> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Din ve Mezheb Eserleri > Siyasi - İtikadi Mezhebler > İtikadi Mezhepler
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İtikadi Mezhepler  (Okunma Sayısı 3118 defa)
02 Ocak 2010, 15:20:49
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 02 Ocak 2010, 15:20:49 »



İtikadi Mezhepler





Giriş.

1- Kader Meselesi:

2- Büyük Günah İşleyenin Durumu:

3- Düşüncelerin Felsefî Bir Mahiyet Alması :

1- CEBRİYE..

2- KADERİYE..

3-MÜRCİE..

4- MUTEZİLE..

A- Mutezile Mezhebinin Mahiyeti :

a) Tevhid = Allah´ı Birleme:

b) Adalet:

c) Va´d ve Vaîd = Vaad ve Korkutma:

d) Elmenziletu Beynel Menzileteyn (İmanla İnkâr Arasında Bir Derece)

e) Emr-i Bil Ma´ruf ve Nehy-i Anil Münker: (İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak)

B- Mutezile Mezhebinin, İtikadı Meselelerde Delil Getirme Sistemi:

C- Mutezilenin, Bazı Görüşlerini, Yunan Felsefesi Ve Diğer Felsefelerden Alması:

D- Mutezilîlerin, İslâmı Savunmaları:

E- Abbasilerin Mutezileye Yardım Edişi:

F- Çağdaşlarına Göre Mutezile:

G- Fıkıh ve Hadis Alimlerinin Mutezileyi Eleştirmeleri:

H- Mutezilenin Münazaraları:

I- Mutezilenin tartıştığı hasımları:

Bu Mesele Hakkındaki Asıl İhtilaf Noktası:




İTİKADÎ MEZHEPLER [1]


Giriş



Muhacir ve Ensardan oluşan ilk müminler ve samimiyetle bunlara tâbi olanlar, inançlarını, doğrudan Kur´an-ı Kerim´den alıyorlardı. Allah Tealâ´nin zatına nelerin yakıştığını ve nelerin yakışmayacağını, âyet-i kerime´lerden öğreniyorlardı. Bu sebeple, ilk müslümanlar arasında herhangi bir itikadı meselede tartışma olmamıştı.

Makrizî, «Hıtat» adlı eserinde şöyle der: «Şunu bil ki, Allan Tealâ, Arapların içinden elçisi Muhammed´i, bütün insanlara peygamber olarak gönderince Ruhüleniin Cebrail´in, Peygamber´e getirdiği Allah Tealâ´mn kitabında ve Allah Tealâ´nm doğrudan Peygamberine gönderdiği vahiyde Allah Tealâ, kendisini bizzat nasıl sifat-landırmışsa, Peygamber de insanlara rablerini o şekilde anlattı. Bu sebeple köylü olsun, şehirli olsun hiçbir Arap, Peygamber Efendimiz´-den, itikadı mevzular hakkında herhangi bir şeyin açıklanmasını işlememişti. Halbuki namaz, zekât, hac ve Allah Tealâ´nm emir ve yasağı bulunan diğer hususlarda, kıyametin durumu, cennet ve cehennem hakkında çeşitli sorular soruyorlardı.

Eğer, itikadi meseleler hakkında da herhangi bir açıklama istenseydi, helal-haram hakkında, teşvik ve sakındırma hususunda, kıyamet, savaş ve fitne mevzularında nakledilen hadîsler gibi, Allah Tealâ´nm sıfatları hakkında da, sorulara cevap olarak, bir kısım.hadisler rivayet edilmiş olurdu. Diğer mevzularda rivayet edilen hadîsler, hadîslerin mânâlarını izah eden, nakil yollarını açıklayan ve hadislerin metinlerini toplayan hadîs kitaplarında mevcuttur. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in hadîslerini toplayan kitapları dikkatle inceleyen ve selefi salihin´den gelen eserleri tedkik eden kimse görür ki, tabaka ve sayıları çok olmasına rağmen, herhangi bir sahabînin Resulullah (S.A.V)´den, Aliah Tealâ´nın Kur´an-ı Kerîm´de veya Peygamberinin lisanıyla kendisini vasfetttiği herhangi bir sıfat hakkında Peygamberimiz (S.A.V.)´den birşey sordukları, sağlam veya zayıf bir yolla rivayet edilmemiştir. Bilâkis, hepsi Allah Tealâ´nın sıfatları hakkındaki metinleri anlamışlar ve Allah Tealâ´nm sıfatları hakkında konuşmaktansa susmayı tercih etmişlerdir.

Evet, hiçbir şahabı, Allah Tealâ´nm sıfatları arasında, sifat-ı zatiyye veya sıfat-ı fiiliyye şeklinde herhangi bir ayırım yapmamıştır. Bütün sahabîler, Allah Tealâ´ya, ilim, kudret, hayat, irade, semi´, basar, kelâm, celal, ikram, cûd/ inam, izzet, azamet gibi ezelî sıfatlar nisbet etmişlerdir. Sıfatların hepsi hakkında aynı sözü söylemişlerdir.»

İşte Makrizî bunları anlatmaktadır. Bu anlatılanlar, muhacir, ensar ve onlara samimiyetle tâbi olanlar hakkında tamamen doğrudur. Ancak, kendilerini tamamen Allah´a vermiş bu zatlar dışındaki bazı müslümanlardan fitne çıkarmak için ortaya soru atanlar görülmüştür. Allah Tealâ, bu gibi insanların durumlarını açıklayarak şöyle buyuruyor: «Sana kitabı indiren O´dur. O´nun bir kısım âyetleri muhkemdir, mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir ktsım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise -Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin katmdandır.» derler. Bunları ancak, akıl sahipleri düşünür.» «Onlar, Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi haktan çevirme bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen, çok bağışta bulunansın derler.»[2]

Ortaya atılan meselelerden birincisi «Kader» meselesiydi.[3]



1- Kader Meselesi:


Zaman zaman bazı tartışmalara yol açan meselenin, kader meselesi olduğu görülmektedir. Bu mesele, İslâmdan önceki dinlere mensup olanları da meşgul etmiştir. Hatta Allah´a ortak koşanlar bile, kader hususunda tartışmaya girişmişler ve Allah´a ortak koşma suçunu kadere yüklemeye kalkışmışlardır.

Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyuruyor: -Allah´a ortak koşanlar şöyle diyecektir. «Eğer, Allah dileseydİ ne biz, ne de babalarımız ona ortak koşardık. Ve ne de bir şeyi haram kılardık.» Bunlardan Öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Nihayet azabımızı tattılar. Onlara deki: «Meydana çıkararak bize göstereceğiniz bir bilgi var mı? Siz sadece zanna tâbi oluyorsunuz ve siz yalan söylüyorsunuz.»[4]

Âlûsî tefsiri bu âyet-i celüenin izahında şunları söyler: Müşrikler bu sözleriyle, işledikleri suçlardan dolayı özür dilemek istemiyorlardı. Çünkü onlar ?Allah, yaptıklarını yüzlerine çarpsın? işlediklerinin suç olduğuna inanmıyorlardı. Halbuki yaptıkları şeyler, onlar için sokucu bir yılan idi. Onlar, âyet-i celilenin de beyan ettiği gibi «Oysa kendileri, iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.»[5] Onlar, kendilerini Allah´a yaklaştırması için putlara tapıyorlardı. Onlar, birşeyi haram kılmadıklarını, haram kılanın Allah olduğunu iddia ediyorlardı. Onların, bu sözlerden maksatları, yaptıklarının hak ve meşru olduğuna ve Allah´ın razı olduğuna dair delil getirmekti. Onlara göre, Allah onların yaptıklarının olmasını diliyordu. Bir şeyi dilemek ise, emretmeye eşitti. Ve o işten razı olmayı gerektirirdi.

Hasılı bunlar, kısaca şunu demek istiyorlardı. Onların, Allah´a ortak koşmaları, birtakım şeyleri kendiliklerinden haram saymaları ve benzeri davranışlarda bulunmaları, Allah´ın dilemesiyle gerçekleşiyordu. Onlara göre, Allah´ın dilediği şey ise meşru idi ve Allah´ın razı olmasını icabettiriyordu.»[6]

Görülüyor ki, bu müşrikler, kader meselesini ortaya atıyorlar ve Peygamber´e karşı bunu delil olarak ileri sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in devrinde de, eskiden kalma bazı bilgilerin tesiriyle, kader meselesi dışında bir kısım meselelerin ortaya atıldığı görülmektedir.

Şehristanî, «el-Milel ve en-Nihal» adlı eserinde şunları söylemektedir : «Allah Tealâ´nm zatı hakkında tartışmaya girişen, işlerine karışmaya çalışan bir taifenin durumunu gözönüne getir. Allah Tealâ onları şu kelamıyla bu davranışlarından men etmiş ve kor­kutmuştur. «...Allah, yıldırımlar gönderir, onu dilediğine çarptırır.

Kâfirler, Allah haktada mücadele ederler. Halbuki Allah, büyük kudret sahibidir.»[7]

Bu durum, Peygamber" Efendimiz (S.A.V.) zamanında cereyan etmiştir. Halbuki, o dönemde Peygamber Efendimiz duruma hakim, güçlü, kuvvetli, sıhhati tam yerinde idi. Münafıklar ise, içlerinde nifak tohumlarını taşımalarına rağmen, korkularından müslüman olduklarını açığa vurma zorunda kalıyorlardı. Münafıklıklarını her fırsatta Resulullah´ın davranışlarına itiraz etmekle belli ediyorlardı. Bu itirazlar birer çekirdek oluşturdu ve bu itiraz çekirdeklerinden, bitkiler misali şüpheler doğdu.

Ortaya atılan ve insanlar arasında tartışmalara sebep olan bu meseleler ne kadar çok olsa da, bunlar içerisinde en büyüğü «Kader» meselesiydi. Öyle ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kadere iman etmenin farz olduğunu beyan etmiş ve kader meselesi hakkında tartışmayı ise yasaklamıştır.

Cibril hadisinde, Cebrail aleyhisselâmın, Peygamber Efendimiz (S.Â.V.)´den şunları sorduğu rivayet edilmiştir: Cebrail: «Söyle bana iman nedir?» diye sordu. Peygamberimiz de: «Allah´a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah´dan geldiğine iman etmendir.»[8] dedi.

Evet, kadere iman etmek, Allah´a boyun eğmek, onun ilminin şeyi ezelde takdir ettiğine inanmaktır. Bunun içindir ki, Peygamber şeyi ezelde takdir ettiğine inanmaktır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (S.A.V.) insanları kadere iman etmeye davet etmiş, fakat kader meselesini tartışmayı men etmiştir. Zira kader meselesini tartışmak, düşünceleri saptırır, ayakları kaydırır, mezhep ve görüşlerin çelişmesi ile akılları şaşırtır. Bu durum ise, bölünmelere ve ayrılmalara sebep olur.

Diğer taraftan, kader meselesi hakkında tartışmaya girişmek, tartışanların gücünü aşan bir meseleye girişmek demektir. Çünkü, hiçbir kimsenin elinde, ihtilafları sona erdirecek ve konuyu kesin bir hükme bağlayacak herhangi bir delil yoktur.

Peygamber Efendimiz (S.AV.)i, âhirete irtihal ettikten sonra müslümanlar, başka dinden olanlarla münasebetlerde bulundular. Bu dinlerin sahipleri arasında kadere inanan, kadere inanmayan ve kader hakkında ileri-geri konuşanlar bulunmaktaydı. Bunun neticesi olarak kader hakkında, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in, kader meselesine dalmayı yasaklamasına rağmen, bir takım tartışmalar ortaya çıktı.

Bu hususta şu hâdise anlatılır: Hz. Ömer (R.A.)´e bir hırsız getirildi, Hz. Ömer ona «Niçin hırsızlık yaptın?» diye sorunca hırsız «Bunu Allah takdir ettiği için ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İtikadi Mezhepler
« Posted on: 19 Nisan 2024, 10:50:44 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İtikadi Mezhepler rüya tabiri,İtikadi Mezhepler mekke canlı, İtikadi Mezhepler kabe canlı yayın, İtikadi Mezhepler Üç boyutlu kuran oku İtikadi Mezhepler kuran ı kerim, İtikadi Mezhepler peygamber kıssaları,İtikadi Mezhepler ilitam ders soruları, İtikadi Mezheplerönlisans arapça,
Logged
02 Ocak 2010, 15:22:51
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #1 : 02 Ocak 2010, 15:22:51 »

1- CEBRİYE


Daha Önce de, işaret ettiğimiz gibi, Sahabe-i Kiram ve Emeviler döneminde âlimler, Allah Tealâ´nın kudreti yanında, insanın kudreti ve kader meselesi hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.

Bir kısım âlimler, «Kul, yaptığı işlerin yaratıcısı değildir ve kula nisbet edilen işlerde kulun hiçbir katkısı yoktur.» demişlerdir.

Bu mezhebin temeli şudur: Herhangi bir iş yapmayı kuldan ?uzaklaştırıp bunu Allah´a nisbe´t eder. Çünkü bunlara göre kul, herhangi bir işe gücü yetmekle sıfatlandırılan!az. Çünkü o, yaptığı işleri, gücü, iradesi ve seçme serbestisi olmaksızın, mecburen yapar. Allah Tealâ, cansız varlıklarda görülen durumları yarattığı gibi, insanın diğer varlıklara mecazî olarak nisbet edildiği gibi, insana da mecazi olarak nisbet edilir. Mesela «Ağaç meyva verdi.» «Su aktı.» «Taş yuvarlandı.» «Güneş doğdu.» «Güneş battı.» «Gök bulutlandı.» «Gök, yağmur yağdırdı.» «Yerler yeşerdi.» «Yer mahsul çıkardı.» denildiği gibi...

«İnsan sevap kazanmaya veya ceza görmeye mecburdur.» İnsanın, mecbur olduğu ortaya çıktıktan sonra, artık kulun birtakım işlerle mükellef oluşu da cebriledir.[16]

İbn-i Hazm, Cebrîyecilerin delillerini izah ederek şöyle diyor: «Cebrîyeciler delil getirerek dediler ki: Allah Tealâ herşeyi yaratan ve yarattıklarında kendisine benzer hicbirşey bulunmayan bir mutlak güç sahibi olduğuna göre, ondan başka herhangi bir varlığın bir

iş yapmaması gerekir. Yine Cebrîyeciler dediler ki: «Bir işin yapılışını insana nisbet etmek «Zeyd öldü.» «Bina dikildi.» sözüne benzer. ´Aslında Zeyd´in kendisi öîmemiştir, O´nu Allah öldürmüştür. Bina dikilmemiştir, onu Allah dikmiştir.»

Tarihçiler, bu düşünceyi ilk önce kimin ileri sürdüğünü izah etmeye girişmişler ve mezhebe dönüşen bir düşüncenin, önce kimler tarafından ileriye atıldığını tesbit etmenin zor olduğu inancına varmışlardır. Bu sebeple, bu düşüncenin ne zaman başladığını veya ilk önce kimin ortaya attığını tayin etmemiz güçtür. Bununla beraber, Cebr hakkında söylenen sözlerin, Emeviler devrinin başında meydana çıktığını, yine Emevîîer devrinin sonunda bir mezhep halini aldığını kesinlikle söyleyebiliriz.

Elimizde «Murtaza» adlı âlimin «el-Münyetu vel-Emel» adlı eserinde zikrettiği, Emevilerin ilk dönemlerinde yaşayan iki büyük âlimin iki mektubu bulunmaktadır. Mektuplardan biri, Abdullah b. Abbas´a aittir. Abdullah bu mektubunda-, Şam´da bulunan Cebrîyecilere sesleniyor ve onları bu gibi sözleri söylemekten men ediyor ve şöyle diyor: «İnsanlara takvayı mı emrediyorsunuz? Halbuki takva sahipleri, sizin bu görüşlerinizle yoldan salmıştır. İnsanları kötülükten sakındırmak mı istiyorsunuz? Halbuki isyankârlar, sizin bu görüşlerinizle ortaya çıkmışlardır. Ey, geçmiş münafıkların çocukları, zalimlerin yardımcıları ve fâsıklarm mescitlerinin bekçileri! İçinizden Allah´a iftira eden, suçlarını O´na yükleyen ve yaptıklarını O´na nisbet edenden başka kimse çıkmaz mı?»

İkinci mektup ise, Hasan´ı Basri (R.A.) tarafından, Basra´da Cebriye mezhebinin görüşlerini benimseyen bir kısım insanlara yazılmıştır. Mektupta şunlar yazılıdır. «Kim, Allah´a, kaza ve kaderine iman etmezse, o kişi küfre girmiştir. Kim, kendi günahını rabbine yüklerse, o da kâfir olmuştur. Allah Tealâ, kendisine zorla itaat edilen veya zorla isyan edilen değildir. Çünkü Allah, kullarına verdiği şeylerin gerçek sahibidir. Kullarının gücünü yettirdiği şeylere kendisi daha kaadirdir. Eğer kullar O´na itaat ederlerse, yaptıklarına mani olmaz. Şayet isyan ederlerse, dilerse yaptıklarına mâni olur. Eğer birşey yapmamışlarsa, onları birşey yapmamaya O zorlamış değildir. Eğer, Allah yarattıklarını itaat etmeye zorlamış olsaydı, onlardan sevabı kaldırırdı. Şayet onları günah işlemeye zorlamış olsaydı, onlardan cezayı düşürürdü. Eğer, onları başıboş bırakmış olsaydı, (hâşâ) kudretinde eksiklik olması icabederdi. Fakat, Allah Tealâ´nın, yarattıklarından gizli tuttuğu bir sırrı vardır. Eğer, kulları itaat ederlerse bu, Allah´ın kullarına bir lütfudur.

Bu anlatılanlardan anlaşıldığına göre,, Cebrîyeciler o zamanda da bulunmuş, Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basrî gibi büyük zatlar, bunlara cevap vermiş ve meselenin esasını açıklamaya çalışmışlardır. Abdullah b. Abbas´ın oğlu Ali´nin, şunları söylediği rivayet edilir : Bir defasında babamın yanında oturuyordum. Bir adam geldi ve şunları söyledi: «Ey Abdullah b. Abbas, surda bir kısım insanlar var. Yaptıklarının, Allah tarafından yapıldığını söylüyor ve Allah´ın, onlara cebren günah işlettiğini iddia ediyorlar.» Babam buna şu cevabı verdi: ?Eğer, burada onlardan biri bulunsaydı, boğazını sıkar, canı çıkıncaya kadar bırakmazdım. «Allah, kulları-günah işlemeye zorlar» demeyin. «Allah, kullarının yaptıklarını bilmez» de demeyin.»[17]

Daha önce de izah ettiğimiz gibi bu görüş, sahabe döneminde ortaya çıkmıştı. Hatta, daha önce de, müşriklerin dilinde dolaşıp durmaktaydı. Nitekim, biraz Önce de zikrettiğimiz gibi, Kur´an-ı Kerîm bu hususu beyan etmiştir.

Fakat, Emeviler dönemindeki Cebriyeciliğin önemi şuradan gelmektedir. Cebir hakkındaki sözler bu dönemde teorileşmiş ve mezhep haline gelmiştir. Bu mezhebi benimseyenler, başkalarım da ona davet edenler ve onu okuyup diğer insanlara açıklamaya çalışanlar bulunmuştur.

Cebriyeciliği ilk önce Yahudilerin icadettiği, daha sonra onu müs-lümanîara öğrettikleri, müslümanlann da onu yaydıkları ileri sürülmektedir.

Müslümanlardan Cebriyeciliğe davet eden ilk adamın Ca´d b. Dirhem olduğu, bu adamın Cebriyeciliği, Şam´da bulunan bir Yahudiden öğrendiği ve Basra´da halk arasında yaydığı ve Cehm b. Safvan´ın da Cebriyebliği bundan öğrendiği söylenilmektedir.

«Sarh el-Uyûn» adlı eserde Ca´d b. Dirhem hakkında şunlar anlatılmaktadır : Cehm b. Safvan, kendisine nisbet edilen Cehmiyye Cebriyeciliği bu Ca´d´den öğrenmiştir. Ca´d´in de İban b. Sem´an´dan, tban´m da Talût b, A´sam adlı bir Yahudiden öğrendiği söylenmektedir.[18] Bu sözlerden, bu görüşün Yahudilerden çıktığı ve Sahabe devrinde başladığı anlaşılmaktadır. Çünkü yukarda adı geçen Talût, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in döneminde hayattaydı, sahabe ve tabiîn devrini de gördü. Talût, zehirlerini kusmak için fitne döneminde büyük bir fırsat bulmuş ve nifak tohumlarını saçmıştır. Fununla beraber, bu düşüncenin, sadece Yahudi kaynaklı olduğu söyleyemeyiz. Çünkü daha önceleri, Farslar arasında da bu gibi düşünceler vardı. Bunlar, «Zerdüştlük» «Mani» lik ve benzeri mezheplerin uğraştıkları meselelerdendi. «el-Munye ve´1-Emel» adlı kitapta şunlar anlatılmaktadır:

Hasan-ı Basri´den rivayet edilmektedir ki, Parslardan bir adam, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´e geldi ve şöyle dedi: «Farsların, kızlarıyla ve kızkardeşleriyle evlendiklerini gördüm. Onlara «niçin böyle yapıyorsunuz?» dendiğinde onlar, «Bu, Allah´ın kaza ve kaderidir.» diyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurdu : «Her ümmetin «mecusî» olanları vardır. Benim ümmetimin mecusîleri de «kader yoktur» diyenlerdir. Eğer hasta olurlarsa, onları ziyaret etmeyin. Ölürlerse, onlara şahadette bulunmayın.»

Cebriye mezhebini, Cehm b. Safvan benimsemiş, kendisini o yola adamış ve insanları ona davet etmiştir. Cehm b. Safvan, Horasanlıdır, «Beni Rasip» kabilesinin dostlarındandır. Şüryh b. el-Haris´in kâtipliğini yapmıştır. Cehm, Şüreyh ile birlikte «Nasr b. Seyyar´a» isyan etmiştir. Ve Emevîlerden Mervan oğullarının son zamanların­da, «Müslim b. Âhvaz el-Mâzinî» tarafından öldürülmüştür. Cehm, dâvasını yaymak için, Horasan ve havalisini seçmiştir. Öldürüldükten sonra, kendisine tâbi olanlar «Nihavend» şehrini karargâh edinmişlerdir.

Cebriye mezhebi bu havalide devam etmiş, nihayet «Ebu Man-sur el-Matüridî» mezhebi bu civarda ona galip gelmiştir. Bu konuyu ilerde, inşallah daha tafsilatlı olarak anlatacağız.

Cehm´in mezhebi, sadece cebr meselesiyle kalmayıp kendisine ait başka görüşleri de içine almaktadır. Bu görüşlerden bazıları şunlardır:

a) Cehm´in iddiasına göre, cennet ve cehennem fânidir. Hiçbir-şey ebedî olarak kalmayacaktır. Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen «Ebedilik» ten maksat, uzun süre kalmaktır ve yok olduktan sonra, yokluğunun ebedi olmasıdır. Yoksa ebedilik «devamlı kalmak» demek değildir.

b) Yine onun iddiasına göre, iman, bilmek demektir. înkâr ise, bilmemek demektir.

Cehm´in mezhebinin dış görünüşüne göre, Resulullah (S.A.V.)´in sıfatlarını bilen Yahudiler, ve peygamberin peygamberliğini yaki-nen bildikleri halde onu inkâr eden müşrikler mümin sayılırlar. Ne var ki Cehm, «Boyun eğip kabul etmek bilgiyi gerektirir, iman kabul edilen bilgi, sadece bir tahmin değil, kabul edip boyun eğmeyi icabettiren kesin bir bilgidir.» der.

c) Cehm´in iddiasına göre, Allah´ın kelâmı kadîm (Başlangıcı olmayan, ezelî) değil, hadistir. (Sonradan meydana gelmiştir.) Bazı âlimlerin, Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk (yaratılmış) olduğu görüşleri, buna dayanmaktadır. Gerçi bu meselenin, inşallah yeri geldiğinde de izah edeceğimiz gibi, başka bir yönü daha vardır.

d) Cehm, Allah Tealâ´yı herhangi bir sıfatla tavsif etmez. Meselâ O´na «Dirilik» ve «ilim» sıfatını vermez. Ve der ki: «Ben, Allah´ı, yaratılmışlarda bulunan, bir sıfatla sıfatlamam.»

e) Cehm, kıyamet gününde Allah Tealâ´nın, kullan tarafından görülmesini reddeder.

Birçok kimseler bu görüşlerde Cehm´e tâbi olmuşlardır. Ancak, Cehmiye mezhebini meşhur eden ve onu diğerlerinden ayıran özellik, bu mezhebin Cebrîyeciliği ve «İnsanın ne iradesi, ne de bir fiili vardır.» görüşüdür. Bunun haricindeki görüşlerinde bunlara daha başkaları da katılmaktadır. Meselâ: Kur´an-ı Kerîm´in mahluk (ya­ratılmış) olduğunu Mutezile de ileri sürmüştür. Allah T...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

02 Ocak 2010, 15:25:11
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #2 : 02 Ocak 2010, 15:25:11 »

2- KADERİYE


Daha önce de anlattığımız gibi, Müslümanlar, Hulefa-i Raşidîn döneminin sonlarında ve Emeviler döneminde «Kaza ve Kader» meselelerini tartışmaya girişmişlerdi. Bunlardan bazıları çok aşırı giderek, insanın, yaptığı işlerde hiçbir iradesi olmadığını ileri sürmüş­lerdir. Bunlar, daha önce açıkladığımız Cebriyecilerdir.

Bunlara mukabil, Kaderiyeciler de, diğer bir cihetten aşırı gitmişler, insanın yaptığı bütün işlerin, -ALLAH´ın iradesinden müstakil olarak, tamamen kulun kendi iradesinden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. «Mutezililer» de bu görüştedirler. Ancak «Mutezilîler» ilmi kelâmın başka meselelerinde de meşhurdurlar. Bu sebeple, «Mutezilik» ayrı.bir mezheptir. Kaderiye mezhebine dahil değildir. «Kaderiyeciler» «Mutezilîlerle» birleştikleri bu aşırıhklanyla kalmamışlar, içlerinden, daha aşırı giderek, «ilim ve takdir» anlamına gelen ilâhi kaderin bulunmadığını iddia edenler çıkmış ve «İşler, kendiliğinden, takdirsiz olarak meydana gelir ve onu ALLAH, meydana geldikten sonra bilir» diyenler bulunmuştur.

Bunların liderlerinden Ma´bed b. Halid el-Cühenî´nin, «Kadere-sarılarak günahlardan kurtulmak isteyen bir kişinin sözlerini duyunca ona şu cevabı verdiği rivayet edilir: «Kader diye bir şey yoktur. îşler, takdirsiz olarak, kendiliğinden meydana gelir.» Cüheni, bu sö?-leriyle, ´ALLAH Tealâ´nm, ezeli iradesini ve ezeli ilmini inkâr etmiş olur. Buda Kur´an ilmini, yüce Yaratıcı´nm kudretinin dışına çıkarmak olur.

Bazı tarihçiler, bu fırkanın, «Kaderiye» diye adlandırılmasına hayret etmişlerdir. Çünkü bunlar, kaderi inkâr eden kişilerdir. Nasıl olur da, kader´e nisbet edilerek «Kaderiyeciler» denir?

Bazıları, bunların söylediklerinin tam aksi ile isimlendirilmelerine engel bir durum bulunmadığını, zira bazı şeylerin, zıtlanyla isimlendirilmesinin bir vakıa olduğunu söylemişlerdir.

Diğer bir kısım insanlar ise bu durumu, şöyle izaha çalışmışlardır. «Kaderiyeciler kaderin ALLAH Tealâ tarafından olmadığını ve kullara ait olduğunu iddia ettikleri için «Kaderiyeciler» diye adlandırılmışlardır. Çünkü bunlar, herşeyi, insanın irade ye kudretine dayandırmışlar ve böylece bir nevi insanı kadere hakim olan bir varlık kabul etmişlerdir.»

Bazı yazarlar ise, bunlara «Kaderiyeci» adının, muhalifleri tarafından takıldığını «Bu ümmetin mecûsîleri de Kaderiyecilerdir.»[30]

hadis-i şerifinin kapsamına girmeleri için böyle yaptıklarını ileri sürmüşlerdir.

Türkiye´nin eski Şeyhülislâmı merhum üstad Mustafa Sabri hoca efendi, Kaderiyecilere bu ismin verilmesine başka bir sebep göstermektedir. O sebep te şudur; «Kaderiyecilerin inançlarının, mecû-silere benzemesidir. Mecûsiler, ilâhın iki tane olduğunu, hayırı yaratan ilâhın NUR, şerri yaratan ilâhın ise KARANLIK olduğunu iddia etmektedirler. Kaderiyeciler ise, hayır ile şerrin arasını ayırmakta, hayrın ALLAH´tan olduğunu, şerrin ise şeytandan kaynaklandığını ve ´ALLAH´ın, şerri dilemediğini ileri sürmektedirler.[31]

Tarihçiler, insanları bu mezhebe davet eden kişinin kim olduğu ve bu mezhebin nerede meydana çıkıp yayıldığı hakkında derin araştırmalara girişmişlerdir.

Bizim kanaatimize göre, insanlar arasında ortaya çıkıp yayılan görüşlerin, bir takım tahminlere dayanmaksızın, başlangıç noktasını kesin olarak tesbit etmek çok zordur. Kaderiyecilik konusunda da durum bundan ibarettir. Ancak, araştırıcıların çoğu, bu dvşüncenin, görüşlerin çarpıştığı, fikirlerin çeliştiği ve inançların karmakarışık olduğu bir dönemde ilk defa Basra şehrinde ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir.

Bütün Irak toprakları bu tip çatışmalara sahne olmuştu. «Sarh el-Uyûn» adlı kitapta, şunlar anlatılır: «Kader meselesinde ilk önce konuşan kişi Irak´h birisidir. Bu adam daha önce hristiyan idi. Sonradan müslüman oldu. Ma´bed eî-Cuhenî ve Ğaylan eltımışkî, Kaderiyeciliği bu adamdan öğrenmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, Kaderiyecilik düşüncesi sonradan îslâma sokulan bir fikirdir. Müslümanlar arasında, yabancı birisi tarafından, îslânı adına yayılmıştır. Bu fikri yayan yabancı ise, art niyet taşımaktadır.»

Daha önce hristiyan olan bu Iraklı adamdan «Kadercilik» düşüncesini iki kişi almıştır. Bunlardan biri, bu düşünceyi Irakta yayma vazifesini üzerine alan Ma´bed el-Cühenî´dir. Diğeri ise, Samda halkı bu mezhebe davet eden Ğaylan el-Dımışki´dir.

Ma´bed el-Cühenî, insanları kısa bir süre bu fikre davet etme imkânı buldu. Abdurrahman b. el-Eş´as´m isyanı ortaya çıkınca, hemen ona katıldı. Eş´as mağlup olunca Ma´bed, bu fikre davet eden ve yardım eden.bir kişi olduğu için Haccac tarafından öldürülen kişiler arasında bulunuyordu. Görülüyor ki, Ma´bed, ortaya çıkan her fitnede sinsice yer alıyor ve çeşitli tuzaklara başvuruyordu. Nihayet boynu vuruldu.

Ğaylan el-Dımışki´ye gelince : Bu adam, Şam´da halkı kaderciliğe çağırmaya devam etti. Bu mevzuda Ömer b. Abdülaziz ile dahi münakaşa etmişti. Ğaylan, Ömer b. Abdülaziz´e mektuplar yazarak , onu adaletli olmaya davet etti. Ona yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyordu : Ey Ömer! Bakıyorsun fakat göremiyorsun, farkedi-yor ama tam anlamıyorsun. İyi bil ki Ömer, sen, İslâmda çürümüş kalıntılara ve silik bir takım izlerentiştin.

Ey ölüler arasında bulunan ölü! Ne takibedecok bir iz bulabiliyorsun, ne de faydalanacak bir ses işitebiliyorsun. Sünnetler çiğnendi, bid´atlar ortaya çıktı, âlimler sindirildi konuşamaz oldular, cahillere nasihat edilecekken, meseleler onlardan sorulur oldu. Halife vardır ki, ümmet onunla kurtuluşa erer. Yine halife vardır ki, ümmet onunla helak olur. Ey Ömer! Sen, bunların hangisindensin? ALLAH Tealâ buyuruyor ki-, «Onları, emrimizle, doğru yolu gösteren önderler yaptık.»[32]

İşte bu sıfatta olan bir halife, hidayet Önderidir. Ona uyanlar da hidayettedir. Bunun aksi olan halife hakkında ise, ALLAH Tealâ şöyle buyuruyor: «Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardım edilmeyeceklerdir.»[33]

«Ateşe gelin» diye çağıran hiçbir davetçi bulamazsın. Aksi takdirde ona kimse uymaz. Burada «ateşe davet edenler» den maksat, insanlar: ALLAH´a isyana davet edenlerdir.

O halde ey Ömer! Ayıpladığı bir şeyi- yapan veya yaptığı bir şeyi ayıplayan yahut uyguladığı hükümlere uyanları cezalandıran, yahut da suç saydığı hükümleri tatbik eden herhangi bir hikmetli davrananı gördün mü?

Yine sence, kullarını, güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef tutan yahut, takdirine boyun eğenleri cezalandıran bir merhametli yüce mevla olur mu?

Yine sana göre, insanları zulmetmeye, zulme karşı zalimce davranmaya sevkeden, adaletli bir ilâh bulunur mu?

Ve yine sana göre, insanları yalan söylemeye, birbirlerini aldatmaya sevkeden, doğru sözlü bir mevla mevcut mudur?

Bu kadar izah, açıklama olarak yeter. Kör´ün körlüğünü artırmak için de kâfidir.»[34]

Evet, işte bunlar, Ğaylan el-Dımışkî´nin Ömer b. Abdülaziz´e yazmış olduğu mektup veya mektuplardan bir kısmıdır.

Ömer b. Abdülaziz´in Ğaylan´ı davet ederek, düşünceler: hakkında onunla tartıştığı, neticede Ömer´in, Ğaylan´ın delillerini çürüttüğü ve Ğaylan´ın, Ömer´e şunları söylediği anlatılır. -Ey müminlerin emiri, ben sana sapık bir kişi olarak geldim, sen ise beni hidayete erdirdin. Kör olarak geldim, basiretimi açtın. Cahil olarak geldim, bana ilim öğrettin. ALLAH´a yemin olsun ki bu mesele hakkında artık hiçbirşey konuşmayacağım.»

Ancak, anlaşılmaktadır ki Ğaylan, müminlerin emiri Ömer b. Abelaziz öldükten sonra tekrar eski düşüncelerine dönmüştür. Murtaza, «el-Munye vel Emel» adlı eserinde Ömer b. Âbdülaziz´in Ğaylan´a şunları söylediğini anlatır. «Yapmakta olduğun vazifede bana yardımcı ol.» Ğaylan ise Ömer´den şunu istemiştir. «Beni, hazine mallarını satmaya ve haksızlıkları.giderme vazifesine tayin et.» Ömer, Ğaylan´i, bu vazifeye tayin etti. Ğaylan, hazine mallarını satıyor ve insanlara şöyle diyordu : «Gelin hainlerin malına! Gelin zalimlerin malına! Gelin Resuîullah´m sünnene ve davranışlarına uymayarak onun ümmetine halife olanların yığdıkları dünya metama!»[35]

Ğaylan, Ömer b. Abdüîaziz vefat ettikten sonra da insanları bu dâvasına davet etmiştir. Nihayet, Hişam b. Abdülmelik dönemi başlamış, bu düşünceler çokça yayılmış, Fars ve Horasan bu düşüncelerin temerküz ettiği yerler haline gelmiştir. Hişam b. Abdülmelik, buralarda devletine karşı tehlikeler hissetmiş, Horasan ve Fars´tan esen her rüzgâra karşı savaş açmıştır. Daha önce, Horasan´da bulunan va­lisinin, Ca´d b. Dirhem´i «Kur´an-ı Kerim mahluktur» dediği için öldürdüğünü anlatmıştık. Tabii ki Hişam b. Abdülmelik Ğaylan´ın pe-sini bırakamazdı. Onu, dâvasını yaymaya devam etmekte serbest bırakmazdı.

Fakat Hişam, delilsiz, dâvâsız bir şekilde Ğaylan´ı öldürmek istemiyordu. Bu sebeple onu, zamanının en büyük fıkıhçısı olan İmam Evzai ile tartışmaya davet etti. «Ikd el-Ferid» ve «Şerh el-Uyûn» adlı eserlerde zikredildiği gibi, imam Evzaî, Ğaylan ile tartışmış ve onu susturmuştur. Bu tartışmayı «Mehasin el-Mesaî fî Menakıb-i Ebu Ömer el-Evzaî» adlı kitabın sahibi zikretmiş ve «Bu, bir kaderiyeci ile yapılan münakaşadır.» demiştir.

Bu tartışma «Ikd el-Ferid>ve «Şerh el-Uyûn» adh eserlerdeki ile karşılaştırıldığı zaman, Kaderiyecinin, Ğaylan ei-Dımışkî olduğu anlaşılır. «Mehasin el-Mesaî» adlı kitapta zikredilen tartışma ve o tartışmanın girişi şöyledir:

«Hişam b. Abdülmelik döneminde Kaderiyeci bir adam vardı. Hişam, birgün ona bir kişi göndererek onu huzuruna çağırdı ve şunları söyledi: «Senin hakkında çok, dedikodu edildi.» Kaderiyeci şu cevabı verdi: -Evet, Ey müminlerin emiri, dilediğini çağır onunla tartışalım. Eğer onun vasıtasıyla benim hatalı olduğumu ortaya koyabilirsen boynumu sana teslim ederim.» Hişam, «İnsaflı konuştun.? dedi. İmam Evzaî´ye bir kişi gönderdi. Evzaî gelince, Hişam ona «Ey Ebu Ömer, bu Kaderiyeci il...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

02 Ocak 2010, 15:28:31
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #3 : 02 Ocak 2010, 15:28:31 »

3-MÜRCİE


Bu fırka, büyük günah işleyenin mümin sayılıp sayılmayacağı hakkındaki tartışmaların çoğaldığı bir.dönemde ortaya çıkmıştır.

Hâriciler, büyük günah işleyenin kâfir olduğunu, Mutezililer ise bunların mümin olmadığım, fakat kendilerine «müslüman» denebileceğini ileri sürmüşler, Hasan el-Basrî ve tabiînden bir gurup da, buyuk günah işleyenin münafık olduğunu, çünkü yapılan amellerin, kalbin delili sayılacağını, dille, söylenen sözün imana delil olmaya­cağını söylemişlerdir.

Müslümanların çoğunluğu ise, büyük, günah işleyenin günahkâr, fakat mümin olduğunu, durumunun Allah´a kaldığını, Allah dilerse, ona, günahı kadar azap edeceğini, dilerse onu affedeceğini beyan etmişlerdir.

îşte bu ihtilaflı ortam içerisinde «Mürcie» fırkası ortaya çıkmış, kafirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, günah işlemenin de imana herhangi bir zararı olmayacağını açıkça ileri sürmüşlerdir.

Bu fırkaya mensup olanlardan bazıları da, büyük günah işleyen kışının durumunun, kıyamet gününde Allah´a bırakıldığını beyan etmişler ve bunlar, ehl-i sünnet vel cemaat âlimlerinin, birçoğu ile pekçok noktalarda birleşmişlerdir. Hatta, görüşler, incelikleriyle tetkik edildiği zaman, bunların görüşlerinin, aynen ehl-i sünnetin görüşleri olduğu ortaya çıkar.

Bu fırkanın asıl çekirdeği, Hz. Osman döneminin sonlarına doğru, Hz. Osman´ın idaresi, valileri hakkında ortaya atılarak bütün İslam âlemine yayılan dedikodulardır. Bu dedikodular neticesinde ortaya çıkan fitne, Hz. Osman (RA.)´ı öldürmeye kadar varmıştır.

îşte bu dönemde, Sahabe-i Kiram´dan bir kısmı susmayı tercih etmiş ve müslümanların birbirlerine girmelerine sebep olan bu fitneye katılmamayı daha uygun bulmuşlar ve Ebubekir (R.A.)´ın, Peygamber Efendimiz (S.A.V)´den rivayet ettiği şu hadis-i şerife sıkıca sarılmışlardır.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bu hadiste şöyle buyurmuştur: -Yakında ortaya fitneler çıkacaktır. O fitneler ortaya çıktığı zaman, oturan kişi bu fitneye yürüyenden, yürüyen ise, buna koşandan daha iyidir. Dikkat edin, bu fitne meydana geldiğinde, devesi olan devesinin peşine, koyunu olan koyununun peşine, arazisi olan, onunla meşgul olmaya gitsin.» Orada bulunan bir kişi: «Ey Allah´ın Besulü, ya kişinin devesi, koyunu ve arazisi yoksa?» diye sordu. Peygamber Efendimiz ona şu cevabı verdi: «Kılıcını alsın ve onun ağzını taşa vursun. Sonra kurtulma imkânı varsa kendini kurtarsın.»[55]

Evet, bu cemaat, Hz. Osman (R.A.) döneminde ortaya çıkan ve onu öldürmeye kadar giden fitneden uzak kalmıştır.

Hz. Ali (R.A.) dönemine kadar uzayan bu fitneye karışmamışlar ve Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye arasında meydana gelen savaşlar hakkında hiçbir görüş ileri sürmemişlerdir.

Sa´d b. Ebl Vakkas, yukardaki hadisin ravisi Ebubekr, Abdullah b. Ömer ve İmran b. Husayn bu cemaattendir. Bu Sahabîler, çarpışan iki guruptan hangisinin haklı olduğu hükmünü peşinen vermiyerek geri bırakmışlar ve bunların durumlarını Allah Tealâ´ya havale etmişlerdir.

Bu hususta imam Nevevî şöyle der: «Mesele, Sahabe-i Kiram arasında tereddütlü bir durumdaydı. Hatta, sahabe-i kiramdan bir cemaat bu mesele hakkında kararsızlığa düştü. Çarpışan her iki topluluktan da uzaklaştı. Savaşmadı ve hangi tarafın haklı olduğunu kesin olarak bilemedi.

Bazı büyük sahabîlerin, ortaya çıkan fitne hakkında peşin hüküm vermeyip, mesele hakkındaki yargılarını ertelemeleri, birçok gazilerin şüpheye düşmesine sebep olmuştur. Bu sebeple İbn-i Asakir, tarihinde bunlara, «Şüpheciler» adını vermiş, yani; meydana gelen ihtilafla hakkın hangi tarafa ait olduğunda şüphe edenler demek istemiş ve şunları söylemiştir. «Onlar şekk içinde bulunan şüphecilerdir. Onlar Resulullah´m zamanında gazvelere katılmışlardı. Bunlar, Hz. Osman´ın ölümünden sonra Medine´ye döndüklerinde, giderken, birlik ve beraberlik içinde bıraktıkları insanları ihtilaf içinde bulmuşlar ve şunları söylemişlerdir: «Biz, sizi birlik ve beraberlik içinde ihtilafsız olarak bıraktık, geri döndüğümüzde ise sizi ihtilaf içinde bulduk. Bazınız diyor ki «Osman haksız yere öldürüldü. O ve taraftarları insaf edilmeye daha lâyıktılar.» Diğer bir kısmınız ise diyorki: «Ali ve taraftarları daha haklıdır.»

Bize göre, onların hepsi güvenilir zatlardır, hepsi doğru söyler. Biz, kendimizi onlardan ayırmayız. Onlara lanet okuyamayız. Ve onlar arasında şahitlikte etmeyiz. Onların durumlarını Allah´a havale ederiz. Onlar arasında Âîlah hüküm versin.»

Müslümanlar arasındaki ihtilaflar had bir safhaya varıp sadece anlaşmazlıklar hakkında hüküm verme safhasında kalmayıp, büyük günah işleyenin durumu da bunlara eklenince, ortaya meseleler hakkında peşin hüküm vermeyen ve işi Allah´a havale eden bir kısım sahabîlerin yolunu izleyen yepyeni bir gurup çıktı. Bu yeni gurup, büyük günah işleyenin durumu hakkında peşin hüküm verilemeyeceğini, bunların durumlarının, gayblan bilen Allah´a bırakıldığını beyan etmişler, siyasi tartışmalardan uzak kalmışlar ve günah işleyen kişi hakkında herhangi bir şey söylemekten kaçınmışlardır. Çünkü, günah işleyenler hakkındaki dedikoduların, siyası anlaşmaz lıklardan kaynaklandığı kanaatine varmışlardır.

Çünkü bu ihtilafın kaynağı, Hariciye mezhebine mensup olanların kendilerine muhalif olanlar hakkındaki düşünceleridir.

Mürcie mezhebine mensup olanlar, birbirleriyle ihtilaf edenler için şunları söylemişlerdir. «Onlar, «Lailahe illallah Muhammedun Resulullah» diyerek, Allah´dan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed (S.A.V)´in onun peygamberi olduğunu kabul ederler. O halde onlar, ne kâfirdir, ne de müşrik. Bilakis, onlar müslümandır. Onların durumlarını ´Allah´a havale ederiz. İnsanların gizliliklerini ancak Yüce Mevla bilir ve onları, ona göre hesaba çeker.» Şüphe yok ki, bu, doğru bir metottur. İhtilaflara karışmama ve büyük günah işleyenin durumunu Allah´a bırakma metodudur. Belki de büyük günah işleyenlerden bazılarının günahları affedilir, kötülükleri iyiliklere çevrilir.

Ne var ki daha sonra bazı insanlar zuhur etti, büyük günah işleyen kimse hakkında yukarda geçen olumsuz tavırla yetinmedi, daha ileri giderek, iman bulunduğu sürece günahın hiçbir zararının olmayacağına hükmetti.

Bu düşüncede olanlar, şöyle dediler: «îman; ikrar, tasdik, itikad ve bilgiden ibarettir. Bunların bulunmasıyla birlikte, günahların hiçbir zararı yoktur. İman, amelden tamamen ayrı bir şeydir.» Hattâ, bunlardan bir kısmı iyice aşırı giderek, imanın, sadece kalble tasdik etmekten ibaret olduğunu iddia etmişler ve şöyle demişlerdir : «Şayet imanı sadece kalben kabul eden bir kişi, dili ile kâfir olduğunu açıkça söylese veya putlara tapsa yahut İslâm diyarında Yahudi ve Hristiyanlardan ayrılmasa veya haç´a tapsa yahut İslâm ülkesinde, teslis (Allh´ı üçlü kabul etme) inancını açıklasa ve bu hal üzere ölse bile, böyle bir kişi, Allah katında tam imanlı bir mümindir ve cennetliktir.»[56]

Hatta bu fırkaya mensup bazı kişiler şu iddiada bulunmuşlardır. «Eğer bir kişi, Allah Tealâ´nm, domuz etini yemeyi haram kıldığını biliyorum, fakat, onun haram kıldığı domuz, şu koyun mu yoksa başka birşey mi bilmem» dese bile o kişi yine mümindir.

Yine onlara göre bir kişi: «Allah Teaîâ´nnı, Kabe´yi hac etmeyi farz kıldığını bilirim. Fakat Kabe´nin nerde olduğunu bilmem. Belki de o, Hindistanda´dır.» dese böyle bir kişi mümindir.» Bu sözleri söyleyenler şunu kastetmektedirler: Bu gibi meseleler, imanın haricinde olan meselelerdir. Yoksa gerçekten «Bu meseleler hakkında şüphe edilir.» demek istememektedir. Çünkü, aklı olan bir kişinin, Kâ´be´nin nerde olduğu hususunda şüphe etmesi imkânsızdır. Yine koyunla domuzu birbirine karıştırmak mümkün değildir.[57]

Bunlardan da anlaşılıyor ki, Mürcie fırkasına mensup olanlar, amelin imanla ilişkisi olması mevzuunda, ameli küçümsemede son derece ileri gitmişler, amelin, cennete girip girmemede bir fonksiyonu olup olmadığı konusunda da ameli basit görmüşler, hattâ imanın aslını bile hafife almışlar, onu hakikatinden saptırmışlar ve imanın sadece kalben kabulden ibaret olduğunu, bütün dış hareketlerin kişinin kalbine iman girmediğini gösterse bile sadece kalbin kabulünün iman sayılacağını ileri sürmüşlerdir. Hatta, daha da aşırı giderek, açıkça görülen ve bilinen şeyler hakkında şüphe etmenin, imanın tek temel şartı olarak kabul ettikleri «kalb ile kabul» e zarar vermiyeceğini, çünkü zahirde görülen bu şeylerin, imanın esasından olmadığını iddia etmişlerdir. Meselâ, onlar, «Kâ´be´nin nerede olduğu hakkında şüphe etmek ve domuzun hangi hayvan olduğunda tereddüt etmek, imana zarar vermez, fakat akla zarar verir.» demişlerdir.

îşte, bu doğru olmayan sözlerin tartışıldığı bir dönemde, bu mezhebe tâbi olanların içinden, imanın esaslarını ve itaatlan hafife alan, faziletleri küçümseyen kişiler çıkmış, her müfsit, heva ve hevesine uyan laubali kimse bu mezhebe girmiştir. Öyle ki, mezhep içindeki müfsitîer gitgide çoğalmış, mezhebi, yaptıkları kötülüklere âlet etmiş, fesatları için bir kaynak edinmiş ve art niyetlerini devam ettirmeye uygun bulmuşlardır. Bu mezhep, birçok müfsitlerin isteklerine tam uygun düşmüştür.

Bu konuda Ebui Ferec eMsfahanî «el-Ağani» adlı kitabında şu hadiseyi anîtaır: «Bir Şii ile bir Mürcie aralarında anlaşamamışlar ve ilk karşılaşacakları kişiyi, aralarında hüküm vermesi için hakem seçmeyi kararlaştırmışlardır. Onlar, herşeyi helal sayma görüşün­de olanlardan bir kişiye rastlamışlar ve şunu sormuşlardır: «Şii bir kişi mi daha iyi bir kimsedir, yoksa bir Mürcie mezhebine mensup olan mı?» O kişi şu cevabı vermiştir: «Balon, benim üst tarafım Şii´dir, alt tarafım ise Mürcieci.»

Bütün bu anlatılanlardan şu neticeye varabiliriz: Mürcie, ´değişik anlayışlarda iki gurup insanın mezhebi idi.Birinci gurup, sahabe-i kiram döneminde ve sahabe-i kiramdan sonra Emevîler döneminde ortaya çıkan ihtilaflar ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

02 Ocak 2010, 15:41:29
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #4 : 02 Ocak 2010, 15:41:29 »

4- MUTEZİLE


Bu fırka, Emeviler döneminde ortaya çıkmış, fakat ´Abbasîler döneminde uzun bir zaman İslâm düşünce âlemini işgal etmiştir.

Âlimler, bu mezhebin ilk ortaya çıkış tarihinde ihtilaf etmişlerdir.

Bazılarına göre bu mezhep Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hasan´ın, hilafeti bırakıp, Hz. Muaviye´ye devretmesi üzerine Hz. Ali taraftarlarından bir gurubun siyaseti bırakarak kendilerini itikadı meselelere vermeleri sırasında ortaya çıkmıştır.

Bu hususta Ebu Hüseyin´in el-Taraîfî, «Ehlül ehvai ve el-Bida´» adlı kitabında şunları anlatır. «Bunlar, kendilerine «Mutezile» adını taktılar. Bunun sebebi ise, Hz. Ali´nin oğlu Hz, Hasan´ın, hilafeti Hz. Muaviye´ye bırakması üzerine, birtakım insanların Hz. Hasan, Hz. Muaviye ve bütün insanlardan ayrılıp evlerinden ve camilerden dışarı çıkmamaları ve «Biz, ilim ve ibadetle meşgulüz.» demeleridir.

Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, Mutezile fırkasının başı, Vâsıl b. Ata´dır. Vâsıl b. Ata, Hasan-ı Basri´nin ilmî sohbetlerinde hazır bulunurdu. Bir gün, daha sonra asırlar boyu insanların zihnini meşgul eden -Büyük günah işleyenin durumu- meselesi ortaya çıktı. Vâsıl b. Ata, Hasan-ı Basri´ye muhalefet ederek, «Ben, büyük günah işleyenin, kesinlikle mümin olmadığını, müminlikle kâfirlik arasında bir derecede «Elmenziletu beynel menzileteyn» bulunduğunu söylüyorum.» dedi. Ve Hasan-ı Basrî´nin meclisinden ayrıldı, camide kendisine başka bir meclis kurdu.

Mutezilüere göre, mezhepleri, Vâsıl b. Atadan çok evveldir. Onlar, ehl-i beyt´ten çoklarını kendi mezheplerinin mensubu sayarlar. Hattâ Hasan-ı Basrî´yi bile kendi mezheplerinin mensuplarından biri olarak kabul ederler. Hasan-ı Basrî, kulun fiili hakkında Kaderi-yecilerin sözünü söylüyordu. Bu söz ise, daha ilerde açıklanacağı gi­bi, Mutezüilerin sözüdür. Yine, Hasan-ı Basrî büyük günah işleyen kimse hakkında, Mutezililerin görüşüne yakın birşey söylüyor ve onların görüşünün zıddını söylemiyordu. Çünkü o, büyük günah işleyeni münafık sayıyordu. Münafık ise, iman ehlinden sayılmaz. O, ebedî cehennemliklerdendir.

Murteza, «El-Münye ve el-Emel» adlı kitabında Mutezilileri, tabaka tabaka zikretmektedir.

. Bize göre, Mutezile mezhebi Vâsıl b. Ata´dan daha önce ortaya çıkmıştır. Ehl-i beytten bir çoğu, Vâsıl b. Ata´nm yolundan gitmişlerdir. Meselâ, Vâsıl´m samimi dostu olan Zeyd b. Ali bunlardandır. Vâsıl, bu mezhebe davet edenler içerisinde en belirgin kişi olduğu için, birçokları bunu, mezhebin başı kabul etmişlerdir.

Bu fırkaya, neden «Mutezile» adı verilmiştir? Bunun cevabı ihtilaflıdır. Mutezililerin, Hz. Ali (R.A.l´nin ordusunun içinde türedik-lerini, daha sonra da siyasetten ayrıldıklarını ileri sürenlere göre -Mutezile» adı bunların, ortaya çıkış şekillerinden alınmıştır. Mutezililerin, Hasan-ı Basri´nin meclisinden ayrıldıklarını ileri süren görüşe göre de «Mutezile» adı yine bunların ortaya çıkış şekillerinden alınmıştır.

Bazı misyonerlere göre ise, bunlara «Mutezile» denmesinin sebebi, bunların takva sahibi, dünyaya önem vermeyen, hayatın zevklerini terkeden kişiler olmasıdır. «Mutezile» kelimesi, bu kelimeyle sıfatlan anların, dünyaya önem vermeyen kişiler olduklarını ifade eder.

Gerçek şudur ki, bu fırkaya mensup olanların hepsi, misyonerlerin söyledikleri sıfatta değildir. İçlerinden bazı takva sahibi olduğu halde, diğer bazıları, günahkârlıkla suçlanan kişilerdir. Bazıları salih kişi, diğer bazıları ise fâcir idi.

Merhum Dr. Ahmed Emin «Fecrûl îslâm» adlı kitabında şöyle der: «Bize göre, bu fırkanın «Mutezile» diye adlandırılmasının başka bir sebebi de vardır. Bu sebep, Makrizi´nin «Hıtat» adlı eserini okurken dikkatimizi çekti. Bu sebep şudur: Mutezileliğin ortaya çıktığı ve daha önceki dönemlerde yaygm bulunan Yahudi fırkalar arasında «el-Feruşîm» adlı bir fırka bulunuyordu. Makrizî, bunun, «Mutezüe» mânâsına geldiğini söyler. Bazı âlimler, «Feruşîm» fırkasının, kader meselesi hakkında görüşler ileri sürdüğünü ve bunların, «bütün fiillerin Allah Tealâ tarafından yaratılmadığını» iddia ettiklerini söylemişlerdir. «Mutezile» adının, bu fırkaya, Müslüman olan Yahudiler tarafından, takılması ihtimali uzak değildir. Çünkü, bu, Müslüman olan Yahudiler, Yahudi fırkası «el-Feruşim» ile «Mutezilîler» arasmda büyük bir benzerlik görmüşlerdir.[59]

Gerçekten, Yahudi Mutezilesi ile İslâm Mutezilesi arasında büyük bir benzerlik vardır. Yahudi Mutezilîleri Tevrat´ı felsefecilerin mantığına göre tefsir etmişlerdir. Müslüman Mutezililer ise, Kur´-an-ı Kerîm´de zikredilen Allah´ın sıfatlarını felsefecilerin mantığı­na göre yorumlamaya kalkmışlardır.

Makrizî, ?Mutezile» diye adlandırdığı «Feruşim» ler hakkında şöyle der: «Tevrat´ta bulunan hükümleri, ataları filozofların izahlarına göre tefsir [60]ederler.[61]



A- Mutezile Mezhebinin Mahiyeti :


Ebu Hasan el-Hayyat, «intişar» adlı kitabında şunları söyler. «Hiçbir kimse şu beş temel prensibi bir arada kabuîlenmedikçe «Mutezile» ismine lâyık olamaz. Bu prensipler şunlardır: Tevhid, adalet, vaad, vaid, el-menziletu beynel nıenzileteyn, emr-i bil ma´ruf ve nehy-i anil münker. işte Mutezile, bu prensipleri birlikte kabullenen kimsedir.

Evet, bu esaslar, Mutezile mezhebinin temel prensiplerinin tamamıdır. Bunlardan şaşan veya başka bir yol tutan kimse Mutezilîlerden değildir. Muteziîîler onun günahını yüklenmezler. O da sorumluluğunu, MuteziHlerin üzerine yıkamaz. Şimdi bu prensiplerden herbirini kısa kısa izah edelim:[62]



a) Tevhid = Allah´ı Birleme:


Tevhid, Mutezile mezhebinin cevherini ve "düşüncelerinin esasını teşkil eder, İmam Eş´arî «Makalatül îslamiyyîn» adlı kitabında tevhid meselesini izah ederek şöyle der: «Şüphesiz ki Silah Tealâ birdir, tektir. Onun, hiçbir benzeri yoktur. O, herşeyi işiten ve görendir. O ne cisimdir, ne gölge, ne bedendir, ne suret, ne kandır, ne de et. O, bir şahıs değildir. O, ne cevherdir ne ârâz. O´nun ne rengi vardır, ne tadı, ne kokusu vardır, ne de elle tutulabilecek şekli.O ne sıcaktır ne soğuk, ne yaştır ne de kuru. O´nun ne boyu vardır ne eni, ne de derinliği. O, ne toplanır ne dağılır, ne hareket eder ne sakin kalır ne de bölünür. O´nun ne kısımları vardır ne de parçaları ne organları vardır ne de azaları. O´nun için yön söz konusu değildir. O´nun ne sağı vardır ne solu, ne arkası vardır ne de önü. O´nun ne üstü vardır ne de altı. Hiçbir yer onu kaplayamaz. O´nun için «zaman» diye bir kavram yoktur. O´nun, bir şeye dokunması veya birşeyden uzaklaşması yahut herhangi bir. yere girmesi mümkün değildir. O, yaratılanların, sonradan yaratıldıklarını gösteren herhangi bir sıfatla sıfatlandırılamaz. O´na, herhangi bir mesafe isnat edilemez. Ve O, herhangi bir yöne gitmekle sıfatlanamaz. O, sınırlanmış bir şey değildir. O, ne babadır ne oğul. Kudretler O´nu kuşatamaz, perdeler kapatamaz. Duygular O´nu algılayamaz. O, insanlarla kıyaslanamaz. Hiçbir yönde yaratılanlara benzemez. O´nun için âfetler ve felâketler sözHonusu değildir. O, hatıra gelen ve hayal edilen hiçbir şeye benzemez. O, herşeyden önce var olan, sonradan icat edilenlerden evvel bulunan, bütün yaratılanlardan evvelce mevcut olandır. O, herşeyi bilendir, herşeye kadir olandır. Diridir ve ilelebed böyle devam edecektir. Gözler O´nu görmez amma, O, gözleri görür. Hayaller dahi O´nu kuşatamaz. O, kulaklarla dinlenemez. O, bir «şey» dir ama, bizim bildiğimiz «şey» lerden değildir.

Allah Tealâ âlimdir, kadirdir, diridir. Fakat kendisinden başka âlimler, kadirler ve diriler gibi değildir. Kadim olan (başlangıcı bulunmayan) ancak O´dur. O´ndan başka kadim yoktur, ilâh, yalnız O´dur. O´ndan başka ilâh yoktur. Mülkünde O´na ortak yoktur. Saltanatında veziri, icad ettiklerinde ve yarattıklarında yardımcısı yoktur. O, yaratılanları geçmiş bir örneğe göre yaratmamıştır. Herhangi bir şeyi yaratmak O´na, diğer birşeyi yaratmaktan ne kolaydır ne de zor. O´nun için, menfaat elde etmek sözkonusu değildir. O´na hiçbir zarar dokunamaz. Ö´nun için ne sevinme sözkonus.udur, ne de lezzetler. Acı ve elemler O´na erişemez. O, sona eren bir gaye sahibi değildir. O, fâni değildir. O´na, acizlik ve eksiklik ulaşamaz. Kadınlara dokunmaktan, eş ve çocuk edinmekten beridir.[63]

Muteziîîler temel prensip olan tevhid noktasından hareket ederek, Allah Tealâ´nın, kıyamet gününde görülmesinin mümkün olmayacağını, çünkü Allah´ı görmenin, cisim ve yön icabettirdiğini ileri sürmüşlerdir.

Yine Mutezililer, bu prensibe dayanarak, ´Allah Tealâ´nm sıfatlarının, zâtından ibaret olduğunu, O´ndan başka birşey olmadığını, aksi takdirde «kadim» ligin çoğalmasının sözkonusu olacağını iddia etmişlerdir.

Yine Mutezililer, tevhid prensibine dayanarak, Kur´an-ı Kerîm´-in, Allah Tealâ´nm yarattığı bir mahluk olduğunu ve Kur´an´m mahluk olduğunu söylemenin, «kadim» sıfatının çoğalmasını önleyeceğini iddia etmişlerdir. Kur´an-ı Kerîm´e «mahluk» demelerinin diğer bir sebebi de, bunlardan çoğunun, Allah Tealâ´nm «kelâm» sıfatının bulunmadığı düşüncesini taşımalarıdır.[64]



b) Adalet:


Mes´udî, «Müruc el-Zeheb» adlı kitabında, adaleti, Mutezilîlerin görüşlerine göre açıklayarak şöyle der: «Adalet şu demektir: Allah Tealâ bozgunculuğu sevmez. Kulların fiilini O yaratmaz. Kullar. Allah´ın, kendilerine verdiği bir güçle, emredilen veya yasaklanan şeyi yaparlar. Allah, ancak dilediğini emreder ve ancak, sevmediğini yasaklar. Allah, emrettiği her iyiliğin mükâfatını üzerine almıştır. Yasakladığı her kötülükten ise beridir.[65] Kullarını, güçlerinin yetmediği hiçbirşeyle sorumlu tutmaz. Onlar için, güçlerinin yetmediği birşeyi dilemez. Herkes, herhangi bir şeyi ancak, Allah´ın kendisine vermiş olduğu güçle alabilir veya bırakabilir. Kullardaki gücün asıl sahibi kullar değil A...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes