kusur etmediðini görünce: Yahudi olmasan ne kadar iyi bir insansýn, dedi. Cafer: «Yahudi olmam muhtaç bulunduðun hizmeti yapmama engel olmuyor, þu halde (sen peþin fikirli olma hastalýðýna tutulup Yahudi olmama hükmettiðin için) kendine Allah´tan þifa, bana da hidayet dile», (böylece iyiliðe mukabele etmiþ olursun) dedi.

Nakledilir ki: Abdullah Hayyat´ýn Mecusî bir müþterisi vardý Mecusî elbisesini ona diktirir, fakat bozuk (ve geçmez) para verirdi. Abdullah da bu paralarý kabul ederdi. Abdullah bir iþi için dükkânýndan ayrýldýðý zaman tesadüfen Mecusi getirdiði paralarý çýraða vermek istedi, fakat çýrak bu paralarý kabul etmedi, bunun üzerine Mecusi saðlam para vermeye mecbur oldu. Terzi Abdullah dükkâna dönünce çýraðýna, «Mecusinin gömleði nerede?» diye sordu. Çýrak da durumu anlattý. Terzi, çýraðýna: «Çok fena bir iþ yapmýþsýn, Mecusî epeyden beri bana bu þekilde muamele yaptýðý halde, bu bozuk paralara benden baþkasý kanmasýn diye sabrediyor, aldýðým kalp paralarý götürüp kuyuya atýyordum», dedi.
Derler ki: Kötü huy sahibinin kalbini sýkar, çünkü kötü huylunun kalbine kendi arzu ve irâdesinden baþkasý sýðmaz. Nitekim dar bir yere de sahibinden baþkasý sýðmaz, (caný darlýk kötü huydur, vasia-i sadr, yani gönül geniþliði güzel huydur). Güzel huy; (namaz kýlarken) yanýndaki safta, (zengin, fakir, hür, köle) kim durursa dursun bozulmamandýr, (herkesi kendine eþit bilmendir) denilmiþtir.

Gözünün, baþkalarýnýn kötü huylarýný görmesi kötü huylu olduðun içindir, denilmiþtir. (Çünkü yâ hüsn-i zan sahibi deðilsin veya kendi halini düzeltmekle meþgul deðilsin de ondan baþkalarýnýn kusur ve ayýplarýný görüyorsun).

Resûlüllah (s.a.) a uðursuzluðun ne olduðu sorulunca: «Kötü huy», demiþti (116).

116. Ebu Davud, Edeb, 124.


radyobeyan