Siret Ansiklopedisi
Pages: 1
İslam Kültürü Ve Düşüncesi By: saniyenur Date: 15 Ağustos 2012, 13:15:03
İSLÂM KÜLTÜRÜ VE DÜŞÜNCESİ

İslâm'ın birinci şartının ilk bölümü mutlak şe­kilde yalnız Allah'a kulluk etmektir; Lâ İlahe illallatim anlamı budur. Bu kulluğun nasıl yapılacağını Hz. Muhammed'den almak ise bu şartın ikinci yarısıdır ki, Mııhammeden rasûlullah bu gerçeği ifade etmektedir. Bu hususları bir önceki kısımda görmüştük. Al­lah'a mutlak mânâda kulluk ilk önce yalnız başına Allah'ı ilâh edinmekte; inanç, ibadet ve şeriat bakımından sadece Allah'ın emirleri­ni benimsemekte ortaya çıkar. Hiç bir zaman için bir müslüman Allah'tan başkasının ulûhİ yetine, O'nu bırakıp yaratıklarından biri­ne ibadet edileceğine, hâkimiyetin kulların­dan birine ait olacağına inanmaz. Allah'a kul olma ilkesinin, inancın, ibadet kastu taşıyan hareketlerin ve ve hâkimiyetin mânâsı daha Önce açıklanmıştı. Bu kısımda hâkimiyetin kültür ile olan ilişkisi açıklanacaktır.

İslâm düşüncesinde "hâkimiyet", hukuk siste­mini yalnızca Allah'a dayandırmakla, sırf bu sistemin yürürlüğünü benimsemekle, başka bir yasayı değil de bu ilâhî sistemi hâkim kıl­makla sınırlı değildir. İslâm'a göre "şeriat", sadece hukukî sistemden, yargılama, usûl, dü­zen ve sosyal kurumlardan İbaret değildir. Böylesine dar bir anlayış, "şeriaf'ın mânâsını ve İslâm düşüncesini ifade etmez. "Allah'ın Şeriatı" demek, insan hayatını düzenlemek üzere Allah'ın koyduğu ilkelerin tümü de­mektir. Bu terim, inanç İlkelerini, yönetim ve adalet ilkelerini, ahlâk ve davranış ilkelerini, eğitim ve bilgi ilkelerini tümüyle içerir.

Şeriat, İslâm inancım, düşüncesini ve Allah'ın sıfatları da dahil olmak üzere kapsamlarını, görünen ve görünmeyenleriyle kâinat gerçe­ğini, yine görünür ve görünmez dilimleriyle hayat gerçeğini, insanın mahiyetini, bu ger­çekler arasındaki bağlan ve bunların tümüyle insan arasındaki karşılıklı ilişkiyi ifade eder. Benzer şekilde, bütün ilkeleri ile birlikte siyasî, sosyal ve ekonomik sistemin yalnızca Allah'a kul olma temeli ile bağdaşacak örne­ğini ifade eder. Aynı zamanda bu terim, sos­yal kurumlan düzenleyen hukuk sistemini de ifade eder. Bu kesim, çoğu kere İslâm düşün­cesine göre gerçeği tam ifade etmeyen dar bir anlamda "şeriat" teriminin karşılığı olarak ka­bul edijir. Kişilerin, davranışların ve olayların ölçülmesinde temel alınan ahlâk ilkeleri, usûller, değerler ve kriterleri de ifade eder. Nihayet bu terim, bütün cephesi ile, eğitim ve kültür kesimi ile bütün olarak düşünce ve sa­nat hayatının ilkelerini de kapsar. Bütün bun­larda, hukukî meselelerde olduğu gibi Al­lah'ın rehberliğine ihtiyaç vardır.

Allah'ın hâkimiyetinin bir topluma yön veren idari ve hukuki sistemlerle, ahlâki meseleler­le, insan ilişkileriyle, değerler ve kriterlerle olan bağını tartıştık. Dikkat edilmesi gereken nokta değerlerin, standartların, ahlâk ilke ve usûllerinin hepsinin toplumda hüküm süren inanç ve düşüncelere dayandığı ve hepsinin aynı zamanda inançların kaynağı olan ilâhi kaynaktan geldiğidir.

Burada birçok kimselerce garipsenecek konu İse, hatta İslâmı araştırmalar sahasında çalı­şanlar tarafından bile, fikir ve sanat çalışma­larında İslâm düşüncesine ve ilâhi kaynağa dönmek hususudur.

Sanat hayatı hakkında; bütün sanat çalışmala­rının insanın duygu ve düşüncelerini, arzu ve İsteklerini ifade etmek için kullandığı varlık, hayat ve insan psikolojisinin şekillerini can­landırmak üzere imal ettiği bir vasıta duru­munda olduğunu belirten başlıbaşına bir kitap yayınlanmıştır. (Muhammed Kutub, The Princıples of Islamic Art [İslâm Sanatının İl­keleri]). Müslümanın vicdanında bütün bu noktalara varlığın, vicdanın ve hayatın Rabbi ile olan ilişkileri içinde, insan gerçeği ile ilgi­li, insanın kâinat merkezli oluşu, varlığının gayesi, görevi ve hayatına anlam veren değer­ler ile ilgili özel görüşü ile İslâm düşüncesi hükmeder. Bunların tamamı sadece bir kav­ramlar sistemi olmayıp, aynı zamanda insanın duygularını ve fiillerim etkileyen, faal, etkile­yici, yönlendirici, sürükleyici bir güç olan İslâm düşüncesinin kapsamına dahildir.

Kısacası sanat ve edebî düşünce meselesi ve onların ilâhi rehberilikle ilişkisi ayrıntılı bir tartışmayı gerektirmektedir. Daha önce de be­lirtildiği gibi, bu tartışma sadece eğitimli in­sanlara değil, aynı zamanda hukukî mesele­lerde Allah'ın hâkimiyetine inanan müslü-manlara da ilginç gelecektir.

İman, hayat anlayışı, ibadet eylemi, değerler ve standartlar, ekonomi ve siyaset ilkeleri ve tarih sürecinin yorumu konularında bir müslüman Allah'ın rehberiyetinden başka hiçbir kaynağa başvuramaz. Dolayısıyla bir muslümanın bütün bunları öğrenmek için imam, şahsiyeti, inancı ve ameli lekeden uzak bir müslümana başvurması onun vazifesidir.

Buna karşılık bir müslüman kimya, fizik, bi­yoloji, astronomi, tıp, endüstri, tarım, yöne­tim (sadece teknik yönleriyle sınırlı olmak üzere), teknoloji ve savaş sanatları gibi nazarî bilimleri ve benzeri bilim ve sanat dal­larını öğrenmek için bir gayrimüslimden isti­fade edebilir. Esas olan ise müslüman cemaa­tin oluştuğu zaman bütün bu alanlarda çok sayıda uzman yetiştirmesidir. Çünkü bütün bu bilimler ve sanat dalları müslümanlar üze­rine farz-ı kifayedir (yani, cemiyetin ihtiyaç­larını tatmin etmek için değişik bilim ve sa­nat alanlarında uzmanlaşmış yeterli sayıda İnsan olmalıdır). Müslüman bir toplumda bu bilim ve sanatların gelişmesi için uygun bir atmosfer sağlanmazsa bunun sorumlusu bü­tün toplum olacaktır. Fakat bu şartlar sağlan­madığı müddetçe, bunları öğrenmesi ve kendi hedefi doğrultusunda tecrübe kazanması için bir müslümana, din farkı gözetmeden bir müslümandan veya gayrimüslimden fayda­lanması için izin verilmiştir. "Sîz dünyanızın İşleriniz çok daha iyi bilirsiniz..." hadisiyle bu tür İşler anlatılmaktadır. Bu bilimler bir müslümanın hayat, kâinat, insan, yaradılışı­nın gayesi, sorumlulukları, fizikî dünya ve yaratıcısı ile olan ilişkileri üzerindeki düşünceleriyle ilgili değildirler. Bu bilimlerin fert­lerin ve grupların hayatlarını düzenleyen hu­kuk ilkeleri, kanun ve düzenlemelerle ilgisi olmadığı gibi, topluma hükmeden ve ona bi­çim veren ahlâk kaideleri, gelenekler, usûller, alışkanlıklar, değerler ve ölçülerle de bir ilgi­leri yoktur. Dolayısıyla bir müslümanın bu bilimleri bir gayrimüslimden öğrenmesi, ne inancına zarar verecek, ne de onu câhiliyyeye götürecektir.

Fert veya toplum olarak tamamıyla insanî ge­lişmeleri yorumlamaya gelince; bu, insan psi­kolojisi ile tarih içindeki hareketlerine hangi açıdan bakıldığına dayanır. Kâinatın ve insan hayatının başlangıcının açıklanması tecrübî ilimlerin sınırını aşan kesimi ile kimya, fizik, astronomi veya tıp branşlarıyla açıklanama­yan konuların bilgisinde durum, şer'î hukuk sistemi ile hayat tarzını düzenleyen ilke ve metodlarda olduğu gibidir. Bun konular hak­kında bilgiler, doğrudan doğruya inanç siste­mine bağlıdır. Öyle olunca bu konularda müslüman, ancak dinine takvasına ve bildik­lerini ilâhî kaynağa dayandırdığına kesinlikle güvendiği mü si umanlardan bilgi alabilir. Önemli olan nokta, müslümanın görüşünde bu konuların inanç sistemine bağlı bilinmesi­dir; bu tutumun sadece Allah'a kul olma ilke­sinin ve La ilahe illallah Muhammedün rasûluüah şehadet cümlelerinin gereği ola­rak kabul edilmesidir.

Bununla beraber, bir müslüman kendi inanç ve düşüncelerini oluşturmak için değil, fakat cahiliyyenin kabul ettirmeye çalıştığı sapma­ları bilmek gayesiyle, câhîlî yazarların bütün düşünce ve görüşlerini inceleyebilir. Böylece insandan kaynaklanan bu sapmaları gerçek İslâm inancının ışığında düzeltebilir ve İslâm Öğretilerinin sağlam ilkelerine göre onları çü­rütebilir.

Felsefî akımlar, tarih yorumu çalışmaları, ge­nel yorum karakteri taşımayan bazı gözlem ve görüşler dışında kalan bütün psikoloji bil­gisi, ahlâkiyat, ilahiyat ve mukayeseli dinler tarihi araştırmaları, bazı gözlem ve istatistiğe dayalı doğrudan bilgiler veren sosyal doktrin­ler ve bunlarla ilgili yorumlar , bütün bu branşlar, İslâm dışı câhiliyye düşüncesi için­de, eskisi ve yenisi ile, cahiliyyenin inanç ve geleneklerinin doğrudan doğruya etkisi altın­dadırlar. Bütün bu bilimlerin tamamı değilse bile, büyük bir çoğunluğu özleri itibariyle-doğrudan veya dolaylı olarak din kavramına ve özellikle İslâm düşüncesine karşı düşman­lık esasına dayanırlar.

Bu gibi ilmî ve fikrî çalışmalarda ortaya çı­kan durum fizik, kimya, astronomi, biyoloji, tıp ve benzeri ilim dallarında olduğu gibi de­ğildir. Bunlar da, ancak pratik tecrübe sınırla­rı dahilinde gerçekçi neticelerin tescil edil­mesi arzusunun sınırında kaldığı ve bu sınırı aşarak ne şekilde olursa olsun bir felsefî açık­lamaya veya tahlile gitmediği, meselâ Darvinizm gibi biyolojik tasnif ve gözlemleri bir takım belirli hedefleri ispat etmek için sınırı­nı aşmadığı ve konuşma sahası içerisinde kal­dığı sürece durum böyledir. Meselâ Darvi-nizm, biyolojide gözlemleri tesbit edip düze­ne koyma sınırını aşarak, hiçbir delile dayan­madan, arzu ve hevesden başka söz edilecek yer bulunmaksızın, hayatın başlangıcı ve ev­rimini açıklamak için tabiat dışı bir kuvvet farzetmenin yersiz olduğunu ileri sürmüştür.

Bu mevzularda bir müslüman için Rabb'inin hidayeti yeterlidir. İnanç ve Allah'a tam tesli­miyete götüren bu hidayet insanın bütün spe­külatif çabalarına o kadar üstündür ki, bu ça­balar tamamen gülünç ve anlamsız gelmektedir.

"Kültür bir insanlık mirasıdır" ifadesi, onun ülkesi, milliyeti ve dininin olmadığı ancak bi­lim ve teknoloji ile olan ilişkisi için doğru­dur. Yine bu bilimlerin sınırını aşmadığımız, metafizik yorumlara karıştırmadığımız, sana­tı, edebiyatı insan sezgisini felsefî olarak te­vil etsek bile, insanın gayesini ve tarihteki ro­lünü felsefi olarak açıklamaya kalkmadığımız sürece bu ifadenin doğruluğu geçerlidir. Bu dar anlamın ötesinde, kültür hakkındaki bu ifade dünya Yahudilerinin oynadığı bir oyundur. Bu insanların gayesi bütün sınırlamaları, özellikle imanın ve dinin telkin ettiği sınırla­maları yok ederek bütün dünyanın siyasî ya­pısına nüfuz etmek ve böylece şeytani tertiplerini devam ettirebilmelerini sağlayacak ha­reket alanını bulmaktır. Bu aktiviteler listesi­nin başında faiz yer almaktadır. Faizin amacı insanlığın bütün zenginliğinin, faizle işleyen Yahudi finans kurumlarında toplanmasıdtr.

Bununla beraber İslâm -teorik bilimler ve uy­gulamaları hariç- iki çeşit kültür tanımakta­dır: İslâm düşüncesine dayanan İslâm kültürü ve çeşitli hayat tarzlarında tezahür eden, sa­dece insan düşüncesinin ilâhlaştırılmasına da­yanan ve dolayısıyla onun vardığı sonuçlara Allah'ın rehberiyeti ile varılamayacak olan câhili kültür. İslâm kültüm bütün teorik ve pratik meselelerle ilgilidir ve kültürel faali­yetlerin gelişmesini ve devamlılığını teminat altına alan ilkeleri, metodlan ve vasıfları içermektedir.

Şu hatırlanmalıdır ki, günümüzün sanayileş­miş Batı kültürünün dinamik ruhu olan tecrübî metod Avrupa'dan değil, Endülüs'teki ve Doğu'daki İslâm üniversitelerinden kay­naklanmıştır. Tecrübî metod ilkesi fizikî dün­yayı, tezahürlerini, güçlerini ve sırlarını izah eden İslâm düşüncesinden ve onun bu izahlarından filizenmiştir. Daha sonra Avru­pa tecrübî metodu uygulayarak, kendisini adım adım büyük ilmî başarılara ulaştıran, bi­limsel canlanma dönemine girmiştir. Bu za­man zarfında müslümanların dünyası yavaş yavaş İslâm'dan uzaklaşmış ve bunun bir sonucu olarak önce bilimsel hareket durmuş, sonra tamamen bitmiştir. Bu gerileme döne­minin sebeplerinden bazıları doğrudan müslüman toplumun kendisinden, bazıları da müslüman dünyasının Hıristiyanlar ve Siyo­nistler tarafından işgal edilmesi gibi dışarıdan kaynaklanıyordu. Bir süre sonra Batı dünya­sı, Allah adına insanlara zülüm ve kötülük iş­lemekte hayli ileri gitmiş olan Hıristiyan Ki­lisesi ile aralarındaki bağları koparırken, tecrübî bilimleri de iktibas edildiği kaynak olan İslâm inancının ilkeleri arasındaki batıda keserek onu tamamen Allah'tan uzak bir niteliğe büründürmüştür.

Böyle olunca Batının tüm düşünce ürünleri her zaman ve her yerde görülen diğer cahiliyye düşüncesi verilerinde olduğu gibi dayandı­ğı İslâm düşüncesinden apayrı özelliği olan, aynı zamanda İslâm düşüncesine kökten düş­man bir hâle geldi. Dolayısıyla, tek başına düşünce sisteminin dayanaklarına dönmek eğer yetkili ise kendi eli İle asıl kaynaklardan aldığı bilgiler ile yetinmek, buna gücü yetme­diği takdirde de sadece dinine ve takvasına güvenilir, bilgi vermekte yetkili olan kimse­lerden bilgi edinmek müslümanlar için kaçı­nılmaz bir görev olmuştur.

İnsanın kâinata, hayata, beşerî gelişmelere, değer ölçülerine, ahlâka, geleneklere ve bun­lar gibi insan psikolojisi ile ondaki gelişmele­re bakış tarzını etkileyen inanç kavramlarına ilişkin ilimlerin tümünde İslâm, "ilim başka, âlim başka" şeklindeki basma kalıp görüşleri tanımaz.

Hiç şüphesiz İslâm müslümana kimya, fizik, astronomi, tıp, teknoloji ve ziraat, yönetim ve benzeri teknik bilimleri öğrenmesi için müs­lüman olmayan veya takvası ile güvenilir ol­mayan müslümanlardan birine başvurmasına izin vermektedir. Bunun şartı, bu bilimleri öğretecek, müslüman ve muttaki, herşeyine güvenerek benimseyebileceği mümin bir kişi bulunmadığı zaman olabilir. Nitekim bugün kendisine müslüman adı veren insanlar ara­sında bu gibi kimselere rastlanır olmuştur. Bu da kendilerine müslüman adı takanların Al­lah'ın dininden ve nizamından uzaklaşmaları­nı ve İslâm düşüncesine bigâne kalarak Al­lah'ın izniyle yapılması gereken yeryüzünde­ki hilâfet vazifesinin gereklerini yerine getir­memelerinin neticesinde ortaya çıkmıştır. Halbuki hilâfet vazifesi bu gibi bilgi ve çalış­ma sahalarında ve her türlü mahareti ilgilen­diren konularda müslümanların ehil olmaları­nı gerektirmektedir. Fakat bur müslümanın inanç esaslarım, düşünce sistemini, Kur'ân tefsirini, hadisini, peygamberinin hayatım, ta­rih metodolojisini, toplumların geleneklerini, yönetim yapısını, siyasî metodunu, sanat, edebiyat ve İfade gücünü ve benzeri diğer hususları İslâm dışı kaynaklardan almasını, dinine, takvasına gve Allah korkusuna gü­venmediği bir müslümandan almasını asla müsamaha ile karşılamaz."

Şehid Seyyid Kutub bu hususta şunları söyle­mektedir: "Bu satırların yazan, hayatının kırk yılını okuyarak geçirmiş birisidir. İlk olarak, insan bilgisinin hemen hemen bütün alanla­rında kitaplar okuyup ve araştırmalar yapmış­tır. Bazı branşlarda uzmanlaşmış ve bazılarını da Özel ilgisi sebebiyle incelemiştir. Sonra inancının ve düşüncesinin kaynaklarına dön­düğü zaman bütün okumuş olduğu eserleri, o büyük hazine karşısında gayet sönük ve de­ğersiz bulmuştur, iman pınarına yönelmiştir. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildir. Geçirdiği bu kırk yıla pişman da de­ğildir. Çünkü cahiliyyenin gerçek yüzünü, sapkınlıklarını, hatalarını, değersizliğini, şa­tafatını, tantanasını, kibirini ve kendinden çok emin iddialarını tanımıştır. Bu tecrübeler sayesinde kesinlikle anlamıştır ki, müslüman, bu iki çeşit kaynağı, yani İlâhi rehberiyet kaynağı ile cahiliyyenin kaynağını bir gibi kabul edip her ikisinden de bilgi alamaz.

Bununla beraber, bu ifadeler, şahsî kanatimi yansıtan özel görüşüm değildir. Çünkü konu, şahsî kanaatle açıklanmaktan çok daha geniş­tir. Böyle bir meselede, müslümanın kendi görüşüne dayanması Allah katında büyük bir sorumluluğu getirir. Bu ancak Allah ve Rasûlünün sözüdür. Allah ve Rasûûlüne iman edenlerin ihtilâfa düştüklerinde O'na ve Peygamberine başvurdukları gibi, burada da Allah ve Rasûlü'ne başvurmaları gerekir.

Allah Teâlâ, Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlara karşı nihâi amaçları hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sİzİ imânınızdan sonra küfre döndürmek isterler.

Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yeten­dir." (2; 109). "Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar. 'Asıl doğru yol, Al­lah'ın yoludur!' de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz" (2: 120). "Ey iman edenler! Kitâb ve­rilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız imânınızdan sonra, (onlar) sizi döndürüp kâfir yaparlar." (3: 100).

Hafız Ebu Ya'lâ'nın Hammad'dan, onun Şa'bî'den, onun da Câbir'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmaktadır: "Siz ehli kitaba hiç bir şeyi sormayınız. Çünkü kendileri sapıklık içinde oldukları için size doğru yolu gösteremezler. Böyle olunca ya bir bâtılı tasdik edecek veya bir hakkı yalan sayacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, Musa aramızda yaşıyor olsaydı, ona da bana uy­maktan başka bir şey yapmak helâl olmazdı."

Yahudilerin ve Hıristiyanların nihâi tertipleri ile ilgili olarak Allah'ın müslümanlara bu ih­tarından sonra, Yahudiler ve Hıristiyanlar İslâmî inançlar veya İslâm tarihi üzerinde tar­tıştıkları zaman veya müslüman toplum, müs­lüman siyaseti veya ekonomisi konularında teklifler öne sürdükleri zaman, bunları iyi ni­yetlerle, müslümanlarm refahını samimi ola­rak istedikleri için veya hidayeti ve ışığı ara­dıkları için yaptıklarını düşünmek dar görüş­lülük olacaktır. Allah'ın bu açık uyarısından sonra bu şekilde düşünen insanlar aldanmak­tadırlar.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın "De ki: Hidayet. ancak Allah'ın hidayetidir, yol sadece O'nun gösterdiği yoldur." şeklindeki âyeti her müs­lümanın bütün işlerinde yönelmesi gereken biricik kaynağı göstermektedir. Çünkü Allah'ın rehberiyetinin dışındaki ve O'nun yol göstermediği herşey batıldır. "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir, yol sadece O'nun gösterdiği yoldur." ayetinde bu mevzu açıkça vurgulanmaktadır. Bu ayetin anlamında bir müphemlik yoktur ve başka hiçbir yorum mümkün değildir.

Aynı şekilde, İlâhî emir, kesin olarak Allah'ı anmaktan uzak olanları dost edinmeyi de ya­saklamaktadır. Bütün ihtimamını dünya ha­yatına hasreden kimselerle dostluktan da neh-yediyor ve bunların bilgilerinin zandan ibaret olduğunu, müslümamn ise zanna uymaktan nehyolunduğunu ve bu gibi insanların sadece dünya hayatının dış görünüşlerini bileceğini ve bu bilgisinin sağlam birr esasa oturmaya­cağını belirtmektedir.

"Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünyâ haya­tından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi (sını­rı) budur. (Bundan Ötesine akılları ermez). Şüphesiz Rabb'in yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir." (53: 29-30). "Onlar, sâdece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildir­ler." (30: 7).

Allah'ı anmaktan gafil olup sırf dünya hayatı peşinden koşanlar, -ki günümüz 'bilim adamlarının' durumu budur, sadece görünüşü (zahiri) bilebilirler. Bu, teknik bilgi sınırları içinde öğrenilmesine izin verilenin dışında, bir müslümamn sahip olmasına güvenebile­ceği bir 'bilgi' türü değildir. Bu bilgilerin psi­kolojik ve fikri meselelerdeki yorumlarını önemsememelidir. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in öv­düğü ve İşaret ettiği bilgi değildir. Nitekim bir kısım kimseler, Kur'ân'ın âyetlerini kendi ana seyrinden çıkararak yersiz konularda de­lil olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" âyeti ile bu kastedilmiş değildir. Bu tür ayetleri kulla­nıldıkları çerçevenin dışında alanlar ve tartı­şanlar hata etmektedirler. Bu önemli mesele­nin geçtiği ayetin tamamı şöyledir: "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdet eden, âhiretten korkan ve Rabb'İnin rahmetim uman gibi midir? De ki: 'Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?1 Doğrusu ancak ak­lıselim sahipleri öğüt alır." (39: 9).

Sadece, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, âhiretten korkan ve Rabb'İnin rahmetini uman bir kişi gerçekten bilmektedir ve yukardaki ayet ile işaret edi­len onun bu bilgisidir; yani, Allah'ayönelten ve O'nu hatırlatan bilgi, yoksa insanın tabiatı­nı bozarak Allah'ı inkâra götüren bilgi değil.

Bilginin sahası, iman meseleleri, dinî vazife­ler veya müsade edilen ve yasaklanan şeyler­le ilgili kanunlarla sınırlı değildir; sahası çok geniştir. Bütün bunlarla beraber, tabiat ka­nunları ve insanı Allah'ın halifesi olarak ilgi­lendiren mevzularla ilgili bütün bilgileri içer­mektedir. Bununla beraber temeli imana da­yanmayan bilgi, Kur'ân'da işaret edilen ve sahipleri övülen bilgi değildir. İman ile astro­nomi, biyoloji, fizik, kimya ve jeoloji gibi, kâinat ve tabiat kanunları ile ilgilenen bilim­ler arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Şahsî görüşlerle saptırılmadıkları ve Allah'tan uzaklaştırmak gayesiyle kullanılmadıkları sü­rece bütün bu bilimler insanı Allah'a ulaştırır. Fakat Avrupa tarihinde ilimle uğraşanlarla baskıcı Kilise arasında meydana gelen yersiz çatışmalar yüzünden, ne yazık ki, Batı bilimi­nin metodu Rönesans hareketi ile böylesine yanlış bir doğrultuya saplanmıştır. Bu çatış­ma, Batı düşüncesinin bütün metodları ile bü­tün düşünce tarzları üzerinde derin izler bı­rakmış, Batı düşüncesinin bütün karakterini değiştirmiştir. Bilimsel camianın Kiliseye ve­ya onun inançlarına karşı nefretinin etkisi sa­dece Kiliseyle sınırlı kalmamış, bütün olarak din düşüncesine yönelmiş, öyle ki bütün bi­limler, metafizik felsefe, teknik veya nazarî olsun, dine karşı tavır almışlar ve onunla bü­tün bağlarını koparmışlardır.

Batının düşünce tarzları ve bütün bilimler, bu zehirli etkiler temeli üzerinde dine karşı bir düşmanlık, özellikle İslama karşı daha büyük bir düşmanlık sahibi olmuştur. İslama karşı bu düşmanlık özellikle dile getirilmiştir. Bu derin nefretin bir sonucu olarak, önce İslâm İnancının temellerini sarsmak ve daha sonra yavaş yavaş müslüman toplum yapısını tahrip etmek hedeflenmiştir.

Bu yüzden İslâmiyet ile ilgili araştırmalarda Batının bakış açısına ve araştırma verilerine güvenmek, teslimiyetçi bir gaflet olur. Bun­dan dolayı, günümüzda içinde bulunduğumuz şartlar karşısında Batıdan almak zorunda ol­duğumuz bilimsel ve teknolojik konuları bile aralarına felsefî bir yorum katılmış olabilece­ğini düşünerek ihtiyatlı olmamız gerekir. Çünkü araya karıştırılan bu zararlı unsurlar şenel olarak din düşüncesine, özellikle İslâm düşüncesine kökten düşmandırlar. Onların en ufak bir tesiri, İslâm'ın temiz pınarını bulan­dırmaya yetebilir." (Seyyid Kutub, Milestones).



radyobeyan