> Forum > ๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Nedir ?  > Sizden Gelenler (Tasavvuf)  > Seyr u Süluk-1
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Seyr u Süluk-1  (Okunma Sayısı 5138 defa)
13 Ekim 2009, 11:16:34
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 13 Ekim 2009, 11:16:34 »



SEYR U SÜLÛK-1

Gezme, gezinme, temâşâ etme mânâlarına gelen "seyr" kelimesiyle; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki '"sülûk" sözcüğünden mürekkep olan "seyr u sülûk" ifadesi, belli bir usûl dairesinde hayvanı ve cismanî arzulardan uzaklaşıp kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah'a yürümenin, O'na vâsıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için "mesâvî-i ahlâk" da diyebileceğimiz fena huylardan uzaklaşmanın ve Kur'anî ahlâkla ittisaf etmenin unvanı olagelmiştir.

Ayrıca, "seyr u sülûk"'la doğrudan doğruya alâkalı olmasa da. ilâhî tecelliler açısından ihtiva ettiği mânâlar itibarıyla, bu ruhanî yolculuğun değişik buudları sayılan şu hususu hatırlatmakta da yarar görüyoruz:

İlâhî tecelliler ve sâlikin bu tecellilere mazhariyeti açısından "seyr" iki şekilde mütâlâa edilegelmiştir; seyr-i nüzûlî ve seyr-i urûcî.

Seyr-i nüzûlî: Mukayyed ve mümkün olan varlığın zuhur etmesi için, mutlak ve vacib olan vücudun tecelli ve feyiz ifâzası mânâsına bir seyirdir ki, küllî dairede Vâhi-diyet-i Hakk'ın, cüz'î dairede de Hazreti Ehadiyet'in "bî kem u keyf" kesret ufkuna nüzûlünden ibarettir. Buna. Vacib'in imkan mertebelerine, Mutlak'ın mukayyed dairelerine doğru bir inbisât-ı tecelli ile inkişaf ve zuhuru da diyebiliriz. Bu seyir, taayyün-i evvelden,

" -Allah'ın iîk yarattığı Benim nurumdur" mertebesine, ondan da topyekün kâinat ve insan mertebelerine kadar temâdî eden bir tecellidir.

Seyr-i urûcî ise; varlık ağacının en câmi meyvesi olan insanın, upuzun bir seyr u sülûk-i ruhaniyle yeniden irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye uğrunda mebde'ine ve merciine yönelerek, Hazreti Vacibü'l—Vücud'un ziyâ-i vücudunda beden ve cismanî arzulan itibarıyla tamamen muzmahil olmasıdır ki; işte biz burada, mebde'den müntehâya, "seyr" unvanıyla dört mertebede bu ruhanî yolculuğu tahlil etmeye çalışacağız:

Birinci mertebe; "seyr ilallah" mertebesidir ve Hakk'a yürümenin başlangıcı olması itibanyla buna "sefer-i evvel" de denir ki, Müsemmâ-yı Akdes de diyebileceğimiz Hazreti Zat mülâhazası mahfuz, ef'âl âleminden isimler ufkuna, sonra da bu i-simlerin gölgesinde mebde-i taayyün olan isme ulaşmakla nihayet bulan bir yolculuktur; sâliki çok, müdavimi ona nisbeten az, herkese açık bir seyahat-ı kalbiye ve ruhiyedir. Bu seyahat ister "sülûk" unvanıyla "seyr-i afakî" olsun, ister "cezbe" namıyla "seyr-i enfüsî" şeklinde tecelli etsin, yolculuk sona erince sâlikin kalbinden "mâsivâ" alâkası büyük ölçüde silinir-gider ve hak yolcusu kendini "fenâ fillah" gel-gitleri içinde bulur ki, erbabı bu mazhariyete "vilayet-i suğrâ" diyegelmişlerdir.

İkinci mertebe; "seyr fillah" mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna. ikinci yolculuk mânâsına "sefer-i sânî" dendiği gibi "cem' " de denmiştir ki. -fâni, bâki gerçeği mahfuz- sâlikin beşerî sıfatlardan tecerrütle ilâhî sıfatlarla ittisaf etmesi, istidadı ölçüsünde esmâ-i ilâhiyeyi temsil ile Kur'ân ahlakıyla tahalluk ederek -buna Allah ahlâkı da diyebiliriz- "ufk-i âlâ "ya ulaşmasıdır ki, bu yolculuğun son konağına erenlere büyük ölçüde varlığın perde arkası inkişaf eder ve onların gönüllerine "ilm-i ledün" akmaya başlar; başlar ve hak yolcuları isimler, sıfatlar, zâtî şe'nler âlemlerine ait mârifet şuâları karşısında eriye eriye nisbet-i tâmmenin zuhuruna ererler ki. böyle bir mazhariyete de "bekâ billah" denegelmiştir.

Üçüncü mertebe: "seyr maallah" ve diğer namıyla "sefer-i sâlis" veya "fark maa'l-cem' " mertebesidir ki, bir "vâsıl" için bu mertebede "bî kem u keyf" sadece O görülür, O bilinir, O duyulur: her yanı O'nun marifet nurları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler-süpürür-götürür de her tarafta

     -Artık yeryüzünde oları her nesne fena bulmuş ve sadece senin Rabbinin zatı bekâsını devam ettirmektedir" hakikati nümâyan olmaya yüz tutar; yüz tutar da başka varlıklar, başka bilmeler, başka görmeler, başka duymalar sâlikin marifet enginliği ve zevk çağlayanının debisi ölçüsünde itibarîleşmeye başlar, hattâ mâsivâ hissedildiği nisbette kalbe sıklet verir ve zaman gelir, hak yolcusu zevk ve hâl enginliğine karşı bütün bütün kapılarını kapar, sürmeler ve zaten dâvâ-yı nübüvvetin vârislerinden de değilse halvet ve inzivalarla hep kendi sübjektif enginliklerinde yaşar. İşte bu ölçüde, hak erinin nazarında bütün zıtların yok olduğu böyle bir mertebenin nihayeti de "aynü'l-cem" " unvanıyla yâd edilir. Nesîmî bütün rüsûmun silinip gittiği bu zevkî ve ruhî hali. derin bir istiğrak neşvesiyle şöyle ifade eder:

"Mekânım lâ mekân oldu

Bu cismim cümle cân oldu

Nazar-ı Hak ayân oldu

Özüm mest-i likâ gördüm.


Bana Hak'tan nidâ geldi

Gel ey âşık ki mahremsin

Bura mahrem makamıdır

Seni ehl-i vefâ gördüm."

Bu makâm aynı zamanda, kadehler gibi O'nun aşkıyla dolup boşalma, O'nu çılgınca sevme ve sevdirme makamıdır. Bu mertebenin vâridâtıyla şahlanmış bir gönül, O'ndan bahsetmeyen her sözü israf sayar, her mülâhazayı da saygısızlık. İster ki her sözün dibâce konusu O olsun, her meclisin hitamı O'ndan bahislerle noktalansın ve herkes âşıkane sadece ve sadece O'ndan söz etsin. Bir âşık-ı meçhul bu hissi ne hoş seslendirir:

''Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;

Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!"

Dördüncü mertebe; "seyr anillah" mertebesidir; bu seviyedeki "seyr"e "sefer-i râbi' "dendiği gibi "telvin ba'de't-temkin"de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Ta-bir-i diğerle, vahdet ve izâfî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, "hazîretü'l-kuds"e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşâd etme: talipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma: zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak'tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce payeyi, bazı tasavvuf erbabı "bekâ billah maallah" veya "fark ba'de'1-cenm' " şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyetiyle beraber, maiyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lâhza ayrı bir vuslata "bismillah" der.. ne iltibas, ne şatahat ne de naz; niyazla oturur-kalkar ve sürekli temkin soluklar.. "ilallah"ta "fillah" esintilerini duyar; "maallah"ta "minallah" veya "anillah" gerçeğini müşahede eder.. hem vâcid yaşar, hem fâkid bulunur: hem mehcûr görünür, hem vâsıl bulunur ve kurb-bu'du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşâd halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur: semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

"  -Allah'ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin"

fehvasınca böyle bir vâsıl, zılliyet plânında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu. hemen herkesin her halükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi haline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i hüdâ O'nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:

"Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl." (Anonim)

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Seyr u Süluk-1
« Posted on: 29 Mart 2024, 15:45:04 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Seyr u Süluk-1 rüya tabiri,Seyr u Süluk-1 mekke canlı, Seyr u Süluk-1 kabe canlı yayın, Seyr u Süluk-1 Üç boyutlu kuran oku Seyr u Süluk-1 kuran ı kerim, Seyr u Süluk-1 peygamber kıssaları,Seyr u Süluk-1 ilitam ders soruları, Seyr u Süluk-1önlisans arapça,
Logged
21 Mart 2012, 10:17:23
muhsin iyi

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 87


« Yanıtla #1 : 21 Mart 2012, 10:17:23 »

Vahdet-i Vücut (Vücudun Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), Fenafillâh
Maddeye, varlık âlemine bakış açısı çok önemlidir. Dünya görüşümüzü, dinimizi, itikadımızı maddeye, varlık âlemine bakış açımız tayin etmektedir. Başka bir söyleyişle din ve itikadımız, dünya görüşümüz maddeye ve varlık âlemine bakış açımızı şekillendirmektedir. İslam’ın dünya görüşü tevhit temeline dayanır. La-ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) İslam dininin temelini teşkil eder. Bu söz, çeşitli derecelerdeki tevhit makamlarını da karşılar. Bu sözle İslam dinine girilir, bu sözle iman tazelenir, bu sözle manevi makamlar kat edilir. Bu söz son nefeste nasip olduğunda Allahın (c.c.) izni ile cennet kapıları o kimseye açılır. Onda pek çok anlam katmanı vardır. İlk anlamı Allah dışındaki tüm ilahları yok saymaktır. Her insanın Allah’ın kanunları karşısında eşit olması başka bir anlam katmanıdır. En üstteki anlam katmanında ise Allah dışındaki bütün varlıkların aslında yok oldukları, Allah karşısında hiçbir varlığın bulunmadığı ifade edilir. Bu katışıksız tevhittir. Bu üst anlam İslam’ın tasavvuf ve tarikat öğretisine hitap etmektedir. Konumuzu teşkil eden vahdet-i vücudu da tanımlamakta ve açıklamaktadır. Vahdet-i vücut öz olarak Allah dışında her şeyi yok bilmektir. Bu aynı zamanda tevhidin de en yüksek basamağıdır.

Tasavvuf ve tarikat, ince ve dar bir yoldur. Herkese hitap etmez. Ayrıca ayakların kaydığı bir alandır. Kavramların bazen yanlış tanımlandığı, şeytanların ve nefsin itikadı bozmak için kol gezdiği bir sahadır. Bu yolda esaslı mürşitlere ihtiyaç duyulduğu gibi yol gösterici kitaplara da büyük gereksinim vardır. Bu açıdan hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) eserleri ile hususiyle Mektubatı ile bu alanda büyük bir boşluğu doldurmuştur. Onun rehberliği olmadan bir insanın tasavvuf ve tarikat yolunda ayağı kaymadan, şeytanların ve nefsin oyuncağı olmadan ilerlemesi mümkün değildir. Hele bu asırda imkânsız gibidir. Onun için yüzyıllardır İslam âlimleri, arifler Mektubatı Kuran-ı Kerim ve Hadis-i şerif kitaplarından sonra üçüncü kitap olarak görmüşler, itibar etmişlerdir. Üç cilt olarak Türkçe’ye değişik yayınevleri tarafından tercüme edilen Mektubatı bu günlerde üçüncü kez baştan sona okumak ile şereflendim. (Tabii arada sırada bazı sayfalarına göz atmalar, bazı mektupları okumalar bunun haricindedir.) Bu yazı bu okumaların mahsulü olarak yazılmak için adeta beni zorladı. Ama suyu kaynağından içmek tabii daha faydalıdır. Bir de tabii İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s.) büyüklüğünü idrak etmek ve böyle bir zatın eserinin kıymeti karşısında Allah’a (c.c.) şükretmek istedim. Allah ondan razı olsun. Âmin. Kim nefsin ve şeytanların kışkırtmalarıyla ayaklarının kaymasından korkuyorsa, tasavvuf ve tarikat yolunun aslını öğrenmek, ayrıca bu yolda Allah rızasına ermek istiyorsa mutlaka İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s.) Mektubatını yanından ayırmamalı, sık sık okumalı, onu bir el kitabı gibi daima mütalaa etmelidir. 

Konunun karmaşıklığı, soyutluğu nedeniyle soru-cevap şeklinde bir yöntem uygun görülmüştür.

Vahdet-i vücut kısaca nedir?
Bazı sofiler tasavvuf ve tarikat yoluna girince zikir, rabıta ve murakabelerin feyzi ve nuru ile bir sekr (ilahi sarhoşluk ve muhabbet) hali yaşarlar. Bunun sonucu olarak varlık âlemi ile Allah’ı bir görürler. Daha doğrusu Allah’ı varlık âlemine sızmış, hulul etmiş (içine girmiş) olarak düşünürler. Onların nazarında kâfir ve Müslüman ayrımı da kalkar. Buna vahdet-i vücut denir. Yani vahdet-i vücut bir haldir. Düşünce değildir. Çünkü bunun düşüncesi apaçık olarak İslam’a aykırıdır. Zındıklıktır. Felsefede bu sapkın düşünceye panteizm derler.

İslam’a göre Allah (c.c.) ile varlık âlemi arasındaki ilişki nasıldır?
İslam’a göre, Allah ile varlık âlemi arasında zati bir ilişki yoktur. Yani Allah ne zati (vücut, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam bi-nefsihi, muhalefetün havadis) ne de subuti sıfatları ile (hayat, ilim, irade, semi, basar, kelam, kudret, tekvin) varlık âlemi ile karışmamıştır. Allah (c.c.) ile varlık âlemi arasındaki ilişki ilmidir. Yani Allah ilim sıfatı ile varlık âlemini tasarlayıp yoktan yaratmıştır. Ama varlık âleminde Allah’ın ilim sıfatı tamamıyla tecelli etmemiştir.
Allah (c.c.) varlık âleminde zatıyla tecelli etmemiştir. Allah (c.c.), varlık âlemini sonsuz ilmi ile yoktan yaratmıştır. Varlık âlemi ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir. Hadis-i şerife göre hiçbir şey yok iken yalnızca Allah (c.c.) vardı. Allah ezeli ve sonsuz ilmi ile varlık âlemini yoktan var kıldı. Varlık âlemi Allah’ın ‘Ol!’ emri ile maddesiz olarak sonradan meydana geldi. Meydana gelirken de Allah’tan herhangi bir parça, unsur varlık âlemine karışmadı. Allah (c.c.) varlık âlemine ne dâhil oldu ne de ondan hariç kaldı. Çünkü yüce Allah varlıkların sınırlı bulunduğu şeylerden, hususiyle mekân ve zaman kayıtlarından uzaktır.

İslam’a uygun olan tasavvuf düşüncesine göre Allah (c.c.) ile varlık âlemi arasındaki ilişki nasıldır?
 Allah (c.c.) yokluk aynaları olan ayan-ı sabitelerde bazı güzel isimlerinin gölgeleri ile tecelli etti ve böylece varlık âlemi meydana geldi. Ayan-ı sabiteler eşyanın vücuda gelmeden önce Allah’ın ilminde olan suretleridir. Bu tecelli sırasında kendisinden herhangi bir şey varlık âlemine geçmemiştir. Bu tecelli olayı tıpkı gölge veya aynadaki suretler gibi gerçekleşmiştir. Nasıl gölgede ve aynada asıl varlığa ait bir parça söz konusu değilse ve bunlar arasındaki ilişki birbirine birleşmeksizin, katışmaksızın meydana gelmişse ayan-ı sabitelerde de durum böyledir. Allah (c.c.) yokluktan yarattığı ayan-ı sabitelerde güzel isimlerinin gölgelerini sadece ilmi boyutu ile buralarda tecelli ettirdi. Ayan-ı sabitelerden de bu varlık âlemi meydana gelmiştir. Bu bakımdan ayan-ı sabiteler varlık âleminin prototipleridir, asıllarıdır. 
İslam’a uygun tasavvuf düşüncesine göre, varlık âlemi aslında yoktur. Bir gölgedir. Var olan yalnızca Allah’tır. Varlık âleminin duyu organlarına hitap eden varlığı hayal mesabesindedir. Varlık âlemini tamamen inkâr etmek de doğru değildir. Çünkü varlık âlemi duyu organlarınca algılanmaktadır. Onun için vardırlar. Ama var oluşlarının derecesi farklıdır. Çünkü gerçek olarak var olan sadece Allah Celle Celaluhudur. Varlık âlemi hayal, gölge seviyelerine benzer türde vardırlar. Aslı yokluk olduğu ve Allah’ın güzel isimlerinin gölgelerine ayna tuttukları için varlık âlemini hayal ve gölge seviyesine benzettik.
Eşya ve varlık âlemini ezeli ve ebedi kılmak, Allah (c.c.) gibi ona gerçek bir varlık görünümü vermek de doğru değildir. Onun için varlık âleminin aslının yokluk olduğunu, gölge veya hayal mesabesinde olduğunu ifade ettik. Varlık âlemi Allah’ın güzel isimlerinin gölgelerine ayna oldukları için var olarak gözükmektedirler. Allah kıyamet günü bütün varlık âlemini yok edecektir. Maddenin en küçük yapı taşları olan atomlar elementlerine ayrılacaktır. ‘Ol!’ emri nasıl bir enerji dalgası meydana getirip varlık âlemini oluşturmuşsa kıyamet günü ‘Yok ol!’ emrinin tecelli ettiği İsrafil’in suru da bütün varlık âlemini enerji dalgası haline getirip ortadan kaldıracaktır. Allah (c.c.) daha sonra bizleri hesaba çekmek için yeni bir yaratılışı ve tekrar dirilişi gerçekleştirecektir.

İslam’a uygun olmayan tasavvuf düşüncesi vahdet-i vücut anlayışına nasıl bakar?
İslam’a uygun olmayan tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücut anlayışında varlık âlemi ile Allah bir, aynı görülür. Aslında buna modern çağın felsefesinde panteizm dendiğini yukarıda vurguladık. Bu düşüncede olan birisi, varlık âleminin Allah’tan bir parça olduğunu düşünür. Allah’ın zati veya subuti sıfatları ile varlık âleminde tecelli ettiğini varsayar. Her şeyden öte maddeye ezeli ve ebedi yakıştırması verdiği için düşüncesi din dışıdır. Bu anlayışı nedeniyle Allah’ın yoktan var edicilik sıfatını da inkâr eder. Maddeye ebedilik vasfı verdiği için kıyamet gününü de onaylamamış olur. Bu düşüncede olan birisinin İslamiyet’le yakından ve uzaktan bir ilişkisi yoktur.   

Vahdet-i vücut düşüncesi kim tarafından ortaya atıldı, ona İslami bir anlam ve sistem kazandıran kimdir?
Vahdet-i vücut bir hal olarak ortaya çıkmış, bu hali yaşayan kimi sofilerin ağzından çıkan sözlerle gündeme gelmiştir. Onu tasavvuf literatüründe ilk defa kullanan Muhyiddin İbn-i Arabi (13.y.y.) olmuştur. İmam-ı Rabbani (17.y.y.) ise, vahdet-i vücut halini bizzat yaşamış ve bu halin aslında seyr u sulukta uruc sırasında (ruhun Allah’a yükselişinde) yaşanan geçici bir aşama olduğunu bulgulamıştır. Ayrıca ruh seyr u sulukta tekrar varlık âlemine döndüğünde, yani nüzul sırasında, başka bir ifadeyle veli olgunlaştığında bu sekr halini yitirmekte olduğunu ifade etmiştir.
İslam tasavvufunda “vahdet-i vücut” kuramı pek çok yanlış anlamalara konu, itikadi istismarlara da neden olduğu için ikinci bin yılın müceddidi olan İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) bunu “vahdet-i şühud” kuramıyla karşılamış ve İslam dinine ve tasavvufun ruhuna uygun olarak yeniden tanımlamıştır: O’na göre Allah’ın (c.c.) zatı ile varlık âlemi arasında hiçbir bağ yoktur. Varlık âlemi O değildir, O’ndan gelmiştir. Allah (c.c.) ne maddedir, ne de madde cinsinden tasvir edilecek bir şekle sahiptir. Allah (c.c.) akla gelen her şeyden başkadır. O’nun zatını düşünmek, O’na varlıklarda olduğu gibi zati nicelik ve nitelik yakıştırmak doğru değildir. Varlık âlemi O’nun güzel isimlerini gölgelerini tanıtmak için yaratılmıştır. Yoktan yaratıldığı için Allah (c.c.) karşısında da bir varlığa sahip değildir.
Vahdet-i vücut görüşünü savunanlar, düşüncelerinin özeti olan “Her şey O’dur.”, “Ene’l-Hakk (Ben Hakk’ım) sözleri ile farkına varmadan bir itikadi yanlışlığa ve istismara kapı açmışlardır. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) bu sözlerin sahibi olan Şeyh Muhyiddin İbni Arabi’nin (k.s.), Hallac-ı Mansur’un (k.s) ve onları bu tür sözlerle takip edenlerin iyi niyetlerini dile getirmekte ve bu büyüklerin veliliklerini de tasdik etmektedir. Ama b...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
28 Mart 2012, 15:51:19
muhsin iyi

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 87


« Yanıtla #2 : 28 Mart 2012, 15:51:19 »

Vahdet-i Vücut (Vücut Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), Fenafillâh (2)

Duygu ve coşkular sonuçta düşüncelere dayanır. İlahi bir sarhoşluk ve muhabbet hali (duygusu, coşkusu) ile sofilerin ağzından çıkan çoğu görünüşte şeriata ters düşen ve onunla çatışan sözler, böyle düşünsel bir temelden kaynaklanamaz mı?
Duygu ve coşkular sabun köpüğü gibidir. Dışarıdan bakan onun bir şekle ve cisme sahip olduğunu düşünür, ama onlar ele avuca girdi mi yok olurlar. Yani duygu ve coşkuları bir düşünce kalıbına sokmaya çalıştığımızda onlar bir anda sönerler.  Tabii duygu ve coşkular bir düşünsel temelden kaynaklanır. Ama bu düşünsel temeli ararken duygu ve coşkulardan hareket etmek doğru değildir. Bu insanı yanlış yargılara götürebilir. Örneğin Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü, bir tasavvufi coşkunlukla ve muhabbetle söylenmiştir. Buradaki coşku ve duygu Allah’ın el-Hak güzel isminin kendi üzerinde tecelli ettiğidir. Şimdi bizler onun bu duygu ve coşkusunu temel alıp onu böyle bir düşünce ve mantık kalıbına koyduğumuzda Hallac-ı Mansur’un ilahlık davasında olduğunu düşünebiliriz. Onu haksız yere mahkûm ederiz. Nitekim devrinde de mübareği bu sözüyle mahkûm edip ilgili sözü şeriata uygun bulmadıkları için kanına girmişlerdir. Hâlbuki günde bin rekât nafile namaz kılan, ilgili sözü nedeniyle hapsedildiğinde ayağındaki ve kollarındaki zincirlerin tazyiki yüzünden ancak günde beş yüz rekât nafile namaz kılabilen Hallac-ı Mansur, böyle bir düşünceden, iddiadan uzaktır. Ama dedik ki, duygu ve coşkular, bir düşünsel temelden kaynaklanır. Öyle ise Hallac-ı Mansur’u bu sözü söyletmeye sevk eden düşünce temeli nedir? Evet, bu o kadar zor bir soru değildir. Görünmesi, anlaşılması güçlük arz eden karmaşık bir konu da değildir. Köpüğü ele avuca alamayız ama onun su ve sabundan kaynaklandığını hemen biliriz. Sabunu bilmeyen bir çocuk köpüğe bakıp da onun su ve sabundan kaynaklandığını hiçbir zaman anlayamayacaktır. Çünkü köpüğün ne suyla ne sabunla görünüşte bir ilgisi ve yakınlığı bulunmamaktadır. Bizler sofilerin rabıtanın ve zikrin, tabii en başta ‘Allah’ ve ‘La- ilahe illallah’ kelimelerinin zikirlerinin etkisiyle tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut halini yaşamakta olduğunu biliyoruz. Eldeki sabunun suyla teması neticesinde köpüğün oluşması kadar açık, gözler önünde olan bir gerçektir bu. Çünkü bu yol tevhit akidesiyle başlıyor, tevhit akidesinin derinleştirilmesi ile de ilerliyor. Bu yolun içerisindeki, dışındaki herkes de bu gerçeği bilmektedirler. 

Bütün tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut hali temelini tevhit akidesinden alır: ‘La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Sofi la ilahe (ilah yoktur) kazmasıyla nefsini, varlık âlemini deşmeye, yok etmeye çalışır. Çünkü bunlar Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yokluktan yarattığı varlıklardır. Sofinin de Allah’a ulaşmasını engelleyen masivalardır. Sofi bu engelleri kaldırdıkça Allah’ın varlığını ispat etmiş (illallah) olur. Öyle bir dereceye gelir ki, ilahi bir sarhoşluk ve muhabbet eseri ağzından bazı şeriata ters düşen sözler dökülmeye başlayabilir. İşte örneğini verdiğimiz Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü bu kabildendir. Bu sözle ilahlık (benlik)  davası değil, bilakis ilahi sarhoşluk ve muhabbetin eseri olarak benliğini Allah’ta (El-Hak) yok etmiş bir kişinin kendisinden (nefsinden) geriye bir şey kalmadığı ve tıpkı kendisini ateşte yakan kelebekler misali eriyip kaybolduğu, yok olduğu ifade edilmektedir. Tabii her fedakârlık bir dava için yapılır. Bir şeyi ispat içindir. Kendini (nefsini) Allah’ın el-Hak güzel ismini ispat için yapılan fedakârlığın ve davanın temeli de apaçıktır ki ‘La ilahe illallahtır (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Çünkü davanın amacı, davanın bayrağında, temel taşlarında az çok işaret edilir. Hallac-ı Mansur’un ilgili sözü tevhid-i zat (vahdet-i vücut) hali için klasik bir örnektir. Tevhid-i zat Allah’ın zat veya güzel isimlerinin kulda tecelli ettiği duygu ve coşkusunun mahsulü olarak meydana gelir. Tasavvufta çok ileri bir hal olduğu için onu sıradan bir insan olarak anlayabilmemiz mümkün görünmemektedir. Ancak çok uzak ve biraz da ilgisiz bir örnek olarak şunu verebiliriz: Bir küçük çocuk, babası yeni bir araba alınca, ailenin tüm bireylerinin sevincini daha bir coşkun ve duygusal boyutta yaşayabilir. Kendi yaşındaki arkadaşlarına arabayı göstererek ‘Benim arabam!’ diyebilir. Bunu söylerken de egosu müthiş bir haz duyacaktır. Çünkü araba kavramının yüklendiği sevinç coşku ve duygusu ile küçük çocuğumuz babası ile kendisini özdeştirmektedir. Bunun gibi, insan hangi makamda olursa olsun, Allah (c.c.) karşısında asla kulluktan öteye geçemeyecektir. İnsan insandır, Allah da Allah’tır. Aralarındaki ilişki, yaratanla yaratılandır. Allah (c.c.) kullarına hiçbir suretle muhtaç değildir. Hele Allah’ın insanların ibadetlerine hiçbir ihtiyacı yoktur. Ama insan Allah’a (c.c.) muhtaçtır. İbadetler hem dünyada hem ahrette huzur ve mutluluğumuz için muhtaç olduğumuz büyük nimetlerdir. Durum böyle iken, sofi tasavvuf ve tarikat yolunda çektiği zikirlerle ve yaptığı rabıtalarla yavaş yavaş nefsinden ve masivadan yüz çevirir. Öyle hale gelir ki tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat hallerinden sonra vahdet-i vücut hallerini yaşamaya başlayabilir. Allah’ın Zatına olan iştiyakı, ilahi sarhoşluğu ve muhabbeti ile üzerinde tecelli eden Allah’ın güzel isimlerini sahiplenme halini hissedebilir. Daha doğrusu nefsini ve bütün varlık âlemini yok bilerek tıpkı küçük çocuğun babasının arabasına ‘Benim arabam’ demesi gibi sofi de Allah’ın zat ve güzel isimlerinin üzerinde tecelli ettiğini vurgulayan cümleler söyleyebilir. Bu sözler görünüşteki anlamaları ile şeriata da ters düşebilir.

Vahdet-i vücut halinin tesiri ile iman ile küfrü bir, aynı gören birisi de böyledir. Kuşkusuz iman ve küfür ayrı şeylerdir. Allah (c.c.) küfürden razı değildir. Küfürle vasıflanan kişiyi ebedi cehennemle cezalandıracaktır. İmandan ise razıdır. Onu er geç cennetle mükâfatlandıracaktır. Bu, düşünsel temelde sofinin de bildiği ve onayladığı bir yargıdır.  Çünkü şeriat bunu kalın çizgilerle belirlemiştir. Bunu inkâr, bu çizgileri aşmak, çiğnemek küfür demektir. Vahdet-i vücut hali ile ağzından ilahi muhabbetin ve sarhoşluğun etkisi ile iman ve küfrü bir, aynı gördüğünü söyleyen bir sofi bununla tevhid-i sıfat halini yaşadığını vurgulamaktadır. Bunu düşünsel boyutuyla kabul ettiğini iddia etmesi imkânsızdır. Kabul ederse dinden çıkmış olur. Zındıktır.

Tevhid-i ef’al gibi tevhid-i sıfat, tevhid-i zata (vahdet-i vücut) ulaştıran ara basamaklardır. Tevhid-i sıfat nasıl bir karakter arz etmektedir?
Sofi tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al ahlini yaşamaya başlayabilir. Birinci yazımızda buna kısmen de olsa değindik: Yüzüne sebepsiz yere tokat yiyen bir sofinin halini anlattık. Bu halle şeriata aykırı düştüğünde sofinin hale değil şeriata dikkat etmesi, ama elden geldiğince de tevhid-i ef’al halini muhafaza etme yolunda gayret sarf etmesi gerektiğini belirttik. Fiilleri yaratan Allah’tır; ama Allah (c.c.) iyi fiillerden razıdır, kötülerinden razı değildir. Oysa bizim sofi, fiilleri Allah (c.c.) yarattığı için, tabii bir de başa gelen bela ve musibetin kulun yaptığı günahlar yüzünden olması ilahi kanunu ile (daha doğrusu başka nedenler de var ama kul manevi terakkisi için meseleyi böyle bilmelidir) sebepsiz olarak kendisine tokat atan kişiden davacı olmak şurada dursun, ucuz kurtulduğu için haline şükrediyordu. Bu çok kutlu ve kıymetli haldir. Bu halin seyr u sulukta terakki için muhafaza edilmesi gerekiyordu. Ama beri yandan da hale itibar edilmeyip hak hukukun da aranması gerekiyordu. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre insanlar ahrette tasavvuf ve tarikat yolundaki hallerine göre değil şeriata göre hesaba çekilmektedir. Halle, şeriat ahkâmları çatıştığında hale itibar edilmeyip şeriata yönelmek gerekiyordu.

Bu tevhid-i ef’al halinin (tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat) en temel sebebi sofinin çektiği zikirle ve yaptığı rabıtalarla Allah’a doğru bir seyr u sulukta olmasıdır. Yani sofimiz manevi olarak yükselmektedir. Bu yükselme ruhen meydana gelmektedir. Elbette bu sırada kişinin ruhu aynı zamanda bedeninde de yer almaktadır. Ama ruh bizim gibi maddi kanunlara bağlı değildir. Onun bağlı olduğu kanunlar bambaşkadır. Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için onun kanunlarına akıllar ermez. Onun için insanlar peygamberimize (s.a.s) ruhtan sordukları vakit, ‘Size bu ilimden pek az bir şey verilmiştir.’ diye, Rabb’imiz Kuran-ı Kerim’de açıklama yapmaktadır (bk. İsra suresi, 85). Ruh, bedende yer alırken manevi olarak da ya yukarıya ya da aşağıya doğru bir yolculuk halindedir. Cennet de cehennem de yaratılmış durumdadırlar. Bizleri beklemektedir. Peygamberimiz (s.a.s) miraçta her iki yeri de bizzat hem bedenleri hem de ruhları ile ziyaret buyurdular. Kim bunu inkâr ederse ehl-i sünnet çizgisinden dışarı çıkar. Bizler de bu dünyada ruhen bu iki yerden birisine, yani cennet veya cehenneme doğru bir manevi seyir halindeyiz. İnsanlar şöyle bir kendilerine ve etrafındaki insanlara derin bir nazarla bakarlarsa onların veya kendilerinin nereye doğru koştuklarını, hatta yükseldiklerini veya düştüklerini göreceklerdir. Zira cennet de cehennem de bin çeşit halleri ile çok uzaklardan bile varlıklarını hissettirmektedirler. Günahlar ruhu aşağı doğru çekerler.  Hele küfür, kendisini bağlayan halatları kopmuş bir asansör gibi içerisindekileri sonsuz bir hızla cehennem doğru düşürür. O insanların halleri de derin bir nazarla bakıldığında bunu gözler önüne getirir. Sonsuz bir hızla düşen insanlar oldukları her hallerinden bellidir. Cennet kendisine doğru yaklaşan insanların ruhlarına huzurla, yüzlerine nurla esintiler serper. İnsanların uykuda iken aşağı doğru hızla düşmeleri de manevi hallerine bir işaret olabilir. (Tabii bunu pek vesvese yapmamak lazım. Rüyada düşme sadece bu anlama gelmez. Başka anlamları da var.) Tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofi rabıta ve özellikle zikir sırasında ruhsal olarak yü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes