> Forum > ๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Nedir ?  > Sizden Gelenler (Tasavvuf)  > Sohbet ve Musahabe
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Sohbet ve Musahabe  (Okunma Sayısı 1611 defa)
13 Ekim 2009, 13:30:13
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 13 Ekim 2009, 13:30:13 »



SOHBET VE MUSÂHABE

Sohbet; Cenab-ı Hakk'a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, bir insanın kendisine karşı duyulan hüsn-ü zannı. gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mülahazasıyla oturup-kalkmaya denir ki; Yunus da "Asayiş kılan cânı evliya sohbetidir" diyerek, işte böyle yüksek hedefli musâhabenin hayatiyetini vurgulamak ister.

Sofiyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu: sohbet de. zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama halidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir "insibağ" sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zâtın mertebesiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu, câmiiyyeti itibariyle hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil ma'nâdadır ve " Sen, Allah'ın boyasıyla boyan ve O'nun verdiği rengi tam al: (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?" hakîkatının aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O'nun metbûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zılliyet mahiyetinde diğer bütün dâvâ-i nübüvvet ve dâvâ-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve ahz ü atâda tamamen kabiliyetlere göre cereyan eder:

"Herkesin istidadına vabestedir asar-ı feyzi,

Ebr-i nisandan ef'i sem, sadef dürdane kapar." (Mîrî)

Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hakk rızasını aramak ve Hakk'ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulunmak: sohbet ise. gönül kapılarını ardına kadar ilâhî vâridât ve mevhibelere açık tutarak, bir Hakk dostuna mülâzemette bulunup, onun Hakk tecellilerine açık o zengin atmosferini paylaşmak demektir. Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikaların üveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkez noktayı tutan zatın bir tek nazan -bu konu, Nazar başlığıyla ayrıca tahlil edilecektir- müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemâle çıkarmasında aranmalıdır. Tabiî. kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını o Kutup Yıldızı'nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahramanlarının istidat ve performanslarının da nazardan dûr edilmemesi gerekir..

Her Hakk dostu, "Sıbğatullah"dan belli bir tasarruf mevhibesiyle şereflendirilmiştir; bu mevhibenin sınırları da. mum ışığı ölçüsündeki bir ziya ile himmet ü irfânesine iştirak eden herhangi bir Hakk erinden, kehkeşanların ışık kaynağı sayılan "Şemsuş-Şümûs"lara kadar olabildiğine geniştir. Ayrıca, daha önce de işaret edildiği gibi. bunda istidat ve kabiliyetlerin istifade ve istifâzasının sınırlayıcılığı da söz konusudur ki, bu da, evliya ve asfiyâ adedince "Sıbğatullah tecellisi ve insibağ keyfiyetinin varolduğunu gösterir." Evet, Hazret-i "Nûru'l-Envâr"a bir mir'ât-ı mücellâ olan zattan, zılliyet ve cüz'iyet planında ona düz bir ayna olmaya çalışan en küçük bir sâlike kadar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz konusudur. Asliyet ve külliyet planında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zâtın sohbet ve musâhabesi, umûmî fazilette erişilmeyen öyle bir payedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir "seyr-ü sülûk" helezonuyla kat'iyyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, "  -Allah'ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nûrumdur" diyen Hazret-i Mazhar-ı "Nûru'l-Envâr"ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci talipleri, Hakk yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızasının da en kusursuz müridleri oldukları halde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzîde topluluğa, "musâhabe kahramanları" ma"nâsına, "Ashâb" denmiştir.

Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zatın, Hazret-i Ehad ü Samed'e imanını, irfanını, O'na muhabbetini ve O'nunla münasebetini -şuuru taallûk etsin, etmesin- onun her tavrında müşahede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet planında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı görülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için söz konusudur ki, Mevlânâ'nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zâtın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek "Şemsu'ş-Şümûs"a yürüyenler, hem onun irfan deryasından istifade eder, hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibariyle, tebaiyyetin gerektirdiği edeb içinde, onun uğradığı hemen her noktaya uğrayabilirler.

Bana göre, bazı feyiz kaynaklan çevresinde halkalar teşkil ederek, belli yol ve yöntemlere bağlılık içinde değişik ad ve unvanlarla müesseseleşmeye gitmenin arkasında da bu espri olsa gerek.. evet, işte bu ma"nâ ve bu esasa binâen çok erken dönemde sofiye, Cenab-ı Feyyazla ferdî plandaki münasebetini, ötelere açık olduğuna inandığı bir heyet içinde daha da pekiştirmek niyetiyle hep tekke ve zaviyelere ya da o türden "bî-kem u keyf" Hakk'ın rasat edilebileceği nurefşân evlere koşmuş ve "Mescid-i Nebevî'deki "Suffe"nin birer gölgesi kabûl ettiği bu ışık komplekslerinde damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nûra dönüştürme yollarını araştırmışlardır. İşin temel esprisi bu olduğuna göre, böyle bir telâkkinin dinin rûhuna ters düştüğünü söylemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir anlayışın dinin rûhuna münâfî olması şöyle dursun, böyle bir yorum ve hamlede, ferdî plandaki zaaf ve boşluklara karşı, cemaat referansıyla Hakk sıyanetine sığınma söz konusudur ki, böyle bir şeyi gerçekleştiren herhangi bir fert, artık bir kafa ile değil, pek çok akılla düşünür; mensubu olduğu o heyetin gönlüyle Allah'a yönelir, sesini-soluğunu onların ah u efganıyla besleyerek, ferdî nâmelerini bir yüce koronun gür sadâsı haline getirebilir ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle, o insan, "iştirak-i a'mâl-i uhreviye"ye ait tasavvurlarıyla, ibadet ü tâatında bir aşkınlığa ulaşabilir.

Evet. aynı ruh. aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkure etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk'a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikir ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertler ve en kâmil insanlar bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir. Evet. sohbetin nûrânî atmosferinde ifade de-istifade de, ifâza da-istifâza da. hissettirme de-hisset-me de, hep farklı buudlarda cereyan eder ve her şey, ferdîlikteki riyâzîliğe mukabil, hendesî açılıma bağlı gerçekleşir.

Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın ma'rifet ufkuna ulaştırılması, ma'rifetin "yakîn"inn değişik mertebeleri sürecine bağlanması, hakîkat-ı Ahmediye vesayetinde kaib ve rûhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşa ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikir ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatini ortaya koymaktır, Bu türlü mevhibelere mazhariyet umûmiyet itibariyle Hazret-i Rûh-u Seyyidü'l-Enâm'ın risâlet ve siyâdetine baktığından, dahası, bu siyâdet ve risâletin şâhitleri ve bürhanları olduklarından, zılliyet planındaki memerri olmaktan daha çok, asliyyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hazret-i Sahib-i Kur'ân'ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, muvakkat mümessillerin mahviyet ve tevazularına, ayrıca "nefs-i emmâre"den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, sohbet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmârelerinden bütün bütün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve heveslerinin yerine Hakk rızâsını tam ikame edememiş iseler, değişik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendilerinden bilme gafletine düşerek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü incizâblara memerr iseler -bilhassa mazhar demiyorum- şatahât vâdilerine yuvarlanarak, başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu iken, üst üste hasaretler yaşayabilirler.

Evet, seyahat ve musâhabeleri Hazret-i Rûh-u Seyyidui-Enâm'ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin rûhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer lâubalîliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hattâ bazen, velâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir.. dolayısıyla da, pirlerinin, pîr-i müganlarının söz, sistem ve vaz' ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdabına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Velayeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakîkî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan Sahâbe'den üstün görme tavırlarından söz etmeyi zâid görüyorum...

Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede -daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte- cereyan ediyorsa -ki. günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür- sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsânîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş: gelip, onun o nur ufkuna nefsânî incizablar oturmuş.. "Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş; / Şirin erler, zîr u türaba yatmış; / Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş; / Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!" (M. Lütfi) demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakîkata ve hakikat-ı Ahmediye (s.a.s)'ye ulaştırmasından da asla söz edilemez.

Doğrusu, düşünülen konuşulan şeyler itibariyle kahvehânelerdeki sohbetleri ha...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Sohbet ve Musahabe
« Posted on: 02 Mayıs 2024, 05:19:09 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Sohbet ve Musahabe rüya tabiri,Sohbet ve Musahabe mekke canlı, Sohbet ve Musahabe kabe canlı yayın, Sohbet ve Musahabe Üç boyutlu kuran oku Sohbet ve Musahabe kuran ı kerim, Sohbet ve Musahabe peygamber kıssaları,Sohbet ve Musahabe ilitam ders soruları, Sohbet ve Musahabeönlisans arapça,
Logged
19 Kasım 2011, 18:58:14
muhsin iyi

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 87


« Yanıtla #1 : 19 Kasım 2011, 18:58:14 »

Murakabe, Murakabe Nedir? Murakabe Nasıl Yapılır?
Varlık âleminde Allah’ın isim ve sıfatlarını görmeye ve üzerinde düşünmeye tefekkür, yapılan günahlar ve iyilikler üzerinde düşünmeye ve günahlara tövbe, güzel amellere şükretmeye muhasebe denir.

Murakabe, kulun Allahın kendisini gözetlediğinin şuurunda olduğunun çabasıdır. Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir. Bu hadis-i şeriflerde de yasaklanmıştır.  Ama kulun Allah’ın (c.c.) kendisini gözetlediğini düşünmesi büyük bir ibadettir. Buna ihsan hali de denir. Tasavvufun gayesi bu ihsan halini meleke yapmaktır.

Bilindiği üzere ihsan, meşhur Cibril hadisinde çok güzel tanımlanmıştır. Hz. Cebrail Aleyhisselam insan kılığında bir gün Mescid-i Nebevi’ye gelerek peygamberimize (s.a.s) bazı sorular sormuş, sonra da verilen cevapları ‘Doğrudur.’ diye bizzat kendisi tasdik etmiştir. Bu durum orada hazır bulunan sahabelerin de dikkatini çekmiştir. En son olarak peygambere (s.a.s) sorduğu ‘ İhsan nedir?’ sorusuna şöyle yanıt almıştır: İhsan, senin Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen Allah’ı görmesen de Allah seni görmektedir. İşte murakabenin de amacı bu ihsan halini yakalamaktır. Namazda huşuyu temin için belirtilen huzur hali, yani Allahın (c.c.) karşısında ibadet etme duygusunu yaşatan hal, murakabenin de ta kendisidir. Murakabe namaz dışındaki vakitleri de namaz gibi büyük bir ibadete dönüştürür. Günlük beş vakit namaz, murakabenin yanında sanki arabanın kontak anahtarını çevirmek gibidir. Namaz dışındaki diğer zamanlar için yapılan murakabe ise arabanın hedefe doğru hareket etmesine benzer. Huzurla (yani Allah’ın karşısında olma duygusu ile) kılınan namazlar, zamanla kişiye ibadetteki ihsan halini yaşatmakla kalmaz,  murakabeye de zemin hazırlar. Zaten ihsan hali ile murakabenin aynı şeyler olduğunu da ifade ettik.

Murakabe sırasında namazda olduğu gibi insanın üzerine Allah’tan feyz ve nur akmaya başlar.  Devam eder.

Murakabe çok zor bir ibadettir. İnsanın tek başına bu hali gün boyu koruması şurada dursun beş dakika bile sürdürmesi imkânsızdır. Çünkü nefis murakabede çok zorlanır. İnsan namazda bile huzur halini birkaç dakika devam ettiremiyor. Namaz sırasında insan nefsi dünya işleri ile meşgul olarak huzur halini bozmaktadır. Namaz dışındaki murakabe hali de namazdaki huzuru yakalamamaya benzer. Nefis Allahın kendisini izlediği, Allahın kendisi ile beraber olduğu düşüncesinden hemen sıkılmaya başlar ve bunun doğal sonucu olarak da murakabeden kaçar.

Tarikatlar insan için çok zor bir ibadet olan murakabe yerine müridi önce rabıta yolu ile eğitmeye çalışırlar. Rabıta ile murakabe birbirlerine çok benzerler. Yöntemleri ve amaçları aynıdır. Rabıtada hayal edilen şeyh murakabede olduğu gibi müridin üzerine feyz ve nur dalgalarını serper. Şeyh somut ve bilindiği için rabıta nefse murakabeye göre daha kolay gelir. Onun için nefsin rabıtaya alışması zor değildir.  Kişinin emmâre ve levvâme nefislerde rabıtayı alışkanlık haline getirip bütün hayatına yayması gerekir.  Oysa bu evrelerde kişinin murakabeyi alışkanlık haline getirmesi ise adeta imkânsızdır.

 Rabıtaya karşı olan bazı kişiler şu sözü çok dile getirirler: ‘Biz niçin ilk dönem velilerin eserlerinde, hayatlarında rabıtaya rastlamıyoruz?’ İlk dönem velileri murakabe gibi bir yolla nefislerini olgunlaştırmışlardı. Elbette rabıtanın yabancısı değillerdi.  Çünkü onlar da peygamberlerin ve velilerin ruhlarından feyz, nur almayı ve onlarla konuşmayı biliyorlardı. Çünkü murakabelerinin tabii sonucunda veli olduklarında bu yetenekleri elde ediyorlardı. Daha doğrusu Allah onlara bunları hediye olarak da sonradan veriyordu. Ama puta tapma yasağının tabii sonucu bu sırlarının toplumda yanlış anlaşılacağını ve değerlendirileceğini bildiklerinden bunları sofilerin eğitiminde pek uygulamaya koymamışlardır.  Daha sonra İslam toplumlarının olgunlaşması ve tarikat pirlerinin ortaya çıkışı ile birlikte murakabeye zemin hazırlayan ve sofinin yetişmesinde, olgunlaşmasında, seyr ü sülukunda, nefis merhalelerinin kat edilmesinde bu son derece önemli bir yeri olan rabıtaya da yer ve değer verilmiştir.

Mülhime nefse ulaştığında sofinin telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeye yönelmesi gerekir. Telebbüsü rabıta şeyhin kılığına bürünme, kendisini ortadan kaldırıp vücudunda şeyhi ikame etme çabasıdır. Bu halle kendisinin Allah’la birlikte olduğunu düşünme veya Allah’ın kendisini gördüğünü, izlediğini, kontrol ettiğini, takip ettiğini düşünmesidir. Bu durum kişide zamanla meleke halini alır. Artık her zaman Allah’la birlikte olur. Görünüşte zor gibi olan bu durum zamanla sanki araba kullanan bir insanın yanındakilerle konuşması, sigara içmesi, başka ufak tefek işleri de yapması gibi rahat bir durum halini alır. İşte bu murakabe halini yakalayanlar Allah’a yükselmede şimşek hızını elde ederler. Çeşitli halleri yaşamaya başlarlar. Bütün bunlar yalnız başına yapılabilecek ve yaşanabilecek şeyler değillerdir. Bir yol göstericiyi gerekli kılarlar. Bu yola girecekler için mürşid-i kâmil zorunludur. Zira bu sırada insana ezeli düşmanı şeytanlar da musallat olabilirler. Yaşanan bazı halleri Rahmani diye yutturmaya kalkarlar. Bu yolda daha önce yürümüş birisinin rehberliği olmadıkça insanın ayağı her an kayabilir.

Murakabe ile insanın üzerine nur ve feyz dalgaları akmaya, daha doğrusu adeta yağmur gibi yağmaya başlar. Bu sayede ezeli düşmanı şeytana karşı ruhu da güçlenir. Zira nur ve feyz ruhun gıdalarıdır. Ruhun güçlenmesi ve şeytan karşısında kendisini savunabilmesi için nur ve feyz ekmek ve su gibidir. Şeytanlar nur ve feyzden rahatsız olurlar. Bu rahatsızlığın sonucu olarak da zzzzz veya sssss sesine, yani arı uğultusuna benzer ve sürekli devam eden bir ses çıkarırlar. Elbette şeytanlar mülhime nefsi birdenbire terk etmezler. Çünkü çok inatçıdırlar. Ordular halinde sıra ile insanlara musallat olurlar. Bu uzun bir zamanı alabilir. Bu sırada vücudu bir duman gibi sararak letaiflerin çalışmasına engel olurlar, nurun ve feyzin müride ulaşmasının önüne geçerler. Ama mülhime nefisteki mürit murakabeye, zikre, rabıtaya devam ede ede üzerindeki nur ve feyz dalgalarını artırır ve buna paralel olarak da ruhu güçlenir. Bu sayede şeytanların kendisinden yavaş yavaş uzaklaşmalarını sağlar. Nur ve feyz dalgaları onların dermanlarını keser, onları uzaklaşmaya mecbur ederler.

Şeytanlar müride emmâre ve levvâme nefislerde de musallat olabilirler. Bu durumlarda iken sofilerin rabıtaya, özellikle telebbüsü rabıta önem vermeleri gerekir. Mülhime nefse ulaştıklarında ise telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeyi hayatlarına yaymaları gerekir. Yani otururken, yürürken, başkaları ile konuşurken, işlerini yaparlarken her zaman Allah’ı da akıllarını getirmeleri, O’nun istiva ettiği arş-ı alada kendilerinin yanındaymış gibi izlediğini, gördüğünü düşünmelidirler. Bu sayede gün be gün olgunlaşırlar. Nefisleri mutmainne nefse doğru ilerlemeye başlar. Nasıl güneş bitkileri ısı ve ışığıyla büyütürse Allah (c.c.) da kendisini murakabe eden kişileri feyz ve nuru ile olgunlaştırır. İnsan-ı kâmil olmalarını sağlar.

Murakabede gelen feyz ve nur elbette rabıtadan gelen feyz ve nurdan daha çoktur. Ama emmâre ve levvâme nefis sahibi için murakabe kullanışsızdır. Yani tarikata yeni giren veya fazla mesafe kat etmemiş, daha doğrusu nefsi mülhimeye ulaşmamış dervişlerin murakabe yapmaları güçtür. Yapmaya çalışsalar bile bir verim alamazlar. Ayrıca murakabeden zevk de alamazlar. Ama mülhime nefis sahibi daha önce rabıta yolu ile ruhunu yavaş yavaş olgunlaştırmıştır. Zamanla rabıta yolu ile nur ve feyz dalgalarını algılamaya da başlar veya en azından bu sırada vücudunda bir dirilik hali yaşar. Mülhime nefse ulaştığında letaifleri açıldığı için nurları kalp gözü ile gördüğü gibi göğsüne gelen hoş bir baskı ile feyzi de algılar. Artık böyle bir sofinin murakabe derslerine de geçmesi gerekir. Zira kalp gözü açık olduğu için şeytanların da tasallutuna uğraması an meselesidir. Bazı şeytani halleri de yaşayabilir.

Rabıta bir amaç değildir, murakabeye geçmek için bir köprüdür. Ama sofi murakabeye geçse bile rabıta derslerini ihmal etmemelidir. Onun ayrı bir kazancı vardır. Şeyhi ile sadatlarla (zincirdeki şeyhlerle) hatta peygamberle manevi âlemde görüşmesi ve konuşması ancak bu yolla mümkün olacaktır. Yalnız diğer zamanlarda her anını telebbüsü rabıtayla murakabe yolu ile geçirmeye bakar. 

 Mülhime nefis insanların ayağının kaydığı bir yerdir. Yalancı peygamberler, mehdiler, kutuplar, veliler hep bu makamda iken çıkar. Çünkü sofiler mülhimede iken hem şeytani hem de Rahmani halleri yaşayabilirler. Çoğunlukla bunları birbirine karıştırırlar. Neyin Rahmani neyin şeytani olduğunu bilemezler. Gelen bu hallerle şımarıp şeyhlerinden üstün olduklarını ve şeyhlerinin kendilerini kıskandığını da sanabilirler. Çünkü şeytanlar bu konularda çok vesvese verirler. Kısacası mülhime nefis çok tehlikeli ve ayakların kaydığı bir makamdır. Bundan ileriye geçmek elzemdir. Kişi bu nefiste şeytanların konuşmalarını da işittiğinden çok büyük badireler yaşayabilir. Şeytanlar çeşitli tehditler ve şantajlar da yapabilirler. Sofi onların bu tür tehdit ve şantajlarını köpek havlaması gibi saymalıdır, onlara bir parça bile ehemmiyet vermemelidir. Ayrıca şeytanlar öyle tiyatro sahneleri tertipler ki sofileri kolayca kandırabilirler. Özellikle sofiye güya cinlerin reisi, şeyhülislamı gibi manevi makamları tevcih ederek onları yine güya kendi dişi cinleri ile evlendirerek zinaya düşürebilirler. Tabii bunlar nefsin de hoşuna gider. Daha bunlar gibi nice akla hayale gelmeyen oyunlar olabilir. Zaten böyle bir yanlışa düşen sofinin bir daha o çukurdan çıkması çok zordur. Manevi ilerlemesi durduğu gibi, gün be gün gerilemeye, hatta psikolojisi ve ruhu da bozulmaya yüz tutar. Şeytanların tuzaklarına düşmüş olur. Manevi gıdasızlıkların sonucu olarak ruhsal ve psikolojik bozukluktan başka yüzdeki veya vücuttaki bazı organların işleyişini bozacak çeşitli çarpmalar d...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes