Reþahat
Pages: 1
Mevlana Abdurrahman Cami By: derya Date: 08 Ocak 2010, 10:24:10
MEVLANA ABDURRAHMAN CAMÝ

Lakabý Ýmadüddin, meþhuru Nureddin. Cam kasabasýn­da 817 tarihinde dünyaya geldiler. Silsileleri, müctehitlerin bü­yüðü imam Muhammed Hazretlerine varýr. Ýmam Muhammed. Ýmam-ý Azam Ebu Hanife Hazretleriyle de akraba.

Küçük yaþta Herat´a geliyorlar ve orada Nizamiye medre­sesinde tahsile baþlayýp henüz bulûð çaðýna varmadan zekâlariyle hocalarýný ve arkadaþlarýný teþhir ediyorlar. Meseleleri öyle bir kavrayýþ ve kucaklayýþ ki, bir çok yerde hocalarýný mat etmeðe kadar varýyor ve hocalarýndan birine þu sözü söyletiyor : «Semerkant bina edildi edileli bu Camî isimli civandan daha zeki ve kabiliyetli bir kimse görmedi!.» Semerkant´ta «Heyet - Astrono­mi» ilmine dalýyor ve zamanýnýn âlimlerine parmak ýsýrtacak ha­rikalar gösteriyor. Bir gün þehre gelen bir heyet ilmi mütehas­sýsýnýn suallerine o türlü cevaplandýrýyor ki, bu ilme bütün öm­rünü vermiþ bulunan mütehassýs, nereden geldiði meçhul bilgi karþýsýnda þaþýrýp kalýyor ve tesellisini þu tefsirde buluyor : «An­ladým ki, bu âlemde, her þeyin üstünde kudsî bir nefes mevcut imiþ...»

Bazýlarý da vaziyeti þöyle izah ediyor : «Mevlânâ Cami´de tecelli eden ilim. Hâcegân - Nakþi büyükleri yolunun ilme ilim. akla akýl katan feyzinden gelmektedir.» Gerçekten, Mevlânâ Ca­mî hazretlerindeki ilim, «kisbî» tabiriyle ifade edilen, çalýþýlarak, uðraþýlarak elde edilen bir þey deðil, «vehbî» dedikleri ruhanî bir feyiz eseri.

Diyorlar ki : Kimseden ders almadým ki, onun bana hükmettiðini, beni istilâsý ve fermaný altýna aldýðýný görmüþ olayým. Kendi öz anlayý­þýmla bunlarýn hepsine galib çýkardým. Kimsenin, benini üzerim­de, bir þey öðretmiþ olma hakký yoktur. Ben hakikatte kendi ba­bamýn talebesiyim, baþkasýnýn deðil...

Bir gün arkadaþlarýndan birkaçý onu yanlarýna alýp zamanenýn sultaný Mirza Þahruh´un vezirlerinden birinin huzuruna götürüyorlar. Gitmek istemediði halde yaka-paça sürüklenerek gö­türülen Mevlânâ Camî, kapýda bekletildiklerini görünce fena halde müteessir oluyor. Vezirle karþýlaþýlýp geri dönülürken de arka­daþlarýna þöyle diyor : «Benim sizinle beraber olduðum iþ bu noktaya kadardýr ve burada biter. Bundan sonra beni, böyle ziyaretlerde yanýnýzda göremezsiniz!.» Ondan sonra Mevlânâ Camî´yi dünya ehli ve dünya makamý sahiplerinden hiç kimsenin kapýsýn­da gören olmamýþtýr. Hattâ Hocalarýnýn bindiði atlarýn saðrýsýn­dan giden talebelere de benzememiþ, vakar ve haysiyetini üstün tutmuþtur.

Yola giriþinin baþýnda güzel bir kýza tutuluyor. Kara sevda­ya benzer bir tutkunluk... Nihayet, gönlü bu iþde çýkar yol bula­mayýnca Herat´ý býrakýp Semerkant´a göç ediyor. Semerkant´da kendisini bâtýnî kemâl yolunda kitaplara gömüyor. Fakat kalbin­deki alâka büsbütün düðümleniyor ve bir türlü çözülüp silinemiyor.

Bir gece, rüyasýnda Mevlânâ Alâeddin Kaþgarî Hazretleri... Rüyasýnda ona diyor ki : «Öyle bir yâra baðlan ki, býrakýlmasýn­da çare olmasýn...» Bu rüya, Mevlânâ Camî Hazretlerini bir kar sýrga gibi allak-bullak etmiþtir. Ver elini. Horasan ve Herat.. Hu­zura çýkýyor ve teslim oluyor. Az zamanda öyle derecelere eriþi­yor ki, görenler «Hâcegân yolu bu genci nasýl da kaptý ve tez za­manda ne yüksekliklere eriþtirdi!» diye hayretlerini belirtiyorlar.

Mevlânâ Sadeddin Hazretleri Herat Camii avlusunda, na­mazlardan evvel ve sonra yakýnlariyle sohbet ederlermiþ. Mevlâ­nâ Camî ne zaman önlerinden geçse ona bakýp derlermiþ ki : «Bu gençte görülmemiþ bir istidat okuyorum. Ona âþkým... Onu avla­mak için bilmem ki, ne yapsam?.» Mevlânâ Hazretleri henüz hu­zura çýkmýþ deðildir. Huzura çýktýðý gün de Mevlânâ Sadeddin þöyle buyuruyor :

«Ýþte þimdi tuzaðýmýza bir þahin düþtü!» Zahiri ilim yolun­dan gelen böyle bir dehânýn, bütün elde ettiklerini feda edip, ba­þýný manevî kemâl eþiðine koymasý, müthiþ söylentilere yol açý­yor. Söylenen söylenene : «Beþ, yüz yýldýr Horasan topraðýnýn bir eþini yetiþtiremediði bir ilim erini, Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî, bir nazarda yolundan çevirdi ve kendi yoluna aldý!» Ve : «Dinde, resmî ilimlerden üstün bir kemâl yolu bulunabileceðine inana­mazdým; tâ ki, Mevlânâ Camî´ye kadar... Onun tasavvufa yöneli­þinden sonra inandým.»

Mevlânâ Camî, Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî emriyle, baþlan­gýçta, aðýr rizayetlere, nefes çarpýþmalarýna katlanýyor. Halktan ve ortalarda görünmekten de tamamiyle kesiliyor. Ancak çilesini doldurduktan sonradýr ki, halkla münasebete giriþebiliyor. Fakat bu defa da baþka bir hâl... Halkýn konuþtuðu dili unutmuþ gibi­dir. Hemen hemen kimseyle arasýnda müþterek mefhum kalma­mýþ gibi bir þey... öyle bir âlemde uçmaktadýr ki, oranýn mücer­ret tecellileri önünde müþahhas lisan iflâsta, hattâ korkunç bir gaflet ifadesi içindedir. Ancak, iki ayrý þahsiyet hâlinde, birini kendisine, öbürünü halka verip nefsine cebretmek yoluyle onla­ra hitab edebiliyor. Daha sonra üzerine öyle bir keyfiyet biniyor ki, þuurunu kaybedecek gibi oluyor. Ne yaptýðýný bilmeden Kabe istikametinde yollara düþüyor ve bir menzilde duruyor. Orada, içine bir güneþ düþüyor, þuuru aydýnlanýyor ve hemen geri dönüp Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî Hazretlerinin irþâd kucaðýna atýlýyor. Mürþidinden aldýðý telkinlerle bütün bu hâllerin «Hâcegân» yo­luna baðlý bir tasavvuf eseri olduðunu anlayan Mevlânâ Camî, yapýþtýðý velî eteðini bir daha býrakmýyor.

Mevlânâ Camî anlatýyor:

- Bu yola girdiðim ilk zamanlarda nur belirtileri gördüm. Mürþidim Mevlânâ Sadeddin´in gösterdiði yönden ayrýlmadým o nura iltifat göstermedim. O nuru, saklý kalýncaya kadar nefyet­tim. Bilmek lâzýmdýr ki, nur, keþif ve keramet zuhuratýna güven yoktur. Derviþe en üstün keramet, þeyhinin sohbetinde cezbeye eriþip kendinden kurtulmaktýr.

Mevlânâ Abdülgaffur anlatýyor :

- Mevlânâ Camî´ye sordum : «Bu taifeden kimine âlemler keþfolunur, kimine de gizli kalýr. Hikmet nedir?» Dediler : «Yol iki türlüdür : Biri terbiye yoludur ki, sâlik ne suretle bu âleme inmiþse yine ayný suretle ve ayný çizgi üzerinden aslýna döner. Biri de hâs olan yoldur ki, «Hâcegân» yolu odur. Bu yola giren­lerin yöneliþi, esere deðil, müesseredir ve sadece Zat´a baðlýdýr.» Mevlânâ Camî hazretlerinin mizaçlarý, eþyaya «Ýcmal - hülâsa» gözüyle bakmaktan ziyade «kesrette vahdet - çoklukta birlik» gö­rüþüne yakýndý. Bu görüþe «tafsili müþahede - tafsilâtlý görüþ» derler. Buyururlardý ki : «Kendimi ne zaman icmal mertebesine tutsam maðlûb olurum. Mürþidimiz Mevlânâ Sadeddin Hazretle­ri, icmalden tafsile az geçerlerdi. Bu yüzden de «istiðrak - ken­dinden geçiþ»leri çok olurdu. Vahdet sýrrý ve tevhit mânasý bana öylesine galip gelmiþtir ki, onu üzerimden atmaya kaadir ola­mam. Bu hususta benim asla iradem yoktur. Hiç bir þey bende bu mânanýn önüne geçemez ve bu fikir, ruhumda, bütün fikir ve duygularýn baþýnda gelir.»

Mevlânâ Camî Hazretlerinin ilk rastladýklarý büyük pîr ve mürþid, Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri... Mevlânâ Camî Haz­retleri ?ki tasavvufun en büyük eserlerinden biri olan «Nefahat»ý yazmýþlardýr? Kitabýnda Þeyh Muhammed Pârisâ´dan þöy­le bahseder :

- Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri 822 senesinde Hicaz seferi niyetiyle Þam´dan geçerlerken, pederim, yakýnlarýndan bir kafile insanla kendilerini karþýlamaya çýkmýþlardý. Ben o zaman beþ yaþýmý henüz tamamlamamýþtým. Babam beni akrabamýzdan birinin omuzlarýnda beraberine almýþtý. Beni Hoca Hazretlerinin huzuruna sürdüler. Hoca Hazretlerinin iltifat ve nevaziþlerine na­il oldum. Bana bir çiçek hediye ettiler. O gün bugün 60 yýl geçti. Hâlâ nurlu yüzlerinin safasý ve mübarek þekillerinin zevki gönlümdedir. Umarým ki, «Hâcegân» hanedanýna baðlýlýðým ve sev­gim, beni dairelerine kabule ve aralarýnda haþr olunmamý temine vesile olur.

Çocukluðunda tanýdýðý büyüklerden biri de Fahreddin Lâristânî´dir.

Molla Camî, «Nefahat» ýnda bu tanýþmayý þöyle anlatýr:

- Fahreddin Laristânî, ailemize ait bir saraya konmuþlar­dý. Beni kucaklarýna oturtmuþlardý. Zekâ ve bilgimi anlamak için parmaklariyle havada «Ali» ve «Ömer» gibi isimleri iþaretlemek­te ve okuyabilecek miyim diye yüzüme bakmaktaydýlar. Ben, sa­dece bir parmak hareketinden ibaret bütün isimleri okumuþ ve kendilerini hayretler içinde býrakmýþtým. Henüz okuma çaðýnda bile olmayan bir çocuktum. Fakat babam beni okumaya erken alýþtýrmýþtý. Fahreddin Laristânî Hazretlerinin de güzellik ve za­rafeti beni büyülemiþti. O gün bugün «Hâcegân» yolunun üstün kýlavuzlarýna muhabbet içimde yer etti. Allah beni, onlarýn muhabbetiyle diriltsin. Onlarýn muhabbetiyle can vereyim ve onla­rýn dostlarý zümresinden olayým.

Tanýdýklarýndan biri de, Hoca Burhaneddin Ebunasr Pârisâ.. Bir gün Ebunasr Hazretlerinin meclisinde þu söz geçiyor :

«Füsus candýr, Fütuhat ise gönül... (Muhiddin Arabî Hazret­lerinin iki meþhur eseri...) Füsusu anlayan ve yüksek bilen, Allah Resûl´ünün ruhaniyetlerine yaklaþmýþ ve O´na baðlýlýðýný arttýr­mýþ olur.»

Bir baþka tanýdýðý da Þeyh Bahaeddin Ömer... Bu Þeyh... umumiyetle istiðrak hâlinde kalýr ve sýk sýk semaya bakardý. Melekleri gördüðü, seyrettiði, yahut düþündüðü sanýlýrdý. Mevlânâ Camî diyor ki :

- Bir gün bir bölük insan þeyhi ziyarete gittik. Kendileri­nin bir âdeti vardý : Gelenlere þehirden haber sorarlardý. Âdetle­ri gereðince herkese ayrý ayrý sordular. Herkes ayrý ayrý cevaplar verdi. Sýra bana gelince iþ deðiþti. Herkes «Þehirde þu var, bu var! > diye cevap verirken, ben hiç bir þeyden haberim olmadýðý­ný söyledim. «Yolda ne gördün?» sualine de «Hiç bir þey görme­dim!» karþýlýðýný verdim. Bunun üzerine buyurdular : «Derviþ huzuruna iþte böyle varýlýr; þehirden habersiz olarak ve yolda hiç bir þey görmeyerek...»

Ve Hoca Þenýsüddin Muhammed... Bu zât vaazlariyle meþhurmuþ... Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî Hazretleri baþta, büyükler­den bir çoðu bu vaazlarda hazýr bulunurlarmýþ. Kendisini dikkat­le dinlerler ve anlayýþýný överlermiþ. Ayný vaaz halkasý içinde Mevlânâ Camî Hazretleri de göründükçe Hoca Þemseddin Meh­met «Bugün meclisimizi bir güneþ þulelendirdi» demiþ. Ve o gün, vaazýndan, daha ulvî mâna ve hakikatler süzülürmüþ... Bu þeyh, Muhiddin Arabî hazretlerine fevkalâde baðlý ve Tevhid anlayý­þýnda onunla berabermiþ. Tevhid ilmini minber üzerinden öyle talim eder ve en girift mânalarý öyle çözermiþ ki, anlayabilmek için yüksek mertebede olmak gerekir ve kimsede en küçük itiraz tavrý görünmezmiþ... Bazen vaaz esnasýnda kendilerine derin bir vecd kaplar, hattâ çýðlýk kopardýðý olurmuþ. Bu hâl dinleyenlere de sirayet eder ve herkesi bir vecd dalgasý sararmýþ. Bazý kimse­leri de, nefslerindeki galip vasfýn belirttiði hayvan þeklinde görürlermiþ. Mevlânâ Camî Hazretlerinin «Nefahat» da kaydettik­lerine göre, bir gün kendileri Hoca Þemseddin Mehmed ile na­maz kýlarken onu öyle vir vecd ve istiðrak hâlinde görmüþ ki, kâh sað elini sol elinin, kâh sol elini sað elinin üstüne getirecek þekil­de þuursuz hareketler yapmakta ve kendisinden tamamiyle ha­bersiz bulunmakta imiþ.

Yine tanýdýklarý içinde Mevlânâ Þemseddin Mehmed Esed... Mevlânâ Camî onu þöyle anlatýyor :

- Yolda gidiyorduk. Dönüp dedi ki : «Bana birkaç gündür öyle bir hâl oldu ki, kendimde ummadýðým, asla düþünmediðim ve beklemediðim kuvvetler görmeðe baþladým. Ben o zaman ken­dilerinin «cemi - toplam» makamýnda olduklarýný anladým. Allah bir kimseye zatiyle tecelli edecek olursa o kimse bütün mevcut­larýn zatlarýný, sýfatlarýný ve fiillerini Hakkýn zatý, sýfatlarý ve fiil­leri ýþýðýnda kararmýþ görür; ve kendisini, mevcutlar içinde san­ki kâinatýn idarecisi farz eder. Mevcutlarý da kendi âzasý hayal eder. Kendi zâtýný Hakkýn zâtý, sýfatlarýný Hakkýn sýfatlan, fiille­rini Hakkýn fiilleriyle bir sanýr. Bu, Tevhid denizinde boðulmak, tükenmek harcanmak hâlidir. Tevhidin ileri mertebesinde, ona baðlý olaný kendine baðlý görmek «istihlâk - tüketim» noktasýdýr ve en üstün makamdýr. (Þeriata zýt bir hükme varmamak kaydiyle...) Mümkün ile vacibi (mutlak olaný) birbirinden ayýran akýl nuru, «kadîm - ezelî» zatýn nuruyle Örtülünce «hadîs - sonradan olan» ve «kadîm - baþlangýcý olmayan» arasýný ayýrma kudretini kaybeder, öyle ki, Hak zahir olunca bâtýl da göze görünmez olur. Bu hâle tasavvuf lisanýnda «cemi - cem´» makamý denilir.

Ve Ubeydullah Taþkendî Hazretleri...

Mevlânâ Camî ile Ubeydullah Taþkendî arasýnda dört kere buluþma oluyor, îki kere Semerkant´da... Üçüncüsü, Mirza Sul­tan Ebu Said zamanýnda Hoca Ubeydullah Hazretleri Mâveraünnehr´den Horasan´a geldikleri sýrada Herat´ta. Dördüncüsü de, Hoca Ubeydullah Hazretleri ayný sultanýn ricasiyle Merv´e gel­dikleri vakit, Mevlânâ Camî´nin kendilerini görmek üzere oraya gidiþinde...

Merv´de Hoca Ubeydullah Hazretleri Mevlânâ Camî´ye so­ruyorlar :

- Yaþýnýz kaçtýr ?

- Elli beþ...

- Bizimki sizden on iki yaþ fazla...

Mevlânâ Camî Hazretlerinin Hoca Ubeydullah Hazretleri hakkýndaki manzum ve mensur yazýlarý pek meþhurdur ve onlar­dan bahsetmeðe lüzum yoktur. Þu var ki, bu yazýlarda, Mevlânâ´nýn Hoca Ubeydullah´a ne büyük bir ihlâsla baðlandýðý, her tür­lü tasavvurun üstündedir.

Mevlânâ Camî Hazretleri Semerkant´a üç kere varmýþlar. Bi­rincisi Mirza Uluð bey zamanýnda, tahsil için... Ýkincisi Hoca Ubeydullah Hazretlerinin sohbetine can atmak için. Üçüncüsü de yine Hoca Hazretleriyle buluþmak için... Mevlânâ Camî ile Hoca Ubeydullah Hazretlerinin sohbetleri sükût içinde, âdeta lisansýz geçermiþ. Bazý, Ubeydullah Hazretlerinin kelâm ettikleri de olur­muþ. Bir gün Mevlânâ Camî rica etmiþ :

- Þeyh-i Ekberin «Fütuhat» ýnda halledemediðim noktalar var.Bunlarýn çözümünü istirham ediyorum.

Hoca Ubeydullah Hazretleri emretmiþler; «Fütuhat» getiril­miþ... Kitap Mevlânâ Camî´ye uzatýlmýþ. O da içinden çýkamadý­ðý noktalarý bulup göstermiþ. Okumuþlar... Sonra büsbütün için­den çýkýlmaz sözler söylemiþler. Daha sonra bir müddet sükût... «Þimdi açýp tekrar okuyun!» emri verilmiþ.. Bu defa açýlýp oku­nunca, her incelik, berrak ve aydýnlýk bir vuzuh içinde anlaþýl­mýþ...

874 yýlýnda...

Mevlânâ Camî :

- Hoca Ubeydullah Taþkendî Hazretleri ilâhî marifet yo­lunun kelâmýný o kadar ince, nükteli ve helâvetli þekilde ederler­di ki, insan, bu sözlerin hiç kimseden iþitilmediðini hayranlýkla tasdik ederdi. Ayrýca Hoca Hazretlerinin, gönülleri ýslâh ve «havatýr» dan temizlemekte büyük maharetleri vardý.

Hoca Ubeydullah Taþkendî´den nakil:

- Horasan´da Mevlânâ Camî´yi görenlerin, buraya ve bize kadar zahmet etmelerine ihtiyaç yoktur. Horasan´da nur deryasý dalgalanýrken, halk, küçük bir ateþ yakmak için Mâveraünnehr´e geliyor. «Hâcegân» halkasýnýn baþý Abdülhalik Gucdevânî Haz­retlerinin meþhur sözüdür : «Þeyhlik kapýsýný kapa, dostluk kapý­sýný aç; halvet kapýsýný kapa, sohbet kapýsýný aç!» Sýr, bu sözün içinde...

Mevlânâ Camî Hazretleri kimseye zikir telkin etmezlerdi. Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî Hazretlerinden izinli ve ruhaniyet âle­minden salahiyetli olduklarý halde tarikat edeplerini emretmek­ten çekinirlerdi. Ama bir tarikat isteklisi zuhur edecek olursa ona tarikat hakkýnda fikir vermekle yetinirlerdi. Bunun sebebi, mizaçlarýndaki incelik ve letafetti. Derlerdi ki : «Þeyhlik yüküne tahammül edemem!» Fakat nihayete doðru isteklileri istemeðe baþladýlar. O zaman da þöyle derlerdi : «Gerçek istekliyi bulmak çok zor. Herkes kendi zevk ve hazzýnýn isteklisi...»

877 senesi Hicaz seferinde, Baðdad´a vardýklarý zaman etraf­larýný saran «Rafýzî» zümresiyle mücadeleleri ve o sýrada göster­dikleri hikmet ve keramet, dillere destan... Halk, Mevlânâ Camî´nin «Rafýzî» leri periþan etmesinden o kadar memnun oluyor ki, reislerini bir eþeðe, ters bindirip peþindekilerle beraber Baðdat sokaklarýnda gezdiriyor. Baðdad´da dört ay kadar kalýp Hicaz´a revan oluyorlar. Gidiþ ve dönüþlerinde mübarek yerleri ziyaret ve nice gazel, kasîde ve naat nazmediyorlar. Yolda, sultanlardan, emirlerden, din adamlarýndan ve halktan görmedikleri hürmet yok...

Buyurdular :

- Soyluluk, kiþinin, büyük makam sahibi babalardan gel­mesinde deðildir. Soyluluk, insanýn zâtýnda bir cevherdir ki, gü­zel ve üstün fýrsattan ibaret...

Buyurdular :

- Kötü adam, halkýn aybýný saymak isterken kendi ayýpla­rýný dile getirir.

Buyurdular :

- Yoksullara ve el açanlara þefkat ve merhamet gösterme­li.. Lokmayý iyiden ve kötüden esirgememeli... Böyle hâllerde, isteyenin kim olduðuna deðil, yaratýcýsýna nazar etmek lâzým... Ýhsan, Cüneyd ve Þiblî gibi kimselere olmaz. Yüksek derece ve yü­ce himmet sahibi hiç el açar mý diye düþünmemeli... Pýlý pýrtý içindeki o insanýn keramet sahibi olmadýðý nereden malûm... Al­lah´ýn velîleri, hâllerini gizlemek için bu kýlýða bürünebilirler.

Buyurdular :

- Huzur ve afiyet, ayaðýný bir beze sarýp bir köþede otur­mak deðildir. Afiyet, kendinden kurtulmaktýr. Kurtul da ondan sonra dilersen bir köþede otur, dilersen halk içine karýþ!

Buyurdular :

- Üstün ruh, daima hüzün ve kaygý içinde olandýr. Hüzün ve kaygý çekmeyen insandan gaflet kokusu gelir. Hüzün ve kay­gý çeken insandan da huzur rayihasý tüter. Bu yolun baðlýlarýnda þiar, hüzün ve kaygýdýr.

Buyurdular :

- Zatî muhabbet, bir kimsenin bir kimseyi sevmesi demek­tir. Lâkin sebebini bilmeden sevmek... Bu türlü muhabbet halk içinde çoktur. Allah´a böyle bir muhabbetle baðlanmaya zatî sev­gi denilir. Muhabbetin bu türlüsü en âlâ olanýdýr. Zatî muhabbet, lâtif gördükçe sevmek, kahra uðrayýnca da sevgiyi zayýflatmak deðildir. .

Açýk zikre fazla düþtüðü için çekiþtirilen bir adam mevzuun­da dediler ki:

- Kýyamet gününde onun ettiði açýk zikir kendisini kurtar­maya yeter! Onun açýk zikrinden öyle bir nur fýþkýrýr ki, bütün kýyamet sahrasýný aydýnlatýr. Açýk zikirde öyle bir hususilik var­dýr ki, gizli zikirde bulunmaz. Akýl, onun mefhumiyle, hayal, tasavvuruyle, kulak da iþitilmesiyle teessüre düþer ve bu hâl bütün vücuda yayýlýr.

Allah´ýn «Ben zikir edenlerin meclisindeyim» buyurmasýný ele alýp «Bunu bilerek zikre insanda takat kalýr mý?» diye soran­lara buyurdular ki :

- Türlü günah ve mânâsýz iþleri yaparken Allah´ýn her yerde hazýr ve nazýr olduðu düþünülmüyor da zikir meclisinde bulunduðu mu düþünülüyor? Allah zahirde ve bâtýnda bütün eþ­yayý kuþatýcýdýr.

«Tasavvuf kelimelerini ve bahsini niçin az tutuyorsunuz?» diye soranlara buyurdular ki:

- Farzedin ki, bir zamanlar birbirimizi aldatmýþýz. Tasav­vuf hâldir, «kaal-söz» deðil... Onu kelimelere dökmek, oyundur, aldatmacadýr. Meðer ki, iki gönül ehli, birbirinin yolunu anlamak için söyleþsinler...

Buyurdular :

- Evliyanýn kudsî kelimeleri Muhammedi hakikat nurun­dan devþirilmiþtir. Kur´an ve hadîsin gerektirdiði tâdmi evliya kelâmýna da göstermek lâzýmdýr. Kendi bahtiyarlýðýný dileyen kimse, evliya kelâmýna edep ve saygý göstermelidir.

Buyurdular :

- Bugün hatýrýma hiç bir yerde görmediðim bir mâna gel­di : Hakikatin mazharý, aynada görünen surettir, ayna deðildir. Mazhar, zahirin hâlini anlatýcýdýr, kendisi deðildir. Aynada bu keyfiyet yoktur.

Büyüklerden biri, kitabýnda, «Bismillah - Allah´ýn ismiyle» kelimesini «kâmil insanýn ismiyle» þeklinde tefsir ediyor. Bu tef­sir zamanýn din âlimlerine gayet çetin ve giran geliyor. Gidip Mevlânâ Cami Hazretlerinden soruyorlar.

Buyuruyor :

- O, lâfýz isminin tefsiridir; Allah lâfzýnýn tefsiri deðildir.

Hoca Þemseddin Mehmed Hazretlerinin vaazda söyledikleri «Kabirde mü´min ve kâfir herkesin saðý soluna, solu da saðýna gelir» sözünü hazmedemeyen, bunu bir azap kabul eden ve mü´minlere yaraþtýramayan bazý kimseler, Mevlânâ Camî Hazretle­rinden hakikatin ne olduðunu soruyorlar.

Buyuruyor :

- Tasavvuf ehli berzaha kabir derler. Berzah, cismanî âlemle ruhanî âlem arasýnda vasýtadýr. Cismanîyi ruhaniye, ruha­niyi cismaniye çevirirler, demek istiyor. Ruhaniyi cismaniye çe­virmek odur ki, ruha misal âleminden bir suret verirler. Cismanî mahiyetler ise kendi suretleri bakýmýndan öbür âlemde mânalandýrýlmak yoluyla ruhaniye dönerler.

Buyurdular:

- Bir kimse öncelerin ve sonralarýn bütün ilimlerini nefsin­de toplasa son anýnda onlardan hiç bir fayda bulamaz. Tâ ki, hu­zur hâli ve Allah´ý bilme duygusu kendisinde yer etsin..

Buyurdular :

- «Hâcegân» yolundan ruhunda en küçük bir korku ve çeþ­ni bulunan her fert, sahabete ermiþtir. Böyle olup ta tarîkate ka­bul edilmemiþ pek az kimse gördüm. Bu yolun baþýndakiler, baþ­ka yollardakilerin nihayet noktasýna bulunanlara denktir. Bu yo­la kabul edilenlerin, nefs ve havasýna ne kadar kapýlýrlarsa kapýl­sýnlar, terk edildikleri nâdir görülmüþtür. Onu, daireden dýþarý­ya kaydýkça orta yere çekerler.

Buyurdular :

- Bazý insanlar, sarhoþ olmak için þarap ve esrar içerler. Þarap içen kimse islâm dairesinden çýkar ve yýrtýcý canavar olur. Halk onlardan ýstýrap çeker. Esrar veya afyon çekenler de eþek veya sýðýra döner ve boyuna lokma atýþtýrmaktan baþka bir þey bilmez. Bu hâlleri de zevk ve hýmýr sayarlar. Kiþinin kendi hâli­ni murakabe edebilmesi için ayýklýktan büyük saadet mi olur?

Buyurdular :

- Ýhtiyarlýk, gençliðin sonu ve neticesidir. Son ve netice ise baþa baðlýdýr. Gençliðini iyi geçiren ihtiyar, derisinden belli­dir.

Bir gün Mevlânâ Camý Hazretlerinin huzuruna küstah ada­mýn biri geldi. Bu adam züht ve takvadan dem vuruyordu. Yeme­ðe oturuldu. Küstah adam hizmetkârlardan birine dönerek : «Sof­rada tuz yok; getirin de yemeðe onunla baþlayalým!.» dedi. Bu kaba züht satýþý Mevlânâ Hazretlerine dokundu ise de tavýrlarýný bozmadýlar ve gülümseyerek, lâtife kýlýklý «ekmekte tuz vardýr» dediler. Yemeðe baþlandý. Kaba adam bununla da kalmayarak ek­meði tek elle koparan birine «ekmeði tek elle koparmak "mekruh­tur!» diye ihtarda bulundu. O zaman Mevlânâ Hazretleri dayana­madýlar ve dediler : «Yemekte sofradakilerin eline ve aðzýna bak­mak daha mekruhtur!» Adam biraz sonra «yemekte konuþmak sünnettir!» diye yeni bir itiraz kanýsý açmaya bakýnca su karþýlý­ðý aldý : «Çok söylemek gevezelik etmekse mekruhtur!»

Biri Mevlânâ Hazretlerinden, ömrünün geri kalanýný ona baðlamak üzere Allah yolunda bir uðraþma istedi.

Buyurdular :

- Ayný þeyi Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinden de istemiþlerdi. O zaman Mevlânâ Hazretleri, mübarek ellerini göðüslerine götürerek kalblerini iþaret etmiþler ve «Bununla meþgul olun ki, iþ bundan ibarettir!» buyurmuþlardý. Baþka bir þey söylemeðe deðmez.

ÞÝÝR

Eðer yârýn yüzünü görmek istersen.

Kalbine yönel, onu ayna yap!

Hicaz seferinde Mevlânâ Camî Hazretlerine yoldaþlýk eden din âlimlerinden biri anlatýyor :

- Baðdad´da hastalandým. Hastalýðým þiddetlendi. Mevlânâ Hazretleri tarafýndan sorulup aranmadýðýmdan çok üzgündüm. Bir gün dostlardan biri aceleyle gelip Mevlânâ Hazretlerinin be­ni görmeðe geldiklerini, yolda olduklarýný haber verdi. Bu haber beni o kadar mesut etti ki, âdeta hafifledim; baþýmý yastýktan kal­dýrýp yataða oturdum. Kapý açýldý ve Mevlânâ Hazretleri göründüler. Bana yakýn oturdular. Halimi sordular ve hastalýðýmýn çok uzadýðýný söylediler. Kendilerine, âþýklarýn ümit içinde yüz yýl hasta yattýklarýna dair bir þiirle cevap verdim. «Þiirle mi cevap veriyorsun?» dediler. Ve bir lâhza murakabeye vardýlar. Kendi­mi birdenbire büsbütün hafiflemiþ hissettim. Ter içinde kalmýþ­tým. Baþlarýný murakabeden doðrultunca yüzüme baktýlar, alnýmdaki ter damlalarýný görüp emir verdiler : «Yataðýnýza oturma­yýn, yatýn! Umarým ki. bu terden sonra iyi olursunuz!» Ve çýkýp gittiler. O gece kuvvetli bir terden sonra sabahleyin dipdiri kalk­tým.

Mevlânâ Hazretlerinin bu þekilde def ettikleri hastalýklarýn hikâyeleri pek çoktur. Bir defasýnda, büyük velîlerin, bir hastayý kurtarmak için onun marazýný kendi üzerlerine çekmelerindeki sýrra iþaret ederek. Buyuruyorlar :

- Abdülgaffur´un marazýný iþittim ve müteessir oldum. Ya­nýna gidip meþgul olmak ve hastalýðý ondan kaldýrmak istedim. Maraz ondan kalktý, fakat bana geçti. «Benim bu yükü taþýmaya tahammülüm yoktur!» diye niyaz ettim. Hastalýk benden de kalktý.

Mevlânâ Camý Hazretlerinin bazý ihlâs sahiplerini, kefenleri hazýrlanýrken, can çekiþme anýnda bile, ilâhî lütuf sayesinde kur­tardýklarý olmuþtur.

Hicaz yolunda bir çöl adamý, Mevlânâ Hazretlerinin devesi­ni görüp satýn almak istiyor. O türlü tepinip asýlýyor ve ýsrar gös­teriyor ki, Mevlânâ Camî, deveci çöl adamýnýn dileðini kabul et­mekten baþka çare bulamýyor. Devesini satýyor. Fakat, kim bilir neden, deve çok geçmeden bir kum tepesinin yaný baþýnda ölü­yor. Çöl adamý Mevlânâ Hazretlerinin peþinde... Buluyor. «Sen bana, hasta, illetli deveyi sattýn! Beni kandýrdýn!» diye söyleme­diðim býrakmýyor. En aðýr kelimelerle sövüp sayýyor. Mevlânâ Camî Hazretleri çöl adamýna altýnlarýný iade ediyorlar ve arka­sýndan diyorlar ki : «Bu adamýn yüzünde bir deðiþiklik okudum; galiba ölümü yakýn...» Adamý, Mevlânâ Camî´nin devesini göm­düðü kum tepesinin yaný baþýna gömüyorlar.

Hicaz seferinde Baðdad´a uðrayýp da «râfýzî» lerle çekiþme­si sýrasýnda kendilerine hakaret eden Fethi isimli «râfýzî» reisi­nin ölüm þekli de pek manalýdýr. Atýnýn yem torbasýnda arpa ka­lýp kalmadýðýný anlamak üzere elini torbaya sokan herifin þehadet parmaðýný, at, bir ýsýrýþta dibinden koparýyor. Ve aldýðý yara, onu, ölüme kadar götürüyor.

Bir dere kenarýndalar. Sular taþkýn halinde.Akýntý bir kirpi ölüsünü sürüklüyor. Mevlânâ Hazretleri, kýyýya doðru ge­len kirpiyi çekip alýyorlar. Kucaklarýna oturtuyorlar ve dikenli sýrtýný okþuyorlar. En küçük hayat eseri göstermeyen kirpide ânî bir kýmýldanýþ, diriliþ. Kirpiyi þehre kadar getirip kapýsýnda bý­rakýyorlar.

Bir yolculuk esnasýnda kervanda bulunan herkes, gece vakti bir kenara çekilip uykuya yatýyor. Yatsý vaktinden fecre kadar, gözüne uyku girmediði için, belki 10 - 20 kere yataðýndan doðru­lan bir genç, uzaklarda, loþ bir köþede, Mevlânâ Camî hazretleri­nin, iki dizi üzerinde murakabe hâlinde olduðunu görüyor. Belki 8-10 saat ayný vaziyette murakabe... öbürleri uykularýnda de­vam ede dursun...

Filân yere gitmek üzere Mevlânâ Camî Hazretlerinden emir alýp ta gitmeyen bir adamýn evine hýrsýz giriyor ve nesi varsa gö­türüyor, adamý çýrýl çýplak býrakýyor.

Bir gün Herat´ýn Þeyhülislâmý, yanýnda bazý din âlimleri ol­duðu halde Mevlânâ Cami´yi ziyarete geliyor. Mevlânâ kendileri­ne nefîs bir ziyafet çektikten sonra saz da çaldýrtýyor. Gazel, ne­fes, saz ve söz... Birkaç gün sonra Þeyh Þah isimli bir zât Mevlânâ´ya þu itirazda bulunuyor : «Siz âlimlerin rehberi ve ariflerin kýlavuzu iken lâyýk mýdýr ki, meclisinizde def ve ney çalýnsýn?.» Mevlânâ Cami, itiraz edenin kulaðýna eðilip birkaç kelime söylü­yor. Adamcaðýz yere düþmüþ çýrpýnmaktadýr. Biraz sonra kendi­sine gelince Mevlânâ´nýn dizlerine sarýlýp af dileyecektir.

Mevlânâ Hazretlerinin talebelerinden biri anlatýyor :

- Bir gün Mevlânâ Hazretlerini ziyaret etmek üzere þehir­den çýktým. Þehir dýþýnda bir tekke yanýnda bir güzele rastladým. Bu çarpýcý güzelliðe bir iki kere gözlerimi dikmekten kendimi alamadým. O sýrada yanýmdan, þehre sýrtýnda öte beri taþýyan bir adam geçti. Adamýn sýrtýndaki bohçanýn ucu gözüme öyle bir do­kundu ki, beni gözümden okla vurdular sandým. Tekkenin eþiði­ne oturdum ve yaþ akan gözümü dakikalarca kurutmaya çalýþtým. Sonra kalkýp Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine vardým. Gör­düm ki, yakýnlariyle mescitte oturuyorlar. Bir köþeye çekilip ben de oturdum. Bir lâhza sonra mübarek baþlarýný yukarý kaldýrýp dediler ki : «Bir derviþ Kabe tavafýnda bir güzele nazar etmiþ... Birden bir el peydahlanýp derviþin yüzüne bir tokat indirmiþ... Bir zaman derviþin göz yaþý dinmemiþ. Peþinden bir ses gelmiþ : Her bakýþa bir tokat... Gözünü dikmekte devam edersen bizde seni tokatlamakta devam ederiz!» Ve bana bakýp ilâve ettiler : «Kiþi uygunsuz yerlere bakmaktan sakýnmalýdýr!»

Yine yakýnlarýndan biri:

- Mevlânâ Hazretlerini ziyarete gittim. Haremdeydiler. Çýkmalarýný beklemek için oturdum. Bir bekleyen daha vardý. Onunla konuþmaya baþladýk. Söz Muhiddin-i Arabî Hazretlerine intikal etti. O ziyaretçi Muhiddin-i Arabî Hazretlerine ait bir hü­küm olduðu iddiasiyle bir söz söyledi : «Sene 12 aydýr. Oruç ise bu aylar içinde bir tanesidir. Hangi ay olursa olsun... Oruç Ra­mazan ayma mahsus deðildir.» Bu söz üzerine fena halde sarsýl­dým. Þeyh-i Ekber hazretlerine tam bir itikatla baðlýydým. Onun böyle bir söz söylemiþ olmasýný kabul edemezdim. O kadar müte­essir oldum ki, Mevlânâ Hazretlerini bekleyemeden çýkýp gittim. Sonradan kendilerini görüþümde vakayý anlattým. Buyurdular ki: «O söz Þeyh-i Ekber´in deðil, zamanýnýn fakihlerinden birinindir. Muhiddin-i Arabî Hazretleri o sözü nakil ve tenkit yoluyle söyle­miþlerdir. Sözleri ve mânalarý yerli yerine oturtmadan hüküm vermek büyük suçtur.» Sonradan öðrendik ki, bir zamanlarýn Mý­sýr fakihlerinden birisi, devrin sultanýna ait bir fikri desteklemek ve sultana yaranmak için, din hakikatlerini feda edercesine böy­le bir fetva vermiþtir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî evlâdýndan biri Rum diyarýndan Horasan´a, Mevlânâ Cami Hazretlerini ziyarete geliyor. Misafire büyük alâka ve hürmet gösteriyorlar ve kendilerine, konaklarýn­da bir daire tahsis ediyorlar. Bir gece, yatsý namazýndan sabaha kadar sohbet... Herkes derin bir vecd sükûtu içinde... Geceyi an­latan zât diyor ki : «Yatsýdan sabaha kadar geçen zaman tek bir nefes alýp vermek gibi geldi.» O gece söylediklerinden bir cümle: «Hâcegân yolunun bir hususiyeti de þudur ki, bu yolun büyükle­ri, kendilerinden feyiz almaya gelenlerin hâline yönelip onlara gönülden iltifat ve imdat itmeyecek olurlarsa bu yoldan hiç bir þey elde edilemez.

898 yýlýnda hastalanýyorlar... Muharrem ayýnýn 13 üncü pa­zar günü... Hastalýklarýnýn altýncý günü de (cuma) sabah namazý vakti nefesleri kesilip önlerinde açýlan ebediyet kapýsýndan beka âlemine geçiyorlar...

Zamanýn þairleri, âlimleri, fadýllarý, arkalarýndan, mersiye­ler, methiyeler, tarihler kaleme alýyor.

Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî Hazretlerinin oðlu Hoca Külan­ýn iki kýzýndan biri Mevlânâ Cami Hazretlerinin, öbürü de bu ese­rin muharriri Þeyh Safî´nin zevcesi... Yani Mevlânâ Cami ile Mevlânâ Safî Hazretleri bacanak...

Dört oðullarýndan, birinci, ikinci ve dördüncüsü, en küçük yaþlarýnda ölüyorlar. Üçüncü oðullan Hoca Ziyaüddin Yusuf ya­þýyor.

Mevlânâ Hazretlerinin  «Hâcegân»  yoluna ait bir hususiyeti belirtiþleri þöyledir :

Bir gün bir fakir gelip kendilerinden bu yolda bir meþgale istiyor. Kendisine «nefy» ve «ispat» yoluyle zikir talim ediyor­lar. Bunu yaparken kendi mübarek çehrelerini de hayal etmeði (rabýta usulü) istekliye emir buyuruyorlar. Adam emredildiði gi­bi yapýyor. Bu arada, kendisinde, bu yola ait alâmetler belirme­ðe baþlýyor. Kendisini aydýnlýk bir fezada görüyor, nur içinde yüz­düðünü ve içine dipsiz bir zevk ve lezzet düþtüðünü hissediyor. Bu hâlini Mevlânâ Hazretlerine bildirince þu cevabý alýyor : «Bu, yolumuzun hâlidir, öyle bir sýrdýr ki, bu, en yakýn dosttan bile gizlenmesi gerektir. Devam et!» Adam devam ediyor ve hâli her an biraz daha derinleþiyor. Sýk sýk kendini kaybettiren hâllere düþüyor. Adam bu hâl içinde o kadar mesut ki, dýþ alâkalarýn ken­disini alýkoyduðundan Mevlânâ´ya þikayette bulunuyor. Ve iþte o zaman «Hâcegân» yolunun hususiyetine ait emri Mevlânâ Haz­retlerinden alýyor : «Çare yok! Bu hâli, dýþ alâka ve meþguliyet­lerden biriyle cem´ etmen lâzým... Bu nisbeti kimden elde etmiþ­sen onun sohbetinden ayrýlmayacak ve dýþ meþguliyetlerden bi­riyle de hâlini peçeleyeceksin! Mürþidinden in´ikâs (aksetme) yo­luyla aldýðýn feyzi, kendi malýn oluncaya kadar çalýþa çalýþa nef­sinde gerçekleþtireceksin! Ve âlemden gizleneceksin! Bunun için kendini zahiri bir iþ perdesi ardýnda gizlemen lâzým... Halkýn için­de baþkalarýndan farklý görünmemen lâzým... Nitekim senin gibi Hak isteklilerinden biri, baþ vurduðu mürþitten zahiri bir iþle meþgul olmak emrini almýþ ve eskicilik etmeðe koyulmuþtur. Bil ki, bu taifenin sülûkü bir dýþ meþguliyet olmadan olmaz.»

Ve buyuruyorlar:

- Bu nisbetle tahakkuk, Hâcegân nisbetiyle gerçekleþme bir anda olur. Bu iþin hakikati îraz ve ikbaldir (el çekme ve el verme)... Masivâdan (dýþ âlemden) îraz ve Allah´a ikbal... Bu bir anda mümkündür, insanýn nefsi, yüzü dýþ âleme dönük bir ayna­ya benzer. Onu Hakka döndürmek lâzýmdýr. Kalb Allah´a baðlanýnca insana öyle bir þuursuzluk gelir ki, dýþ dünyayý unutturur. Buna hâl derler. Bazen da unutturmaz. Ona da ilim derler, ilim, hâlin içindedir. Onu da hâlden bir þube saymýþlardýr. Bu keyfi­yetlerin derecesi, þahsýn istidadýna göre deðiþir.

Ve buyuruyorlar :

- Zikir insanda kendinden geçiþ hâlini meydana getirince bu hâli düz bir çizgi farzetmek ve onun götüreceði yoldan tek ve toplu istikamette kalmak icap eder. Kâinatýn Efendisi, Hazreti Ali´ye, yolu, dümdüz bir çizgi kabul etmelerini emir buyurmuþ­lardýr.

Ve buyuruyorlar:

- Bizim «Hâcegân» yolumuzun bir güzelliði de þu nokta­dadýr ki, her yerde, her zaman ve herkesle bu nisbet içinde temas edilebilir. Asýl olarak bu nisbete çalýþýp zaruret miktarýnca baþka iþlere bakýlabilir. Bu nisbet son derece lâtiftir. Onun belli baþlý sýnýn ve zamaný yoktur. Kâh olur ki, mürit farkýnda deðilken bir­denbire zahir olur. Bu nisbete bir kesiklik ve durgunluk gelecek olursa, müride, onun ne sebepten geldiðini düþünmek ve define çare aramak düþer.

Ve buyuruyorlar :

- Öyle hayal ve tasavvur unsurlarý vardýr ki, murakabeyi sürdürmek ve güçlendirmekte tesirlidir. Meselâ çöl tasavvuru «ýtlâk» manasýnadýr. Daðlar heybet ve azamet mânasýný canlandýrýr, Su sesi murakabeyi uzatýcýdýr. Gölge, sahibine baðlýlýðý ve istiklâlsizliði bakýmýndan kendi kuvvet ve hüviyetinden sýyrýlýþý ifa­de eder. Vahþi canavarlarý ve onlarýn yýrtýcýlýðýný hayal etmek dehþet ve hayret aþýlayýcýdýr. Cenaze hayali, fânilik fikrine kuv­vet verir. Aðlama sesi ve çýðlýk, kaybedilmiþ sevgiliyi hatýrlatýr.

Ve buyuruyorlar :

- Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaþgarî Hazretleriyle bir yere gidiyorduk. Yolda, gözlen açýk bir eþek ölüsüne rastladýk. Mevlânâ Hazretleri bu manzara karþýsýnda kendilerinden geçer gibi oldular. Nisbetleri bir anda taþkýn bir hâl aldý.

Ve buyuruyorlar :

- Bir gün içimde müthiþ bir «kabz - bunalma, sýkýlma» hâ­li peydahlandý. Sahraya, açýk havaya çýktýk. Uzaktan çam aðaç­larý göründü. Hatýrýma bir fikir geldi : Bu aðaçlar, baþlangýç nok­tasýndan feyiz alýp onunla devam ederler. Bu fikirle bir anda ben­den «kabz» hâli kalktý. Mehtaplý gecelerde beni «kabz» istilâ et­tiði ve «gölge» düþüncesiyle bu «kabz»ýn kalktýðý çok olurdu. 

Bir gün huzurlarýna çýkýp halkla ihtilâttan þikâyet eden biri­ne diyorlar ki:

- Allah´ýn mahlûklarýný dünyadan sürmek olmaz. Onlarla öyle düþüp kalkmak gerektir ki, tesirlerinden uzak kalýnabilsin.

«Nefahat» isimli meþhur eserlerini kaleme almaktayken bu­yurdular :

- Bazan sayfalarca yazýldýðý olur ki, ne yazýldýðýndan þuu­rumuz olmaz. Kalem kendi kendisine akýp gider.

Buyurdular :

- Bazý büyükler demiþlerdir ki, gönül çalýþmasý lâf etmek­le bir araya gelmez. Bu hüküm bence gariptir. Gönül çalýþmasý lâf etmekle bir araya gelebilir. Elverir ki, gönlünü dilinden ayrý çalýþtýrmayý bilen bir insan olsun...

Bir gün «Cin» bahsi konuþuluyordu. Mevlânâ Hazretleri Þeyh Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin bir sözünü naklettiler: «Cinlerin babasý þeytan mýdýr, deðil midir; bunda ihtilâf vardýr.»

Ve buyurdular :

- Sözün gerçeði þudur ki cinlerin babasý þeytandan baþka­dýr. Fakat þeytan cin taifesindendir. Cinlerin babasý hünsadýr. Oyluðunun birinde erkeklik, öbüründe de diþilik âleti vardýr. Oy­luklarýný birbirine sürtmekle cinden çocuk meydana gelir. Cinle­rin terkibi ateþ ve havadan olduðu için bu iki hafif unsur yüzün­den göze görünmez. Onlara ruh da ilâve edilmiþtir. Gayet hafif ve harekette son derece hýzlýdýrlar. Gayet ince ve endamdan mah­rum... insanlar tarafýndan hafifçe azarlansalar hemen telef olur­lar. Bu cihetten ömürleri gayet kýsadýr. Onlar, misal alemindeki suretlerden biriyle insana görünseler bile yine hemen kaçýp na­zardan silinirler. Bunlarý kaçmaktan alakoymak için tek çare, gö­zü suratlarýna dikip hiç indirmemek, ve saða sola bakmamaktýr. O zaman cin, insan gözünün bakýþ mahrutu içinde mahpus kalýr ve saða sola fýsýldayamazlar. Yalnýz olduklarý yerde türlü hare­ketler gösterirler. O türlü hareketler ve þekillerde insaný oyala­maya bakarlar ki, göz bir an suratlarýndan uzaklaþsýn da kaçabil­sinler diye çabalayýp dururlar. Bunlarýn böylece hapsedilmesi bi­ze ilâhî ilimle vâki olmuþtur. Ýlham yasýtasiyle... içlerinde ilim ve irfan azdýr; manevî incelikleri anlamakta da son derece istidat­sýzdýrlar Ýlâhî marifet mevzuunda tamamiyle anlayýþsýz ve ah­mak... Bunlarla düþüp kalkmakta fayda yoktur, sohbetleri de za­rarlýdýr. Ateþle havadan yaratýldýklarý için galip sýfatlarý kibir ve serkeþliktir. Onun içjn kendileriyle düþüp kalkanlara kibir aþýlar­lar. Çöllerde ve rüzgârsýz havalarda peydahlanan ve tozu duma­na katan kasýrgamsý hâdiseler, bunlarýn birbirleriyle boðuþmalarýndan olur. Bunlarýn böbürlenme ve birbirini yenme, kibir ve cebbarlýk zatî sýfatlarý olduðu için aralarýnda muharebe eksik ol­maz, öldükleri zaman berzaha intikal ederler ve «melekût» âle­mine yükselmeðe kaadir olmadýklarý için orada kalýrlar. Haþr gü­nünde de bunlardan azaba müstahak olanlar, ateþten müteessir olmadýklarý için «soðuk» cehenneme atýlýrlar.

Þeytanî ve nefsanî «havatýr» bahsinde buyurdular :

- Þeytan ikidir : Sûrî ve manevî... Sûrî þeytan, bilinen ib­lis... Manevî þeytan ise nefs... Mânevi þeytan bazý öyle iþler ya­par ki, sûrî þeytan o kadarýný yapamaz. Meselâ sûrî þeytan, son­radan, caydýrmak üzere insana iyi iþler telkin ederken, manevî þeytan, iyiliði bahane ederek en büyük fenalýða gider. Allah Resûl´ünün güzel sünnetlerde devam eden ve onlarý yayanlarýn se­vabýna ait hadîsini ele alýp güzel bir sünnet iddiasiyle uydurma hadîsler tertiplemeðe dek varýr. Þeytan ise bu kadarýna kaadir olamaz. Ve yine meselâ, sûrî þeytan insana yüksek sesle Kur´an okumayý telkin eder ve bunda türlü tuzaklar tasavvur eder. Ma­nevî þeytan olan nefs ise bu telkini, halka karþý Kur´an okuduðu­nu göstermekle itibar kazanmak hevesinde bir riyakârýn kötü ah­lâkýna tahvil eder. Vesaire vesaire...

«îztýrarî - mecbur olarak» edilen ibadetle «ihtiyarî - gönül­lü» ibadet arasýndaki farký þöyle ifade buyurdular :

- Ýdrak ki, marifettir, nasýl mecburî ve îztýrarî ibadeti ge­rektirirse, idraki idrak te ilimdir ve ihtiyarî ibadeti gerektirir. Bunlardan ilki umumî, ikincisi de hususî rahmeti çeker. Seyr ve sülük ise (tarîkat) hususî rahmet dairesi içindedir. Ýdrakten.mu­rat basit anlayýþtýr. Allah insaný öyle yaratmýþtýr ki, aklî fýtrattan Hakk´ýn vücudunu hissedicidir. Bu, incelikleri bilmeyen bir vic­dan duygusudur. Aynanýn, hayali kabul ediþi gibi... Zira «müdrika» dediðimiz anlayýþ merkezi, evvelâ mânayý zaptetmek ve on­dan sonra anlamak durumundadýr. Vücut, bir nurdur ki, onu ev­velâ göz zapteder ve ondan sonra eþya idrak edilir. Mademki «müdrike» Hakkýn vücudunu fýtrattan hissedicidir, vücudun te­cellileri, yani müessirin eseriyle müteessirdir. Ve bu teessür ýztýrarî, yani mecburîdir. Bu teessür iman sahibine baþ eðme ve kü­çülme þeklinde tezahür eder ve Allah´ýn vücuduna nisbetle bü­tün vücutlarýn helak üzere olduðu idrakinde biter. Fakat herkes, ister dilesin, ister dilemesin, dýþ vücudu ve onun gerektirdikleri­ni kabul ve ayný teessüre iþtirak mevkiindedir, ibadetin hakikati de bu teessürden gelen baþ eðme ve küçülmedir, iþte bu keyfiyet îztýrarî ibadete götürür. Ve bu basit idrak umumî ve gerektirdiði rahmet de herkese þâmildir. Ýhtiyarî ibadete gelince, o, alýnan dýþ teessürden daha üstün bir mânaya geçmek ve iradesini topyekûn bu mânaya baðlamak, onu nefsinde iradeleþtirmek diye ifade olu­nabilir. Bu makamda Allah´ýn emir ve yasaklarýný zahir bakýmýn­dan tatbik ederken de bâtýnýný o zahire uydurmak kýymeti var­dýr. Bu hâl, yüksek mertebelere ulaþtýrýcý ve «seyr» ve «sülük» yoluna ileticidir. Rahmet bakýmýndan da umumî içinde ayrýca hu­susîdir. Allah´ýn insan ile cinni, ibadet etmeleri için halkettiði em­rine de tam bir cevaptýr. Bu þekilde her iki ibadet nev´î de bir ira­dedir. Ulular demiþlerdir ki: «ihtiyarî ibadet, îztýrarî ibadete mutabýk olmalýdýr!»

Kâfirlerin çekeceði ebedî azap bahsinde ve bu mevzuda ulu­lar arasýndaki deðiþik görüþler mevzuunda buyurdular :

- Bazýlarý demiþtir ki: «Sýnýrlý günahýn cezasý da sýnýrlý ol­mak lâzýmgelir; adalet ve hikmet bunu gerektirir. Sýnýrlý küfrün azabý, acaba hangi hikmet noktasýndan sonsuz oluyor?» Ýmam Gazalî Hazretleri bu bahiste þöyle demiþlerdir: «Amellerin cezasý­na derece ve miktar tayini Allah´ýn bileceði iþtir. Bunu anlamak ve ölçüye vurmak kudreti insanda mevcut deðildir. Küfre denk cezanýn ebedî olmasý gerektir. Bu iþin sýr ve hakikatine Allah´tan baþka kimse eremez.» Bazýlarý da þöyle demiþtir: «Kâfirin niyeti devamlý olarak küfür üzerinde kalmaktýr. Cezasý da niyetine gö­re olacaktýr.» Ebedî azaba inanmayanlar ise demiþlerdir ki: «Kü­für, ruhun mizacýna uymayan arýzî bir cehalettir. Cehalet nihayet kalkar ve ruhun Hakk´ý doðrulayýcý...


radyobeyan