Vahdaniyet Murakabesi (Murakabe-i Vâhidiyet), Mülhime Nefis, Fenafillâh
Murakabelerin en tesirlisi vahdaniyet murakabesidir. Bundan öte murakabe çeşidi de yoktur. Bu murakabe kişiyi fenafillâha götürür.
Fenafillâh kendini (nefsini) Allah’ta (c.c.) yok etmedir. Bir insan kendi elleri ile canına kıyabilir mi? Biraz zor ama elbette yapanlar da vardır. Zor olmasının nedeni ölümden korkudan ziyade ölürken çekilecek acının gözde büyütülmesidir. Zira çok insan duygusal olarak hayattan bezip ölüme hazır hale gelebiliyor. İçerisine düştüğü depresyon hali ile ölümden pek korkmamakta ama ölürken çekilecek acı gözlerde biraz büyütülmektedir. Elbette intihar etmede bir Müslüman’ın bundan başka ebedi hayatını ceza yurdu olan cehennemde geçirme korkusu da vardır. Müslüman’ı intihar etme gibi kötü bir düşünceden alıkoyan en önemli etken öldükten sonra tekrar dirilişin ve hesabın olmasıdır.
İnsanın intihar edenlere bakıp da onlardaki cesarete hayran kalarak, niçin ben Allah’ın rızasının gizli olduğu yolda nefsimi fenaya erdirmiyorum, diyesi gelmektedir. Hâlbuki nefsini fenaya erdiren bir kul bu dünyadan göçmediği gibi nefsi de ölmemektedir. Sadece kişiliğinde haramlardan zevk alan nefsi ıslah olmaktadır. Elbette fenafillâha eren bir nefis mubah olan şeylerden zevk almaya devam eder. Yalnız mubah da olsa her şeyi bir ibadet çeşnisi ile yapar. Örneğin yemek yemek mubahtır. Bizler yemek yerken sadece lezzetine bakarız. Yemeğin tadı ile meşgul oluruz. Ama fenafillâha eren bir nefis yemek sırasında Rabbi ile meşgul olur. Yemeğini murakabe ile yer. Sanki Rabb’inin sofrasında yiyormuş gibi büyük bir edeple ve şükran duygusuyla hareket eder. Kuşkusuz yemekten lezzet almada nefsini fenafillâha erdiren kişi daha büyük bir lezzet almış olur. Aslında nefsiyle yemek yiyen kişi, çoğu kez edebi bir tarafa koyduğu için hep başka yemekleri hayal ederek veya yemeğinde kimi nesneleri eksik görerek kendisine lezzet almaktan ziyade zulmeder. Yemek ona zehir gibi olur. Yemekten morali bozulmuş olarak kalkar. Nefsini fenaya erdiren bir sofi için bu Allah’a (c.c.) büyük bir nankörlüktür, hatta bir küfürdür. Onun zevk almadığı, şükran duygusu duymadığı hiçbir yiyecek yoktur. Diğer bütün mubahlar da bunun gibidir.
Nefis fenafillâha ermekle yok olmamakta, ölmemekte, sadece ıslah edilmektedir.
İnsan istemese de her doğan gün onu ölüme yaklaştırmaktadır. Ölüm Allah ile daha doğrusu Allah’ın mahremi olan gayb âlemi ile randevu saatidir. Aslında kutsal bir andır. Ama insan bilmediği şeyden korktuğu için ölüme karşı da aynı tavrı takınmaktadır. Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.) bu durumu anne karnındaki çocuğun haline benzetir. Bebek dünyayı tanımadığı için anne karnının dar ortamını terk edip de bu aydınlık ve geniş dünyaya gelmek istemez. Doğarken de korku ve kaygıdan çığlıklar atar. Ağlar durur. Oysa geldiği yer önceki yerinden daha güzeldir. İnsan da ölümü ve ölümle gidilecek yeri bu anne karnındaki bebek gibi görmektedir. Herkes ölümden büyük bir kaygı ve korku duymaktadır. Oysa cennet yanında bu dünya bir hiçtir. Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere insan oraya gidince bu dünyaya bir daha dönmek istemeyecek, dünya ona bir çöp yeri gibi gözükecektir.
Tasavvuf, hadis-i şerifte belirtilen ölmeden önce ölme sırrını yaşamak sanatıdır.
Fenafillâh kişinin haramlardan çekindikten sonra mubahlara bile bakmayarak nefsini Allah’ın (c.c.) varlığı karşısında yok eyleme uğraşıdır.
Fenafillâh haline ölüm düşüncesini nefse kabul ettirilerek ulaşılır. Vahdaniyet murakabesinin bir yarısını bu ölüm düşüncesini nefse kabul ettirme cehdi oluşturmaktadır. Vahdaniyet murakabesinin diğer yarısını ise Allah’ın (c.c.) var ve tek olduğu, O’ndan başka varlık bulunmadığı düşüncesi meydana getirmektedir.
Nefis ölümü hiçbir zaman kabullenemez. Herkes ister farkında olsun ister olmasın ölümü her zaman kendisinden uzak görür. Elbette kişi fani, ölümlü olduğunu kabul eder, ama ölümün ona ansızın, bu gün, şu anda geleceğini kabul etmek istemez. Sanki bu konuda Allah’tan (c.c.) ahit veya aman almış gibi herkes ölümden bir eminlik duygusu içerisindedir.
Bir mutasavvıf böyle düşünmez. Yani vahdaniyet murakabesini yapan sofi ölümü nefsine tabiri caizse özümsetir, içselleştirir. Ölüm hayatın en sevimli ve heyecanlı anı olur. Mevlana Celaleddin Rumi (k.s) bu ana şeb-i arus (düğün gecesi) diye boşuna dememiştir.
Vahdaniyet murakabesi ile ulaşılmak istenen makam, hiçliktir. Tamamen her şeyiyle yok olarak bu yoklukla Allah’ın (c.c.) varlığını birlemek amaçlanır. Bu kulluktan da öte bir şeydir. Bu aşk makamıdır. Aşk ortaklık kabul etmez. Aşk da seven yoktur, seven hiçtir. Sadece sevilen vardır.
Bir insan ibadetle ancak kulluk makamına ulaşır. Allah bu makamı elbette cennetle ödüllendirecektir. Kimse bu makamı küçük göremez. Görmemelidir. Bu makamdan öte olan aşk makamında ise kişinin kendisini yok etmesi ve hiçliğe ulaşması beklenir. Kulluk makamında insan yaptığı ibadetlerle kendisinde bir varlık ve enaniyet görebilir. Allah bu makamdaki kişiyi cennetle ödüllendirecektir ama bu makamdan tam olarak razı olmaz. Zira kulluk makamında az da olsa nefis vardır. Çünkü kişinin yaptığı ibadeti görmesi, var sayması bile az çok nefse işaret eder. Bu nefsin altında bir kendini beğenme, gurur duyguları mutlaka bulunur. Ama aşk makamında nefis hiç olduğu için Allah (c.c.) bundan tam anlamıyla razı olur. Allah’ın gerçek rızası kulun bu aşk makamındaki hiçliğe ulaşması ile tecelli eder. Aşk makamında sofi, şu kudsi hadisteki hali yaşar. İbadetlerinden gurur duyması şurada dursun, onları gözü görmez. Kendi varlığından bile utanç ve rahatsızlık hisseder: ‘Vücudun, varlığın öyle bir günahtır ki onunla başka bir şey mukayese edilemez bile.’
Allah’ın (c.c.) ibadete ihtiyacı yoktur. Çünkü yerde ve gökteki melekler ona ibadet etmektedirler. Ama insanın ibadete ekmek, su gibi ihtiyacı vardır. Bu nimetle ebedi hayatını cennette geçirebilir. Allah âşıklarınınsa dileği kendilerini ona kurban etmektir. Onların gözü cennette değildir. Sadece Allah (c.c.) rızasını gözetirler.
Vahdaniyet murakabesi, nefsi Allah’ta fani etmenin, yani fenafillâha ulaşmaya çalışmanın bir çeşit alıştırmaları, antrenmanlarıdır.
İnsana verilen hayal melekesi çok önemlidir. Hayallerimizde niyetlerimiz, özlemlerimiz, isteklerimiz ve daha da önemlisi aşklarımız gizlidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere müminin niyeti amelinden üstündür. Ameller niyetlere göredir. Allah (c.c.) kulun kalbine bakmaktadır. Bu açıdan sofi vahdaniyet murakabesi ile kendisini mezarda kemikleri bile çürümüş vaziyette hayal ederek bununla Allah’ın varlığını ispat etmeye başladığında büyük bir amel işlemiş olur. Bu durum, kelime-i tevhidin insanın kendi nefsinde ispatı demektir. Çünkü insan nefsi emmare düzeyinde iken kendini ilah gibi görür. Tüm amacı nefsini tatmin etmektir. Dostlukları da düşmanlıkları da hep nefis hesabına göredir.
Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikri ile sofi bir çeşit vahdaniyet murakabesi yaparak La-ilahe (ilah yoktur) kılıcı ile nefsini yok edip illallah (ancak Allah vardır) gerçeğini ispat eder.
Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrinin amacı, nefsin belini kırmaktır. Nefsi zayıflatmaktır. Onun için letaif derslerinden sonra onlar gelir. Nefis, kelime-i tevhit ve nefy ü ispat kazmalarıyla deşilmedikçe ruh ve letaifler özgürlüğüne kavuşup emir âlemine yükselemezler. Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrini çekerken vahdaniyet murakabesinde olmak bu zikrin daha feyizli ve bereketli geçmesini sağlar.
Vahdaniyet murakabesi ancak gerçek bir aşkın eseri olarak yapılabilir. Zira akıl nefis hesabına çalışır. Nefis ise hiçbir zaman varlığını yok etmeyi arzulamaz. Aşk ruha ait bir duygudur. Ruh ibadetlerle biraz canlanınca Allah’a (c.c.) karşı böyle bir duygu ile yanıp yakılmaya başlayabilir. Bu diyardaki gurbeti hissedip asıl vatanına, yani Allah’a (c.c.) kavuşma isteği duygularını yaşayabilir. Bu durum ise ilahi aşkın işaretidir.
İşte vahdaniyet murakabesi bu ruh haline kadar yükselmiş sofilerin meşgalesidir. Diğer sofilere ölüm kadar soğuk ve uzak görünür. İlgili sofiye ise aşk gibi tatlı gelir.
İnsan bazı şeyleri istemediği zaman kendisini biraz zorlarsa, yani istekli gibi hayaller kurarsa, Allah ona bunları nasip edebilir. Çünkü hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere kalpler Allah’ın (c.c.) elleri arasındadır, onları istediği yöne çevirebilir. Hidayet Allah’tandır. Yine ayeti kerimelerde (İnsan suresi 30, Tekvir suresi, 29) belirtildiği üzere Allah (c.c.) dilemedikçe biz dileyemeyiz. Vahdaniyet murakabesi bu açıdan kalbi dua mesabesindedir. Allah (c.c.) elbette dualara icabet edendir.
İnsan nefsini Allah’ta (c.c.) fani etmek istediğinde büyük bir zevke gömülür. Kendinden adeta geçer. Nasıl içki içen insanlar alkol yardımı ile benliklerini uyuşturduklarında bu halden büyük bir zevk alırlarsa fenafillâh halleri de böyledir. Belki binlerce kez daha zevklidir. İnsanın iradi olarak Allah’ın (c.c.) rızası yolunda nefsinden geçmesi, âlemlerin yaratıcısı tarafından daha dünyada iken fena zevki ile ödüllendirilir. Bunun ahretteki karşılığını ise bilememekteyiz.
Fenafillâh zevklerini anlatmak ise imkânsızdır. Çünkü haller sözlerle anlatılamaz.
Nefis, anasır-ı erbadan (toprak, su, hava, ateş) yaratılmıştır. Anasır-ı erba ise Allah’ın (c.c.) ‘Ol’ emri ile yokluktan meydana gelmiştir. Dolayısıyla nefsin eğilimi dünyaya ve yokluğa doğrudur. Allah’ın (c.c.) rızasına girmesi zordur. Kişinin nefsine vahdaniyet murakabesini uygulaması ise Allah’ın rızasını celbeder. Allah (c.c.) sofinin kendi elleri ile nefsinin boğazını sıkmasını rızasıyla ödüllendirir. Allah’ın rızasının olduğu şeyler ise hem dünyada hem de ahrette ödüllendirilir.
Vahdaniyet murakabesi insanın nefsinden soyunması, nefsini etkisiz hale getirmesi ile yapılmaya baş...
[
Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın