Reþahat
Pages: 1
Hoca Hz.'lerinin Hikmetleri By: derya Date: 11 Ocak 2010, 10:30:54
HOCA HAZRETLERÝNÝN HÝKMETLERÝNDEN

Sefer meselesi :

— Þeyh Bahaeddin Ömer hazretleri bana sordular : «Baþlangýçtakine sefer mi daha iyidir, yerinde kalmak mý?» Ben edebe riayet ederek kendimi cevaptan âciz gösterdim. «Mutlaka cevap ver diye ýsrar gösterdiler. Dedim ki : «Baþlangýçtakine seferde gö­nül periþanlýðýndan baþka bir þey hâsýl olmaz. Sefer, müridde an­cak temkin sýfatý yerleþtikten sonra iyi olabilir. Benim anlayýþýma göre, baþlangýçtakine sefer uygun deðildir. Onu bir köþede oturtup temkin sýfatýna erdirmek lâzýmdýr. Bu vaziyette olan bir kimse için kendi þehir ve muhitinde kalmak en iyisidir. Ayný zamanda yakýnlarýnýn, dost ve düþmanlarýnýn teftiþ ve tecessüs gözleri de kendisinin kötü hareketlerine mâni olur. Gerçi büyüklerden bazý­larý bunun tersini müdafaa etmiþler ve kötü alýþkanlýklarýn ve fay­dasýz baðlýlýklarýn seferle önleneceðini ileri sürmüþlerdir. Ayrýca sefer mihnetlerinin de riyazet yerine geçeceðini savunmuþlardýr. Lâkin, bu, ancak mürþidi buluncaya kadar onu diyar diyar aramak için olabilir. Mürþid bulununca da müridin yeri onun eteðinin ucudur ve ancak muayyen bir mertebeden sonra sefer kendisine münasip olabilir. «Hâcegân» büyüklerinin görüþü de böyledir. Eðer mürþid, müridin memleketinde ve þehrinde ise o zaman ken­disine hiç bir suretle sefer lâzým deðildir. Mürþid bulunamamýþ ise bulununcaya dek seyahat þarttýr.»

Yine sefer meselesi :

— Bayezid-i Bestamî hazretleri, hâllerinin baþlangýcýnda Bestam´dan yola çýkýp bir yerde bir azizin sohbetine vardý. O aziz kendisine dedi ki : «Geldiðin yere dön, muradýný orada býrakýp yollara düþmüþsün!» Bayezid hazretleri geri döndü. Bir yaþlý an­nesi vardý. Onun hizmetine girdi ve rýzasýný elde etmeðe çalýþtý. Muradýna erdi. Þeyh Muhiddin-i Arabi hazretleri, Bayezid-i Bestamî´ye «Dön!» emrini veren þeyhin maksadýna iþaretle diyor ki : «Murad edilen zat, bütün zaman ve mekâný kuþatýcýdýr; hiç bir yer onun kuþatýcýlýk sahasýnýn dýþýnda deðildir. Bayezid´e bu sýrrý his­settirip mesafeler boyunca dolaþmaya ihtiyaç olmadýðým anlatmak  istedi.»

Yokluk ve küçüklük meselesi:

— Sâlik, yokluk elde etmek, yokluða bulanmak için nefsini küçültmek ve düþürmek yolunda o kadar çalýþmalýdýr ki, Allah´ýn cemâlini fenâ ve hiçlik aynasýnda görebilecek hâle gelsin...

Cevr ve cefadan mutlu olmak meselesi :

— Halkýn cevr ve cefasýndan haz etmeyen kiþinin canýna Al­lah ehli ilminden hiç bir koku gelmez. Zira Allah ehli gözünde mutlak fail Allah´týr ve sevilenden sevene hangi yoldan ne gelir­se, onu baþ tacý etmek gerektir.

Nefsi kýrmak meselesi:

— Hakkýnda kötü söylenen bir insan bundan müteessir olur. Böyle bir þeyin insan tab´ýna hoþ gelmemesi fýtrî ve umumîdir. Derviþe lâzým olan ise bu hoþlanmamayý gönlünden kovmasýdýr. Bu da Allah´a ermeden olmaz ve sadece zikirle murakabeyle elde edilemez. Gerçek sülük (yola giriþ) ise budur.

Belâ ve mihnet meselesi:

— Belâ ve mihnetin insan kalbini tasfiye ediþi, pak ve saf hâle getiriþi kadar hiç bir þey müesser olamaz. Belâ ve mihnet, bilhassa, Allah ile kul arasýndaki perdeyi incelticidir. «Belâlarýn en büyüðü nebilere, sonra evliyaya ve sonra sýrasiyle þuna ve buna gelir» mealindeki hadîs bu hikmete iþarettir. Benim de kanaatim böyledir.

Allah´ýn mekri (tuzaðý) meselesi :

— Bir kimse yolda giderken görse ki, bir köpek uyuyor ve yolundan rahat geçmek için o köpeði kaldýrsa ve geçtikten sonra köpeðe bakýp ayný duyguyu muhafaza etse, bu hâl kendisine ilâhî bir mekrdir ve böyle bir iþi yaptýðý hâlde kendi vecd ve hâlini elin­den almadýklarýna þükretmesi lazýmdýr.

Yine ilâhî mekr :

— Ýlâhî mekr ikidir : Biri aþaðý, öbürü yüksek tabakaya mahsus... Aþaðý tabakaya mahsus olaný, hizmette kusur iþlenme­sine raðmen nimette eksiklik olmamasý, yüksek tabakaya mahsus olaný da edebe aykýrý hareket edildiði halde vccd ve hâlin devam etmesi...

«Hâcegân» nisbeti :

—«Hâcegân» nisbetine çalýþanlarýn terbiyesi öyle olmalý ki, meselâ bunlardan biri buðday alým satýmýnda alâkalýlarla kavga­ya tutuþsa ve kavganýn þiddetinden kana bulanmýþ olsa yine bâtý­nýnda en küçük rahatsýzlýk ve çektiði cefadan en basit teessür yer bulmamalýdýr. Hattâ bunlardan zevk duymalý, kötülük iþleyenleri mazur görmeli ve kendi nisbetinden ayrý düþmemelidir.

Tecelli meselesi:

— Allah, tecellileriyle bütün varlýklara þâmildir. Çok kimse­ler vardýr ki, bir köþeye çekilip ona «halvet» veya «uzlet» adýný koyarlar. Böyle yapmak için ne özürleri vardýr? Eðer bunca tecelliyi bâtýl sayýyorlarsa cahilliklerine doymasýnlar!. Eðer «haktýr» diyorlarsa ya ne için hakký yerine getirip bir iþ baþýný tutmazlar? Ama «Cem´» makamýnda istiðrak ve istihlâke düþmüþ olanlar, dünya ile uðraþmak mecallerini yitirdikleri için mazurdurlar ve onlarýn hâlleri müstesnadýr.

Hitab ve perde :

— «Hâcegân» nisbetini taþýyanlarýn, halk içinde gezerek çoklukta ve ayrýlýkta görünmelerinin sýrrý þudur ki, halvete davet eden sevgili karþýsýnda seven daima hicaba düþer.

Yine hicab ve perde :

— «Hâcegân» nisbetinin letafeti o derecededir ki, bizzat te­veccühün kuvveti onun zuhurunu mâni olur. Nitekim bütün güzel­lik tecellilerinde ayný þey görülür; üzerlerine fazla yönelme olun­ca hemen hicaba, perde arkasýna çekilirler. Ve yine bu nisbetin letafeti, bir köpeðe «hiþt!» demeðe bile mânidir. Hemen nisbet kaybolabilir.

Zýttan asla :

— Eþyanýn zýddiyle zahir olduðu ölçüsü malûmdur. Böyle olunca, halk ile düþüp kalkmak Hakk ile olmanýn zýddýdýr. Zýtlar arasýndaki kerahet, makûs (ters) tarafa doðru bir incizap cereyaný açar. Bu sebeple, bu silsile ehli halkla düþüp kalkarlar ki, onun zýddýna müncezip olsunlar ve gönüllerini en saðlam þekilde Al­lah´a baðlasýnlar...

Nisbet:

— «Hâcegân» yolundan gönlünde bir nisbet doðan kimse, baþlangýçta ayný nisbeti taþýyanlardan baþkalariyle ihtilât edecek olursa nisbetini zayýflatýr. Velev ki. ihtilât ettikleri züht ve takva ehlinden olsun... Züht ve takva nuranî bir nisbet olduðu hâlde manevî nuraniyetle bir araya gelmeyecek olursa sâlik içten eksik teþkil eder ve onu, nisbetler içinde en yücesi olan kendi nisbetinden düþürür.

Sohbet:

— Size hevâlariyle galip gelecek ve neticede sizi yiyecek olan topluluklarla sohbet etmeyin!. Vaktinizi telef edenlerden uzaklasýnýz!.

Kadýn arzusu :

— Bu yola giren birine evlenme isteði yapýþacak olursa baþ vurulacak ilk iþ istiðfardýr. Onunla geçmezse kadýnlardan uzak bir yere varmak... Yine geçmezse oruç ve yemeði azaltmak... Onunla da geçmezse mezarlarý dolaþýp ölülerden ibret devþirmek... Ve yi­ne geçmezse kalb ehlinin bâtýnlarýndan imdat istemek... Ümit edi­lir ki, bu yollarla þehvanî kuvvete hâkim olunur.

Ýzdivaç :

— Evlenmek, en yüksek ve en aþaðý iki derece içindir, Nebîler ve velîlerle, halkýn aþaðý sýnýfý... Biri evlenme vasýtasiyle Hakk´a yaklaþmaya büsbütün kuvvet kazanýr ve asla Hakk´tan mahcup kalmaz; öbürü ise, yine ayný vasýtayla hayvaniyetini ta­mamlar. Ama þu taife ki, bunlarýn ikisi arasýndadýr; onlara izdivaç tavsiye edilemez. Benim bir günahým vardýr ki, beþ yüz yýl yaþa­sam da her an istiðfar etsem o günahý karþýlayamam. Evde evlendiðimdir.

(Hoca hazretlerinin bu sözleri, ayný yolun büyüklerine baðlý görüþ ve mizaca uymamaktadýr. Evlenmekte, Muhammedi mizaç olarak büyük sýr vardýr.)

«Reþahat» sahibi:

— Evlenmek, Kur´an ve hadîs ile teþvik edilmiþ bir müesse­se iken Hoca hazretlerinin bu sözlerindeki nefyi müsbet telâkki etmeyecek bir itiraz þu tarzda cevaplandýrýlabilir ki, kendileri bul hükmü itlâk ile herkese þâmil bir kaide hâlinde vazetmeyip ancak bazý þahýslara ve onlarýn istidat derecelerine göre tayin buyurmaktadýrlar. Bu zamanda olduðu gibi öyle þartlarýn belirdiði zemini ve zamanlar vardýr ki, onlar da tecerrüt (kadýndan el çekme) ve feragat evlâdýr.

Giriftarlýk :

— Bir er gördüm ki, bir güzele giriftar olmuþtu. O güzel nereye gitse o da peþinden... Hayvanlarda da ayný þey deðil midir? insanýn hayvanla ortak olduðu iþtc-n ne beklenebilir? Yazýk ki na­sihat edicilerin öðütleri giriftarlara tesir edemez.

Zikir :

— Gönlünü Allah´a vermiþ olanýn zikre ihtiyacý yoktur. Zi­ra zikirden murad bu nisbetin meydana gelmesi ve gizli muhab­betinin ortaya çýkmasýdýr. Dâva, harflerden, (ha) ye (hû) lardan kurtularak yârý anmaktadýr.

Ýncelik :

— Bu nisbetten gönlünde bir eser doðan kimseye þeyhin muamelesi gayet ince olmalý ve onun kalbine kerahet düþürmeme­ði hedef tutmalýdýr. Þeyh kendisini müride sevimli göstermelidir. Müridde kerahet duygusu uyanýnca muhabbet silinir, muhabbet silinince de nisbet kaybolur.

Yine incelik :

— Bir kimse bu taifenin sohbet dairesine girince kendisini gayet âciz ve müflis göstermelidir ki, onlarýn rahmet ve þefkat nazarlarýný çekebilsin...

Kalabalýkta halvet:

— Kalabalýkta halvet (halvet der encümen), pazara girdiðin zaman halkýn patýrtýsýndan kulaðýna hiç bir þey çarpmamasý de­mektir. Kolayca ele geçer bir þey deðildir bu... Bazýlarý bu yolu kolay sanýrlar. Hoca Muhammed Pârisâ bunca iç ve dýþ kemâlin sahibi olduklarý halde «Hâcegân» kitaplarýný yanlarýndan ayýr­mazlardý.

Havatýr (kalbe inen zýt hisler):

— Havatýrý kemâliyle bilip murakabe etmek Hoca Abdülhalik silsilesine mahsustur. Zira bunlar aldýklarý her nefesi muhafa­za ve murakabede son derece ihtiyat üzerindedirler.

Zevkle idrak :

— Yolumuzdan murad, gönlün, zevk ve lezzet yoluyle Al­lah´ý bilmesidir. Baþlangýçta bu mâna, uygun ameller ve makbul iþlerle elde edilir. Sonda ise artýk iþin kýymeti kalmaz ve mâna kalbin melekesi hâline gelir, malý olur.

Yakîn (Anlayýþ) :

— Öyle bir yakîn sahibi olmalýdýr ki, onu hiç bir su eritme­ðe ve hiç bir ateþ yakmaya muktedir olmasýn...

Meselâ buðdayýn vücubuna yakîn sahibi olan bir insanýn bil­gisini hiç bir þey deðiþtiremez. Fakat, bilmeyene buðday ne kadar tarif edilse o yine zihinlere yerleþtirilemez.

Bâtýný hâli:

— Bâtýnýnda bu yola girmek için bir alâka ve nisbet doðan kimse, bu hâlini Allah´tan bir nimet bilip hakkýný yerine getirme­ðe davranmalýdýr. Hakk´ýn yerine getirilmesi, varlýðýný topyekûn o yola sarf etmektir. Tahkik ehlince sabittir ki, vicdan, isteðin ba­sýdýr. Bir þey istemek, vicdan üzerinde tecelli ile olur. Allah bir gönüle tecelli etmeden o gönülde istek harekete gelemez. Meselâ bir kimse bir pencere altýndan geçerken o pencerede görünen bir güzel onda öyle bir istek doðurur ki, gayet tabiî olarak incizap is­teðin baþý olur.

Zeka :

— Ýnsanda zekâ kýymeti, bu taifenin hakikatlerini anladýðý nisbettedir.

Hâs idrak :

— Dâva teveccüh ve murakabede deðildir. Dâva, bütün iþle­ri bir gayeye baðlayýp her þeyde hâs ve hususî bir anlayýþ sahibi olmaktadýr.

Amel:

— Ameli sevmek lâzým, huzur ve cemiyeti deðil... Amel, ira­deye baðlýdýr, huzur ve cemiyet ise irade dýþýnda... Huzur ve ce­miyeti hazýrlayýcý aslî saik ameldir.

Sohbet:

— Bizim sohbetimizden size bir zevk ve keyfiyet gelecek olursa sohbete devam ediniz; aksine, zahmet ve býkkýnlýk gelecek olursa bizden ayaðýnýzý kesiniz!

Kelâm :

— Ýnsan, kendisini, dinlediði sözün iç mânalarýna vermeli­dir. Sözleri dýþ yüzünden dinlemekle bir þey olmaz. Kelâmýn bir cemâli vardýr ki, Hak onu inayet ettiklerine gösterir. Nitekim Al­lah, beyinlerini kelâm ile gönderdi, cezbe ve tasarrufla deðil...

Tecelli aynalarý:

— Lisan gönlün aynasýdýr, gönül ruhun aynasý, ruh insanî hakikatin aynasý, insanî hakikat de Allah´ýn aynasý. Gaibin haki­katleri bu kadar mesafe ve basamak atlayýp lisana gelir. Orada lâfz þekline bürünüp istidatlýlarýn kulaðýna eriþir.

Güzel söz :

— Sözün güzeli, dinleyenin dinleyenden aldýðýdýr ve evliya kelâmýdýr.

Yenilik :

— Büyükler bana iki þey inayet ettiler : Birincisi, ne söyler­sem yeni olmasý, dalgýç görmemiþ derya dibindeki inciye benze­mesi ve asla daha evvel söylenmemiþ olmasý; ikincisi de, ne der­sem makbul olmasý ve hiç reddedilmemesi...

Usul:

— «Hâcegân» yolu büyüklerinin usulünce kelâm eden bir kâfir bulunduðunu haber alsam gidip meclisinde oturmayý cana minnet bilirim.

Ýlim:

— Nahiv (gramer) bir haftada öðrenilmesi kabil bir ilimdir. Düþündüm : Ne olaydý, derviþliði de bir kitapta toplayabilselerdi ve bir haftada öðrenmek mümkün olaydý? Halbuki hakikatte ne kadar basit... Gönül aynasýný bu dünyadan çevirip Allah´a döndürmekten ibaret...

Öz:

— Zahir ilimlerinin özü, tefsir, hadîs ve fýkýhdýr. Bunlarýn özü de tasavvuf... Tasavvufun özü ise vücut bahsidir. Derler ki, bütün tecelli mertebelerinde vücut birdir ve o vücut kendi ilmî suretleriyle zahire çýkmýþtýr. Bu bahis gayet nazik ve dakiktir. Buna akýl ve hayal ile giriþmek küfürdür. Zira bu âlemde köpek ve domuz gibi hayvanlarla türlü necaset ve sefil þeyler vardýr. Vücudu bunlara kadar þümullendirmek, kabahat ve þenaatin en büyüðü olur. Onlarý ayýrmak ve müstesna tutmak ise ölçüyü bo­zar. O halde?. «Hâcegân» taifesinin baðlýlarýna düþen vazife, bü­tün bu akýl keþmekeþliklerini bir tarafa býrakmak, bâtýn tasfiye ve tezkiyesine çalýþmaktýr. Bâtýn nuranileþip ruh aynasý safa ka­zanýnca hakikat ona tecelli eder. O zaman vücut hakikatinin ne olduðu anlaþýlýr ve bu hakikat kelâm kalýplarýna dökülemez.

Ve bir þiir okudular.

ÞÝÝR

Ey okunu ve yayýný hazýrlamýþ, avýný gözleyen!

Sen uzaklarda ara dur, þikâr senin içinde...

Ben sana senden yakýným dedi Hak, bilemedin!

Senin uzaklýk sandýðýn, akýl ve idrakindedir.


Piþmek :

— Bu yolda piþenlerin uzun zaman piþtiðinden haberi ol­maz. Karpuzun güneþ altýnda piþmesi ve olmasý gibi... Onun hâ­linden yalnýz bostancý anlar.

Hoca hazretleri bu sözleri «Reþahat» sahibine söylüyorlar ve bu arada onun aðladýðýný görüp kendileri de in´ikâs suretiyle aðlamaya baþlýyorlar.

Peþinden aralarýnda þu konuþma geçiyor .Hoca hazretleri:

— Neredensin?

— Sebzevar´da doðdum, fakat Heri´de büyüdüm. Hoca hazretleri:

— Senin doðduðun yere dair bir hikâye anlattýlar. Sebzevarlý bir sünnî bir duvarýn kenarýnda oturuyormuþ. Duvarýn te­pesinde de bir rafýzî... Baþýný kaldýrýnca ne görsün?. Kâfir rafýzî. iki büyük sahabinin, Hazret-i Ebubekir ve Ömer´in mübarek isim­lerini ayaðýnýn tabanýna yazmýþ deðil mi?. Maksadý hakaret. Sün­nî bu manzaradan fevkalâde müteessir olmuþ ve býçaðýný çýkar­dýðý gibi rafýzînin tabanýna saplamýþ...Rafýzî basmýþ çýðlýðý... Avaz avaz baðýrmaya baþlamýþ : «Koþun, dostlar, bu sünnî beni býçaklýyor!» Rafýzîler üþüþmüþ ve sünnîyi param parça etmek üzere kýskývrak yakalamýþlar...Sünnî bakmýþ ki, kurtuluþ imkâný yok, parçalanacak; þöyle bir hileye baþ vurmuþ : < Bir dakika du­run da size iþin gerçeðini anlatayým!» Durmuþlar. Demiþ ki : «Bu duvar dibinde dinleniyordum. Baþýmýn üzerinde bir temas duy­dum. Kafamý kaldýrýnca gördüm ki, o isimleri baþýmýn üstüne koy-

mak istiyorlar. Halbuki ben de sizdenim ve baþýmýn üstünde el­bette o isimlere tahammül edemezdim. Öfkemden onun bir ayak olduðunu bile farkedemedim ve býçaðýmý çektiðim gibi baþýma inen o þeyi dürttüm. Meðer o da bizim gibi birinin ayaðý deðil miymiþ?» Bunun üzerine adamý býrakmýþlar, hattâ elini öperek ihtirama bile lâyýk görmüþler. Demek ki, sen, böyle bir þehirden­sin!.

— Evet efendim!

— Þeyhlerden biri yine rafýzîlerin çoðunluk belirttiði bir yere düþmüþ. Yolda, bir sürü rafýzî önlerine çýkýp Hazreti Ebu­bekir hakkýnda etmedikleri küfür býrakmamýþlar. Þeyhin yakýn­larý bunlarý tepeleyecek olmuþ. Müsaade etmemiþler. Demiþler ki : «Býrakýn! Onlarýn bahsettiði Ebubekir, bizim bildiðimiz de­ðildir! Onlar kafalarýnda mevhum bir Ebubekir icat ederek onu Allah Resûl´ünün beyt ehline düþman gösteriyorlar ve ona çatýyorlar. Böyle bir Ebubekir mevcut olsaydý biz de ona çatardýk!» Rafýzîler bunun üzerine hidayete eriyor ve istiðfar ederek þeyhin ellerinden öpüyorlar.

Ve hoca hazretleri «Reþahat» sahibine soruyorlar :

— Baban kimdir, neyle meþguldür?

— Adý Mevlânâ Hüseyin´dir, vaizdir.

— Kulaðýma gelmiþ bir isim... Kemâl ve fazilet sahibi bir insan olduðunu iþittim, vaazlarý, aþaðý ve yüksek, her sýnýfýn mak­bulü imiþ.

— Þeyh Zeynüddin Hâfî ve Mevlânâ Yakup Çerhî hazretle­rinin üstadý Mevlânâ Þahabeddin Seyaramî Semerkant´a geldiði zaman kendisinden bir vaaz rica ediliyor. «Hâcegân» ulularýndan Mevlânâ Muhammed Attâr Semerkantî hazretleri de oradadýr. Mevlânâ Þahabeddin teklifi kabul ediyor ve minbere çýkmadan eðilip merdivenin eþiðini öpüyor. Mevlânâ Muhammed Attâr manzarayý görünce hemen kalkýyor ve topluluðu terkedip dýþarý çýkýyor. Mevlânâ Þahabeddin bu vaziyeti görünce söze baþlamadan minberden iniyor ve Mevlânâ Muhammed Attâr´ýn peþine düþüyor. Onu yakalayýp soruyor : «Bizden ne edepsizlik oldu ki, söz söylememizi beklemeden vaaz meclisimizden çýkýp gittiniz?» Cevap : «Biz devamlý olarak halk içinde bid´at kalmasýn diye ça­lýþýrken, siz, minbere çýkarken eþik öpmek bid´atini nereden pey­dahladýnýz, hangi kitapta ve sünnette gördünüz? Eski imamlar­dan bunu kimler yapmýþtýr? Sizin gibi ilim ehlinden böyle bir hareket zuhur edecek olursa; bir vaaz meclisinde nasýl bulunabi­liriz?»

«Reþahat» sahibi :

— Hoca hazretlerinden bu duyduklarýmdan sonra memle­ketime geldim ve babamýn vaaz meclisine gittim. Gördüm ki, týpký Mevlânâ Þahabeddin gibi minbere çýkarken eþik öpüyor. Ev­de hoca hazretlerinden dinlediðim Mevlânâ Þahabeddin ve Mu­hammed Attâr menkýbesini anlattým. Aðladý ve dedi : «Bu bize hoca hazretlerinin öðüdüdür ve senin aðzýnla iletilmiþtir!» Ondan sonra! babam her türlü bid´at tavýrlarýndan çekinir ve kýlý kýrk yarar oldu.

Vaaz ve ölçü :

— Semerkant´ta iki kiþinin vaazý bana gayet hoþ gelirdi. Bi­ri Mevlânâ Seyyid Aþýk, öbürü Mevlânâ Ebu Said Taþkendî. Mev­lânâ Seyyid Aþýk þiddetli riyazet üzerinde bir kimseydi. Açlýk ve susuzluk, yüzünü mühürlemiþti. Gayet güzel vaaz ederdi. Çok defa, kendisini, bir kenara çekilip ayak üzeri dinlerdim. Bir aziz, rüyasýnda bir topluluk görmüþ. Bu topluluk Hazret-i Musa geli­yor diye bekleþiyormuþ. O da yürüyüp Hazret-i Musa´yý görmek istemiþ. Bir de bakmýþ ki, gelen Seyyid Âþýk´týr. Çok hoþuma giden vaizler ve vaazlardan biri de Mevlânâ Semsüddin ve söyle­dikleri oldu. Mevlânâ Semsüddin vaaz verirken gözyaþlarýný tu­tamadý ve sarsýla sarsýla aðladý. Aðlamasýnýn sebebini anlamak için dikkatle kulak verdim. Dedi ki: «Mirza Sahruh Müslüman padiþahý tanýnýr. Duyduðuma göre yakýnlarýndan biri cariyelerden biriyle münasebeti olduðu iddiasýyle hesaba çekilmiþ ve Mirza´nýn emriyle minareden atýlmak suretiyle öldürülmüþ. Bu ceza­nýn þeriat ölçüsüyle hiç bir alâkasý yoktur. Evvelâ isnat edilen cürüm sabit midir, deðil midir? Sabit ise cezasý bu deðildir. Mi­nareden atýlarak öldürülmek þeklinde þeriatta bir ceza yoktur. Sabit deðilse zaten adam suçsuz demektir ve bir müslümana bu zulüm nasýl izah edilebilir? Mirza´nýn her hareketi her bakýmdan þeriata aykýrýdýr.» Anladým ki, Mevlânâ bu sebeple aðlýyor. Bu gibi din baðlýlarýnda þeriat ýstýrabý, þeriata riayetsizlik acýsý her devrin üstündedir.

Þefkat ve merhamet duygusu :

— Þeyh Ebu Osman Hayri, þeyhi Ebu Hafes Haddad´dan halka vaaz etmek için izin istedi. Þeyhi sordu : «Bu arzuya düþ­men için sebep nedir?» Cevap verdi: «Halka þefkat ve merha­met!» Þeyh yine sordu : «Halka þefkat ve merhametin ne derece­de?» Cevap : «Halka þefkat ve merhametim o derece ki, günah­larýndan ötürü onlarýn yerine beni cehenneme koysalar razýyým!» Þeyh : «Böyle insanlarýn halka vaazý makbuldür» dedi ve kendi­si de minber yanma oturup Ebu Osman Hayri´nin vaazmý dinle­meðe koyuldu. Ebu Osman henüz vaaza baþlamýþtý ki, bir muh­taç, yüksek sesle, sýrtýna giyecek bir þey istedi. Ebu Osman he­men sýrtýndaki cübbeyi çýkarýp ona verdi. O zaman þeyhi Ebu Hafas ona baðýrdý: «Ey yalancý! în minberden!» Ebu Osman hay­retle inip þeyhine sordu : «Neden dolayý yalancý oluyorum? Bil­dirir misiniz?» Þeyh karþýlýk verdi : «Þunun için yalancýsýn ki, eðer senin halka þefkat ve merhametin olsaydý, vermenin sevabý­ný kendine almak yerine baþkalarýna býrakýrdýn! Eðer beklediðin hâlde bu sevaba istekli kimse çýkmayacak olursa o zaman kendi cübbeni çýkarýp verirdin!»

«Reþahat» sahibi:

— Bir gün içime bir düþünce sýzdý : Eðer bana da vaaz iþi verilse mevzuum ve niyetim ne olmalý? Bunun için meclislerine gittim. Buyurdular : «Bir kimse ululardan birine baþ vurup vaaz etmek istediðini söyledi ve ne niyetle vaaz etmesi gerektiðini sordu. Ulu kiþi günaha niyet etmenin faydasý olmadýðý cevabýný verdi. Bu cevap doðrudur; zira vaktinden önce nasihat günahtýr. Ve bu cevaptan anlaþýlan þudur ki, söz, yüce bir þeydir ve zama­nýnda ve yerinde olmalýdýr. Þimdi onun zamanýný göstereyim : Tarîkat büyükleri bu bahiste derin tahkiklerde bulunmuþlardýr. Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduðu zaman mak­buldür» .

Ruhsat (izinlerden faydalanma) ve azimet (zora katlanma) :

— Büyükler, ruhsattan kaçýp daima azimet yolunda giden­lerle ülfet ederler. Onlar ruhsat ehlinden kaçarlar. Ruhsat, za­yýflarýn kârýdýr. «Hâcegân» yolu azimete baðlýdýr. Azimetsiz (ruh­sat yolundan) ve gafletle piþirilen yemekte ve ýslatýlan suda bile bir aðýrlýk ve karanlýk vardýr.

Musiki:

— Bazý tasavvuf ehlinin ney dinlemeði sevmelerindeki hik­met, o vasýtayla hâsýl olan safayý vesile edinip aslî gayeye yönelmek ve beþerî kayýtlardan kurtulmaktýr. Ýctihat imamlarýndan bazýlarýnýn buna cevaz vermeyiþi ise nefslerine baðlý insanlarýn âdeti olarak musikî tesirinin tersine döndürülmesi ve kötülüðe yardýmcý kýlýnmasýdýr.

Riya:

Bir gün huzurlarýnda istiðrak taklidi yapan bir adama dö­nüp iki mýsra okudular:

ÞÝÝR

Vuslatta mestlik gösteriþi yapma!

Biz o niþansýz þahý tanýyanlardanýz!

Tasarruf :

— Mürþid, müridi yiyebilmelidir. Yemekten kasit onun bâ­týnýna inip kötü ahlâkýný yemektir. Yani kötüyü silip süpürerek yerine iyiyi getirmek ve yerleþtirmek... Tasarruf...

Yakýnlarýna hitap :

— Sizden hanginizdir ki, yirmi kere, belki daha fazla tasar­ruf edildiði ve nisbet sahibi kýlýndýðý hâlde her dýþarý çýkýþýnda onu kaybetmemiþ olsun? Size verilen veriliyor, lâkin siz onu mu­hafaza edemiyorsunuz! Eline bir nur teslim edilen insan, icap eder ki, onu en aziz varlýðý bilsin, fânî varlýðýný tasfiye etsin, ka­ranlýklarý yensin ve ýþýða çýksýn...

Yine hitap:

— Benim birkaç günlük hayatýmdan fýrsatlanýp Allah´a bað­lanamayan siz, ya benden sonra ne yapacaksýnýz? Bu fýrsatý gani­met bilin ve son piþmanlýðýn fayda veremeyeceðini takdir edin!. 

Rabýta (mürþidin hayaline bürünerek erme usulü):

 «Reþahât» sahibi:

— Bu fakire rabýta usulünü talim ettiler ve buyurdular : «Yabancýlarý gönlünden çýkar ve kýlavuzun gönlünde yer tut! Þey­hinin muradý, senin, seninki de onun olsun! Fânî olmanýn yolunu ondan öðren ki, Allah´ta fânî olmak saadetine eresin!

Nazar :

«Reþahât» sahibi:

— Hoca hazretlerinin mübarek çehrelerine çok nazar eder­dim. Bir gün bu hâlimi görüp buyurdular : «Bir hürmetkarý, ho­ca Bahaeddin Nakþibend hazretlerinin mübarek yüzüne çok na­zar edermiþ. Hoca hazretleri, bu hürmetkarýna, gönlünü rüzgâra kaptýrmamasý için, yüzlerine çok bakmamasýný ihtar etmiþler ve nereye nazar edileceðini bildirmiþler... Nazar, pîrin iki kaþý ara­sýndadýr ve mürid, kendisine ait her hâlin pîr tarafýndan görül­düðü ve bilindiði kanaatini muhafaza etmekle mükelleftir. Böy­lece pîrin heybet ve azametini üzerine çekerek bâtýným tasfiye etmelidir.

Kötü «havâtýr» ve duygulardan kurtulmanýn yolu :

— «Havâtýr» ve beþerî nefs iðvalarýndan kurtulmanýn yolu üçtür: Birincisi, hayýr ve ibadet yolunda kendi kendisine gayret. ikincisi, kendi kuvvetini aradan çýkarýp her þeyi Allah´tan bil­mek ve dua, niyaz, teferru kýblesinden yüz çevirmemek... Üçün­cüsü de pîrin himmetine sýðýnmak... Elbette ki bu yollardan en elveriþlisi, pîrin manevî himmetine yönelenidir.

Riyazet:

— Fazla açlýk ve uykusuzluk dimaðý zayýflatýr. Bu yüzden­dir ki, riyazetleri mübalâðalý olanlarýn keþiflerinde galatlar gö­rülmüþtür. Ferah ve sevinçle geçen uyanýklýk ise bünyeyi kuv­vetlendirici olduðu için uyku ihtiyacýný karþýlar ve faydalý olur. Nitekim hoca Bahaeddin Nakþibend hazretlerinin bir menkýbesi bu hakikate iþarettir : Fazla riyazet davasýndaki bazý müridlerine nefîs bir yemek yediriyorlar ve sabah namazýna kadar rahat ra­hat uyumalarýný emrediyorlar. Sabahleyin herkes tam gýdasýný ve uykusunu almýþ olarak hoca hazretlerinin etrafýnda toplanýyor­lar ve sýhhatle vazifelerine devam ediyorlar. Demek ki, bu yolun baþlýca þiarý, itidal sýrrýnda ve ifrat ile tefritten kaçýnmak hikmetindedir.

Zikir:

— Zikir bir kazmadýr ki, onunla gönüllerdeki yabancý duy­gu dikenleri temizlenir.

Yine zikir:

— öyle zikret ki, seni kaplayan istiðrak içinde ruhuna ne cennet arzusu uðrasýn, ne cehennem korkusu düþsün!. Uyku ile uyanýklýk, nazarýnda ayýrt edilemez olsun ve þeytan, kalb kapýsý­ný kendisine kapatýlmýþ bulsun!.

Sohbet:

— Eðer sohbet, Allah´ý bilmek ve mâlâyani konuþmamak için olursa cennettir.

لاَيَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا

Lâ yesmcune fihâ lagven

âyeti de bu mânaya iþarettir. Ýçlerine Allah aþký düþen kimseler Hak ile ve Hak için kelâm halindedirler.
 

Allah´ý anlamak:

— Tahkik ehli nazarýnda, Allah, hiç bir suretle idrak ve fehme (anlamaya) sýðmayandýr. Allah´ý anlamak yolu kapalýdýr; ve kâmil akýl, Allah´ý anlamak dâvasýnda hiç bir izah ile yetin­meyendir. Bu dâvada, anlamýþ olmanýn rahatlýk ve itminaný bü­yük akýl tarafýndan kabul edilemez,

Ruh :

— Ruh, aslî vatanýnda daima müþahede halindeydi. Onu bu fenâ âlemine gönderip küçük hayat ihtiyaçlarýnýn kafesine týktýlar. Fakat bazýlarýnda bu kafeste mahpusluk ýstýrabý ve aslî va­tana dönmek iþtiyaký galip geldi ve gaye, bu iþin yolunu aramak oldu. Bundan anlaþýldý ki, insan vücudundan maksat bu ýstýrabýn meydana gelmesi ve çaresini aramasýdýr. Halk, vücudu nasýl an­lasýn, gaye ve yol budur!

Kulluk:

— Ýbadet, emirlere uyup yasaklardan el çekmekten ibaret­tir. Kulluk, bu þekilde Allah´a yönelmektir. Kulluk ile ibadet arasýndaki fark, birinin gönül, öbürünün amelde tecellisidir.

Ýbadet ve özü :

— Ýnsanýn yaradýlýþýndan murad, öz hâlinde, ibadettir. Ýba­detin özü de bütün hâlinde Allah´tan âgâhlýk...

Miraç:

— Miraç, manevî ve sûrî olarak iki türlüdür. Manevî miraç ta ikidir : Biri kötü sýfatlardan iyilerine intikal, ikincisi mâsivadan (dýþ âlemden) Allah´a dönüþ ve yükseliþ...


Seyr:

— Seyir, «muþtatil» ve «müstedir» olarak iki kýsýmdýr: Müstatil seyr, murat edileni kendi dairesi dýþýnda aramak, müs­tedir ise kendi gönlü etrafýnda kollamaktýr.

Ýlim:

— Ýlim ikidir; Veraset ve ledün ilimleri... Veraset ilmi çalýþmakla elde edilen, ledün ilmi ise ilâhî mevhibe olarak, emek­siz elde edilendir.

Ecr :

— Ecr de, «Memnun» ve «gayr-i memnun» olarak ikidir. Memnun ecr, amel karþýlýðýnda olmayarak mevhibe mahiyetinde kazanýlan, gayr-i memnun ecr ise mahal karþýlýðý elde edilendir.

Âlim ve ârif :

— Bunlar baþka baþka þeylerdir. Meselâ nahiv (gramer) il­mini bilene nahiv âlimi denir, fakat nahiv arifi denilemez. Fakat ârif, nahiv kaidelerini yerinde kullanýrsa, o zaman sýfatýný gös­termiþ ve nahvin arifi olduðunu belirtmiþtir. Tevhid ilmi için de ayni þey... Tevhidi, þeriata uygun olarak, Allah´ýn zâtýný, fiilleri­ni ve sýfatlarýný tecrit ve tenziye ile bildiren kimse, Tevhid âli­midir. Fakat onu gönlünde duyan ve hem kendi ve hem de hal­kýn zuhuratýný Allah´a baðlayan ve onu mutlak fail bilen kimse ariftir.

Benlik :

— Halk sanýr ki, kemâl, Mansur´un dediði gibi Hak benim! demektedir. Halk bilmez ki, kemâl, «Ben» lâfýný ve anlamýný or­tadan kaldýrmaktadýr.

Kayde girmemek:

Asýl iþ, hiç bir kayde girmemektir. Zatî tecelli ile müþerref olan kimse, hiç bir kayde girmez.

Mutlak fenâ :

— Mutlak fenâ, Allah´ta fânî olmak, fenâ sahibinin kendi sýfat ve hâllerinden þuursuz kalmasý demek deðildir. Mutlak fe­na, zevk idraki yoluyle sýfat ve fiillerin kendisine aidiyetini red ve nefyetmektir. Kendinde nefyetmek ve Allah´ta ispat eylemek. Tasavvuf büyüklerinin nefy ile ispat arasýnda kavga yoktur bu­yurmalarý bu noktadandýr. Meselâ benim üzerimdeki þu kaftan iðreti ve baþkasýna ait olsa ve ben bunu bilmesem, öðrenince, el­bette ki o kaftana itibarým kalmaz. Halbuki o daima üzerimdedir ve ben onu giymekte devam halindeyim. Ýþte bütün sýfatlarýn ari­yet olduðunu bu misale tatbik etmek gerektir. Tâ ki, gönül Al­lah´tan baþka her þeyden elini çeksin, vücut ve sýfatlarýn mutlak sahibine teveccüh etsin...

Vuslat:

— Vuslat, zevk yoluyle, gönlün devamlý olarak ve kýl kadar istikamet deðiþtirmeyerek Allah´a baðlý kalmasýdýr. Eðer en kü­çük bir unutkanlýk olursa hemen ihtarýný almasý ve baðlýlýða dön­mesi... Kendinde bu keyfiyet olan, çocukluðundan beri vuslatla þereflenmiþtir.

Yine vuslat:

— Vuslat, gönlün, zevk þekliyle, Allah´a ermesi ve onunla bir araya gelmesidir. Vuslatýn nihayeti budur! Bu mâna devam ettikçe vuslat devamdadýr.

Hep vuslat:

— Hoca Bahaeddin Nakþibend hazretlerinin «Biz, nihayeti bidayette, sonunu baþa koyduk!» demelerindeki murat, hep vus­lat sýrrý... «Biz vuslata erdiricileriz, baþka bir þey deðiliz; bizden kesilenler kendi baþlarýna eriþsinler!» buyurmalarý da ayný... Ve yine buyurdular : «Eðer bu nisbetin sizce deðeri olsaydý, taþlarý kafanýzda taþýmanýz lâzýmdý!» Buyurdular : «Þu kadar zamandýr sohbetimizdesiniz, bize ondan ne kazanç oldu; Allah´a da ne fay­dasý dokundu?» Ve buyurdular : «Biz halk içinde gam çekmekte­yiz, halk ise bizimle bahtiyarlýða ermektedir.» Ve buyurdular : «Eðer bir insan sanýrsa ki kendinin haraplýðiyle âlem harap olur, bu küfürdür. Kendini bu türlü büyük görmek þirktir. Fakat biz neyleyelim ve nasýl anlatalým?»

Allah´ta hazýr olmak, Allah´a ermek:

— Eðer zikir gönülde meleke peyda eder de insan her an onun üzerinde olursa, bu hâl, Allah´ta hazýr olmaktýr, fakat Al­lah´a ermek deðil... Allah´a ermekse, mürþid ve kýlavuz vasýtalý­ðýndan çýkýp zâtiyle Allah huzurunu bulmaktýr.

Müþahede:

— Yüksek evliyanýn erdiði mertebede müþahede kaybolmaz. Eðer kaybolacak olursa daha üstün müþahedede erimelerinden olur.

Keþif:

— Tecelli keþiftir ve zuhuru iki türlüdür: Biri, ahrette, baþ gözüyle mutlak cemâli görmektir. öbürü de, huzur ve daimî agâhlýk içinde, gaibi, hissedilir halde görmek... Gaibi hissedilir hale getirmek, muhabbetin hassasýdýr. Kemâl sahipleri, dünyâda, iþte bu hâli elde etmeðe çalýþýrlar.

Gaye nedir?

— Bu iþin gayesi müþahede midir, yokluk mudur? Huzur mu, fenâ mý? Bazý büyükler, huzur ve müþahedeyi üstün tutmuþ­lardýr. Lâkin, hakikatte fenâ ve yokluk... Zira huzur ve müþahe­deye tutkun olmak ta gayra giriftarlýktan baþka bir þey deðildir.

Þuhut:

— Þuhut da iki kýsýmdýr ; Biri, mukaddes Zatý dýþ zuhurla­rýn nikahýndan sýyrýlmýþ görmek, öbürü, zuhurlar perdesinde mü­þahede etmek... Bu þuhuda tasavvuf ehli «Çoklukta birlik müþa­hedesi» derler. Kâinatýn Efendisi, peygamberliklerinden sonra bu þuhut üzerindeydiler.

Sözü söyleyen :

— Þaþarým o kimseye ki «Söyleyene bakma, söylediðine bak!» der. Þöyle demeliydi: «Söylediðine bakma, söyleyene bak!» Yani sözü söyleyen, dýþ görünüþler perdesinden Allah´týr.

Sýfatlar :

— Allah inayet edip kendi vasýflarýndan bazýlarýný cüz´î olarak kullarýna vermiþ ve o sýfatla kullarým kendisine baðlamýþtýr. Neticeyi de bu sýfatlarýn kullanýlýþýna býrakmýþtýr. Kulluðun ke­mâli, bu sýfatlarýn kendisine ait olmadýðýný bilip yerinde kullan­mak ve sahibi uðrunda harcayarak ilâhî rýzaya ermektir. Derviþ­lik de budur! Fakat halk bu mânayý kestiremez!

Tezat :

Tasavvuf ehli «Vücut birdir ve ondan baþkasý yoktur!» dediklerine ve bu ölçüye nisbetle her þey tezatsýz olarak bir de top­landýðýna göre müminlerle kâfirler arasýnda bu çatýþma ve çar­pýþma nedir?» þeklindeki suali Mesnevî´den birkaç mýsra ile ce­vaplandýrdýlar :

ÞÝÝR

Renksizler renge esir olunca

Musa, Musa ile cenk eder.

Yine renksizlik gelip de tezat gitse,

Musa ile Firavun bir olur.

Kader sýrrý:

— Kader sýrrýný bilenler rahattadýr. Zira her þeyi yoklukta görürler ve her þeyde zahir olaný Hak bilirler. O halde telâþ ve ýstýrap neye? Nehirlerin suyu, derya yolunu tutmaktan baþka ne yapabilir?

ÞÝÝR

Aslýn gölgesi olduðunu bilen,

Ölümden dirimden tasa çekmez.

Aþiyanýn «Mâdum - yokluk halinde» olduðunu bilenler, bü­tün suretlerde belirenin Hak olduðunu anlamaktan gelen bir is­tirahat içindedirler. Deminki nehir suyu misalinde olduðu gibi, kendisinin derya bütününe gittiðini bilen damla, her türlü kaygý­dan kurtulmuþtur.


radyobeyan