Siret Ansiklopedisi
Pages: 1
Pratik Seviyede By: saniyenur Date: 02 Aðustos 2012, 16:09:39
Pratik Seviyede

Bu hükümlere dayalý olarak Peygamber Hz. Muhammed insanlýk tarihindeki ilk dinler arasý sosyal düzeni kurmuþtur. 622 yýlýnýn Temmuz'unda þehrin bütün yerlilerini de be­raberinde götürerek Medine'ye varmýþ ve þeh­rin havalisini de içine alacak þekilde Ýslâm Devleti'ni ve anayasasýný teþekkül ettirmiþti. Bu olay, Ýslâm'ýn diðer dinlerle ve gayri müs-limlerin Müslümanlarla bütün zaman ve mekanlardaki iliþkileri açýsýndan çok önemli­dir. Hz. Peygamber'in 10/632'de vefatýn­dan dört yýl sonra ikinci halife Ömer b. Hattab, bu birliðin kuruluþunun Ýslâm takviminin baþlangýcý olarak kabul edilmesini istedi. Çünkü bu olay Ýslâm tarihinin gerçek baþlangýcýydý ("Medine Sözleþmesi" metninin Türk­çe çevirisi için bkz. Dr. Abidin Sönmez, Rasûlullah'in Diplomatik Münasebetleri, Ýnkýlâb Yayýnlarý, Ýst. 1984).

Bu birlik, Hz. Peygamber ile Müslümanlar ve Yahudiler arasýnda bir anlaþma saðlýyordu. Bu anlaþma, Araplarýn kendilerini tarifte kul­landýklarý ve toplumun yönetim þekli olan ka­bile sistemini ortadan kaldýrdý. Buna göre, Araplar Ýslâm tarafýndan isimlendirilmeli, ferdî ve toplumsal hayatlarý Ýslâm hukuku olan þeriat tarafýndan yönetilmeliydi. Eski ka­bile baðlýlýklarý, kabile münasebetleri yoluyla, her müslümam bütün diðer müslümanlara baðlayan yeni bir sosyal baðýn ortaya çýkma­sýna, ümmet'in oluþmasýna yol açtý. Ümmet, parçalan bir arada duran ve bir diðerini koru­yan organik bir gövdedir. Þahsî, karþýlýklý ve kollektif sorumluluklarýn hepsi kanun tarafýn­dan belirlenmiþtir. Peygamber, onun baþýn­daki siyasî ve meþru otorite olmalýdýr; yaþadý­ðý sürece de böyle olmuþtur. Vefatýndan sonra sahabîleri bu siyasî otoriteyi ele almýþlar, fa­kat meþru otorite kuralýnýn yorumu, yenilen­mesi ve geniþletilmesi için bir metodoloji ge­liþtirmiþ olan hukukçulara geçmiþtir.

Yahudi Ümmeti: Peygamber'in Ýslâm Devleti'ni nasýl kurduðunu ve buna Arabis­tan'ýn Yahudi ve Hrristiyanlanný nasýl kattýðý­ný daha önce gördük. Burada Müslüman ol­mayanlarýn Ýslâm toplumu içindeki statüleriy­le ilgili özellikleri hatýrlamak yeterli olacak­týr. Medine'de, Müslüman ümmetinin yanýsýra bir Yahudi ümmeti de bulunmaktaydý. Arap Evs ve Hazrec kabilelerinin eski kabile sada­katleri yerini Musevilik baðlarýna býrakmýþtý. Vatandaþlýklarýný þu ya da bu Arap kabilesine bir baðlýlýk þeklinde kabul etmeyip bunu bir Yahudilik fonksiyonu olarak görüyorlardý. Hayatlarý Yahudi müesseseleri çerçevesinde þekillendirilmekte ve vahyedilmiþ hükümleri olan Tevrat tarafýndan yönetilmekteydi. Siyasî otorite kollektif olarak Yahudilere ve­rilmiþ ve meþru otorite de hahamlýk müesse­sesine býrakýlmýþtý. Yahudi ve Müslüman ümmetlerinin ikisini de içine alan üçüncü bir or­ganizasyon "ümmet" ya da "Devlet-i Ýslâmiyye" idi. Bunun amacý devletin korun­masý, dýþ iliþkilerin düzenlenmesi ve Ýslâm'ýn evrensel misyonunun yerine getirilmesiydi. Devlet savaþ veya barýþ için Müslümanlarý hizmetlerinde görevlendirebilirdi. Fakat Ya­hudileri görevlendiremezdi. Bununla birlikte, eðer Yahudiler isterlerse bu görevler için gö­nüllü olabilirlerdi. Müslüman ve Yahudi üm­meti hiçbir yabancý güçle iliþki kurmakta ser­best deðildi. Baþka bir devlete veya yabancý bir güce savaþ veya barýþ ilân etmek Ýslâm Devleti'nin kendine has göreviydi. Medine Yahudileri bu anlaþmayý Peygamber ve onun sahabîleriyle serbest iradeleriyle yap­mýþlardý. Yeni yapý, statülerine zarar vermekT sizin onlarý kabile üyeliðinden devletim meþru vatandaþlarý seviyesine çýkarmýþtý. Tarih bo­yunca bütün Ýslâm devletlerinde, Ýslâm huku­kunun geçerli olduðu her yerde Yahudiler bu statülerini kaybetmediler. Sosyal mevkilerine dokunulamaz ya da bu statüleri redÝediîe-mezdi. Çünkü bu, Peygamber Munammed tarafýndan takdir edilmiþti. Yahudiler statüle­rini istismarla bir ihanette bulunduklarýnda dahi Müslümanlar bu statünün dinî kýdsiyeti nedeniyle onu muhafazaya devam ettiler. Ýslâm Devleti bir çok Yahudinin yaþadýðý Ku­zey Arabistan, Filistin. Ürdün, Suriye, Ýran ve Mýsýr'ý da içine alacak þekilde geniþlediðinde onlar da doðrudan doðruya Ýslâm Devleti'nin meþru vatandaþlarý olarak kabul gordübr. Bu, takip eden yüzyýllar boyunca Müslümm-Ya­hudi iliþkilerini karakterize eden intibaý ve iþ­birliðini açýklamaktadýr.

M.Ö. 586'dakÝ Babil istilasýndan beri tarihte ilk kez Yahudiler, Ýslâm Devleti'nin vatandaþ­larý olarak bulunduklarý devletin geçerli ka­nunlarý tarafýndan desteklenerek hayalarýný meþru bir þekilde Tevrat'a dayandýrabliyorlardý. Yahudi olmayan bir devlet ilk k;z gü­cünü haham müessesesinin emrine veri'ordu. Ýlk kez devlet, Yahudiliðin himayesi mesuliyetini kabul ediyor, kendisini Yahudi oIsun-olmasýn düþmanlarýna karþý Yahudileri korumak üzere gücünü kullanmaya hazýr ilân edi­yordu. Yüzyýllar süren Yunan, Roma ve Bi­zans (Hýristiyan) baský ve zulmünden sonra Yakýn Doðu'nun, Kuzey Afrika'nýn, Ýspanya ve Ýran'ýn Yahudileri Ýslâm Devleti'ni bir kur­tarýcý olarak görmekteydiler. Bir çoðu, fetih­lerde Ýslâm ordularýna yardýmcý oldular ve Ýslâm Devleti yönetimiyle istekli bir iþbirliði­ne giriþtiler. Bu iþbirliði, Arap ve Ýslâm kültü­rüne doðru bir kültür deðiþimi baþlattý ve Ya­hudi sanatýnda, yazýsýnda, iliminde ve týbbýn da göz kamaþtýrýcý bir geliþime yol açtý. Bu durum Yahudilere refah ve deðer kazandýrdý. Bazýlarý vezir ve halifelere danýþman oldular. Gerçekten de Musevilik ve onun Ýbrani diÝi Ýslâm'ýn kanadý altýnda "Altýn Çað"ýný yaþadý. Ýbranice ilk gramerini kazandý, Tevrat hukuk ilmine sahip oldu, Ýbrani harfleri lirik man­zum yapýlarýný kazandýlar ve Ýbrani felsefesi de ilk Aristocusunu buldu. Bu bilgin ve filo­zof, ilk olarak Arapça ifade edilen onüç öner­mesi ile Yahudi itikadýný ve kimliðini taným­layan Musa b. Meymun (Maimonides) idi. Musevilik, "Sufi" düþüncesiyle Avrupa'daki Yahudilere uzlaþma ve iç barýþ getiren Ýbni Gabirol adýndaki ilk mistik düþünürünü de or­taya çýkardý. III. Abdurrahman'ýn idaresindeki Kurtuba'da hükümdarýn dýþiþleri ve maliye konularýnda baþmüþaviri olan Yahudi Hasday b. Þaprut, Katolik Kilisesinin bile bir araya getiremediði Hýristiyan hükümdarlarý arasýn­da bir uzlaþmaya varýlmasýný saðladý. Bütün bunlar mümkün olabilmiþti, çünkü Kur'ân'da ifadesini bulan Ýslâmî bir prensip Tevrat'ý va­hiy ve Museviliði de Allah'ýn dini olarak gö­rüyordu.

Hýristiyan Ümmeti: 8/630'da Mekke'nin Müslüman kuvvetler tarafýndan fethinden ký­sa bir süre sonra Yemen'deki Necran Hýristi-yanlan Medine'deki Peygamber'e þeflerden oluþan bir elçi heyeti gönderdiler. Amaçlan Ýslâm Devleti karþýsýnda kendi konumlarýna ve Ýslâm Devleti ile aralarýndaki münasebete bir açýklýk kazandýrmaktý. Mekke'nin fethi, islâm Devleti'ni bölgede dikkate alýnmasý ge­reken bir güç hâline getirmiþti. Hz. Peygamber delegeleri misafirleri olarak evinde ka­bul etti, mescidinde aðýrladý. Onlara Ýslâm'ý açýkladý ve inancýna davet etti. Bazýlarý kabul ederek hemen Müslüman ümmetin mensubu oldular. Diðerleri ise kabul etmediler. Hýristi­yan kalmayý ve Ýslâm Devleti'nde Hýristiyan olarak yer almayý tercih ettiler. Hz. Peygam­ber, Ýslâm Devleti'nin dahilindeki Yahudi ve Müslüman umam'm (ümmet'in çoðulu) yanýn­da bir de Hýristiyan ümmet oluþturdu. Onlarla birlikte sahabîlerinden Ebû Ubeyde'yi Ýslâm Devleti'ni temsil etmek üzere gönderdi. Bu Hýristiyanlarýn hepsi de Hz. Ömer'in hilâfeti zamanýnda Müslüman oldular (2-14/624-636).

Savaþ alanlarýnda Müslümanlar tarafýndan ye­nilgiye uðratýlan Bizanslýlar, Bereketli Hilâl dahilindeki topraklarýný yerlilere terk ettiler. Müslümanlarý ve onlarýn Hýristiyanlýða karþý tavrýný duymuþ olan Kudüs patriði þehrin anahtarlarýný halifeye teslim etmek istedi. Hz. Ömer Kudüs'e geldiðinde Müslüman hoþgö­rüsünün, sosyal ve kültürel seviyelerde oldu­ðu kadar dinî bir yaklaþýmýn da Örneði olarak patrikle aþaðýdaki anlaþmayý imzaladý:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ýn adýyla.

Allah'ýn kulu ve mü'minlerin emîri Ömer tarafýndan Ýlya (Kudüs) halkýna verilen amannâmedir. Emir'ül-Mü'minîn hasta olsun, sýhhatte bulunsun bütün halkýn mal ve canlarýnýn korunacaðýný garanti eder. Ayný zamanda ibadet yerlerine, haçlarýna ve dinlerine dokunulmayacaðýný temin eder. Halkýn kiliseleri tahrip edilemeye­ceði gibi mesken hâline de getirilemeye­cektir. Eskiden sahip olduklarý haklar ay­nen muhafaza edilecektir. Ne mâlik ol­duklarý þeylere bir halel gelecek ve ne de mezhepleri hususunda onlara bir baský yapýlacaktýr. Ýçlerinden hiçbir kimse hiç­bir þekilde zarar görmeyecektir. Ýlya'da hiçbir Yahudinin onlarla birlikte yaþama­sýna izin verilmeyecektir. Ýlyâ halkýna dü­þen görev Medain (Ýran)lilerin yaptýðý gi­bi cizyeyi ödemek, ayný zamanda da içlerinden Bizans ordusu mensuplarýný ve soyguncularý tahliye etmektir. Ýlya'yý bu þekilde terk edenlerin kendileri ve mallarý gidecekleri yere kadar teminat altýndadýr. Burada,kalmaya karar verenlere de ayný þekilde davranýlacak, haklarýný ve cizyeyi Ýlyalýlarla paylaþacaklardýr. Ayný kural diðer insanlara olduðu gibi Ýlya sakinleri Ýçin de geçerlidir. Herkes Bizanslýlarla gidebilir, îlya'da kalabilir veya kendi ül­kesine dönebilir. Bunun için mahsuller hasat edilene kadar vakit verilmiþtir. Al­lah, Peygamberi, sahabîleri ve mü'minler bu anlaþmaya þahitlik ederler.

Ýmza: Ömer b. Hattab

Þahitler: Halid b. Velid, Amr b. As, Ab-durrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebû Süfyan

Yürürlüðe girdiði tarih, Hicrî 15." (A. Duncan, The Noble Sanctuary, sh. 22).

Ýslâm Devleti içindeki Hýristiyan ümmeti, sý­nýrlarýn kuzey ve batýya geniþlemesiyle büyü­meye devam etti. Gerçekte Hicret'ten sonraki birinci yüzyýlýn büyük bölümünde Ýslâm Devleti'nin vatandaþlarýnýn çoðunluðu Hýristiyan Roma ya da Yunan Bizans hakimiyeti altýnda sahip olamadýklarý saygý, serbestiyet ve yeni bir þerefi yaþayan Hýristiyanlardý. Bu her iki güç de emperyalist ve ýrkçýydý. Yakýn Doðu bölgelerini kolonileþtirmiþler ve Romalý ya da Yunan olmayan yerlilerini baský altýna almýþ­lardý. Ýslâm yönetimi altýnda ise, Hýristiyanlar yüzyýllar boyunca barýþ içinde yaþadýlar ve zenginleþtiler. Bu dönem boyunca Ýslâm Dev­leti âdil olanlarýn yanýnda baskýcý sultan ve halifeler de gördü. Hýristiyan varlýðýný orta­dan kaldýrmak Ýslâmî düþüncenin bir parçasý olsaydý bu hiç sezdirilmeden kolaylýkla ger­çekleþtirilebilirdi. Fakat bu varlýðý koruyan, Ýslâm'ýn Hz. Ýsa'ya Allah'ýn peygamberi, kita­bý Ýncil'e de ona indirilen vahiy olarak saygý duymasý ve onlan böylece kabul etmesidir.

Ayný durum, Ýlk Müslüman muhacirleri Mek­ke'nin gazabýndan koruyan komþu Hýristiyan devlet Habeþistan için de geçerlidir. Ýslâm'ýn ilk yýllarýnda Mekke'nin baskýsý, sahabîleri için dayanýlmaz hâle geldiðinde Peygamber, Ýsa'nýn takipçilerinin güzel ahlâklý, yar­dýmsever, dost ve Allah'a ibadeti teþvik eden kimseler olduklarýndan emin olarak sahabele­rine Habeþistan'a sýðýnmalarýný emretmiþti. Onlara olan yüksek güveni boþa çýkmamýþtý. Hýristiyan hükümdar, Müslüman muhacirlerin iade edilmesini isteyen Mekkelileri reddetmiþ ve Kur'ân'ýn Ýsa'nýn peygamberliðini, Mer­yem'in günahsýzlýðýný ve Allah'ýn birliðini ka­bul etmesini Övmüþtü. Habeþistan, Hz. Pey­gamber zamanýnda Ýslâm devletiyle bir barýþ ve dostluk anlaþmasý imzaladý. Bunun sonu­cunda Ýslâm Devleti'nin geniþleyen sýnýrlan hiçbir zaman Habeþistan'ý içine almadý.

Ýslâm'ýn kýlýç zoruyla yayýldýðý iddiasý kadar gerçekten uzak ve gayri müslimlerle Müslü­manlarýn iliþkilerine muhalif baþka bir þey yoktur. Müslümanlar için, bir baþkasýný Müs­lüman olmaya zorlamak kadar utanç verici bir þey olamazdý ve hâlen de olamaz. Daha önce belirtildiði gibi Müslümanlýk böyle bir davra­nýþý günah olarak kýnayan ilk din olmuþtur. Bu noktada koloni günlerinde Hindistan Hü­kümeti hizmetinde çalýþan bir Ýngiliz misyo­neri Thomas Arnold'un yazdýklanna bir göz atalým:

"... ne gayri müslimleri düzensiz bir þe­kil altýnda Müslüman olmaya zorlamak teþebbüslerine dair, ne de Hýristiyanlýðý ortadan kaldýrmak için mezalim yapýldýðý hakkýnda hiçbir þey iþitilmemiþtir. Eðer halifeler bu iki þýk ihtidadan birisinin tat­bikine izin vermiþ olsalardý; Ferdinand ve Ýzabella'nýn Ýspanya'dan Ýslâmiyeti söküp attýklan ve XIV. Louis'nin Fransa'da pro-testanlýðý bir cinayet saydýrdýðý ve Yahu­dilerin 350 yýl süreyle Ýngiltere içine so­kulmadýklarý kadar bir kolaylýkla da Hý­ristiyanlýðý ülkelerinden söküp atabilirler­di. Asya'daki Doðu Kilisesi, Hýristiyanlýk dünyasýnýn diðer bütün bölgeleri ile müþ­terek dinî faaliyetten yüz çevirmiþ bir hâlde bulunduðundan, kendisini dinsiz topluluklardan sayan Hýristiyanlýk dünya­sýnýn adý geçen kýsýmlarýna yardým için hiçbir teþebbüs de yapýlamazdý. Böylece, günümüze kadar Doðu kiliselerinin fiilen varlýklarýný sürdürmeleri, Muhammed'i takip eden yönetimlerin Hýristiyanlar kar­þýsýnda müsamahalý bir idare tarzý göster­diklerinin kuvvetli delillerindendir." (T. Arnold, Preaching of islam, sh. 80).

Ýnanmayan topluluklara gösterilen müsamaha açýsýndan diðer dinlerin tarihleriyle karþýlaþtý­rýldýðýnda Ýslâm tarihi kategorik olarak bir farklýlýk gösterir. Þans eseri, Müslüman yayýl­masýnýn o günlerinden birçok þahidin kayýtla­rý elimizdedir. Bu þahitlere meseleyi kökün­den halletmek için bize yeterli bilgi kazandýr­dýklarý için minnettarýz. Antakya'nýn Yakubî patriði Büyük Mihail onikinci yüzyýlýn son yansýnda þöyle yazmaktadýr: "... hâkim ol­duklarý memleketlerin her tarafýnda kiliseleri­mizi yaðma ederek bizi merhametsizce itham eden Romalýlarýn kötülüklerine þâhid olan Yüce Allah'ýn intikamý, güney taraflarýndan Ýsmail'in oðullarýný -Romalýlarýn ellerinden bizi kurtarmak üzere- celbetti (Arnold, a.g.e., sh. 55). Barhebraeus, Ýslâm lehinde ayný dere­cede þahitlik eden baþka bir yazýnýn müellifi­dir (G. Barhebreaus, Chronicon Eccîesiasti-cum, sh. 474). 1300 yýllarýnda Müslüman do­ðuyu ziyaret eden Floransa'h bir DominÝkan keþiþi olan Ricoldus de Monte Crucis, Hiristi-yanlara karþý ayný derecede bir toleransýn, hatta dostluðun açýk þahitliðini yapmaktadýr. O zaman Hýristiyanlar, Müslümanlar bu kadar toleranslý idiyseler, niçin dindaþlarýnýn mil­yonlar hâlinde Ýslâm'a girdiklerini ýsrarla sor-maktalar. Muhtediler arasýnda Araplar çok küçük bir grubu oluþturmaktaydýlar. Geri ka­laný Helenler, Ýranlýlar, Mýsýrlýlar, Krenaikalý-lar, Berberiler, Kýbrýslýlar ve Kafkasyalýlardý.

Thomas Amold Preaching of Ýslam [Ýslâm'ýn Öðütleri] kitabýnda ayný konuda, Müslüman­lara yöneltilecek misyon hakkýnda 7 Ekim 1887'de Wolverhampton (Ýngiltere)'da toplanan Kiliseler Kongresi'ne sunulan bir tebliði aktarmaktadýr. Teblið sahibi, Hýristiyan mis­yoner liderlerinden -Anglikan Kilisesinden-Canon Taylor'dur.

Bu reformize edilmiþ Musevîliðin [!] Afrika ve Asya'ya neden bu kadar süratli yayýldýðýný anlamak kolaydýr. Suriyeli ve Afrikalý âlimler Hýristiyanlýk dini yerine, anlaþýlmasý zor ve tabiatüstü bir takým kaideler koydular. Ve za­manlarýnýn çok bozuk olan ahlâký ile bir mü­cadele çâresi olarak bekâr kalmayý ileri sür­düler. Mukaddes olmanýn yolu dünyadan el etek çekmekti. Manastýrlarda vakit geçirme­nin en mümeyyiz vasfý ise pislik içinde yüz­mekti. Halk ise âdeta bir alay þehid'e, azizle­re, meleklere tapan müþrikler gibi idi. Bunla­rýn yüksek tabakalarý bozuk ahlâklý ve hilekâr, orta hallileri vergiler altýnda ezilmiþ bir hâlde bulunuyordu. Esirler ise o andaki durumlarý ve istikbâlleri için bir kurtulma ümidinden mahrum idiler. Allah tarafýndan gönderilmiþ bir temizleme vasýtasý gibi Ýslâmiyet geldi ve o bâtýl itikatlarý süpürüp at­tý. Bu durum, o sonu gelmeyen boþ ilahiyat tartýþmalarýna karþý bir isyandan ibaretti. Bekârlýðý, muttakîliðin bir tacý gibi yüksekte tutmaya karþý, mertçe bir protesto idi. Ýslâmiyet, dine esas olan akideyi yani Allah'ýn birliðini ve azametini ortaya koydu. Âdil ve rahim olan Cenab-ý Hakk'ýn iradesine teslim olmayý, nefsin mesuliyetini, kýyamet ve hesap günü ile dalâlette kalmanýn þiddetle cezalan­dýrýlacaðýný bildirdi. Namaz kýlmak, oruç tut­mak ve hayýr iþlemek gibi vazifeler tayin etti. Gerçek ve içten olmayan yapmacýk faziletleri, din adýna yapýlan hile ve hafiflikleri, çeþitli yollara tevil edilebilen ahlâkî duygulan ve akaid üzerine tartýþma yapanlarýn birbirini tutmayan sözlerini bir tarafa attý. Esirlere hürriyet ümidi, insanlýða kardeþlik duygulan aþý­ladý ve insan tabiatýnýn esas hakikatlerini tas­dik etmiþ oldu." (Arnold, Preaching of islam, sh. 71-7.2)

Diðer Dinlerin Ümmetleri: Ýran in Arabis­tan'a saldýrýsý sonucunda arkada bazý Ýranlýlar ve çok az olmakla birlikte Zerdüþt dinine gir­miþ bazý Araplar kaldýlar. Bunlarýn daha fazla sayýda olanlarý Ýran ve Bizans arasýndaki tam­pon sýnýr bölgesinde ve Dicle ve Fýrat'ýn bir­leþtiði alt bölgede Arabistan ve Ýran'ýn birara-ya geldikleri Þatt'ül Arab'da yaþýyorlardý. Arabistan'daki Ýran Zerdüþtlerinin en önemli­lerinden biri Hicret'ten önce Müslüman olan ve Peygamber'in meþhur sahabilerinden biri olan Selmân-ý Fârisî idi. Bazý hadislere göre Arabistan'ýn kabile ve bölgelerinin Ýslâm Devleti'ne baðlýlýklarýný bildirmek için Medi­ne'ye elçiler gönderdikleri "Heyetler Yýlý"nda (8-9/630-631) Peygamber'in kendisi Ýslâm Devleti içindeki Zerdüþtleri ayrý bir ümmet olarak kabul etti. Bundan kýsa bir süre sonra Ýslâm Devleti Ýran'ý fethetti ve oradaki mil­yonlarý vatandaþlýðýna aldý. Müslüman olmayý seçenler Müslüman ümmetine katýldý, Zerdüþt olarak kalmayý seçen diðerleri ise anayasa ta­rafýndan Yahudilere verilen imtiyaz ve görev­lere tâbi oldular. Peygamber bu kurallarý anayasanýn yürürlüðe girmesinden sekiz yýl sonra zaten Hýristiyanlar için geniþletmiþti. Eðer Peygamber @'in kendisi tarafýndan daha önce yapýlmadýysa bile Ýran'ýn fethinden he­men sonra sahabileri tarafýndan 14/636'da bu kurallar Zerdüþtleri de içine alacak þekilde geniþletildi.

Muhammed b. Kasým tarafýndan 91/711 'de Hindistan'ýn fethinden sonra Müslümanlar ye­ni dinlerle karþýlaþtýlar. Bunlar Budizm ve Hinduizm'dÝ. Her iki dinin mensuplarý da Müslümanlar tarafýndan fethedilerek Ýslâm Devleti'ne baðlanan SÝnd ve Pencab'ta mev­cuttular. Muhammed b. Kasým Þam'daki hali­feye Hindulara ve Budistlere nasýl davranma­sý gerektiðini sordu. Onlar putlara tapýyor görünüyordular ve doktrinleri Ýslâm'dan en uzak noktadaydý. Kurucularý Müslümanlar tarafýn­dan hiç duyulmamýþlardý. Halife bir ulemâ meclisinin toplanmasýný ve yöneticinin gön­derdiði rapora dayanýlarak bir karar verilme­sini istedi. Karar, Hindularýn ve Budistlerin Ýslâm DevletÝ'yle savaþmadýklarý ve cizye'yi veya vergiyi Ödedikleri sürece "tanrýlarýna ibadet etmekte" istedikleri gibi serbest olma­larý gerektiði, ibadethanelerini koruyabilecek­leri ve hayatlarýný inançlarýnýn gereklerine gö­re sürdürebilecekleri yolundaydý. Böylece, Yahudilerin ve Hýristiyanlarýn sahip olduklarý ayný statü onlara da tanýnmýþ oluyordu (M. Ebu Bekir el-Kûfî, Þahnâme: Tarih-i Hind ve Sind).

Böylelikle Ýslâm'ý ve Ýslâm Devleti'nin diðer dinlerle ve bu dinlerin mensuplarýyla iliþkile­rini düzenleyen kurallar belirlenmiþti. Bu ku­rallar Peygamber'in saðlýðýnda ve ondan hemen sonra Ýslâm Devleti bu dinlerle iliþki­ye girdikçe düzenlendi. Zaman içinde þeriat ortaya çýktýðýnda Müslüman olan ve olmayan vatandaþlarýn statüleri, haklarý ve yükümlü­lükleri zaten bu kurallarýn içindeydi. Birçok yerde 1400 yýl veya Ýslâm'ýn daba geç oraya ulaþmasý ya da sömürge yönetimlerince em­poze edilen Batý kanunlarý nedeniyle daha az bir süre boyunca þeriat Müslümanlarla gayri müslimler arasýndaki iliþkileri baþarýyla yön­lendirdi. Bu da, Müslüman olmayanlarýn kendilerini idâme edebilecekleri -böylelikle Müs­lüman dünyasýnda devamlý bir varlýk elde edebilecekleri- ve kendi inançlarý tarafýndan tanýmlanan bir mutluluk kazanabilecekleri ge­çici bir anlaþma ortaya çýkardý. Ýslâm Devle­ti'nin atmosferi dine karþý hürmetle ve þerefle, takva ve faziletle doluydu. Dinî iddialarýn doðruluðuyla ilgili þüpheciliðin ve kinizmin doðurduðu son zamanlarýn toleransý ve dinî deðerlere aldýrmazlýk ise bunun tam tersidir. Ýslâm þeriatý aksi halde millet (dinî topluluk­lar) sistemi ya da Zimmet veya Zimmý (hâmisi yani garantörü Allah olan barýþ anlaþ­masý) sistemi olarak bilinir. Müslüman dün­yasýnda kötü idarecilerin var olduðu reddedi­lemez. Ve bunlarýn olduðu yerlerde hem Müslümanlar hem de gayri müslimler eziyet çekmiþlerdir. Bununla birlikte, Ýslâm tarihinin hiçbir yerinde inançlarýna baðlýlýklarýndan do­layý hiçbir gayrimüslim herhangi bir takibata ya da zulme mâruz kalmamýþtýr. Onlarý koru­yan hukuk sistemi, Müslümanlara Allah'tan gelen ve O'nun korumasý altýndaki bir yasa olarak kabul edilir.

Hz. Peygamber daha önce uyarmýþtýr: "Kim bir zýmmi'ye (Ýslâm Devleti'nin himayesinde ve tâbiiyetinde olan gayri müslimi) baský ve zulüm uygularsa Hesap Günü'nde elim iki ya­kasýnda olacaktýr."

Ýslâm'dan baþka hiçbir din ya da sistem dinî azýnlýklarý hiçbir zaman daha iyi bir bakýþla deðerlendirip onlarý her iki tarafa da en az za­rar verecek þekilde çoðunluðun akýþýna uy­durmamýþ, ya da onlara Ýslâm'ýn yaptýðý gibi adalet ve güzellikle davranmamýþtýr. Haddi zâtýnda bunu hiçbiri baþaramazdý.

Ýslâm, baþka hiçbir dinin veya sosyal sistemin çözemediði bir alanda baþarýya ulaþmýþ, eþsiz tatbikatýný göstermiþtir. Çünkü Ýlâhî öðretisi Allah'ýn Hak ve Tek olduðunu, her insanýn Ýslâm fýtratý üzerine doðduðunu söyler. Bu da bütün dinlerin, hanif geleneðinin, Sâbi'liðin, Yahudiliðin ve Hýristiyanlýðýn temel esasýdýr.

Millî bir devlet olmaktan öte, Ýslâm Devleti, içinde ister bir milletten ya da birçok millet­lerden olsun birçok dinî topluluðun barýþ için­de bir arada yaþadýðý bir dünya düzenidir. Her dinî grubun meþruiyetini kabul eden evrensel bir Pax Islamica'âa ve her birine kendi haya­týný kendi dinî esaslarýna göre düzenleme hak­ký verir.

Milletler Cemiyeti'nden ve Birleþmiþ Milletler'den üstündür, çünkü üyelik prensibi olarak millî egemenlik yerine dinî kimlik prensibini gözönüne almýþtýr. Anayasasý herkes için ge­çerli olan ilâhî hükümlerdir, ve ona ister Müslüman ister gayrimüslim, herhangi biri tara­fýndan bir Müslüman mahkemesinde müraca­at edilebilir (Ý. Râci ve L. Lâmia el-Farukî, Ýslâm Kültür Atlasý, çev. M. Okan ve Zerrin Kibaroðlu, Ýnkýlâb Yayýnlarý, Ýstanbul 1991, sh. 213-224).




radyobeyan