Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri
Kader, insanların başlarına gelecek her şeyi Allah’ın (c.c.) ezelde bilip bunları Lehv-i Mahfuz’a kaydetmesidir. Bunların zamanı geldiğinde meydana gelmesine kaza denir.
Kader, Allah’ın (c.c.) kullarının başlarına gelecek olan olayları El-Alîm güzel ismi ile bilmesine dayanır. Yoksa kullarını buna mecbur tutmamıştır. Aksi taktirde insanın bu dünyada imtihan edilmesinin bir anlamı olmayacaktı.
İnsanın elinde bir güç ve kudret sözkonusu değildir. Güç ve kudret tamamen Allah’a aittir. ‘Oysa sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yarattı (Saffat suresi, 96).’ İnsan yaptığını sandığı şeyleri niyetiyle sahiplenmektedir ve bundan sorumlu tutulmaktadır. Onun için niyet (kısmi irade) çok önemlidir. Peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: ‘Ameller niyetlere göredir.’ Niyetini temiz, himmetini âli tutan (iyilik, hayır konusunda yüksek hedefleri olan) kişiler oturdukları yerden bir şey yapmaksızın büyük sevaplar elde edebildikleri gibi Allah’ın rızasına da ererler. Ayrıca kaderleri de genellikle güzel olur. Çünkü yüce Allah (c.c.) genellikle olayları, kişileri insanların kalplerine göre biraraya getirmektedir.
Kader konusunda Ehl-i sünnet anlayışının dışında tarih boyunca iki aşırı uç, sapkın inanç sözkonusu olmuştur: Kaderiyeciler, insanın her eylemini kendisinin yarattığını savunmuşlardır. Dolayıyla hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini kabul etmemişlerdir. Bunların insan iradesinin mahsulü olduğunu iddia etmişlerdir. Cebriyeciler ise, kulun kısmi iradesini yok saymışlardır. İnsanı kaderin karşısında rüzgârda uçuşan yapraklar misali kabul etmişlerdir. Şerri (başa gelen kötülükleri) tamamen ve koşulsuz olarak Allah’a bağlamışlardır.
Kadere iman bilindiği üzere imanın altı rüknünden birisidir. Kader içerisinde en önemli konu ise hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği hususudur. İnsanlar genellikle hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiğini unutup sebeplere bakarlar. Şer karşısında öfkelenip deliye dönerler, dinden imandan çıkıp katil bile olurlar; hayırda da Allah’a (c.c.) şükretmeyi unutup vesilelere takılıp kalırlar.
İnsanların büyük çoğunluğu imanın altı şubesinden beşine pek karşı çıkmazlar. Onları pek inkâr etmezler. Fakat kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma hususunda çeşitli sıkıntılar yaşarlar, bu noktada bazı itirazlar baş gösterir. Çoğu kişinin dine karşı olan olumsuz tavrında ana sebep kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmama oluşturur. Hastalık buradan kaynaklanır. Hele çağımızda çeşitli felsefelerin yaratıcı karşısında insanı merkezi bir konuma oturtmaları (Kaderiyeciler gibi) bu manevi hastalığın daha çok artmasına neden olmuştur.
Allah (c.c.) kullarına karşı her zaman lütufkârdır. Onları kaldıramayacakları yüklerle imtihan etmez. “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, 40).” Allah’ın (c.c.) Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi insanın zararına değil hayrınadır. Şöyle ki: Dünyada başımıza gelen kötü şeyler bir hikmete dayanır. Dünya hayatı geçicidir, asıl olan ahiret yurdudur. Bu dünyada kötü olarak görülen şeylerin altında insanların ahiret hayatlarında kurtuluşa, ebedi mutluluğa vesile olan pek çok hayırlar bulunabilir. Bu açıdan asıl şer, zarar bu başa gelen kötü şeylerden gereği şekilde yararlanmamaktır.
Bu durumda başımıza gelen kötü şeyler, her ne kadar Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana geliyorsa da bu durumun sünnetullaha, ilahi bir kurala dayanan bir nedeni bulunmaktadır. Allah (c.c.) bela ve musibetleri yaptığımız kötü şeylere karşı vermektedir: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, 79).”
Başına böyle bir bela ve musibet gelen, bununla ruhu daralıp sıkılan bir müminin hemen geçmişini değerlendirip günahları için gözyaşı döküp tövbe ile Allah’ın (c.c.) rahmetine sığınması gerekir. Bu tür bir davranış yerine isyan etmek, birilerini suçlayıp öfkelenmek insana pek bir şey kazandırmaz. Belki pek çok şeyi alıp götürebilir. Yalnız Allah’ın (c.c.) el-Adl güzel ismi gereği bir zulme uğramışsak hakkımızı savunmamız, adaleti gerçekleştirme yolunda mücadele etmemiz de gerekir. Tabii işin bu cephesi yanında iç muhasebe ile kendimizde bazı kusur ve hataları aramak, bunlardan pişmanlık duyup Allah’ın (c.c.) merhametine sığınmak da icap eder.
Başa gelen, özellikle başkalarının başına gelen bela ve musibetleri yalnız yukarıda sözünü ettiğimiz sünettullahla, yani ilahi kuralla açıklamak Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine ileri geri konuşmak anlamına geleceğinden çok tehlikelidir. İnsanı maazallah dinden çıkarır. Çünkü Allah’ın (c.c.) olayları yaratmadaki ilahi hikmetini kimse tam anlamıyla kavrayamayacağı gibi böyle bir konuda söz ve hüküm sahibi de değildir. Hele başkaları için böyle birtakım yargılarda bulunmak, örneğin bir hasta yada kaza nedeniyle geçmiş olsun ziyaretinde ilgili hastalığın yada kazanın gerçek nedenini yapılan günah yada günahlar yüzünden olduğunu söylemek, bu konuda açıklamalarda bulunmak büyük bir edepsizliktir. Allah’ın (c.c.) öfkesine yol açabilecek bir kendini bilmezliktir.
Bela ve musibetleri yukarıda sözünü ettiğimiz sünnetullah, yani ilahi kanun yanında Allah (c.c.) başka nedenlerle de yaratabilir. Bunu kimsenin tam olarak bilmesine olanak yoktur. Örneğin Allah (c.c.) kulun katındaki derecesini yükseltmek için bela ve musibete uğramasına izin verebilir. Nitekim Mekke döneminde ilk Müslümanlar böyle bir sınavdan geçmiş, büyük bela ve musibetlere uğramışlardı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, 155)”
Bir Müslüman’ın kendi başına gelen bela ve musibetleri günahları ile, başkalarının başına gelen bela ve musibetleri Allah (c.c.) katındaki derecelerin yükselmesi ile açıklamaya çalışması edep ve nezaket gereğidir. Bu yolla hem kendisinin sabırlı olmasında hem de başkalarına sabrı tavsiye etmede önemli bir manevi güç bulabilecektir.
Sabır, şükür gibi Allah’ın (c.c.) sevdiği duygulardan birisidir. Allah (c.c.) Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismiyle kulda sabır meyvesinin oluşmasını arzular. En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismiyle de kulda şükür ister. Bunların ahiretteki karşılığı çok büyüktür. İnsan sabır ve şükür duyguları ile Allah (c.c.) katındaki derecesini yükseltir: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir (Zümer suresi, 10).”
Genellikle hoşumuza giden şeyleri hayır, gitmeyenleri şer olarak adlandırırız. Hâlbuki bu değer ölçüsü son derece görecelidir. Sadece insanın bu dünyadaki yaşamına göredir. Ebedi ahiret yurdu gözönünde bulundurularak yapılmış değildir. Çünkü bu dünya ödül ve ceza yurdu olmadığı için başa gelen hayır ve şerrin hikmetini de bilmek olanaksızdır. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır. Yine olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerlidir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara suresi, 216).” Savaş görünüşte şerlerin, kötülüklerin simgesi gibidir. Çünkü onda her türlü bela ve musibet vardır: Açlık, yoksulluk, can ve evlat kaybı, ölüm korkusu, mal ve namus kaygısı… Her şey başa gelebilir. Allah (c.c.) işte ilgili ayette böyle şerrin ve kötülüğün simgesi olan savaşta bile hayırların gizli olduğunu belirtmektedir. Bizim hayır sandığımız şeyler ise ahiretimiz için, Allah (c.c.) bizleri onlardan korusun, kim bilir nice bela ve musibetleri içeriyor olabilir. Gerçekten insanın Allah’ı (c.c.) el-Vekîl olarak kabul edip (Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter, O ne güzel vekildir] deyip,) O’na sığınmaktan başka bir çaresi yoktur. Çünkü ahiretimiz için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ancak Allah (c.c.) bilebilir.
Başa gelen bela ve musibetler sırasında ‘Ya Dârru, ya Nâfi’u’ diye Allah’ın bu güzel isimlerini sayıya vurmadan çokça zikretmek gerekir. Bu zikir bela ve musibetin ortadan kalkmasını gerçekleştirdiği gibi ilgili bela ve musibetin hayra dönmesini de sağlayabilir. Ayrıca bu zor anlarda hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak çok mühimdir. Allah (c.c.) her şeyi yaratabilir. Geceden gündüzü çıkarmak, ölüden diriyi meydana getirmek O’na zor değildir. Evrenin bağlı olduğu kanunlar O’nu bağlamaz. Çünkü Allah (c.c.) gerektiğinde yeni kanunlar da yaratabilir. Her şey O’nun ‘Ol!’ buyruğu ile anında varlık sahasına çıkar.
‘Ya Dârru, ya Nâfi’u’ zikri kişiliği güçlü kıldığı gibi ruhsal sağlığın korunmasında ilaç gibi de tesir eder.
İnsanlar hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini unutunca başlarına çok büyük belalar açabilirler. Nefis bir kızgınlık ve öfke anında büyük günahlara girebilir. Şeytanlar bu anları çok gözetlerler. Zaten hadis-i şerife göre insanın bütün vücudunda kanın damarlarda dolaşması gibidirler. Yine hadis-i şerife göre her Müslüman’da da mutlaka en az bir şeytan görevlidir. Onlar insanların duygu ve düşüncelerini takip edebildikleri için nabza göre şerbet verirler. Öfke ve kızgınlık anlarında bu çeşit vesveselerini artırırlar, ateşi alabildiğine körüklerler. Çoğu kişi bu yüzden katil olur, adam yaralar. Kalpler kırılır. Küslükler başlar. Bu anda kişinin nefsinin hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanması, büyük bir imtihana tabi tutulduğunu bilmesi biraz zordur. Şayet böyle bir anda kişi Allah’ın kudretini, hayır ve şerrin...
[
Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın