Pages:
1,
2,
3,
4,
5,
6,
7,
8Kaza ve Kadere İman By: bengisu Date: 09 Aralık 2007, 17:59:32
Kader; Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatıyla ezelden kıyamete kadar olacak şeyleri takdir etmesidir.
Kazâ; Allah-u Zülcelal’İn ezelde tekvin sıfatıyla takdir etmiş olduğu şeyleri zamanı geldiğinde istediği şekilde yaratmasıdır.
Kaza ve kadere inanmak farzdır. Bunun yanında insanlar kadere dayanarak kendilerini mes’uliyetten kurtaramazlar. Çünkü Allah-u Zülcelal her insana cüz’i bir irade vermiştir.
Bu irade ile kendisini yanlışlardan çekip, doğru olan şeylerin üzerine yönlendirebilir. İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahluk olması da Allah-u Zülcelâl'in takdiridir. Bunun içindir ki, insan kendi istek ve ihtiyarıyla bir şey yapmak veya yapmamak iktidarına maliktir.
Kaza ve kadere iman farzdır. Fakat insanlar kadere dayanarak kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar. Çünkü insan, ezeldeki takdirin nasıl olacağını bilemez; Allah-u Zülcelal kullarına hayır ve şerri ayıracak cüz’i irade vermiştir. Onun için insan yaptığı ameli bilerek yaptığından dolayı mesuldür.
İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: Gulinur Date: 07 Şubat 2011, 13:33:23
Allah razı olsun..Ebeden ve Daimen..
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: muhsin iyi Date: 29 Eylül 2011, 19:02:56
Kaza ve Kadere Rızada İlk Adım: Şükür
Bu dünya ceza ve ödül yurdu değildir. Bir imtihan yeridir. Her şey Allah’ın (c.c.) ezeli bilgisi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaleti ile belirlenmiştir. Örneğin bir insanın özürlü olarak dünyaya gelmesi, yoksul bir ailenin ferdi olması, şu veya bu cinsiyette bulunması, mensup olduğu ırkı, ulusu hep ilahi kaderle tespit edilmiştir. Kişiye düşen, kaderine rıza gösterip teslim olması, bunun altında yatan hikmeti ve hayrı düşünmesidir. Allah’a (c.c.) bunun için şükürde bulunmasıdır. Kadere rıza göstermemek ve kaderi eleştirmek Allah’a (c.c.) isyan etmektir.
Kader Allah’ın (c.c.) bir sırrıdır. Kim kadere isyan ederse başını bir örse çarpmış gibi olur. Kendi zarar görür. Allah’a (c.c.) kimse zarar veremez. İnsanın da kadere isyan etmeye hakkı yoktur. Çünkü yaratıcımız Allah (c.c.) olduğuna göre O’nun bizim için seçtiği her şey, güzeldir ve yerindedir. Allah (c.c.) sadece bizim hayrımız için hükümde bulunur. Her kuluna da anne ve babasından daha merhametlidir. Bundan dolayı kadere isyan eden birisi, hem dünyada hem de ahirette zarar görmeye mahkumdur.
Allah (c.c.) kader sırrı ile kimi insanı kimi insandan çeşitli yönleriyle üstün kılmış, kimini de geri bırakmıştır: Kimi kuluna devasız hastalık vermiş, kimi kulu verdiği varlıkla toplumda itibar sahibi kılmıştır. Kimine fiziksel açıdan güç, kudret verip öne çıkarmış, kimini de zayıf, dermansız, hasta kılarak bu konuda geri bırakmıştır. Kimi güzel kimi çirkin yaratılmıştır. Kimi insan şan ve şöhretle dünyaya gelmiş, kiminin de yaşadığını ancak onlarca kişi bilebilmiştir.
İnsanların her bir özelliği o kadar birbirinden farklı ki, Allah (c.c.) bütün bunları insanın yararına olmak üzere ezeli ilmi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaletiyle belirlemiştir. Tabii bu yararı bir imtihan yurdu olan bu dünyada tam olarak anlayamamaktayız. Her şey ahirette apaçık meydana çıkacaktır. O zaman belki de dünyada iken haline şükreden yoksul insan, şayet varlıklı kılınsaydı isyan halinde olacağını, ibadetinde geri kalacağını görerek, yüce yaratıcısına şükürde bulunacaktır. Yine zihnen özürlü kişi, kendisine bakanlara yardımcı olarak ebedi hayatlarının kurtuluşlarına vesile olduğunu görüp dünyadaki haline rıza gösterebilecektir.
Kuşkusuz bazı konularda ileri gitmek ve geri kalmak bizim fiili ve sözlü dualarımıza bırakılmıştır. Örneğin Allah’tan (c.c.) hidayet isteyip O’nun emir, yasakları ve rızası yönünde gayret gösteren birisinin bu dünyada iman gibi büyük bir nimete erdiği anlaşılır. Elbette öyle birisi gözlerini dünyaya dikmiş, Allah’tan (c.c.) yalnız bu dünyanın güzelliklerini ve zevkini isteyen birisine göre takvada ileri geçmiştir.
Kısacası Allah’ın (c.c.) insanları bazı konularda ileri kılması, bazı konularda geri bırakması hikmeti bu dünyada anlaşılamayacak önemli bir kader sırrıdır. İnsana düşen görev, bu konudaki nimetlere şükretmek, sıkıntılara sabretmektir. Takvada öne geçmeye çalışmaktır.
Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.
Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her Elhamdülillah tespihi bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.
Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara doğru terakki eder.
Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.
Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.
Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.
Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.
Allah (c.c.) asıl kendisine teşekkür edilecek en yüce varlıktır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, ayet 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”
İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde daimi bir şükür haline girebilir.
İçinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin temeli maddi refaha dayanmaktadır. İnsanlar birbirlerine zenginliklerine, toplumda işgal ettiği mevki ve makamlarına göre muamelede bulunmaktadırlar. Yoksul ve zayıf insanlar genellikle hor görülüyor ve küçümseniyor. Böyle bir ortamda her insanın nefsi de bu atmosferden nasibini alıyor. Ben “Elhamdülillah Müslüman’ım.” diyen bir kişi de bu olumsuz koşullardan etkilenmekte, o da havaya uyarak inancında büyük bir erozyona uğramaktadır. Bu yüzden pek çok Müslüman, insanları değerlendirirken bu yanlış ölçütleri kullanabilmektedir.
Çağımızın en büyük manevi sıkıntıları stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankolidir. Toplumun önemli bir kesimi bu tür ruhsal rahatsızlıklardan etkilenmekte ve tedavi için doktorlara gidip ilaç kullanmaktadırlar. Bu ilaçların isimleri ne olursa olsun kişiye iki türde etki yapmalarına göre sınıflandırılabilir: Ya kişiyi uyutmakta ya da içki ve uyuşturucu maddelerde olduğu gibi kişiye geçici bir neşe vermektedir. Madde ile gelen bu şeyler, birkaç saat süren bir etkiye sahiptirler. Sonra kişi eski haline dönmektedir. İlaçla gelen bu görünüşte olumlu kısa etki bağımlılığa yol açtığı gibi her geçen ay da kişide ilgili ilacın kullanım dozunu artırmakta ve sürecini de kısaltmaktadır. Hasta öyle bir hale düşmekte ki artık ilaçsız bir an bile duramamaktadır. Aslında manevi dünyasında yani itikadında ve inancında çeşitli hastalıkları bulunan insanları yukarıda sıraladığımız bir kısım psikolojik hastalık isimleri altında ilaçla tedavi etmek öncelikle bu tür hastalıkların mahiyetine ters düşmektedir. Çünkü ruhsal, manevi olan bir hastalık ancak kendisi gibi ruhsal ve manevi olan bir yöntemle iyileştirilebilir. Aynen bunun gibi bedensel, maddi bir hastalığa da tıbbi ve cerrahi bir yolla müdahale edilebilir. Bu açıdan çağımızın yaygın ruhsal ve manevi hastalıklarından olan stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli gibi psikolojik rahatsızlıkların tedavisi de mahiyetlerine uygun olmak zorundadır.
Bu tür ruhsal hastalıkların ilacı sabır ve şükür kavramlarında bulunmaktadır. Çağımızın yaygın bu psikolojik rahatsızlıkları ya sabır ya da şükür yokluğundan meydana gelmektedir.
Konumuz dışında olduğu için sabrı bir kenara bırakarak şükür hakkında biraz yoğunlaşmaya çalışacağız. İnsan nefsinin doyumsuzluğu için güzel benzetmeler yapılır: Bir erkek köyündeki bütün kadınları nikâhı altına alır. Sadece bir yaşlı kadın kendi halindedir, bu erkeğin nikahı altında değildir. O erkek bu kadını da nikâhı altına almak ister. İnsan nefsi bu benzetmede olduğu gibi şehvette hiçbir sınırı kabul etmediği gibi liderlik, baş olma sevdasında da böyledir. Şayet Allah (c.c.) tüm evreni bir insanla paylaşsa o insan diğer yarısını da almak için çaba gösterecektir. İnsan mal ve para biriktirmede de aynı açgözlü tutumunu sürdürür. Bir altın dağa sahip olsa bir başkasını da ister. Peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifte bildirdiği gibi insanın gözünü ancak toprak doyurur. Böyle bir nefsin elindeki ile yetinmesini sağlayıp yaratıcısına şükrettirmek gerçekten çok güç bir şeydir. İşte her birimiz bu özellikleri taşıyan birer nefse sahibiz.
İnsanın yediği bir ekmek parçasının şükrünü eda etmesi bile büyük bir meseledir. O ekmeğin soframıza gelinceye kadar kaç işlemden geçtiğini, ne kadar insanın emeği ile o hale geldiğini düşündüğümüzde tüm insanlara ve özellikle yüce Allah’a (c.c.) karşı içimizde bir teşekkür etme isteği ve şükür duygusu uyanmaya başlar. İş bununla da bitmemektedir. Bu ekmek Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı organlar, dokular, hücreler sayesinde hayata, yaşam enerjisine dönüşüyor. Böyle büyük bir iş ve emekle gerçekleşen bir hayatı kim stresle, kaygıyla, depresyonla, panik atakla, melankoli ile nefsin ve şeytanın oyuncağı haline dönüştürebilir veya onun böyle bir duruma düşmesine seyirci kalabilir? İnsanca ve Müslümanca bir yaşamın tek hedefi Allah’a (c.c.) içten bir teşekkür, daimi bir şükür halinden başka ne olabilir?
Allah’ın Eş-Şekûr (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık) güzel ismi ile kula düşen görev şöyledir: Şükür nimetlerin aslını Allah’tan (c.c.) bilip insanlarla paylaşmaktır. Kuşkusuz dil ile yapılan şükrün de büyük bir ecri vardır. Ama gerçek şükür sadece dil ile yapılmaz. Eylemle tamamlanır. Bu bakımdan her şeyin bir şükrü vardır: Öğrendiklerini başkaları ile paylaşmak bilginin şükrüdür. Bir hastaya kan vermek sağlığın, yoksula yardım etmek sahip olduğun mal ve mülkün, insanlara selam verip onların hal hatırını sorman dilin ve içerisinde bulunduğun huzurun ve afiyetin şükürleridir… Şükür çeşitlerini saymak bile başlı başına bir konudur.
Gerçek anlamıyla yapılan şükür nimetin artmasına vesiledir. Allah (c.c.) rızası ve O’na şükür için maddi olanakları başkalarıyla paylaşmak bunların çoğalmasını sağlar. Şu ayet-i kerimede buna işaret vardır: “And olsun, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, azabım çok şiddetlidir (İbrahim suresi, ayet 7).”
Allah, bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip ve bizleri şükreden kullarından eylesin. Amin.
Muhsin İyi
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: ömer feytek Date: 29 Eylül 2011, 19:12:41
HOCAM BU BİZİM DİN DERSİNDEKİ KONUMUZDU HATTA BUGÜN BU KONUYU İŞLDİK :o :o :o :o
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: muhsin iyi Date: 08 Ekim 2011, 21:11:51
Allahın Kaza ve Kaderine Rıza Göstermenin Kalbi: Tevekkül. (Allahın El-Vekîl İsmi)
Dünyalık işlerimizi yaptırmak için bazen vekil ararız. Vekil bizim adımıza işlerimizi sağlıklı bir şekilde yürütür. Hele hukuk gibi ciddi bir alanda bir avukata danışmadan ve vekâlet vermeden bir davaya girişmeyiz.
Hastaneye giden kişi sağlığını doktora emanet eder. Devleti de seçimlerde bizi temsil eden vekillere emanet ederiz.
Din işleri de dünya işlerini andırır. Her işte Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek imanın, teslimiyetin ve kulluğun bir gereğidir. Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek, O’na tevekkül etmektir. Tevekkül etmek ise, önce elimizden geleni yapıp sonra işin sonucunu Allah’a (c.c.) bırakıp güvenmektir. Müslüman’ın Allah’a (c.c.) güvenmek adına daima ağzında düşürmediği cümle şudur: Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir).
“Vekil olarak Allah yeter (Nisa suresi, ayet 81).”, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir (Âl-i İmrân suresi, ayet 173).”, “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter (Talak suresi, ayet 3).”, “Allah tevekkül edenleri sever (Âl-i İmrân suresi, ayet 159).”
El-Vekîl (Allah [c.c.] zulme uğrayanların ve her işte kendisine güvenenlerin vekilidir, avukatıdır) güzel isminin 99 Esma-i Hüsna zikrinde el-Hakk güzel isminden sonra gelmesi de anlamlıdır. Bu, işlerimizde önce Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel isminin gereğini yerine getirdikten, yani işin hakkını verdikten sonra Allah’a (c.c.) güvenmemize işaret etmektedir.
Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek O’na teslim olmakla mümkündür. Kişide iman teslimiyetle gelişir. Allah (c.c.) haline şükreden ve kaderine teslim olup rıza gösterene yakınlık gösterir. Ama nefis her zaman nankörlük ve kadere isyan etme halindedir. Kuşkusuz Allah’ın (c.c.) dininin nefse uygulanması, bu dinin yayılması, toplumda benimsenmesi, bireyin ve toplumun mükemmele ulaşması için elbette bir hoşnutsuzluk da gereklidir. Yani dinde nefsin de payı vardır. Bir eleştirel yaklaşım söz konusu olmalıdır. Ama bir de bu olayın şükür ve kadere rıza gösterme cephesi vardır. İşte insan bu noktada ancak Allah’a (c.c.) güvenmeye ve işlerinde O’nu vekil tutarak mücadeleye başlamalıdır. Allah’a (c.c.) şükretmeden ve kadere rıza göstermeden başlanan pek çok iş ve mücadele önceleri bir hak temeline dayansa da kısa zamanda batıl bir istikamete yönelebilir. Sonu hüsran, yıkım olabilir. Şeytanın oyunu olmaya, çıkarlarına hizmet etmeye başlayabilir. Böyle başlayan bir işe Allah’ı (c.c.) vekil olarak görmek, göstermek ancak sözde kalan bir iddiadır. Allah’ı (c.c.) vekil olarak görmek işin başında ve sonunda haline şükretmeyi ve kadere rıza göstermeyi gerekli kılmaktadır.
Kuşkusuz her iş temelinde halinden memnuniyetsizliği, geleceği değiştirmeyi ve şekillendirmeyi amaçlar. Bu da görünüşte haline şükretme, kaderine razı olma hali ile çelişkiye ve çatışmaya düşer. Hâlbuki burada bir çelişki ve çatışma yoktur. Girişilecek her iş meşruiyetini Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünnetinden aldıkça hak temele dayanır. Zulme sapmaz. Böyle hak temele dayanan bir iş şükürle ve kadere rıza ile hiçbir zaman çelişmez ve çatışmaya da girmez. Ortada yanlış bir iş varsa düzeltilir. Haksızlık da giderilir. İş başlangıçta hak temele dayandığı gibi hak temelde gelişir ve sonuçlanır. Bu da el-Vekîl olan Allah’ın (c.c.) bu işin temelinde, gelişmesinde ve sonucunda yer aldığını gösterir.
El-Vekîl güzel ismi ile kula düşen görev, Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel ismi ile üzerine düşeni, yani işin gereğini yaptıktan sonra işin sonucunu Allah’a (c.c.) bırakmaktır. Hayır ve şer Allah’ın (c.c.) izni ve yaratmasıyla gerçekleşir. O’na güvenme sonucu gerçekleşen şer bile olsa içinde büyük bir hayır gizlidir. Bu da insanın her haline şükredip kadere rıza göstermesini gerekli kılar.
Nefis Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rızada anlayışsız bir insan gibidir. Ahmaktır. Bunun nedeni şudur: Nefsin zekâsı yoktur. Daha doğrusu nefis entelektüel hayatımızdan pek etkilenmez. Bu konuda güzel kitaplar okuyabiliriz, onlardan etkilenebiliriz de. Ama nefis yine de bildiğini okuyabilir. Nefse başka bir dille seslenilmelidir, yine nefis başka bir yöntemle eğitilmelidir.
Nefse ibadet dili ile hitap edilip nefis eğitilebilir. O başka bir dilden, başka bir yöntemden anlamaz. Bu iş insanın iradesine bırakılsaydı insan aynen şöyle düşünecekti: Ben düşündüğüm şeyi yapabilirim. İbadetler boşu boşuna emek, zaman, para israfından başka bir şey değildir.
Allah’a (c.c.) tevekkül, öğrenilerek elde edilebilecek bir konu değildir. Çünkü nefis asla Allah’a tevekkül etmez. Nefis göz önünde olan şeylere güvenir. Allah’ı (c.c.) görmediğine göre O’na tevekkül etmek şurada dursun Allah’ın varlığına bile inanmaz. Yani tabii kişi Allah’ın varlığına hatta kaza ve kaderine rıza gösterilmesi ve O’na tevekkül edilmesi gerektiğine inanabilir ama aynı kişinin nefsi bunların hiç birisine inanmaz. Çünkü nefis küfür üzeredir. İmana gelmesi mümkün değildir. Bunlara inanan ruhtur. Gerçi mutmainne nefs artık Müslüman’dır, Allah’a tevekkül de eder. Ama bir mümin, nefsi en yüksek makama da gelse, o hiçbir zaman buna güvenmemeli, nefisini yine de her şeyden hakir görmelidir.
Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rıza göstermenin kalbi tevekküldür. Tevekkül bu açıdan çok zor elde edilen bir manevi ikramdır. Nefsin tevekkül halini benimsemesi bu konuda çok kitap okumakla, bilgilenmekle, bilinçlenmekle gerçekleşmez. İbadetlerle olur. İbadetler içerisinde de en çok zekât (sadaka), hac bunu sağlar. Zira bu ibadetlerin temeli Allah (c.c.) rızası için para harcamaya dayanır. Para bu yolda harcandıkça nefis de Allah’a tevekkül etmeyi öğrenir. Tabii bu da birden gerçekleşmez. Zamanla, yavaş yavaş olur. Zira tevekkül önemli bir cevherdir, kıymetlidir, elde etmek kolay değildir. Bunun için büyük emek harcamak ve fedakârlıklarda bulunmak gerekir.
Nefis zekât ve hac ibadetleri sırasında harcanan paraya önceleri tabii olarak tepki gösterebilir. Bu ibadetleri istemez. Ona zor ve ağır gelir. Ama kişi kendisini zorlayıp bu ibadetlere devam ederse Allah ona bu ibadetlerdeki sırları zamanla gösterebilir. Bu sır tevekküldür. Yani nefis harcadığı paranın misliyle kendisine döndüğünü görür, sırrı kavrar. Tevekkül aleyhinde olan cimrilik, acelecilik, rızık endişesi, yarın kaygısı, bencillik, Allah’a güvenememe gibi kötü huylarının ne kadar yersiz ve komik olduğunu anlar, sonra da adeta bu ibadetlere âşık olur. Bunlarla Allah’a tevekkül etmeyi öğrenir ve sever. Bu sefer de sadaka ve hac delisi olabilir. Çünkü nefis her zaman ifrat ve tefrit üzere bulunur. Bu ibadetlerde ifrata kaçan kişiler pek sırlarını söylemezler. Bilerek saklarlar. Ama itiraf ederlerse ancak bunu söylerler. Bu yolda harcadıkları paranın misliyle kendilerine iade edildiklerini, mallarını koruduklarını, kendilerine de bir gönül tokluğu ihsan edildiğini belirtirler. Tabii hal yaşanır, sözle bilinmez. İşte kitaplardaki, sohbetlerdeki tevekkül bahsini anlayamayan nefis bu önemli konuyu bu yolla anlayabilir.
Yalnız nasıl dengeli beslenmede her yiyecekten az da olsa almak gerekiyorsa ibadet hayatımızda da belli ibadetlere yüklenirken az da olsa diğerlerinden de almak nefsin dengeli bir şekilde eğitimi için çok önemlidir. Bir ibadeti çok sevmek ve çok yapmak güzeldir. Ama hoşa gitmeyen diğer ibadetleri ihmal etmek de büyük bir yanlışlıktır.
Evet, nefis Allah’a tevekkülü ancak yaşayarak yani Allah yolunda para harcayarak öğrenebilir. Allah da en büyük öğretmen ve eğitmen olarak (Er-Rabb) insanlara zekâtı, haccı farz kılmakla onlara kaza ve kaderine rıza göstermenin kalbi olan tevekkül konusunu öğretmekte ve yaşatmaktadır. Daha doğrusu nefsin diline ve anlayışına uygun olarak yaşatıp öğretmektedir. Kuşkusuz insan sadece kalpten ibaret değildir. Diğer yaşamsal organları da vardır. Ama kalp çok önemli bir organdır. Manevi âlemde de beyin kadar önemli bir işleve sahiptir.
Kuşkusuz zekât ve hac ekonomik açıdan zengin kişilere düşen ibadetlerdir. Fakirler bu ibadetleri yapamazlar. Doğrudur. İslam’ın zenginlik ölçüsü de bellidir. Temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra aşağı yukarı 85 gram altını veya bu değerde parası veya ticaret malı olan kişi zengin sayılır. Zekât ve hac gibi ibadetler de ancak bu kişilere farz olur. Ama bizim burada üzerinde durduğumuz asıl konu tasavvuftur. Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermek ile nefis yükselir. Bunun için de kişinin bir takım koşulları yerine getirmesi gerekir. Bu işin kalp kadar önemli organı da tevekküldür. Nefis tevekkül konusunu makalelerle, sohbetlerle öğrenemez. Zira nefsin entelektüel zekâyla pek ilişkisi bulunmamaktadır. Nefis ancak ibadetlerden anlamakta ve onlarla değişmektedir. Makam kat etmektedir. Öyleyse yoksul kişiler zekât vermemekle ve hacca gitmemekle nefsin değişiminde kaza ve kaderine rıza göstermede kalp kadar önemli ve yaşamsal bir organı olan tevekkülden mahrum kalmaktadırlar mı? Hayır, öyle değil, fakirlik zenginlik gibi değildir. Bir insan fakir olmakla ve fakirliğine rağmen haline şükretmekle zenginin zekât ve hac gibi ibadetlerden elde ettiği tevekkül haline zahmetsizce kavuşabilmektedir. Tabii zenginlik de fakirlik de aslında kişiden kişiye değişen, yani görece durumlardır. Önemli olan Allah rızası için vermektir. Fakir insanın verdiği şey az da olsa zengin insanın verdiği şeye göre ona hem daha büyük bir sevap hem de daha büyük bir tevekkül hali kazandırmaktadır. Hele bu fakir kişi tasavvuf yolunda ise mutlaka bu yoldaki nafile ibadetlerin yanına sadakayı da karınca kararınca koymalıdır. Çünkü Allah indinde ameller tıpkı insanların dediği şu sözdeki gibidir: Az veren candan, çok veren maldan. Bu iş onun için hayat memat meselesi kadar önemlidir. Hâlbuki sofilerin fakirliklerini öne sürerek en az önem verdikleri ibadet sadakadır.
Büyük evliyalar, çok zengin insanların veli olmada çok zorlanacaklarını ifade buyurmuşlardır. Bunun nedeni de zenginliklerine göre az vermeleri ve sadece zekâtla yetinmeleridir. Evliyaların genellikle fakir insanlardan çıkmalarının nedeni az da olsa vermeleri, bu verdikleri ile zenginleri geçmeleridir. Çünkü vermede ölçü zenginlik oranı ile ölçülür, miktar ile değil.
Sadakayı biraz da geniş düşünmek lazımdır. Sahip olduğumuz bütün maddi ve manevi değerleri başkaları ile paylaşmak gerekir. Bu değerler paylaşıldıkça da artar. Hep veren olmayı istemeli ve düşünmeliyiz.
Allah bizlere kalp zenginliği ihsan ederek sadaka vermeyi, hacca gitmeyi, bunun tabii neticeleri olarak tevekkül halini, sonra da kaza ve kaderine rıza göstermeyi nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: saniyenur Date: 08 Ekim 2011, 21:23:01
'Kaderden emin olan kederden emin olur.' diye bir söz var. iyi ya da kötü her şeye şükretmek ve tevekkül etmek manevi kederden emin kılar bizi. Ki neyin bizim için hayır olacağını da ancak Allah c.c. bilir. Nice olayların ardında nice hikmet ve sırlar vardır.
Allah razı olsun paylaşım için.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: muhsin iyi Date: 15 Ekim 2011, 17:50:39
Kaza ve Kadere Rızanın Değerlendirilmesi: Tefekkür
Ayağa batan bir dikenin bile kaza ve kader kitabında bir anlamı vardır. Bu bir uyarı, daha büyüğüne işaret eden bir anlama sahip olabilir. Ayrıca bir günahın da şefkat tokadı olabilir. Belki de iki ayrı anlama da gelebilir. Ama mutlaka Allah’tan mesajlar içerir. Bozulan bir çamaşır makinesi kişinin tövbe edeceğini ve yeni bir hayat rotası çizeceğini önceden haber verebilir. Ayrıca bir şükürsüzlüğe ve isyana da ufak bir kulak çekme anlamı da içerebilir. Duvardan düşen bir resim o kişinin kalbini kırmaya, ölümüne, itibardan düşmesine ima edebilir. Yani kader öyle bir kitap ki büyük olaylar gerçekleşmeden önce yavaş yavaş konunun gelişmesine ve nirengi noktalarına yeri geldikçe değinebilir, çeşitli dokundurmalarla önceden bazı şeyleri haber verebilir. Ayrıca önceden yaşadığımız iyi veya kötü eylemlerimizin dünyadaki manevi ödülleri veya cezaları olabilir de.
Müslüman kaza ve kader kitabını okurken kafayı bazı şeylere takmamalıdır. Yoksa saplantılı takıntılı bir psikolojik rahatsızlığa yakalanabilir. S. Freud bu psikolojik rahatsızlığa yakalananların çok zeki insanlar olduğunu söylemektedir. Bunun nedeni bu insanların başlarına gelen olay ve olgularda bazı ilahi kanunların farkına varmaları, yani olay ve olguların gelişigüzel olmadığını, belli kanunlarla cereyan ettiğini algılamalarıdır. Ama onlar bazı şeylere takılıp kalırlar ve bunlarla hayatlarını zorlaştırırlar. Bir Müslüman için böyle bir tehlike olmamalıdır. Müslüman ilahi kanunlara değil Allah’a güvenir. Bir takım uyarılar algılarsa hayatını zorlaştırmaz, duasını yapar, Allah’a tevekkül ederek işine gücüne bakar. Kötü bir şey başına geldiğinde hayatını gözden geçirip hatası varsa tövbe edip sabır gösterir. İmtihandan geçirildiğini anlar. İsyan etmez. Onun amacı ders almak ve benzer hataları yapmamaktır. Müslüman’ın kafasına taktığı tek kitap Kuran-ı Kerim olmalıdır. Daima onu okumalı, hayatını ona göre düzenlemeli ve onun emir ve yasakları ile hayatını sorgulamalıdır. Tabii kaza ve kader kitabı ahrette bize sunulacak amel defterimiz olacağı için ihmal de edilmemelidir. En az haftada bir kez kontrol edilip üzerinde tefekkür edilmelidir.
Müslüman madem kaza ve kadere, hayır ve şerri Allah’ın yarattığına inanıyor, öyle ise ara sıra kaza ve kader kitabını okumalı ve yaşadığı olaylarla Allah’ın kendisine nasıl mesajlar verdiğini düşünmelidir. Bu güzel bir tefekkürdür.
Tabii burada kaza ve kader konusunda yanlış bir itikada düşmemek için ehl-i sünnetin çizgisini hatırlatmakta fayda vardır. Her şey bir amaç için gerçekleşmekte ve Allah’ın izni ile yaratılmaktadır. Başımıza gelen bütün hayır ve şerler ve bizim yaptığımız bütün iyi kötü her şey de bu kapsamdadır. Her şeyi yaratan Allah’tır. İnsan kalbinde geçirdiği bir niyetle Allah’ın yarattığı filleri sahiplenmektedir. Daha doğrusu Allah bu niyetle kulu o yaptığını sandığı fiillerden sorumlu tutmaktadır. Böylelikle kula verilen cüzi irade (kısmi irade) doğmaktadır. Kul cüzi iradesi ile bazı şeyleri yapmak için harekete geçmekte, bu sırada yaptığını sandığı filleri Allah yaratmakta ve kulu bunlarla sorumlu tutmaktadır. İsterse bunları yaratmayabilir de. ‘Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı. (bk. Saffat suresi, ayet 96).’ Bakınız şu ayette de Allah nasıl da doğadaki en küçük bir fiile bile sahip çıkıyor: ‘Bir yaprak bile O’nun ilmi dışında yere düşmez. (En’am suresi, ayet 54)’
Hayatımızda gerçekleşen her şey Allah’ın izni ve yaratması ile meydana geldiği için gelişigüzel meydana gelmez. Kompozisyon içindeki kelime, içerisinde bulunduğu cümleye belli bir anlam kattığı gibi bu cümle de kompozisyon içerisinde bir işleve sahiptir. Bunun gibi gerek irademizle gerekse irade dışı meydana gelen her şey için bu kural geçerlidir. Yani ister farkında olalım ister olmayalım bizim için kaza ve kader adı verilen bir kitap yazılıyor. Bu kitabın her satırı da diğer satırla şu veya bu açıdan irtibatlı bulunuyor. Ahirette bu kitap bize sunulmadan önce okumakta ve bu satırlar arası ilgileri görmekte büyük bir fayda vardır. Aslında bunu her zaman yapmalı ve sürekli içerisinde bulunduğumuz olayları birbiri ile ilgi kurarak anlamlandırmalıyız. Bu kitabın sonunun iyi bitmesi için daima değerlendirmelerde bulunmalıyız. Tefekkürü elden bırakmamalıyız.
Allah’ın değişmez, şaşmaz kanunlarını kaza ve kaderi değerlendirirken görmek imanın yakinleşmesini sağlar. Zira nefis yaşanan olaylardan ders alır. Entelektüel zekâyla nefsin pek bir ilgisi yoktur. Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından birincisinin başa gelen bütün bela ve musibetlerin günahlarımız neticesi olduğunu bilmektir. “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, ayet 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, ayet 79).” “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).”
Yalnız kişi başkaları için edep gereği bu ölçüyü kullanmaz. Onlar için Allah yüce makamlar ihsan etmek için bela ve musibete duçar ediyor diye düşünür ve böyle de konuşur. Çünkü yüce Allah bela ve musibet konusunda başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, ayet 155)” Başkaları hakkında başlarına gelen bela ve musibetleri günahları yüzünden olduğunu düşündüğümüz zaman suizan yapmış oluruz ki bu büyük bir günahtır. Başımızı da manevi olarak belaya sokar. Zira bir hadis-i şerifte mümin kardeşinizi kınadığınız bir husus başınıza gelmedikçe ölmezsiniz diyor. Bela ve musibetlerin günahlarımız yüzünden olduğunu ancak nefsimizle baş başa kaldığımız anlarda kendimiz için düşünürüz. Bu konuda kendimizi suçladığımız anda Allah ilgili bela ve musibetin hangi günahımızdan doğduğunu kalbimize ilham eder. Bu güzel bir tefekkürdür. Şayet insanın kendini toparlamasına ve tövbe etmesine vesile olursa çok büyük bir nimettir. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere bir saatlik tefekkürün yetmiş yıllık ibadete denk olduğu cinsten büyük bir ibadettir. Çünkü kişinin nefsi sözlerle, kitaplarla pek yola gelmez. Ama şöyle bir Allah’ın kudretiyle yazılan kaza ve kader kitabına bakıp da önündeki bela ve musibetlerle günahları arasındaki ilgiyi gözle görürcesine anlayınca hatasını anlayıp gittiği yolu düzeltebilir. Bu ancak böyle bir tefekkürle mümkündür. Yoksa kimse kimsenin sohbetinden, kitaplarından etkilenerek yolunu pek değiştirmez. İnsan nefsi demin de dediğimiz gibi entelektüel zekânın sunumlarına pek değer vermez. Ama ne zaman ki işin ucu kendisini rahatsız etmeye başlar, bela ve musibet kapısını çalar, o zaman bazen şapkayı önüne koyarak şöyle bir kaza ve kader kitabının satırlarını okumaya başlayabilir. Allah’ın ihmal etmediğini ama mühlet verdiğini görebilir. Tabii bu da ancak kalbinde iman varsa, hususiyle kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman kalbinde varsa, bu aydınlanma mümkün olur. Bu yoksa böyle bir kişi her şeyin tesadüf sonucu olduğunu düşünür. Başa gelen bela ve musibetlerden ders çıkarmaz. Onu bunu suçlar durur. Öç alma duyguları ile şişer. Vakti ah vah etmekle geçer. Görünen nedenlere bakar, vaktini bunları eleştirmekle harcar. Günahlarla bela ve musibetler arasındaki derin ilişkileri sezmez. Anlamak da istemez.
Elbette bela ve musibetler durduk yerde başa gelmez. Birileri bunlardan sorumlu da tutulabilir. Mümin bu konuda hakkı ve hukuku yükseltmeli, bunun gereğini yerine de getirmelidir. Bunun için gerekiyorsa polise, mahkemeye başvurmalıdır. Bu yapılması gereken bir görev ve ödevdir. Hakkı hukuku aramamak, ayrı bir sorumluluktur, manevi yüktür. Ama iş bununla bitmemelidir. Bir de suçu kendimizde arayarak kaza ve kader kitabında hangi kötü amelimizin karşılığı olarak kaza ve kader niçin gelip bizden bunun için, yani gizli adalet için, bu bela ve musibetle kapımızı çaldı diye sormak gerekir. İşte bu sorgu ve sual nefse çok ağır gelir. İnsan bu noktada nefsine toz kondurmak istemez. Hatasını görmek hoşuna gitmez. Ama şunu bilelim ki nefsimiz kâfilerden bile alçaktır. Mümin her daim nefsi ve şeytan ile harp halindedir. Bu savaş asla bitmez. Son nefeste bile daha çetin olarak devam eder. Bazen insanın kendisini kaybettiği anlar olabiliyor bu imtihanda. O zaman işlenen günahlar gerçi unutulup gidiyor. Ama kaza ve kader unutmuyor. Allah böyle bir eksiklikten uzaktır. Gizli adaletin çarkları işliyor. Yeri geldiğinde Allah bizim o günaha tövbe etmemiz, doğru yola girmemiz, tabii en önemlisi de kaza ve kaderin bu sırlarına vakıf olup imanımızın artması için bela ve musibet olarak önümüze bu günahların meyvelerini getiriyor. Allah mutlaka bu anlarda ilhamlarla kula ‘Bak,’ der, ‘görüyor musun ektiğin günah tohumlarını, ağaç oldu meyve verdi, ye de bak ne kadar acı, işte sen bunları benden utanmadan yaptın, gel tövbe et ve yoluma gir de seni temizleyeyim, sana merhamet edeyim, bari ahrette bu bela ve musibetler senin için bir ibadete dönüşsün de çektiğin sıkıntılar bir şeye değsin. Sana yarasın.’ Onun için veliler ‘Kahrında hoş lutfunda hoş’ demişlerdir. Çünkü Allah’ın bu dünyadaki kahrı tövbeye ve sabra dönüştü mü ibadet hükmüne geçiyor ve ahrette rahmete vesile oluyor. Tövbe etmiş, hak yola girmiş kul bu kahra hiç şükretmez mi?
Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından birincisinin başa gelen bütün bela ve musibetlerin günahlarımız neticesi olduğunu bilmek olduğunu söyledik ve bu konuyu da yeterince açtık sanırım. Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından ikincisinin de bir zamanlar yapılan iyiliklerin, gönül almaların, hayır ve duaların da hayatımızı kolaylaştıran ve geliştiren imkânlara dönüştüğünü görmektir. Yaşadığımız güzellikler ve iyi haller de böyle bir kanuna bağlıdır. Gerçi bunlarda nefsin kendisine pay biçmesi doğru değildir. Zira iyi haller Allah’ın bir lutfu olarak görülmelidir. “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, ayet 79).”
Allah her birimize rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: sumeyye Date: 21 Kasım 2012, 01:58:36
s.a.. ; kaderimiz böyleymiş değip , oturduğumuz yerden herşeyi istemekle olmaz elbet..Önemli bir konu Rabbim razi olsun.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: Hadice Date: 21 Kasım 2012, 20:49:36
Ve aleyküm selam kardeşim;bazen elimizden geleni yaptığımız halde kaderimizide değiştiremeyiz...çok şükür kadere inancımız var zorlukların üstesinden kaderimiz böyleyimiş deyip üstesinden gelmeye çalışıyoruz..
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: asım kurucu Date: 28 Kasım 2013, 01:58:00
esselamüaleyküm,kader ve kaza!musin kardeş özürdilerim,rabbimizin ezelde tekvin sıfatı ile bizim için seçtikleri kader! bunları zamanı geldikçe yaratması kaza diyor özetle !buna göre bir insanın günah işlemesini ezelde yüce allah(cc)u,diledi irade ettiise,o'insanın iradesinin ne hükmü kalır? insanın çalışıp çabalamasının ne önemi olur? yanlış bir izah!!!dogrusu ;akıl ve irade ile insanın seçme ve tercih hakkıdır,irade!,biz taleb ederiz,o'da,yartır çünki cebir(mecburiyet yok)tur,akıl ve cüz-i,irade insan için (sınırlı)seçme hakkıdır!!!yüce allah(cc)u,bu yüzden sorumlu ve mesulüz!!kaderci anlayış,şeytanı (haşa)haklı çıkarıki,o'sen beni saptırdıgın için ben saptım;demedimi?buna göre kader ikiye ayrılır!biricisi külli iradenin ,bizim irademiz dışındaki diledikleri(ilahi takdir)ikinciside bizim irademizle olan işler!!! dogru yolu ve egri yolu gösteriyor,iyilgi ve kötülügü açıklıyor,cüz-i,irade ile tercihi bize bırakıyor!!ama insan,yapın dediklrini yapmıyor!,yapmayın,dediklerini yapıyor,!söyleyin dediklerini söylemiyor! söylemeyin dediklerini söylüyor!!sonra bu amellerinin(işlerinin) bedellerini ödüyor!!çünki yatamamen;yada,kısmen sorumlu,kaderci (cebirci)anlayış allah-ü,tealanın,heran hallak,sıfatı ile herşeyi yaratıp,hükmüne de galib oldugunu unutup,ezelde böyle takdir edilmiş demekle,herşeyi O'nun,üstüne attıgının farındamı acaba? bu konu,çok çetrefilli,fazla söz zarar verir,ben kimseyi incitmeden,suçlamadan,bir izah,açıklama olmasını istedim,amacım sadece rabbimin rızası,laf yetişdirmek,enaniyet degil,bildigim dogruları paylaşmak!!!selam ve dua ile,acemi kardeşiniz.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: ulaş06 Date: 24 Aralık 2013, 21:45:55
Pek çok yerde kaderin anlamına baktığımızda Allah tarafından bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan doğaüstü güç, ezeli takdir olarak yazmakta. Ancak burada unutulan konu bu kaderde insan iradesinin söz konusu olması. Zira önümüzdeki iyi yolu seçmek bizim elimizde olan birşey ancak bizim o yolu seçeceğimizi pek tabiki Allah önceden bilmektedir.Allah insana diğer varlıklardan farklı olarak düşünme yeteneğini vermiştir.Bizler insan olarak olaylarda düşünme yeteneğimizi kullanarak kendi tercihlerimizi yapmaktayız. Yüce Allah ise bizim yapacaklarımızı önceden bilmektedir. Sonuçta biz Yüce Allah ne yapacağımızı bildiği için birşeyleri yapmıyoruz, aksine bizim yapacağımızı yaradanımız biliyor.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: barıs 8 d Date: 27 Aralık 2013, 22:29:15
Kader insanlarda onceden palanlanmis seylerdir onlarin gerceklesmesine kaza denir .insanlarin iyi ve kotu seyleri secmek kendi elindedir ALLAH kimseyi dogru yoldan ayirmasin
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: ebu avane Date: 27 Aralık 2013, 23:04:46
Varis abimizden Allah razı olsun kısa öz anlatılmak istenen verilebilmiş. Malum kader biraz geniş bir konudur öz özeti de bu kadar olurdu heralde ....
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: metin7/c Date: 27 Aralık 2013, 23:55:22
yaratılan varlıklar kaderi degîştiremez.. zorunlu bir kaderde yaşamazlar seçme ve seçilme hakları vardır. Allah c.c ezeli ilmi ile bilir.
Ynt: Kaza ve Kadere İman By: mevlüdekalınsaz Date: 28 Aralık 2013, 01:22:26
çok önemli bir konu paylaşımızın için teşekkürler.RABBİM razı olsun...
RABBİM bunları idrak edebilmeyi ve ona göre yaşamayı nasip etsin insallah
radyobeyan