S.Ü. FIKIH USULÜ 2. HAFTA ÖZET
2.1. KUR’ÂN-I KERÎM’İN MAHİYETİ2.1.1. Kur’ân-ı Kerîm’in Tarifi Lugatta “mektûb (yazılmış)” manasına gelen “kitâb”, diğer bir çok İslamî ilim dalında olduğu gibi Fıkıhta “içinde çeşitli bab ve fasılların toplandığı bir bahsin tümü” manasına kullanılmaktadır.
Fıkıh usulü eserlerinde Kur’ân-ı Kerîm içinşöyle bir tarif yapılabilir: “Kur’ân-ı Kerîm, Allahu Teala tarafından Cebrail vasıtasıyla Peygamber Efendimize Arapça olarak indirilmiş, mushaflarda yazılmış, günümüze kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, okunması ile ibadet edilen, insanların benzerini getirmekten âciz olduğu, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren Allah kelâmıdır.”
Kur’ân-ı Kerîm’in ÖzellikleriBu özellikler şunlardır:
a. Kur’ân-ı Kerîm Arap dilinde indirilmiştir.
Kur’ân’ın Arapçadan başka bir dile tercümesi de Kur’ân sayılamaz
Kur’ân’ın başka dillere yapılan çevirilerine “meâl” ismi verilir
Arapça okuyabilen bir kimsenin namazda tercüme ile yetinmesi halinde namaz sahih olmaz. Zira namazda istenen, kişinin “Kur’ân’dan kolayına gelen bir yeri okuması”dır (Müzzemmil, 73/20). Arapçadan başka bir dilde okunan şey isare Kur’ân değildir.
b. Kur’ân mana ve lafız olak Allah katından indirilmiştir.
Kur’ân, Hz. Peygamberden sadır olan gerek kudsî gerekse nebevî hadislerden ayrılır.
c. Kur’ân tevatür yoluyla nakledilmiştir.
Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda kesin bilgi (yakîn) sağlar.
Buna göre, tevatür yoluyla nakledilmemiş olan bir kıraat ya da rivayet Kur’ân olarak isimlendirilemez.
Meselâ Abdullah b. Mes’ud’un yemin keffareti ile ilgili “(Bunları yapma imkânı) bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir (Mâide, 5/89)” ayetine “mütetâbiâtin (peşpeşe)” ilâvesini taşıyan kıraati böyledir. Yine Abdullah b. Mes’ud’un annelerin nafakası ile ilgili “Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) mükelleftir (Bakara, 2/233)” ayetindeki “mirasçı” hakkında “zi’r-rahimi’l-mahrem (evlenilmesi yasak yakın akrabadan olan)” şeklinde bir ilâve taşıyan kıraati de Kur’ân’dan sayılmaz
Hanefilere göre mütevâtir olmayan kıraat kaynak olarak kullanılabilirken; Mâlikîlere, Hanbelîlere ve bir kısım Şâfiilere göre kullanılamaz.
Hanefilerin bu konuya bakışları şöyledir: Sahabî, ya bunu Hz. Peygamber’den işitmiştir veya kendi görüşü ve içtihadı olarak ifade etmiştir. Fakat ilk ihtimal daha kuvvetlidir.
Kur’ân’ı beyan ve tefsir etmek üzere Hz. Peygamber tarafından yapılmış bir açıklama olarak değerlendirmek daha uygundur. Şu halde bu, Allah’ın Kitabını beyan ve tefsir yoluyla vârid olmuş bir Sünnet’tir.
Karşı görüşün meseleye bakışı ise şöyledir: Tevâtüren nakledilmeyen kıraatin Kur’ân’dan sayılmayacağı ihtilafsız kabul edilmiştir. Bu kıraat Sünnet de sayılamaz. Zira râvi bunu “sünnet” olarak nakletmemiştir. Şu halde, ne Kur’ân ne de Sünnet niteliği taşımayan bu kıraat, hüküm istinbatında kaynak olarak kullanılamaz.
Bu konudaki ihtilâfın sonucu olarak Hanefiler, zikri geçen İbn Mes’ud kırâatindeki“mütetâbiâtin (peş peşe)” kelimesine binaen yemin keffaretinde “tetâbu” (peşpeşe tutma) şartını koşmuşlardır. Mâlikîler ve aynı görüşü paylaşanlar ise bu kıraati hüküm istinbatında dikkate almadıkları için, “peş peşe tutma” şartını ileri sürmemişlerdir.
d.Kur’ân Allah(c.c) tarafından Cebrail(a.s) vasıtasıyla Peygamberimize vahyedilmiş ve mushaflarda cem‘ edilmiştir.
Kur’ân’ın Kadir gecesinde dünya semasına topluca indirilmiş olsa da(Kadir, 97/1) bu şekilde parça parça indirilmesine “Tencîmu’l-Kur’ân” adı verilir.
Vahiy kâtipleri Sahabenin ileri gelenleriydi. Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes’ud ve Übey b. Kâ’b bunlardandı.
Bu kâtipler kendilerine yazdırılan ayetleri yaprak şekline getirilen hurma dalları, kürek ve eğe kemikleri, düz ve ince taşlar ve diğer deri veya kâğıt parçalarıydı.
Ramazan ayında Cebrail her gece Hz. Peygamber’e gelir, o da kendisine o zamana kadar indirilmiş olan Kur’ân ayetlerini arz ederdi. Bu “arz” metodu, önce Cebrail’in okuması, sonra Cebrail’in okuduğunu Hz. Peygamber’in okuması şeklinde cereyan ediyordu. Bu metot daha sonra “karşılaşma” anlamına gelen “mukâbele” terimiyle anılacak ve çoğunlukla Ramazan aylarında okunan mukâbelelerin mesnedini teşkil edecektir
Sahabeden birçokları bu son arzın tertibine göre Kur’ân’ı ezberledi. Zeyd b. Sabit, Übey b. Kâ’b, Muâz b. Cebel, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mes’ud bu hafızlar arasında bulunuyordu.
Kur’ân-ı Kerîm’in Cem‘i (Toplanması) Cem‘ (toplama) işi, 500 kadar Kur’ân hafız ve kâri’inin şehâdetine yol açan Yemâme Savaşı’ndan sonra Hz. Ömer’in teklifiyle Hz. Ebubekir’in halifeliği zamanında gerçekleşti.
Cem‘ (toplama) işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebubekir’in, onun vefatından sonra Hz. Ömer’in ve daha sonra da Hz. Ömer’in vasiyeti üzerine kızı Ümmü’l-Mü’minîn Hz. Hafsa’nın yanında kaldı.
Kur’ân-ı Kerîm’in İstinsâhı (Çoğaltılması) Huzeyfe b. el-Yemân bu durumu görünce endişelendi. Medine’ye vardığında durumu Hz. Osman’a aktardı ve bir çözüm bulmasını talep etti. Hz. Osman konuyu Sahabeyle müzakere etti ve onlara “insanları tek bir mushafta toplayıp onun dışında kalanları yakmayı” teklif etti.
Zeyd b. Sâbit ile beraber Kureyş’li üç sahabi; Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs ve Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm idi.
Oluşturulan “Mushaf”tan birkaç nüsha yazılmasını emretti ve bunlardan Mekke, Kûfe, Basra ve Dımaşk (Şam)’a birer mushaf yolladı; bir mushaf da Medine’de bıraktı.
Hz. Osman’ın emri üzerine yazılan mushaf “el-İmâm” ve “el- Mushaf el-Osmânî” diye meşhur oldu.
Hz. Ebubekir zamanında yapılan cem‘ çalışması, hafızların gitgide azalması sebebiyle ortaya çıkan “Kur’ân’dan bazı kısımların yok olması” endişesi üzerine yapılmıştı.
Hz. Osman zamanındaki işlem ise, Allah’ın Kitabı’nın, son “arz”da Rasûlûllah’tan işitilen şekli dışında bir şekilde okunması endişesine binaen yapıldı.
Mushaf-ı Osmânî’nin Yazılışında İzlenen Yol Hz. Osman’ın emri ile yazılan mushaf, harekesiz ve noktasızdı. Sûre isimleri ve fasıl(duraklama) işaretleri taşımıyordu.
Hz. Osman zamanında mushafların yazılışında kullanılan yazım kuralları Günümüzün Arapça yazım kurallarından yer yer farklılıklar arz etse de, “Mushaf-ıOsmanî”nin hattını değiştirmek doğru olmaz.
Şayet Kur’ân’ın “Hatt-ı Osmânî”den başkası ile yazılmasına müsaade edilirse, mushafların yazılışları farklı farklı olur ve o zaman tahrif kolaylaşır.
Mushaf’ın Noktalanması ve Harekelenmesi Harflerin şekillerini tanıma ve onları birbirinden ayırma konusunda sahip oldukları meleke sebebiyle, Araplar hareke ve noktaya ihtiyaç duymuyorlardı. Bu ihtiyacı duymamanın diğer bir sebebi de şuydu: Onlar Kur’ân okurken, hafızlardan şifahî olarak duyduklarına dayanıyorlardı.
Emevîler devrinde Irak Emiri olan Ziyâd b. Ebîh, Tabiînin büyüklerinden olan ve kıraatte ehil olduğu bilinen Ebu’l-Esved ed-Düelî’ye (v. 69/688) halk için Kur’ân’ın okunuşunu kurala bağlayacak işaretler koymasını emretti.
Ebu’l-Esved ed-Düelî, Mushaftaki kelimelerin sonlarını harekeledi. “Fetha” işaretini harfin üzerinde bir nokta ile, “kesre” işaretini harfin altında bir nokta ile, “zamme” işaretini harfin ortasına bir nokta ile ve “sükûn” işaretini iki nokta ile gösteriyordu.
Harflerin noktalanmasını Haccac b. Yûsuf es-Sekâfî’nin emri üzere Nasr b. Âsım el- Leysî (v. 90/708) yaptı. Kelimelerin harekelenmesini ise H. 170/786 yılında vefat eden Halîl b. Ahmed gerçekleştirdi. O, Ebü’l-Esved’in koyduğu harekeleme sistemini değiştirdi. “Fetha” işareti olarak harfin üzerine yatay bir elif, “kesre” işareti olarak harfin altına bir yâ ve “zamme” işareti olarak harfin üst tarafına bir vâv yaptı; “medd” ve “şedde” işaretleri koydu.
Halîl b. Ahmed’in koyduğu harekeleme sistemi gelişerek bugünkü şekline ulaştı.
KUR’ÂN-I KERİM’İN HÜCCET (ŞER‘Î DELİL) OLUŞUKur’ân-ı Kerîm,
Şâri‘in (Kanun koyucu olan Allah’ın) muradı hakkında doğru bilgiye ulaştırdığı için “şer‘î delil”,
Diğer delillerin ona dayanması ve dinî-hukukî hükümlere kaynaklık etmesi yönüyle hükümlerin “meşruiyet delili”,
Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e vahyedilmesi ve Hz. Peygamber’in bildirmesiyle sabit olması sebebiyle de “naklî ve sem‘î delil” olarak nitelendirilir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Sübût Yönünden Hüccet Oluşu
Hiç şüphesiz Kitâb’ın aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu kesindir ve bu durum onun “kat’iyyü’s-sübût (sübûtu kat’i)” olduğu şeklinde ifade edilir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’in Delâlet Yönünden Hüccet Oluşu Delâlet kelime olarak “yol göstermek, rehberlik yapmak” demektir ve burada lafzın manaya giden yolda yol göstermesi, rehberlik yapması; mananın anlaşılmasına olan katkısı kastedilir. Bu rehberlik kat‘î ya da zannî olabilir. Eğer bir lafız manayı, başka bir ihtimal söz konusu olmayacak şekilde ortaya koyarsa “kat‘î (kesin) delâlet”ten; eğer başka ihtimal ya da ihtimaller de söz konusu olacak şekilde ortaya koyarsa “zannî delâlet”ten bahsedilir.
Sübût konusundaki durumun aksine, Kur’ân’ın hükümlere delâleti bazen kat‘î (kesin) bazen de zannî olabilir. Bu durum, Kitâb’ın lâfızlarında ihtimalin bulunup bulunmayışına yani birden ...
[
Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın