İslam Kültürü Ve Düşüncesi By: saniyenur Date: 15 Ağustos 2012, 13:15:03
İSLÂM KÜLTÜRÜ VE DÜŞÜNCESİ
İslâm'ın birinci şartının ilk bölümü mutlak şekilde yalnız Allah'a kulluk etmektir; Lâ İlahe illallatim anlamı budur. Bu kulluğun nasıl yapılacağını Hz. Muhammed'den almak ise bu şartın ikinci yarısıdır ki, Mııhammeden rasûlullah bu gerçeği ifade etmektedir. Bu hususları bir önceki kısımda görmüştük. Allah'a mutlak mânâda kulluk ilk önce yalnız başına Allah'ı ilâh edinmekte; inanç, ibadet ve şeriat bakımından sadece Allah'ın emirlerini benimsemekte ortaya çıkar. Hiç bir zaman için bir müslüman Allah'tan başkasının ulûhİ yetine, O'nu bırakıp yaratıklarından birine ibadet edileceğine, hâkimiyetin kullarından birine ait olacağına inanmaz. Allah'a kul olma ilkesinin, inancın, ibadet kastu taşıyan hareketlerin ve ve hâkimiyetin mânâsı daha Önce açıklanmıştı. Bu kısımda hâkimiyetin kültür ile olan ilişkisi açıklanacaktır.
İslâm düşüncesinde "hâkimiyet", hukuk sistemini yalnızca Allah'a dayandırmakla, sırf bu sistemin yürürlüğünü benimsemekle, başka bir yasayı değil de bu ilâhî sistemi hâkim kılmakla sınırlı değildir. İslâm'a göre "şeriat", sadece hukukî sistemden, yargılama, usûl, düzen ve sosyal kurumlardan İbaret değildir. Böylesine dar bir anlayış, "şeriaf'ın mânâsını ve İslâm düşüncesini ifade etmez. "Allah'ın Şeriatı" demek, insan hayatını düzenlemek üzere Allah'ın koyduğu ilkelerin tümü demektir. Bu terim, inanç İlkelerini, yönetim ve adalet ilkelerini, ahlâk ve davranış ilkelerini, eğitim ve bilgi ilkelerini tümüyle içerir.
Şeriat, İslâm inancım, düşüncesini ve Allah'ın sıfatları da dahil olmak üzere kapsamlarını, görünen ve görünmeyenleriyle kâinat gerçeğini, yine görünür ve görünmez dilimleriyle hayat gerçeğini, insanın mahiyetini, bu gerçekler arasındaki bağlan ve bunların tümüyle insan arasındaki karşılıklı ilişkiyi ifade eder. Benzer şekilde, bütün ilkeleri ile birlikte siyasî, sosyal ve ekonomik sistemin yalnızca Allah'a kul olma temeli ile bağdaşacak örneğini ifade eder. Aynı zamanda bu terim, sosyal kurumlan düzenleyen hukuk sistemini de ifade eder. Bu kesim, çoğu kere İslâm düşüncesine göre gerçeği tam ifade etmeyen dar bir anlamda "şeriat" teriminin karşılığı olarak kabul edijir. Kişilerin, davranışların ve olayların ölçülmesinde temel alınan ahlâk ilkeleri, usûller, değerler ve kriterleri de ifade eder. Nihayet bu terim, bütün cephesi ile, eğitim ve kültür kesimi ile bütün olarak düşünce ve sanat hayatının ilkelerini de kapsar. Bütün bunlarda, hukukî meselelerde olduğu gibi Allah'ın rehberliğine ihtiyaç vardır.
Allah'ın hâkimiyetinin bir topluma yön veren idari ve hukuki sistemlerle, ahlâki meselelerle, insan ilişkileriyle, değerler ve kriterlerle olan bağını tartıştık. Dikkat edilmesi gereken nokta değerlerin, standartların, ahlâk ilke ve usûllerinin hepsinin toplumda hüküm süren inanç ve düşüncelere dayandığı ve hepsinin aynı zamanda inançların kaynağı olan ilâhi kaynaktan geldiğidir.
Burada birçok kimselerce garipsenecek konu İse, hatta İslâmı araştırmalar sahasında çalışanlar tarafından bile, fikir ve sanat çalışmalarında İslâm düşüncesine ve ilâhi kaynağa dönmek hususudur.
Sanat hayatı hakkında; bütün sanat çalışmalarının insanın duygu ve düşüncelerini, arzu ve İsteklerini ifade etmek için kullandığı varlık, hayat ve insan psikolojisinin şekillerini canlandırmak üzere imal ettiği bir vasıta durumunda olduğunu belirten başlıbaşına bir kitap yayınlanmıştır. (Muhammed Kutub, The Princıples of Islamic Art [İslâm Sanatının İlkeleri]). Müslümanın vicdanında bütün bu noktalara varlığın, vicdanın ve hayatın Rabbi ile olan ilişkileri içinde, insan gerçeği ile ilgili, insanın kâinat merkezli oluşu, varlığının gayesi, görevi ve hayatına anlam veren değerler ile ilgili özel görüşü ile İslâm düşüncesi hükmeder. Bunların tamamı sadece bir kavramlar sistemi olmayıp, aynı zamanda insanın duygularını ve fiillerim etkileyen, faal, etkileyici, yönlendirici, sürükleyici bir güç olan İslâm düşüncesinin kapsamına dahildir.
Kısacası sanat ve edebî düşünce meselesi ve onların ilâhi rehberilikle ilişkisi ayrıntılı bir tartışmayı gerektirmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, bu tartışma sadece eğitimli insanlara değil, aynı zamanda hukukî meselelerde Allah'ın hâkimiyetine inanan müslü-manlara da ilginç gelecektir.
İman, hayat anlayışı, ibadet eylemi, değerler ve standartlar, ekonomi ve siyaset ilkeleri ve tarih sürecinin yorumu konularında bir müslüman Allah'ın rehberiyetinden başka hiçbir kaynağa başvuramaz. Dolayısıyla bir muslümanın bütün bunları öğrenmek için imam, şahsiyeti, inancı ve ameli lekeden uzak bir müslümana başvurması onun vazifesidir.
Buna karşılık bir müslüman kimya, fizik, biyoloji, astronomi, tıp, endüstri, tarım, yönetim (sadece teknik yönleriyle sınırlı olmak üzere), teknoloji ve savaş sanatları gibi nazarî bilimleri ve benzeri bilim ve sanat dallarını öğrenmek için bir gayrimüslimden istifade edebilir. Esas olan ise müslüman cemaatin oluştuğu zaman bütün bu alanlarda çok sayıda uzman yetiştirmesidir. Çünkü bütün bu bilimler ve sanat dalları müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir (yani, cemiyetin ihtiyaçlarını tatmin etmek için değişik bilim ve sanat alanlarında uzmanlaşmış yeterli sayıda İnsan olmalıdır). Müslüman bir toplumda bu bilim ve sanatların gelişmesi için uygun bir atmosfer sağlanmazsa bunun sorumlusu bütün toplum olacaktır. Fakat bu şartlar sağlanmadığı müddetçe, bunları öğrenmesi ve kendi hedefi doğrultusunda tecrübe kazanması için bir müslümana, din farkı gözetmeden bir müslümandan veya gayrimüslimden faydalanması için izin verilmiştir. "Sîz dünyanızın İşleriniz çok daha iyi bilirsiniz..." hadisiyle bu tür İşler anlatılmaktadır. Bu bilimler bir müslümanın hayat, kâinat, insan, yaradılışının gayesi, sorumlulukları, fizikî dünya ve yaratıcısı ile olan ilişkileri üzerindeki düşünceleriyle ilgili değildirler. Bu bilimlerin fertlerin ve grupların hayatlarını düzenleyen hukuk ilkeleri, kanun ve düzenlemelerle ilgisi olmadığı gibi, topluma hükmeden ve ona biçim veren ahlâk kaideleri, gelenekler, usûller, alışkanlıklar, değerler ve ölçülerle de bir ilgileri yoktur. Dolayısıyla bir müslümanın bu bilimleri bir gayrimüslimden öğrenmesi, ne inancına zarar verecek, ne de onu câhiliyyeye götürecektir.
Fert veya toplum olarak tamamıyla insanî gelişmeleri yorumlamaya gelince; bu, insan psikolojisi ile tarih içindeki hareketlerine hangi açıdan bakıldığına dayanır. Kâinatın ve insan hayatının başlangıcının açıklanması tecrübî ilimlerin sınırını aşan kesimi ile kimya, fizik, astronomi veya tıp branşlarıyla açıklanamayan konuların bilgisinde durum, şer'î hukuk sistemi ile hayat tarzını düzenleyen ilke ve metodlarda olduğu gibidir. Bun konular hakkında bilgiler, doğrudan doğruya inanç sistemine bağlıdır. Öyle olunca bu konularda müslüman, ancak dinine takvasına ve bildiklerini ilâhî kaynağa dayandırdığına kesinlikle güvendiği mü si umanlardan bilgi alabilir. Önemli olan nokta, müslümanın görüşünde bu konuların inanç sistemine bağlı bilinmesidir; bu tutumun sadece Allah'a kul olma ilkesinin ve La ilahe illallah Muhammedün rasûluüah şehadet cümlelerinin gereği olarak kabul edilmesidir.
Bununla beraber, bir müslüman kendi inanç ve düşüncelerini oluşturmak için değil, fakat cahiliyyenin kabul ettirmeye çalıştığı sapmaları bilmek gayesiyle, câhîlî yazarların bütün düşünce ve görüşlerini inceleyebilir. Böylece insandan kaynaklanan bu sapmaları gerçek İslâm inancının ışığında düzeltebilir ve İslâm Öğretilerinin sağlam ilkelerine göre onları çürütebilir.
Felsefî akımlar, tarih yorumu çalışmaları, genel yorum karakteri taşımayan bazı gözlem ve görüşler dışında kalan bütün psikoloji bilgisi, ahlâkiyat, ilahiyat ve mukayeseli dinler tarihi araştırmaları, bazı gözlem ve istatistiğe dayalı doğrudan bilgiler veren sosyal doktrinler ve bunlarla ilgili yorumlar , bütün bu branşlar, İslâm dışı câhiliyye düşüncesi içinde, eskisi ve yenisi ile, cahiliyyenin inanç ve geleneklerinin doğrudan doğruya etkisi altındadırlar. Bütün bu bilimlerin tamamı değilse bile, büyük bir çoğunluğu özleri itibariyle-doğrudan veya dolaylı olarak din kavramına ve özellikle İslâm düşüncesine karşı düşmanlık esasına dayanırlar.
Bu gibi ilmî ve fikrî çalışmalarda ortaya çıkan durum fizik, kimya, astronomi, biyoloji, tıp ve benzeri ilim dallarında olduğu gibi değildir. Bunlar da, ancak pratik tecrübe sınırları dahilinde gerçekçi neticelerin tescil edilmesi arzusunun sınırında kaldığı ve bu sınırı aşarak ne şekilde olursa olsun bir felsefî açıklamaya veya tahlile gitmediği, meselâ Darvinizm gibi biyolojik tasnif ve gözlemleri bir takım belirli hedefleri ispat etmek için sınırını aşmadığı ve konuşma sahası içerisinde kaldığı sürece durum böyledir. Meselâ Darvi-nizm, biyolojide gözlemleri tesbit edip düzene koyma sınırını aşarak, hiçbir delile dayanmadan, arzu ve hevesden başka söz edilecek yer bulunmaksızın, hayatın başlangıcı ve evrimini açıklamak için tabiat dışı bir kuvvet farzetmenin yersiz olduğunu ileri sürmüştür.
Bu mevzularda bir müslüman için Rabb'inin hidayeti yeterlidir. İnanç ve Allah'a tam teslimiyete götüren bu hidayet insanın bütün spekülatif çabalarına o kadar üstündür ki, bu çabalar tamamen gülünç ve anlamsız gelmektedir.
"Kültür bir insanlık mirasıdır" ifadesi, onun ülkesi, milliyeti ve dininin olmadığı ancak bilim ve teknoloji ile olan ilişkisi için doğrudur. Yine bu bilimlerin sınırını aşmadığımız, metafizik yorumlara karıştırmadığımız, sanatı, edebiyatı insan sezgisini felsefî olarak tevil etsek bile, insanın gayesini ve tarihteki rolünü felsefi olarak açıklamaya kalkmadığımız sürece bu ifadenin doğruluğu geçerlidir. Bu dar anlamın ötesinde, kültür hakkındaki bu ifade dünya Yahudilerinin oynadığı bir oyundur. Bu insanların gayesi bütün sınırlamaları, özellikle imanın ve dinin telkin ettiği sınırlamaları yok ederek bütün dünyanın siyasî yapısına nüfuz etmek ve böylece şeytani tertiplerini devam ettirebilmelerini sağlayacak hareket alanını bulmaktır. Bu aktiviteler listesinin başında faiz yer almaktadır. Faizin amacı insanlığın bütün zenginliğinin, faizle işleyen Yahudi finans kurumlarında toplanmasıdtr.
Bununla beraber İslâm -teorik bilimler ve uygulamaları hariç- iki çeşit kültür tanımaktadır: İslâm düşüncesine dayanan İslâm kültürü ve çeşitli hayat tarzlarında tezahür eden, sadece insan düşüncesinin ilâhlaştırılmasına dayanan ve dolayısıyla onun vardığı sonuçlara Allah'ın rehberiyeti ile varılamayacak olan câhili kültür. İslâm kültüm bütün teorik ve pratik meselelerle ilgilidir ve kültürel faaliyetlerin gelişmesini ve devamlılığını teminat altına alan ilkeleri, metodlan ve vasıfları içermektedir.
Şu hatırlanmalıdır ki, günümüzün sanayileşmiş Batı kültürünün dinamik ruhu olan tecrübî metod Avrupa'dan değil, Endülüs'teki ve Doğu'daki İslâm üniversitelerinden kaynaklanmıştır. Tecrübî metod ilkesi fizikî dünyayı, tezahürlerini, güçlerini ve sırlarını izah eden İslâm düşüncesinden ve onun bu izahlarından filizenmiştir. Daha sonra Avrupa tecrübî metodu uygulayarak, kendisini adım adım büyük ilmî başarılara ulaştıran, bilimsel canlanma dönemine girmiştir. Bu zaman zarfında müslümanların dünyası yavaş yavaş İslâm'dan uzaklaşmış ve bunun bir sonucu olarak önce bilimsel hareket durmuş, sonra tamamen bitmiştir. Bu gerileme döneminin sebeplerinden bazıları doğrudan müslüman toplumun kendisinden, bazıları da müslüman dünyasının Hıristiyanlar ve Siyonistler tarafından işgal edilmesi gibi dışarıdan kaynaklanıyordu. Bir süre sonra Batı dünyası, Allah adına insanlara zülüm ve kötülük işlemekte hayli ileri gitmiş olan Hıristiyan Kilisesi ile aralarındaki bağları koparırken, tecrübî bilimleri de iktibas edildiği kaynak olan İslâm inancının ilkeleri arasındaki batıda keserek onu tamamen Allah'tan uzak bir niteliğe büründürmüştür.
Böyle olunca Batının tüm düşünce ürünleri her zaman ve her yerde görülen diğer cahiliyye düşüncesi verilerinde olduğu gibi dayandığı İslâm düşüncesinden apayrı özelliği olan, aynı zamanda İslâm düşüncesine kökten düşman bir hâle geldi. Dolayısıyla, tek başına düşünce sisteminin dayanaklarına dönmek eğer yetkili ise kendi eli İle asıl kaynaklardan aldığı bilgiler ile yetinmek, buna gücü yetmediği takdirde de sadece dinine ve takvasına güvenilir, bilgi vermekte yetkili olan kimselerden bilgi edinmek müslümanlar için kaçınılmaz bir görev olmuştur.
İnsanın kâinata, hayata, beşerî gelişmelere, değer ölçülerine, ahlâka, geleneklere ve bunlar gibi insan psikolojisi ile ondaki gelişmelere bakış tarzını etkileyen inanç kavramlarına ilişkin ilimlerin tümünde İslâm, "ilim başka, âlim başka" şeklindeki basma kalıp görüşleri tanımaz.
Hiç şüphesiz İslâm müslümana kimya, fizik, astronomi, tıp, teknoloji ve ziraat, yönetim ve benzeri teknik bilimleri öğrenmesi için müslüman olmayan veya takvası ile güvenilir olmayan müslümanlardan birine başvurmasına izin vermektedir. Bunun şartı, bu bilimleri öğretecek, müslüman ve muttaki, herşeyine güvenerek benimseyebileceği mümin bir kişi bulunmadığı zaman olabilir. Nitekim bugün kendisine müslüman adı veren insanlar arasında bu gibi kimselere rastlanır olmuştur. Bu da kendilerine müslüman adı takanların Allah'ın dininden ve nizamından uzaklaşmalarını ve İslâm düşüncesine bigâne kalarak Allah'ın izniyle yapılması gereken yeryüzündeki hilâfet vazifesinin gereklerini yerine getirmemelerinin neticesinde ortaya çıkmıştır. Halbuki hilâfet vazifesi bu gibi bilgi ve çalışma sahalarında ve her türlü mahareti ilgilendiren konularda müslümanların ehil olmalarını gerektirmektedir. Fakat bur müslümanın inanç esaslarım, düşünce sistemini, Kur'ân tefsirini, hadisini, peygamberinin hayatım, tarih metodolojisini, toplumların geleneklerini, yönetim yapısını, siyasî metodunu, sanat, edebiyat ve İfade gücünü ve benzeri diğer hususları İslâm dışı kaynaklardan almasını, dinine, takvasına gve Allah korkusuna güvenmediği bir müslümandan almasını asla müsamaha ile karşılamaz."
Şehid Seyyid Kutub bu hususta şunları söylemektedir: "Bu satırların yazan, hayatının kırk yılını okuyarak geçirmiş birisidir. İlk olarak, insan bilgisinin hemen hemen bütün alanlarında kitaplar okuyup ve araştırmalar yapmıştır. Bazı branşlarda uzmanlaşmış ve bazılarını da Özel ilgisi sebebiyle incelemiştir. Sonra inancının ve düşüncesinin kaynaklarına döndüğü zaman bütün okumuş olduğu eserleri, o büyük hazine karşısında gayet sönük ve değersiz bulmuştur, iman pınarına yönelmiştir. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildir. Geçirdiği bu kırk yıla pişman da değildir. Çünkü cahiliyyenin gerçek yüzünü, sapkınlıklarını, hatalarını, değersizliğini, şatafatını, tantanasını, kibirini ve kendinden çok emin iddialarını tanımıştır. Bu tecrübeler sayesinde kesinlikle anlamıştır ki, müslüman, bu iki çeşit kaynağı, yani İlâhi rehberiyet kaynağı ile cahiliyyenin kaynağını bir gibi kabul edip her ikisinden de bilgi alamaz.
Bununla beraber, bu ifadeler, şahsî kanatimi yansıtan özel görüşüm değildir. Çünkü konu, şahsî kanaatle açıklanmaktan çok daha geniştir. Böyle bir meselede, müslümanın kendi görüşüne dayanması Allah katında büyük bir sorumluluğu getirir. Bu ancak Allah ve Rasûlünün sözüdür. Allah ve Rasûûlüne iman edenlerin ihtilâfa düştüklerinde O'na ve Peygamberine başvurdukları gibi, burada da Allah ve Rasûlü'ne başvurmaları gerekir.
Allah Teâlâ, Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlara karşı nihâi amaçları hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sİzİ imânınızdan sonra küfre döndürmek isterler.
Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (2; 109). "Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar. 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur!' de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz" (2: 120). "Ey iman edenler! Kitâb verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız imânınızdan sonra, (onlar) sizi döndürüp kâfir yaparlar." (3: 100).
Hafız Ebu Ya'lâ'nın Hammad'dan, onun Şa'bî'den, onun da Câbir'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmaktadır: "Siz ehli kitaba hiç bir şeyi sormayınız. Çünkü kendileri sapıklık içinde oldukları için size doğru yolu gösteremezler. Böyle olunca ya bir bâtılı tasdik edecek veya bir hakkı yalan sayacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, Musa aramızda yaşıyor olsaydı, ona da bana uymaktan başka bir şey yapmak helâl olmazdı."
Yahudilerin ve Hıristiyanların nihâi tertipleri ile ilgili olarak Allah'ın müslümanlara bu ihtarından sonra, Yahudiler ve Hıristiyanlar İslâmî inançlar veya İslâm tarihi üzerinde tartıştıkları zaman veya müslüman toplum, müslüman siyaseti veya ekonomisi konularında teklifler öne sürdükleri zaman, bunları iyi niyetlerle, müslümanlarm refahını samimi olarak istedikleri için veya hidayeti ve ışığı aradıkları için yaptıklarını düşünmek dar görüşlülük olacaktır. Allah'ın bu açık uyarısından sonra bu şekilde düşünen insanlar aldanmaktadırlar.
Aynı şekilde Yüce Allah'ın "De ki: Hidayet. ancak Allah'ın hidayetidir, yol sadece O'nun gösterdiği yoldur." şeklindeki âyeti her müslümanın bütün işlerinde yönelmesi gereken biricik kaynağı göstermektedir. Çünkü Allah'ın rehberiyetinin dışındaki ve O'nun yol göstermediği herşey batıldır. "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir, yol sadece O'nun gösterdiği yoldur." ayetinde bu mevzu açıkça vurgulanmaktadır. Bu ayetin anlamında bir müphemlik yoktur ve başka hiçbir yorum mümkün değildir.
Aynı şekilde, İlâhî emir, kesin olarak Allah'ı anmaktan uzak olanları dost edinmeyi de yasaklamaktadır. Bütün ihtimamını dünya hayatına hasreden kimselerle dostluktan da neh-yediyor ve bunların bilgilerinin zandan ibaret olduğunu, müslümamn ise zanna uymaktan nehyolunduğunu ve bu gibi insanların sadece dünya hayatının dış görünüşlerini bileceğini ve bu bilgisinin sağlam birr esasa oturmayacağını belirtmektedir.
"Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünyâ hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi (sınırı) budur. (Bundan Ötesine akılları ermez). Şüphesiz Rabb'in yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir." (53: 29-30). "Onlar, sâdece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildirler." (30: 7).
Allah'ı anmaktan gafil olup sırf dünya hayatı peşinden koşanlar, -ki günümüz 'bilim adamlarının' durumu budur, sadece görünüşü (zahiri) bilebilirler. Bu, teknik bilgi sınırları içinde öğrenilmesine izin verilenin dışında, bir müslümamn sahip olmasına güvenebileceği bir 'bilgi' türü değildir. Bu bilgilerin psikolojik ve fikri meselelerdeki yorumlarını önemsememelidir. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in övdüğü ve İşaret ettiği bilgi değildir. Nitekim bir kısım kimseler, Kur'ân'ın âyetlerini kendi ana seyrinden çıkararak yersiz konularda delil olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" âyeti ile bu kastedilmiş değildir. Bu tür ayetleri kullanıldıkları çerçevenin dışında alanlar ve tartışanlar hata etmektedirler. Bu önemli meselenin geçtiği ayetin tamamı şöyledir: "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdet eden, âhiretten korkan ve Rabb'İnin rahmetim uman gibi midir? De ki: 'Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?1 Doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır." (39: 9).
Sadece, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, âhiretten korkan ve Rabb'İnin rahmetini uman bir kişi gerçekten bilmektedir ve yukardaki ayet ile işaret edilen onun bu bilgisidir; yani, Allah'ayönelten ve O'nu hatırlatan bilgi, yoksa insanın tabiatını bozarak Allah'ı inkâra götüren bilgi değil.
Bilginin sahası, iman meseleleri, dinî vazifeler veya müsade edilen ve yasaklanan şeylerle ilgili kanunlarla sınırlı değildir; sahası çok geniştir. Bütün bunlarla beraber, tabiat kanunları ve insanı Allah'ın halifesi olarak ilgilendiren mevzularla ilgili bütün bilgileri içermektedir. Bununla beraber temeli imana dayanmayan bilgi, Kur'ân'da işaret edilen ve sahipleri övülen bilgi değildir. İman ile astronomi, biyoloji, fizik, kimya ve jeoloji gibi, kâinat ve tabiat kanunları ile ilgilenen bilimler arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Şahsî görüşlerle saptırılmadıkları ve Allah'tan uzaklaştırmak gayesiyle kullanılmadıkları sürece bütün bu bilimler insanı Allah'a ulaştırır. Fakat Avrupa tarihinde ilimle uğraşanlarla baskıcı Kilise arasında meydana gelen yersiz çatışmalar yüzünden, ne yazık ki, Batı biliminin metodu Rönesans hareketi ile böylesine yanlış bir doğrultuya saplanmıştır. Bu çatışma, Batı düşüncesinin bütün metodları ile bütün düşünce tarzları üzerinde derin izler bırakmış, Batı düşüncesinin bütün karakterini değiştirmiştir. Bilimsel camianın Kiliseye veya onun inançlarına karşı nefretinin etkisi sadece Kiliseyle sınırlı kalmamış, bütün olarak din düşüncesine yönelmiş, öyle ki bütün bilimler, metafizik felsefe, teknik veya nazarî olsun, dine karşı tavır almışlar ve onunla bütün bağlarını koparmışlardır.
Batının düşünce tarzları ve bütün bilimler, bu zehirli etkiler temeli üzerinde dine karşı bir düşmanlık, özellikle İslama karşı daha büyük bir düşmanlık sahibi olmuştur. İslama karşı bu düşmanlık özellikle dile getirilmiştir. Bu derin nefretin bir sonucu olarak, önce İslâm İnancının temellerini sarsmak ve daha sonra yavaş yavaş müslüman toplum yapısını tahrip etmek hedeflenmiştir.
Bu yüzden İslâmiyet ile ilgili araştırmalarda Batının bakış açısına ve araştırma verilerine güvenmek, teslimiyetçi bir gaflet olur. Bundan dolayı, günümüzda içinde bulunduğumuz şartlar karşısında Batıdan almak zorunda olduğumuz bilimsel ve teknolojik konuları bile aralarına felsefî bir yorum katılmış olabileceğini düşünerek ihtiyatlı olmamız gerekir. Çünkü araya karıştırılan bu zararlı unsurlar şenel olarak din düşüncesine, özellikle İslâm düşüncesine kökten düşmandırlar. Onların en ufak bir tesiri, İslâm'ın temiz pınarını bulandırmaya yetebilir." (Seyyid Kutub, Milestones).