Makale Dünyasý
Pages: 1
Din Adina Konusmak.. By: ezzehraveyn Date: 14 Kasým 2009, 00:29:01
DÝN ADINA KONUÞMAK

KEMAL YILDIZ

 

 

Týp, uzmanýndan dinleniyor. Ýnþaat, mühendisinden veya mimarýndan. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist deðilse eðer, yadýrganýyor. Ya din?...
 

Ýlahi buyruklarýn muhatabý herkes olduðu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor þüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduðunda, herkesin kendi düþüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeði” olarak anlatmasý ne kadar doðru olabilir? Konuþmacýlar ve yazarlar nasýl bir yeterliliðe sahip olmalýdýr? Ve bu yeterliliðin ölçüsü nedir?

 

Dinin sahibi Allah, kapsadýðý alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduðu dini insanlara ulaþtýrmak için yarattýklarý içerisinde en çok sevdiði ve seçtiði peygamberlerini aracý kýlmýþtýr. Bütün peygamberler bu uðurda her þeylerini, hatta canlarýný feda etmiþler, Allah'ýn muradýný insanlara ulaþtýrmayý hayatlarýnýn tek gayesi kýlmýþlardýr. Buna raðmen peygamberlerin vazifesi, yalnýzca Allah'ýn buyruklarýný teblið etmek olmuþ, tebliðcisi olduklarý din adýna kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir þey söylememiþlerdir. Bu tebliði sadece bilgi aktarýmý olarak deðil, Allah'ýn vahyettiklerini bizzat yaþayarak insanlara ulaþtýrmýþlardýr.

 

Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onlarýn varisi olan gerçek alimler de teblið vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuþlardýr. Yalnýzca Kur'an ve Sünneti seslendirmiþler, bu iki kaynakta açýkça bulamadýklarý bazý detay konularý ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur'an ve Sünnetin genel anlayýþýna uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuþlardýr.

 

Peygamberler ve onlarýn varisi gerçek alimlerin tavrýndan çikan sonuç þudur: Ýlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansýz büyüklükte bir hatadýr. Hele dini, bir baþka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanýn ne büyük bir vebal olduðu da açýk. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kiþinin þu ayetle irkilmemesi mümkün deðil: “Eðer bu Kur'aný bir daða indirmiþ olsaydýk, elbet onu Allah kor- kusundan baþ eðmiþ bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduðunu görürdün.” (Haþr/21)

 

Ne yazýk ki günümüzde din adýna konuþan ve yazan pek çok kiþi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakýadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldý ki, bu konularda bile herhangi bir yanlýþ anlatým, konu uzmanlarýnýn itiraz duvarýna çarpiyor.

Din adýna konuþmanýn da baþindan itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir þekilde Ýslâm'ý dile getiren herkesin mutlaka uymasý gereken bir ölçü. Dini anlataný da, onu dinleyeni de kurtuluþa erdirecek ölçü...


Din adýna kimler konuþabilir?

 

* Birinci derecede, Allah'ýn görevlendirdiði peygamberler din adýna konuþmaya yetkili olmuþlardýr. Yukarýda kýsaca deðinildiði gibi Onlar, kendilerine vahyedileni teblið etmekle görevli Allah memurlarýdýr. Allah'ýn dinine kendiliklerinden hiçbir þey eklememiþ ve çikarmamislardir.

 

* Ýkinci olarak peygamber varisi âlimler, peygamberlerden sonra din adýna konuþmaya ehliyetlidirler. Buradaki âlimlerden maksat, bilgi sahibi olan herkes deðildir. Efendimizin (A.S.) varisi olmaya lâyýk olan ilim ve amel sahipleri kastedilmiþtir. Ýyi bir tohumun çiplak bir taþ üzerinde yeþerip büyümesi mümkün olmadýðý gibi, kuru bilginin kalbinde saðlam bir imaný ve takvasý, üzerinde de Sünnet'e uygun bir ameli bulunmayan kimsede faydalý olamayacaðý aþikârdýr.

 

* Üçüncü olarak, seviyesini bilen ve yetkili aðýzlardan veya eserlerden eksiksiz ögrendigini olduðu gibi aktaran müslümanlar. Tabii ki bu müslümanlar, din adýna konuþmanýn önemini ve sorumluluðunu idrak etmiþ, kalplerinde takvâ hassasiyetini kazanmýþ olan müslümanlardýr.

Din adýna konuþmaya yetkili olan Peygamber (A.S.) Efendimizin, O'nun varisi olan alimlerin ve diðer salih müminlerin bu konudaki genel tutumlarýný inceleyip, din adýna konuþma hususunda dikkat edilmesi gereken ölçüler ana konumuzdur. Fakat asýl konuya girmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyoruz:

 

Din adýna konuþmanýn temelini teblið oluþturur. Teblið ise Allah'ýn bildirdiklerini inanarak ve yaþayarak insanlara ulaþtýrmaktýr. Allah'ýn bildirdiklerinden maksat, Kur'an ve Sünnettir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimizin vazifesi de bu idi. O'nun varisi olan alimlerin vazifesi de budur. Tam burada þöyle bir soru akla gelebilir: “Kur'an ve Sünnet'te hükmü bulunamayan konular ortaya çikmakta ve bunlara da cevap verilmesi istenmektedir. Bu tür konulara cevap verildiðinde Kur'an ve Sünnet'te olmayan bir þeyler söylenmiþ olmuyor mu? Dolayýsýyla ‘Allah'ýn bildirdiklerini inanarak ve yaþayarak ümmete ulaþtýrmak' anlamýnda olan teblið vazifesi bir yönüyle aþilmýyor mu?”

 

Hükmü, Kur'an ve Sünnet'te açýk bir þekilde bulunamayan konular olabilecektir. Bu konularýn hükmünü Kur'an ve Sünnet'in genel anlayýþýna uygun olarak ortaya çikartabilmek için yetkili olanlarýn çalisma yapma sorumluluklarý vardýr. Bu çalismalara ictihad denir. Din adýna sorulan sorulara veya ortaya çikmis olan meselelere cevap vermeye de fetvâ ismi verilir.

 

Ýctihad ve fetvâ Kur'ân ve Sünnet dýþý þeyler deðildir. Aksine Kur'ân ve Sünnet'te hükmü açýkça bulunamayan bir meselenin hükmünü, bu kaynaklarý çok iyi bilen kimselerin yine Kur'ân ve Sünnet'e göre ortaya çikarmalari demektir. Bu tür olaylarýn Kur'ân ve Sünnet atmosferinde nasýl bir hükme baðlanabileceðinin gayreti ve faaliyetidir. Yoksa bir kimsenin kendiliðinden hükümler koymasý demek deðildir.

Durum böyle olunca ictihâd ve fetvâ sonucu verilen hükümler, Kur'ân ve Sünnet dairesinde kabul edilir. Dolayýsýyla ictihad yapan ve fetvâ veren alimler de -ehil olduklarý takdirde- teblið vazifesini yerine getirmiþ olurlar.


Yetkisi Olmadan Konuþanlar

 

‘Dinimizde þu iþ caizdir.', ‘Sen o iþi yap, vebali benim üzerime olsun' gibi sözlerle bir çok insan, din adýna konuþmakta veya Allah adýna hüküm vermektedir. “Allah adýna” diyoruz; çünkü din Allah'ýndýr ve hüküm koyan Allah'týr. Peygamberler bile Allah'ýn koyduðu hükümleri insanlara bildiren, teblið eden elçilerdir. Din adýna konuþmak veya din adýna hüküm vermek, o konu ile ilgili Allah'ýn hükmünü bildirmek demektir. Bu sebeple din adýna hüküm vermek, çok hassas ve önemli bir konu olmasý yanýnda aðýr bir sorumluluðu gerektirir. Bu konu kaynak eserlerimizde genellikle ictihat ve fetvâ baþlýklarý altýnda incelenir.

 

Ancak yetkili olanlarýn söz hakkýnýn bulunduðu bu konuda gün geçtikçe yetkisizlerin ve câhillerin konuþmalarý çogalmakta, hatta yetkili olan kýymetli alimlerin açýklamalarýna bakýlmamaktadýr.

 

Yetkileri olmadýðý halde Allah adýna hüküm veren insanlar, genellikle dört farklý anlayýþý temsil ederler.

 

Birinci grup, dinini yaþamak isteyen samimi müslümanlar arasýndan çikar. Bu insanlar, dinin emir ve yasaklarýna uyma gayreti içindedirler. Samimi olmalarýna raðmen aþirýya kaçarlar. Bilgisizlik, ölçüsüz muhabbet, yanlýþ bilgilendirilmek, kendini tatmin etmek ve ehil olmayan kimselere uymak gibi sebeplerle ölçüyü aþarlar. Mesela “mekruh” olan bir þey için “haram” hükmünü, “sünnet” olan bir amel için “farz” hükmünü verebilirler. Bazen de iyi bilmedikleri halde âyet ile hadisi biribirine karýþtýrýr, onlara yanlýþ anlamlar verirler. Güzel bir sözün “ayet” veya “hadis” olduðunu söyledikleri bile olur.

 

Ýkinci grup, dini yaþama gayreti olmayan kimseler arasýndan çikar. Bunlar gaflet ve gevþekliklerinden veya gevþekliklerine mazeret bulma gayretinden, yahut da inanan insanlar üzerinde hakimiyet kurmak gibi art niyetlerinden dolayý din adýna konuþur ve hükümler verirler.

 

Üçüncü grup, münafýk ve kâfirlerin arasýndan çikar. Ýnananlarý biribirine düþürmek ve dini bozmak gibi art niyetlerle dinî ilimler sahasýnda araþtýrmalar yaparlar. Yapmýþ olduklarý bu araþtýrmalar sonucunda -inanmadýklarý din hakkýnda- ilk bakýþta akla uygun gelebilecek fakat hakikatte yanlýþ olan bazý hükümler verirler. Vermiþ olduklarý bu yanlýþ hükümleri de imkanlarý yettiðince bütün vasýtalarý kullanarak her tarafa yaymaya çalisirlar.

 

Dördüncü grup, dinî ilimler sahasýnda bir miktar ögrenim görmüþ kimseler arasýndan çikar. Ýyi bilmedikleri halde bildiklerini sanýrlar, bildikleri konularda da, bilmedikleri konularda da hüküm verirler. Allah adýna hüküm vermenin ne denli aðýr ve sorumluluk gerektiren bir iþ olduðunu düþünmezler. Dinin vahiy kaynaklý olduðunu bildikleri halde akýllarýný ve anlayýþlarýný vahyin yerine koyarlar. Sýnýrlý ve gerçekten yetersiz olan bilgilerine ve akýllarýna çok güvenirler. Genellikle gururlu ve kibirlidirler. Alçak gönüllü deðildirler ve ibadet yapma gayretinden uzaktýrlar. Gönül yönünden çok zayýftýrlar.

Müslüman olmayan bazý araþtýrmacýlarýn, din adýna konuþma hususunda gerekli hassasiyeti göstermemelerinin belki bir izahý yapýlabilir. Fakat ‘inanýyorum' diyen, ‘müslümaným' diyen insanlarýn bu hassasiyeti göstermemesinin acaba ne gibi sebepleri olabilir?


Niçin konuþurlar?

 

* Ýnandýðý halde imanýn hakikatini anlamamak. Baþka bir ifadeyle yüzeysel bir þekilde inanýrlar. Her insan inanmaya ve dine hava-su kadar ihtiyaç duyar. Evet, her insan doðru-yanlýþ, tam-eksik mutlaka birþeylere inanýr. Müslüman olan bir kimse de Allah'a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarýna, kaza ve kadere, âhirete iman eder. Çevresinde bu imanýyla tanýnýr. Eðer bu insan, inandýðý þeyler hakkýnda Allah'ýn ve peygamberinin ögretmis olduklarýný bilmiyorsa, bir de bilmediklerini ehil kimselerden ögrenme yoluna gitmiyorsa imanýnda yanlýþa düþer. Bu yanlýþ, içinde yer eder ve sorulduðunda o yanlýþ anlayýþ ile cevap verir. Bunun bir ileri merhalesinde yanlýþýna deliller bulmaya çalisir. Böylece din adýna konuþur ve din adýna büyük bir cinayet iþlemiþ olur.

 

* Aklý, dinin kaynaðý kabul etmek. Bu durum toplumumuzda neredeyse genel bir anlayýþ haline getirilmeye çalisilan bir hastalýktýr. Akla, taþiyamayacaðý bir yük vurulmaktadýr. Asli vazifesi bir tarafa býrakýlmaktadýr. “Ýslâm dini, akýl dinidir.” þeklinde bir ifade kullanýlýyor ve bu ifadeden “dinin kaynaðý, akýldýr” gibi çok yanlýþ bir sonuç çikartiliyor. Halbuki dinin kaynaðý akýl deðil, Allah'ýn vahyidir.

 

Ýnsanýn sorumlu tutulmasý için akýllý olmasý þart koþulmuþtur. Bu þartý da aklý veren Allah koymuþtur. Akýllý olmayan kimse sorumlu tutulmamýþtýr. Akýl sahibi olan kimselerin sorumlu tutulduðu dinin kaynaðý ise vahiydir. Dolayýsýyla vahyi anlamada, akýl hizmetkâr kýlýnmýþtýr.

 

Aklý dinin kaynaðý olarak görenler, kendilerinde de akýl olduðu için vahyin getirdiklerine bakmadan akýllarýna geleni din diye ortaya koymaktadýrlar. Herkesin aklî seviyesi de farklý olduðundan, akýllarýnýn farklýlýðý kadar farklý dinî anlayýþlar ortaya çikmaktadir.

 

Aklý görevinde, yani vahyin hizmetkârlýðýnda kullanmak gerekir. Bir de bu kullanýmda Efendimizin (A.S.) Sahabe-i Kirâm'ýn ve onlarýn yolunu izleyenlerin usül ve üsluplarini meleke haline getirmek icab eder.

 

* Dinin teorik kýsmýný meslek edinip, fiilî ve kalbî yönüne önem vermemek. Bilgi, kullanýlmadýðý takdirde beyinde bir yüktür. Faydalý olmasý gerekirken, zararlý hale gelebilir. Bunun için Efendimiz (A.S.) “Allahým! Faydasýz ilimden sana sýðýnýrým...” buyurmuþtur. Din ile ilgili bilgiyi kullanmak demek, onu yaþamak ve hayatýmýza tatbik etmek demektir. Ve bu yaþayýþ, kalbte hissedilen ve manevî lezzeti alýna-bilen bir yaþayýþ olmalýdýr. Çünkü Efendimiz (A.S.) yukarýdaki duasýný “Ürpermeyen kalpten de sana sýðýnýrým...” diye sürdürmüþtür.

 

Dinî ilimlerden bir kýsmýný, kuru bilgi olarak kafasýnda toplayýp, yaþantýsýnda ondan istifade edemeyen, istifade edemediði için kalbi ürpermeyen insan, her zaman hatalý ve yanlýþ þeyler söylemeye müsaittir. Hele hele bu tür sözleri söylediðinde prim yapacaksa, birilerinin gündemine girecekse, ilgi odaðý haline gelecekse, bu durum yüzde yüze yakýn ve daha tehlikeli bir þekilde gerçekleþir.

 

Bir insan düþününüz ki, mesleði ve uðraþisý dinî ilimlerdir. Onlarý ögrenmekte veya ögretmektedir. Bu yüzden maaþ almakta, bu yüzden merhaba edilmekte ve çevresinde kabul görmektedir. Bu yüzden akademik ünvanlara sahip olmakta, konferanslara, panellere katýlmakta ve yazýlar yazmaktadýr. Hasýlý dinî ilimler bir nevi onun hayatý olmuþtur. Bu ne güzel bir meþguliyettir.

 

Böyle bir insana ne büyük bir nimet ikram edilmiþtir; eðer bilgisinin gerektirdiði þekilde yaþiyorsa, eðer her þeyiyle borçlu olduðu o mahzun, gözü yaþlý, günlerini af dileyerek, gecelerini secdelere kapanarak geçirmiþ olan peygamberine ittiba ediyorsa...

 

Fakat bu insan için ne büyük bir musibettir; eðer ilminin gereði gibi yaþamýyor ve yaþantýsýný o Resûl'e (A.S.) ittiba etmeksizin geçiriyorsa... Dini, biliyorum diyerek hafife alýyorsa, hadisi biliyorum diyerek Efendimizin (A.S.) hassasiyetinden hissedar olamý -yorsa... Kur'ân ve Sünnet ilimleriyle meþgul olurken, -devamlý ölüme yaklaþtýðý halde- yaþantýsýnda Kur'ân ve Sünnet bulunmuyorsa, yahut en azýndan bulunmamasýnýn derdiyle yanýp haddini bilenlerden olamýyorsa...

 

* Doðrularý ögrenebilecegi, terbiyesinden istifade edebileceði kendi üzerinde bir merci kabul etmemek. Yetkisiz olduðu halde din adýna konuþan kimseleri çok iddialý görürsünüz. Çünkü o konuda kendisini hakim konumunda görür, kendisinin üstünde bu konunun danýþýlabileceði bir mercinin olabileceðini düþünmez. Halbuki sahip olduðu bilgileri eserlerinden ögrendigi alimlerin, görüþlerini ifade ettikten sonra “biz doðruyu bulmaya çalistik; doðrusunu Allah bilir” dediklerini ve göstermiþ olduklarý hassasiyeti dikkate almaz. Allah-u Teâlâ'nýn “Biz dilediðimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz ve (fakat) her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardýr.” (Yusuf/76) âyetine kulak vermez.

 

Ýslâm itaat dinidir: Allah'a itaat, Resûlüne itaat ve ul'l-emre itaat. (Nisâ/59) Ul'l-emr geniþ bir kavramdýr. Emir sahipleri, genellikle sözkonusu iþin yetkilileri anlamýndadýr. Her müslüman itaat ahlâký üzere olmakla mükelleftir. Bilgi sahibi olmak, yetki sahibi olmak, itaat ahlâkýna aykýrý davranma hakkýný vermez. Bu itibarla bir müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, her zaman kendi üzerinde daha iyi bir bilenin var olduðunu kabul edecek ve kendisini son merci görmeyecektir. Hakikate ulaþabilmek için gayret sarfettiðini düþünecek, en doðrusunu Allah'ýn bildiðini, kendi yaptýðýnýn ise o bilgiye ulaþma gayreti olduðunu itiraf edecektir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açýk olacaktýr.

 

Ýþte genel olarak bu dört sebepten dolayý yukarýda saydýðýmýz dört grubun içine giren bir çok yetkisiz insan, son yýllarda basýn-yayýn araçlarýný da kullanarak din adýna konuþuyorlar. Allah adýna hükümler veriyor, ölçülü davranmak isteyen samimi insanlarýn kafalarýný karýþtýrýyorlar. Üzerlerinde bulunan ölçüsüzlügü ve gevþekliði kendilerini iyi niyetle dinleyen fakat yeterince araþtýramayan kimselere bulaþtýrýyorlar. Ýçinde bulunduðumuz dini anlama ve yaþamayla ilgili kargaþanýn önemli sebeplerinden biri de bu olsa gerektir.


Doðru Tavýr

 

Hz. Peygamber a.s.:
Hz. Muhammed Mustafa (A.S.), Allah'ýn insanlýða gönderdiði son peygamberdir. Bütün halleriyle Allah'ýn kontrolünde ve korumasýndadýr. Allah-u Teâlâ , O'na hiçbir günah iþletmemiþtir. O'na vahiy göndermiþ ve O'nu huzuruna çikarmistir. “O (Peygamber) kendi arzu ve hevesinden konuþmaz. O'nun konuþtuðu, ancak kandisine vahyedilendir .” (Necm/3-4) ayeti ile Efendimizin (A.S.) vahiy irtibatýný ortaya koymuþtur.

 

Sayýlamayacak kadar üstün ikrâm ve ayrýcalýklarýna raðmen Peygamber (A.S.) Efendimizin hayatýna mahviyet, gözyaþi, ibadet, zikir, tevbe gibi yüce vasýflar hakimdir. O'nun hayatýný inceleyen yüzlerce âlim, kaleme almýþ olduklarý eserlerinde bu hakikati geniþ geniþ iþlemiþlerdir. Hadis külliyatý, siyer kitaplarý bu hakikatin sözcüsüdür.

 

Allah-u Teâlâ'nýn terbiye ettiði Hz. Peygamber (A.S.), her hususta olduðu gibi din adýna - Allah adýna hüküm verme konusunda da en güzel örnektir. Efendimiz (A.S.)' ýn Allah-u Teâlâ'nýn görevlisi ol- duðunu göz önünde bulundurarak, bu konudaki tutumunu iki açýdan ele almak gerekir:

 

Birincisi, Hz. Peygamber'in (A.S.) görevi, tebliðdir ( Mâide /92, 99; Ra'd /40; Nahl /36, 82). Allah-u Teâlâ'nýn vahyettiðini, olduðu gibi insanlara teblið etmek... Teblið derken sadece sözle ulaþtýrmak deðil, vahyedilenleri en güzel þekilde yaþayarak insanlara ulaþtýrmak.

 

Peygamber (A.S.) Efendimizin görevi vahyedileni teblið olduðu için olaylar karþisýndaki genel tutumu, Allah'tan gelecek olan vahyi beklemek þeklindeydi. Vahiy gelir ve ona göre hareket ederlerdi.

 

Ýkincisi, Hz. Peygamber (A.S.)'ýn, peygamberlikle birlikte ayný zamanda devlet baþkanlýðý, hâkimlik, ordu komutanlýðý gibi sosyal görevleri de vardý. Bütün bu görevlerini yaparken sayýsýz olaylarla karþilaþiyordu. Hemen hemen bütün olaylarýn hükmünü, vahyin ýþýðýnda çözüme kavuþturuyordu. Yani Allah'ýn vahyettiði hükmü teblið ediyordu.

 

Genel hâl böyle olmakla birlikte bazen hemen hüküm verilmesi gereken konular da ortaya çikabiliyordu. Böyle durumlarda Peygamber (A.S.) Efendimizin genellikle takip ettiði usül þöyle olmuþtur:

Ýlk olarak, “Onlarla istiþare yap!” (Âl-i Ýmran /159) ayetinin emrine uygun olarak ashabýnýn görüþlerine müracaat ederek onlarla istiþare yapmak.

Ýkinci aþama olarak, istiþarede ortaya çikan görüþleri gözden geçirip düþünmek.

Üçüncü aþama, haþyet (yani verilecek kararýn Allah'ýn muradýna uygun olup olmamasýndan dolayý derin bir titizlik) içerisinde kararý açýklamak.

Bu kararýn verilmesinden sonra, onu deðiþtirecek mahiyette bir vahiy gelmediði takdirde, o kararýn Allah'ýn muradý olduðu anlaþilýr ve ümmet için uyulmasý gereken bir delil olurdu. Eðer o kararý deðiþtiren bir vahiy gelirse, Efendimiz (A.S) derhal ona uyar ve mahviyyet içerisinde Allah'a yönelirdi.

 


Sahabe-i Kiram: Allah-u Teâlâ'nýn “De ki: Allah'ý seviyorsanýz bana ittiba ediniz ki Allah'da sizi sevsin ve günahlarýnýzý baðýþlasýn.” (Âl-i Ýmran/31) emrini en güzel þekilde yerine getirmiþ olan Sahabe-i Kirâm, din adýna konuþma-Allah adýna hüküm verme konusunda da takip etmeleri gereken yolu Resûlullah (A.S.) Efendimizden ögrenmislerdir. Onlar, Resûlullah (A.S.) Efendimizden gördüklerini ve duyduklarýný aynen yerine getiren ittiba ehli insanlardý.

 

Sahabe-i Kirâm, fetva ve hüküm vermekten son derece kaçýnýrlardý. Bir konuda tereddüt ettiklerinde, o konu hakkýnda Kur'an'dan veya Resulullah (A.S.) dan bir açýklamanýn bulunup bulunmadýðýný araþtýrýrlardý. Bulduklarý takdirde hemen ona uyarlar, bulamadýklarýnda ise Resulullah (A.S.) Efendimize sorarlar ve aldýklarý cevap neyi gerektiriyorsa onu yaparlardý.

 

Sahabe-i Kirâm, Resûlullah (A.S.) Efendimiz'in sohbetinde bulunmuþ, O'nunla birlikte bir çok savaþlara katýlmýþ, canlarýný O'nun yoluna kurban etmiþ, âyetler geldiði esnada Efendimiz ile ayný havayý teneffüs etmiþ, ayrýca âyet ve hadislerin hepsi çok iyi bildikleri kendi ana dillerinde gelmiþ olduðu halde hüküm vermeye cesaret edemiyorlar, onun sorumluluðu karþisýnda tir tir titriyorlardý. Çünkü Bedir Gününde esirlerle ilgili vermiþ olduðu karardan sonra inen ayetler karþisýnda, Resûlullah (A.S.) ýn nasýl hýçkýra hýçkýra aðladýðýný gözleriyle görmüþlerdi. Onlar Resûl'ün çiraklariydi, O'nun terbiyesini almýþlardý.

 

Sahabe-i Kirâm'ýn genel tutumu yukarýda ifade ettiðimiz þekilde olmakla birlikte, bazen hüküm vermek zorunluluðu ile karþi karþiya kalabiliyorlardý. Bu durum, Resûlullah (A.S.) ýn hayatta bulunduðu dönemde bazý hallerde meydana geldiði gibi, irtihalinden sonra da meydana gelmiþtir. Böyle bir durumda dahi onlar, Kitab ve Sünnet'ten yeterince bilgisi bulunan ve ayný zamanda bu bilgisini hadiselere uygulayabilecek kabiliyete sahip olan sahabilere müracaat ediyorlardý. Bunlarýn da sayýsý pek fazla deðildi.

 

Resûlullah (A.S.) ýn hayatta bulunduðu dönemde, savaþ meydanýnda veya seferde bulunmak gibi çesitli sebeplerden dolayý O'na baþvurulamayan ve hemen hüküm verilmesi gereken konularda Sahabe-i Kirâm ictihat etmiþ ve hüküm vermiþlerdir. Daha sonra Resûlullah (A.S.) ýn yanýna döndüklerinde olayý anlatmýþlar, Efendimiz de onlarýn vermiþ olduklarý hükümlerin doðru olup olmadýðýný bildirmiþtir. Onlar da Efendimiz'in dediðine hemen uymuþlardýr. Resûlullah (A.S.) ýn tasvibine mazhar olan bu tür Sahabe ictihatlarý sünnet olarak kabul edilmiþtir.

 

Resûlullah (A.S.) ýn irtihalinden sonra Sahabe-i Kirâm, hükmünü vermek zorunda kaldýklarý olaylarla karþilaþtýklarýnda da ayný hassasiyeti göstermiþlerdir. Abdurrahman b. Ebi Leylâ'nýn anlattýklarý, onlarýn hassasiyetini ortaya koymaktadýr. O diyor ki: “Bu mescitte (Medine mescidinde) Resul-i Ekrem'in ashabýndan 120 tanesine yetiþtim. Hepsi de kendilerine bir mesele sorulduðunda veya bir fetvâ istendiðinde bunu baþkalarýna havale eder, cevap vermek istemezlerdi. Hatta birine bir þey sorulduðunda, onu diðerine havale ede ede tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.” (Gazali, Ýhyâ)

 

Sahabe-i Kirâm, Tabiîn ve onlarý takip eden dönemde fetvâ vermiþ olan zâtlarýn isimlerini bir eserde toplayan Ýbn-i Hazm, yüzbinin üzerinde olduðu ifade edilen Sahabe-i Kirâm içerisinde fetva verenlerin (ictihat edenlerin) sayýsýný 146 olarak tesbit etmiþtir. Bu Sahabelerin 120 tanesinden -kiminden bir, kiminden üç, kimisinden beþ tane olacak þekilde- çok az fetvâ (ictihat) rivayet edilmiþtir. Raþid Halifeler, Hz. Aiþe gibi Efendimizin bazý hanýmlarý ve Sahabe-i Kirâm'dan kadîlik ve yöneticilik yapmýþ olanlar da bu 146 rakamýna dahildir.

 

Bütün bunlarýn yanýnda, hakkýnda âyet ve Sünnet'ten delil bulunmayan bir konu hakkýnda hüküm verirken Râþid Halifelerin takip ettiði usül, onlarýn hassasiyetini belgeleyen baþka bir delildir. Hemen Sahabe-i Kirâm'ý biraraya toplayýp, onlarla istiþare ederek hüküm verirlerdi.

Ýþte Allah adýna hüküm vermede Sahabe-i Kirâm'ýn hassasiyeti...

 


Sahabe-i Kiram'dan sonraki kuþaklar

 

Sahabe-i Kirâm'ýn hassasiyetini görerek yetiþen müslümanlar yani Tabiîn, hayatýn her sahasýnda olduðu gibi, din adýna konuþma-Allah adýna hüküm verme konusunda da onlarýn edeblerini muhafaza etmiþlerdir. Nasýl ki Sahabe-i Kirâm, önlerine hüküm vermeleri gereken bir husus geldiðinde onu yetkili olan ilim sahiplerine havale etmiþlerse, tabiîn dönemi müslümanlarý da ayný yolu takip etmiþlerdir. Günümüze kadar onlarýn yoluna tabi olanlar da ayný tutumu sergilemiþlerdir.

 

Tabiîn dönemi ve takip eden dönemlerde, bütün varlýklarýný ilme ve onunla amel etmeye adayan Peygamber varisi âlimler yetiþmiþtir. Hem ilim yönünden hem de amel ve takvâ yönünden ictihada ehliyet kazanmýþlardýr. Kendilerine arz edilen meseleleri, Allah'ýn rýzasýna uygun bir þekilde cevaplandýrmaya gayret göstermiþlerdir. Ýbn-i Hazm “Ashâbu'l-Futyâ” isimli eserinde, tabiîn döneminden üçüncü asrýn sonlarýna kadar bütün Ýslâm aleminde yetiþmiþ olan müstakil müctehitlerin sayýsýný 304 olarak tesbit etmiþtir. Bu âlimlerin etrafýnda binlerce ilim talebesi yetiþmiþ ve çesitli bölgelere yayýlmýþlardýr. Ýctihat edebilecek seviyeye ulaþamamýþ âlimler, müctehitlerin vermiþ olduklarý hükümleri insanlara aktarmýþlardýr. Bu âlimlerin hayatlarýna bakýldýðýnda, ilim tahsili için bütün imkânlarýný seferber ettikleri, bütün olumsuz þartlara raðmen geri adým atmadýklarý, ilmi dünya için deðil Allah için yaptýklarý ve bütün çalismalarinda Allah ile irtibatlarýný her þeyin üstünde tuttuklarý görülür. Gönül dünyalarýný ibadet, zikir, tevbe, tevekkül, sabýr ve gözyaþi ile besledikleri her hallerinden anlaþilýr.

 

Bütün Ýslâm âlimleri, din adýna konuþmanýn - Allah adýna hüküm vermenin çok büyük bir sorumluluðu gerektirdiðinde ittifak etmiþlerdir. Müslümanlarýn bu konuda çok dikkatli olmalarý imanlarýnýn icabýdýr. Hükmünü kesin olarak bilmedikleri meseleleri de yetkili olan alimlerine sormalýdýrlar.

 

Ýslam âlimleri, dini ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanlarý çesitli derecelendirmelere tabi tutmuþlardýr. Onlarýn yapmýþ olduðu taksimlerden de faydalanarak, dinî ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanlarý iki büyük baþlýk altýnda toplayabiliriz. Birincisi, avam veya ümmî ismi verilen, dini ilimlerde yeterli tahsili bulunmayan müslümanlar; ikincisi de yeterli tahsili bulunan müslümanlar. Her iki grup, kendi arasýnda da derecelere ayrýlýr.


Müctehid âlimler

 

Hayatýný ilme ve amele adamýþ kýymetli müctehid âlimlerimizin deðerini ancak gerçek ilim sahipleri ile dininde hassasiyeti yüksek müminler takdir edebilir. Bu gün onlarýn miraslarýna dayanarak doktora yapanlarýn, makaleler yazanlarýn ve konuþup maiþet temin edenlerin, o miras sahiplerinin biraz da edep ve tevazuundan istifade etmeleri gerekmiyor mu?

 

Din adýna konuþma yetkisine sahip olan âlimlerin zirvesinde müctehidler bulunur. Bir ilim adamýnýn müctehid olabilmesi için bazý þartlarý taþimasý gerekir. Ýmam Gazalî (Rh.A.) müctehitte bulunmasý gereken þartlarýn iki olduðunu belirtmiþtir. Birincisi ilim, ikincisi de dinin istediði þekilde adaletli ve dindâr olmaktýr. Ýkinci þart, müctehidin verdiði hükmün, müslümanlar tarafýndan kabul edilmesinin þartýdýr. (Gazalî, el-Mustasfâ) Ýctihat yapabilecek seviyede bütün ilimleri bilen bir ilim adamý dindar deðilse, yapmýþ olduðu ictihat müslümanlar tarafýndan kabul edilmez. Çünkü Allah-u Teâlâ , hidâyet yolunda olan (Yâsin/21) ve bütün varlýðýyla Allah'a yönelenlere (inâbe edenlere) uyulmasýný (Lokman/15), heveslerinin peþinde maðlup olmuþ ve kalbi Allah'ýn zikrinden gafil kalmýþ kimselere itaat edilmemesini ( Kehf /28) emretmiþtir.

 

Müctehitte aranan diðer þart ise ilimdir. Ýslâm âlimleri, bir âlimin ictihat yapabilmesi için aþaðýdaki ilimleri iyi bir þekilde tahsil etmesi gerektiði hususunda ayný kanaate sahiptirler:

 

Kur'an-ý Kerîm'i bilmek. Bir müctehidin Kur'ân ayetlerinin hepsini genel olarak, ahkâm ayetlerini ise en ince ayrýntýlarýna kadar bilmesi þarttýr. Ayetlerin nâsihini-mensuhunu, nüzûl sebeplerini, lugat ve ýstýlah manâlarýný, hass, âmm, mücmel, müfesser gibi lâfýzlarý tanýma yollarýný bilmesi gerekir.

 

Sünneti bilmek. Müctehid, hadislerin sahih olanýyla zayýf olanýný birbirinden ayýrt edebilecek bilgiye sahip olmalýdýr. Bunun yanýnda râvîlerin durumlarýný, senet yönünden rivâyet derecesini bilmelidir. Hadislerin vürûd sebeplerini, aralarýnda nâsih-mensuh iliþkisini, tercih sebeplerini bilmelidir.

Arapça'yý bilmek. Sarf, nahiv, belâgât, me'anî, beyân gibi ilgili ilim dallarýyla birlikte bilmek.

 

Ýcmâ'nýn meydana geldiði konularý bilmek.

Kýyas'ý bilmek. Ýctihadýn temeli kýyas olduðu için müctehidin kýyasýn rükünlerini, þartlarýný, hükümlerini en ince teferruatýna kadar bilmesi þarttýr.

Fýkýh Usûlünü bilmek.

Fýkýh'ýn furuunu bilmek.

Kýsaca, bir müctehitte bulunmasý gereken þartlar bunlar. Burada þunu önemle belirtmek zorundayýz ki, yukarýdaki þartlarý haiz müctehitleri yetiþtirme gayreti içerisinde bulunmak, bütün ümmetin boynunun borcudur. Dini yetkisiz, adalet vasýflarýndan uzak, laubali ve dinin ruhunu hissedemeyen bilgiçlerin ve malumat-furûþlarýn elinden kurtarmak ümmetin üzerindeki en büyük vazifedir.


Müctehid olmayan âlimler

 

Usülcüler, müctehid olmayan âlimleri ilmî seviyelerine göre derecelendirmiþlerdir. Kýsaca bu derecelere giren âlimlerin bazý özellikleri þöyle özetlenebilir:

Müctehid olmayan alimler, ilmî seviyelerine göre mukallid, temyîz, tercih ve tahrîc ashabý þeklinde dört kademede deðerlendirilmiþlerdir.

 

Yalnýz bir mezhebe ait hüküm, mesele ve rivayetlerin büyük bir kýsmýný ezberlemiþ, bunlarý eserlerine almýþ olan âlimlere “mukallid” ismi verilmiþtir.

Farklý görüþler arasýnda kuvvetli olan ile zayýf olaný biribirinden ayýrabilecek seviyede bir ilme sahip olan âlimlere “temyiz ashabý” denilmiþtir.

 

Mukallid ve temyîz ashabýnýn bir üst derecesinde bulunan, farklý görüþler arasýnda tercihte bulunabilecek güçte olan âlimler “tercih ashabý”dýr.

 

Ýctihad derecesinin bir alt derecesinde bulunan âlimler ise “tahric ashabý”dýr. Onlar, hükmü bulunmayan meselelerde, mezhebin usulünü kullanarak yeni hükümler çikarabilecek kabiliyettedirler. Ebu Bekir el-Cessâs, Ebu Abdullah el-Cürcânî gibi alimler bu tabakadan sayýlmýþlardýr.


Ne Yapmalý?

 

Âlim olmayan fakat diniyle ilgili hassasiyeti olan müslümanlarýn kendilerini ilgilendiren konularýn hükümlerini ögrenmeleri gerekir. Buna, “içinde bulunmuþ olduklarý hallerin bilgisi” anlamýnda ilm-i hâl denilir. Her müslümanýn, yapmasý farz olan bir iþin ilmini de ögrenmesi farzdýr. Ayný þekilde yapmamasý gereken haram bir fiilin ilmini ögrenmesi farzdýr. Çünkü haram olduðunu bilmezse sakýnamaz. Yine vacibleri ve mekruhlarý ögrenmesi vacib, sünnetleri ögrenmesi de sünnettir.

 

Bu seviyedeki müslümanlar, bir konunun hükmünü ya yetkili bir âlime sormalý veya yetkili bir âlimin yazdýðý güvenilir bir eserden okuyup ögrenmelidirler. O konunun hükmünü bilip, gereðini yerine getirmeleri yeterlidir. O hükmün delillerini ve delâlet yollarýný ögrenmeleri, bu seviyedeki müslümanlara farz deðildir. Müslümanlarýn büyük bir kýsmý bu grupta yer alýr.

 

Bütün Ýslâm âlimleri, müslümanlardan -yukarýda ifade edilen manada- avam sýnýfýnda bulunanlarýnýn yetkili âlimlere sorarak dinlerini yaþamalarý gerektiði hususunda ittifak etmiþlerdir. Kaynak eserlerimizde bu konu þöyle ifade edilir: “Avamýn fetvâ sorarak amel etmesi vacib olduðu gibi, ilim ve adalet sahibi olduðunu bildiði alimlere ittiba etmesi de vacibtir.” (Gazalî, el-Mustasfâ)

 

Bu grupta bulunan müslümanlar, kesinlikle bildikleri bir hükmü, meselâ namazýn farz olduðunu, içkinin haram olduðunu vb. baþkalarýna anlatabilirler. Ýyi bilmedikleri veya az da olsa tereddüt ettikleri konularda konuþmamalarý gerekir. Böyle bir durumda yetkili bir âlime müracaat etmeleri lâzýmdýr.

 

Dinî ilimlerde bir miktar tahsil görmüþ, fakat hükmün delillerini bilebilecek seviyeye gelememiþ olan kimseler de avam müslümanlarýndan sayýlýr. Bunlar, taklid ehlinden olduklarý için ögrenmis olduklarý hükümle amel ederler. Çünkü taklid, delilini bilmeksizin bir görüþü kabul etmektir. (Gazalî, el-Mustasfâ)


Ve ölçüler...

 

Müslüman, eðer din adýna konuþacaksa önce kendi seviyesini bilmelidir. Yukarýda çok özet olarak ifade etmeye çalistigimiz derecelerden hangisine girdiðine vicdanýnda karar vermeli ve ölçüsünü aþmamalýdýr. Mütevazi ve alçakgönüllü olmalý, kendisini hak etmediði konumlarda görmemeli. Hangi konumda olursa olsun her zaman kendisinin üzerinde daha iyi bir bilenin olduðunu unutmamalýdýr.

 

Ýyi bilmediði bir þeyi nakletmemeli ve bilirmiþ gibi konuþmamalýdýr. Kesin olarak bildiklerini ise nereden okuduðunu veya kimden duyduðunu belirterek nakletmelidir. Devamlý ilmini ve amelini geliþtirmelidir. Ne ilminde ne de amelinde bu günü dününden geride olmamalýdýr.

 

Ýrþada ehliyetli olan bir rehbere tabi olmalýdýr. Allah yolunu iyi bilen, tam yaþayan, insanýn zarar görebileceði manevî hastalýklarý teþhis ve tedâvî edebilen, insanlarý irþada ehliyetli olan ve bu ehliyet kâmil müminler tarafýndan onaylanmýþ bulunan bir rehbere, bir mürþide uymalýdýr.

 

Yetkisi olmayan kimselerle ve onlarýn söyledikleriyle meþgul olmamalýdýr. Bu tür insanlarýn sözlerini dinleyerek veya okuyarak zamanýný boþa harcamamalýdýr. Bilgi seviyesi ne olursa olsun, isminin önünde hangi ünvan bulunursa bulunsun, kalbinde takvâ hassasiyeti ve fiillerinde bu hassasiyetin izleri bulunmayan insanlara itibar etmemelidir. Çünkü Allah “Kalbini, zikrimizden gafil býraktýðýmýz ve arzularýna tabi olan kimseye itaat etme!” (Kehf /28) buyurmuþtur. Fakat onlarýn hatalarýný ortaya koyarak onlarý ve diðer müslümanlarý ikaz edebilecek ilmî seviyeye sahip olanlar, doðrularý ortaya koymak için yanlýþ olan fikirleri tetkik edebilirler.

Beynini kullanýrken kalbini unutmayan ilim ehlini, her türlü imkânlarýyla destekleyip onlara devamlý duada bulunmalýdýr.

 

Ýlim ehli olan müslümanlar, bir hususta fetvâ verirken, önce daha yetkili insanlara müracaat edip onlarla istiþare etmelidirler. Allah adýna hüküm vermenin ne derece aðýr bir sorumluluk gerektirdiðini, Efendimiz (A.S.) ve Sahabe-i Kirâm'ýn tatbikatýný göz önünde bulundurarak hatýrlarýndan hiç çikarmamalidirlar.

Özellikle günümüzde fetvâ vermek için çok yönlü bilgilere sahip insanlardan heyetler oluþturma ve müslümanlarýn müþküllerine çare bulma yolunda çalismalarda bulunmalý veya çalisanlara imkânlar nisbetinde yardýmcý olmalýdýr.


Önemli bir soru

 

Din adýna konuþma hususunda öngörülen ölçüleri kabul edip gereðince hareket eden bir müslüman, bu ölçülere dikkat etmeyen konuþmacýlara karþi nasýl davranmalýdýr?

Bu sualin cevabý dinleyicinin durumuna göre farklýlýk arz eder.

Eðer dinleyici konuþmacýnýn bahsettiði konularda saðlam bilgiye sahip ilim ehli bir kimse ise, konuþmacýnýn ölçüsüz ifadelerinden zarar görmez. Bilâkis konuþmadaki ölçüsüzlükleri tesbit eder. Bu konuda bilgisi olmayan ve olumsuz bir þekilde etkilenmiþ olan kimseleri ikaz edip söylenenlerin yanlýþ taraflarýný delilleriyle ortaya koyar.

 

Eðer dinleyici konuþmacýnýn bahsettiði konularda saðlam bilgiye sahip deðilse ne yapmalýdýr? Ýþte toplumun çogunlugunu ilgilendiren kýsým burasýdýr.

Din adýna konuþma hususunda öngörülen ölçülere uymadýðý bilinen konuþmacýlarý ayný ortamda veya radyo ve televizyon gibi araçlardan dinleyen kiþi:

 

Öncelikle böyle ölçüsüz kimselerin konuþmalarý ile ilgilenmemeli ve gündemine almamalýdýr. O konu ile ilgili bilgiyi ehlinden ögrenmeli veya ehlinin yazdýðý eserlerden okumalýdýr. Çünkü herkesin her þeyi ögrenmeye imkaný yoktur. Her konuþaný dinlemek de insanýn vazifesi deðildir. Güvenilmeyen kimsenin söyledikleri ise kafa karýþýklýðýna sebep olur. Kafa karýþýklýðý da tedavi edilmesi en zor olan iþlerdendir.

Bir de böyle bir dinleyici ögrenme ve okuma konusunda gevþeklik göstermemelidir.

Ölçülere dikkat etmeyen kimselerin konuþmalarýný dinleme durumunda kalan kimselere ise þunlarý tavsiye ederiz:


* Konuþmacýnýn, din adýna konuþma hususunda ölçülere riayet etmediðini tesbit etmelidir. Böylece saðlam bir merci olmadýðýný düþünmelidir.

* Böyle bir konuþmacýnýn söylediklerinin hatalý ve yanlýþ olma ihtimalinin büyük olduðunu düþünmelidir. Bundan dolayý konuþulanlarý faydalanabileceði hakikatler olarak kabul etmemeli, bilâkis araþtýrýlmasý ve doðru olanýnýn tesbit edilmesi gereken sözler olarak görmelidir.

 

* Konuþulanlarý, yetkili aðýzlara veya eserlere sorarak kontrol ettirmelidir. Böylece doðru olanlarýný kabul ve yanlýþ olanlarýný da reddetmelidir.

 

 

*
Bu tür konuþmacýlarý gündeminde tutmamalý, çevresinde onlardan ve yanlýþlýklardan söz bile etmemelidir. Onlarýn dedikodusu yerine, doðru ölçüyü arama iþine kendini vermelidir. Doðrularý gündemine almalý, çevresine doðrularý aktarmalý, doðrularla beraber olmalý ve onlarla oturup-kalkmalýdýr. Hasýlý bu konuda da olumlu davranmalýdýr. Özellikle tartýþma namýnda televizyon ekranlarýný dolduranlarýn, önce Ýslâm'ýn ilmî ve manevî ismini aðýzlarýna alma yetkisi olup-olmadýðýný sormalýdýr. Yüzünü bu tür kasýtlý programlardan çok, Allah'ýn ilmiyle hayatlarýný yaþayan ve takvâlarýyla hayatýmýzý ýþýtan âlimlerin eserlerine, sözlerine çevirmelidir.

 

Kaynak: SEMERKAND DERGÝSÝ

Ynt: Din Adina Konusmak.. By: selamullahhoca Date: 17 Kasým 2009, 16:46:35
Allah Muvafýk Kýlsýn Sevgili Kardeþim Yüce Rahman Yardýmcýnýz Olsun...

radyobeyan