Konu Başlığı: Zekât Ve Sadakayı İnkâr Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 26 Ağustos 2012, 13:13:19 Zekât Ve Sadakayı İnkâr Zekât ve sadaka konusunda olumsuz bir tavır almak, gerçekte, Allah Teâlâ'ya nankörlük demektir. Fakir ve muhtaçlara gurur ve kibir içinde tepeden bakan, onların ihtiyaç ve zorluklarını görmezden gelenler, Allah'a da inanmazlar. Bu gibiler nankörlükleri ve kibirleri yüzünden Cehennem'in dibini boylayacaktırlar: "Çünkü, o yüce Allah'a inanmıyor, yoksulu doyurmaya da teşvik etmiyordu. Bu yüzden bugün burada, onun bir tek yakın dostu yoktur. Günahkârların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur." (69:33-37). gu günahkârlar ve onların cehennemdeki bekçileri arasında geçen konuşmalar, onları cehenneme neyin getirdiğine, infak ile gerçek takva arasındaki ilişkinin ne olduğuna ışık tutmaktadır. Bu konuşma Kur'ân'da şöyle tasvir edilmektedir: "Günahkârlara, 'Sizi bu ateşe sürükleyen nedir?' diye sorarlar. Onlar: 'Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk ve hep böyle ölüm gelinceye kadar hesap gününü inkâr ediyorduk!' derler." (74: 41-47). Bu âyetler aksine gücü yettiği halde açlık ve çaresizlik içinde olanı doyurmayan ve yükünü hafifletmeyenin büyük bir günah içerisinde olduğunu göstermektedir. Bu günahın büyüklüğünün işareti iyi amelleri olan bir insanın dahi bu vazifeyi yapmadığmda cehennem ateşi İle tehdit ediliyor olmasıdır. Çünkü bu tavır, onların Allah'a isyanının ve O'nun insanlara gönderdiği Hayat nizamını inkârlarının bir yansımasıdır. Onların zayıf ve aç insanlara yardımı reddetmeleri bu dünyada başıboş yapmak istediklerinin ve hiç kimsenin kendi işlerine karışmasına hoşgörüyle bakmayacaklarının açık delilidir. Bu insanlar namaz kılmadıklarım ve yoksulu doyurmadıklarını Hesap Gününde kendileri itiraf edeceklerdir. Bu noktada Dİn'in en Önemli iman mevzuunun Tevhid olması gibi en önemli amelinin de namaz olduğunun belirtilmesi yerinde olacaktır. Her peygamber kendine inananları Önce bu amele davet etmiştir ve bir toplumda dinin gücü bu amelin yerleşip yerleşmemesine bağlıdır. Ameller içinde infak namazdan sonra ikinci önemli yeri işgal eder. Ve bütün iyi ameller bu ikisinin üzerine inşa edilir. Namaz kişinin Allah ile olan ilişkisini, infak ise insanlarla olan Viskisini sağlamlaştırır. Ve Dinin yapısı bu iki unsurun uygun konumlarda tesis edilmiş °lnıasına bağlıdır. Bu iki unsurdan birini tahrıp eden Dinin öz yapısını tahrif etmiş olur.İşte bu sebeple namaz kılmayan, fakir ve muhtaçları doyurmayan kişiler cehennem ateşine gitmişler ve orada cehennem bekçilerine başlarına gelenin bu ibadetleri ihmal etmeleri yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân Fecr sûresinde fakirleri ve yetimleri doyurmayı, onlara yardımda bulunmayı ve genelde topluma hizmeti inkâr etmenin günahkârları cehenneme sürükleyen en büyük sebeplerden olduğunu şöyle vurgulamaktadır: "Hayır, yetime karşı cömert davranmıyorsunuz. Birbirİnizde yoksulu yedirme sevgisi uyandırmıyorsunuz; mirası, hak hukuk demeden yiyip de yiyorsunuz; malı da sevdikçe seviyorsunuz." (89: 17-20). Ve yine Maun sûresinde şu âyetleri okumaktayız. "Dini inkâr edeni gördün mü? Yetimi kakıştıran, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen işte odur. Vay o namaz kılanların hâline ki, namazlarını gereği gibi kılmıyorlar; sadece gösteriş yapıyorlar ve kimseye en basit bir yardımda bulunmuyorlar." (107: 1-7). Kur'ân-ı Kerîm'deki bu âyetlerin kısaca gözden geçirilmesi bile İlâhi hidâyeti reddeden, zayıf ve fakir insanların haklarını görmezden gelerek başıboş bir yol tutan kimselerin tavır ve tutumlarını sarahaten açıklamaktadır. Aşağıdaki noktalar özel dikkat gerektirmektedir: 1- Bu âyetlerin esas gayesi, yetim ve yoksulu İtip-kakacak kadar katı kalpli ve acımasız olan insanların kötü akıbetlerine işaret etmektir. Böyle acımasız ve zalim bir insandan hiçbir iyilik beklenemez. 2- Âhireti inkâr eden kimseler, Allah rızası için infak etmek, insanlığa hizmet etmek veya yetim ve muhtaçlara şefkat göstermek gibi güdülerden tamameden yoksundurlar. Eğer böyle bir insan bir harcamada bulunursa, ya bencil güdüleri için ya da gösteriş için sarfeder. İhlasla ve fedakârâlıkla infak, âhirete kalben derîn inancı olan kişiler tarafından yapılabilir. Leyi sûresinde bu gerçeğe şu âyetlerle temas edilmiştir: "Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız. Ama, cimrilik eden, kendini Allah'tan müstağni sayan, en güzel sözü yalanlayan kimsenin güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız." (92: 5-10). Bu yetimi itip kakan, onu gözetmeyip hakkını yiyenlere atıftır (89: 17). Bir toplumdaki kokuşmanın işareti, orada zayıfların gözardı edilmesi, açlık ve perişanlık içinde çile çekmeye terkedilmesi-dir. İlk halife Hz. Ebu Bekir, seçildikten sonra Müslümanlara yaptığı ilk konuşmasında bu konuya işaret etmiştir. "Hakkını alana dek içinizde en zayıf olan benim katımda en güçlüdür ve diğerlerinin haklarını ondan alana dek içinizdeki en güçlü benim katımda en zayıftır!" Bundan dolayı toplumdaki her ferdin güçsüz kimselere kalben saygı ve sevgi duyması ve onlara haklarını vermeyi vazife telâkki etmesi gereklidir. Fert ve toplum olarak her Müslümanın vazifesi, fakirleri desteklemek ve haklarını yerli yerince dağıtmaktır. Gerçek takva budur. 3- Aynı şey Maun süresinin bir âyetinde (107: 3) olumsuz yönüyle ele alınmaktadır ve âhireti inkâr eden bir kimsenin yetimleri de İtip-kakacağını ve ondan, insanları, fakir ve muhtaçlara yardım etmeye teşvik hareketi beklememesi gerektiği söylenmektedir. Hasis insanların sadece yetim ve muhtaçlardan yardımlarını esirgemekle kalmayıp, diğer insanları da böylesi hayırlar ve iyi amellerden alıkoymaya çalıştıklarına da İşaret edilmiştir. Gerçekte, bu tarz davranışlar onlarda alışkanlık halini almış daimi bir tavırdır ve onlar kötü bir fiil işliyor olduklarının farkına bile varmazlar. Zayıf ve çaresiz olan yetim ve muhtaçların haklarını gaspet-mekte yanlış bir şey olmadığını düşünürler. Böyle kimselerin merhametsiz tavırlarını tasvir eden ilginç bîr olay Kadı Ebu Hasan el-Maverdî'nin Alemü'n-Nübüvve adlı eserinde yer almaktadır. Ebu Cehil bir yetimin vârisiydi. Bu çocuk bir gün çıplak halde Ebu Cehil'ia yanına giderek, babasının bıraktığı maldan kendisine yardım etmesi için ricada bulundu. Fakat zâlim adam onu dinlemedi bile. Yetim, üzgün olarak geri döndü. Kureyş'in ileri gelenleri, fesatlık olsun diye, çocuğa bu durumu Hz. Muhammed'e şikâyet etmesini ve Muhammed talep ederse Ebu Cehil'den parasını alabileceğini söylediler. Çaresiz çocuk Ebu Cehil ile Hz. Muhammed arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Yine, Kureyş'lilerin bu fesatlığından da habersiz olan çocuk doğrudan Hz. Muhammed'e gitti ve durumunu arzetti. Rasûlullah hemen kalkarak çocukla birlikte Ebu Cehil'in yanına gitti. Ebu Cehil Hz. Peygamber'i karşıladı. Rasûlullah "bu çocuğun hakkını ver!" dedi. Ebu Cehil hemen çocuğun malını teslim etti. Olup biteni izleyen Kureyşliler, Ebu Cehil'in bu uysal davranışına çok şaşırdılar. Hep birlikte ona giderek bu beklenmedik hareketinin sebebini sordular. O da Allah'a yemin ederek dinini terketmediğini, ancak Hz. Muhammed'in sağ ve solunda birer mızrak gördüğünü, talebini kabul etmediği taktirde kendisine saplanacağını zannettiğini ifade etmiştir. 4- Maun (107: 1-3) ve Fecr sûrelerinin (89: 17-20) bu âyetlerinde Kur'ân âhireti inkâr etmenin insanlar arasında meydana getirebileceği ahlâkî tefessüh çeşitlerine iki bariz örnek vermiş olmaktadır. Ayetlerin gerçek gayesi, âhirete İman etmeyerek yetimleri kakıştırmak ve diğerlerinin yoksul ve muhtaçları doyurma arzularına engel olmak gibi iki kötülüğü işleyen İnsanları, yalnızca eleştirmek ve kınamak değildir, âyetler, pek çok kötülüğün bu tavırların sonucu olarak ortaya çıktığına ve bu iki kötülüğün, her aklı başında ve selim fıtratlı insan tarafından en acımasız menfur ve sapkın ahlakdışı fiiller olduğu kabul edilebilecek iki somut Örnek olduğuna İşaret etmektedirler. Kötü insanların Allah'a döneceklerine ve O'na hesap vereceklerine gerçekten İmanları olsaydı, yetimlerin servetlerini harcamak, onları itip-kakarak tedirgin etmek; fakir ve muhtaçları beslemeyip bunu yapacak İnsanları da bu fiilden alıkoymak gibi günahları işlemeyecekleri de hatırlanmalıdır. Müminlerin nitelikleri Beled sûresinde: "Sonra, iman edip birbirlerine sabır tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır." (90: 17) ve Asr Süresinde:"Ancak iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunların dışındadır." (103: 3) âyetleri ile tarif edildiği gibidir. 5- Kur'ân-i Kerîm, komşu ve arkadaşlarının sıradan ihtiyaçlarını bile karşılamayan bir diğer çeşit insandan da bahsetmiştir. Onlar ikiyüzlülerdir, her şeyi gösteriş için yaparlar ve namazlarında bile ihmalkârdırlar. Bu ibadetin yerine getirilmiş olup olmamasına çok önem vermezler. Bu insanlar hiç bir zaman Allah Rızası için ihlasla bir iş yapmazlar, sadece diğerlerine gösteriş yapmak, onların övgü ve takdirlerini kazanmak gayesiyle iyilik yaparlar. İşte bu tip insanlar topluma faydalı olabilecek hiçbir güzel amelde bulunmazlar. Kibrit, tuz, şeker, yorgan, tartı, tabak-tencere gibi basit şeyleri dahi komşularına ve arkadaşlarına ödünç olarak vermekten kaçınırlar. Maun kelimesi insanlara faydalı ufak, değersiz, sıradan şeyler anlamına gelir. Böyle şeyler komşular arasında sürekli istenir, Ödünç alınıp verilir; bu olayın zenginlik veya fakirlikle alakası yoktur. Zaman zaman, her ailede bu tip şeyler tükenebilir ve kapı komşusundan talep edilebilir. Bu nedenle bu değersiz şeyleri ödünç vermede cimrilik etmek ahlaken kötü bir davranış olarak kabul edilir. Genellikle, komşular bu tip eşyaları değer kaybına uğratmaksızın geri getirirler. Bundan dolayı, bu âyet, âhireti inkârın insanları, komşularına en değersiz şeyleri ödünç vermek gibi fiillerden bile kaçınacak derecede başkalarına karşı en ufak fedâkârlıktan uzaklaştıran bir dar görüşlülük kalıbı içine soktuğuna İşaret etmektedir. Böyle insanlardan İşe yarayacak hiç bir yüce amel beklenemez. Diğer insanlara iyilik yaparak fazilet kazanacak güçleri yoktur. Bu namazın gerçek Özünün Allah'a şükrü ifade etmek olduğunu da göstermektedir. Allah'ına lütufkâr olan kişi hırslı ve hasis olamaz, bilakis cömert ve vericidir. Ve diğerlerini Allah'ın kendine olan nimetlerine haklarını verir gibi ortak eder. Bu duygu onlarda öyle hâkim bir durum kazanır ki, diğerlerine yardım etmek uğruna kendi ihtiyaçlarını giderememekten zevk ve haz alırlar. Hikmet ve Din'in özü açısından, var olması en önce gerekli olan şey Allah'a olan şükran hislerini ifadeyi hareketler vasıtasıyla belirten namazdır. Daha sonra namaz sadaka ve hayır için bir vasıta haline gelir ve Dîn'İn bütün sistemi bu ikisi üzerine oturtulmuştur. (Tedebbür-i Kur'ân, c. VIII, ss. 583-585); Tefhimül Qufan, c. VI, ssh. 482-486). Kur'ân'ın bu âyetleri İslâm'da gerçek takvanın pek çok pratik yönüne işaret etmektedir. Vurgu daima, Din'in teorik ve ideolojik yönlerinden ziyade uygulama kısmı üzerinedir, Çünkü Din'in teorik kısmı imanın temelidir, ancak iman'ın gücüne delil olanlar görünenler ve dışta bulunanlardır. İnsanlar imanlarını amelleri ile ifade etmiyorlarsa, böyle bir iman zayıftır ve ikna edici değildir. İslâm'da böyle bir imanın değeri yoktur, çünkü o Din'in gerçek gaye ve hedefi olan hayırlı amellerin gerçekleşmesini sağlayamaz. İslâm teorik bîr inanış ve birkaç kişinin zihnî kabiliyetini ortaya koyan bir lüks değildir, bilakis hayatın bütün yönlerini ve insan fiillerinin her sahasını kapsayan bir sistemdir. Bütün emir ve tavsiyelerinin somut sonuçlarının insanların hayatlarında uygulamalı olarak ortaya çıkmasını ister. Allah'a inandığını İddia eden ancak gurur ve kibirle yetimi itip kakan ve yoksulların doyurulmasını teşvik etmeyen bir kişi (107: 1-3) bir mümin değil bir münafıktır, çünkü eğer bir inancı varsa hareketi inancıyla çelişmektedir. Yine bunun gibi namaz kılan ancak komşu ve arkadaşlarının en basit ihtiyaçlarını bile karşılamayan kimse de (107: 4-7) inancıyla çelişkili bir harekette bulunmaktadır. Dinin amelî icaplarını ve taleplerini görmezden gelen kimseler imanlarından bir fayda görmezler; çünkü, amellerle desteklenmeyen bir imana ya güvenilmez, ya da o iman hiçbir meyva vermez. Diğer bir ifadeyle, İslâmda gerçek takvaya yalnızca Allah'ın rızasını gözeterek insanların faydasına ve hizmetine yönelik hayırlı ameller işlemekle erişilebilinir. İslâm'da takva ve faziletin özü budur. Gerçek takvaya kavuşmak isteyenler bunu insanlara hizmette, muhtaç ve fakirlere yardım ve destekte aramalı, bunu hiçbir maddi menfaat karşılığı değil yalnızca Allah rızası için yapmalıdırlar. Böyle ameller toplumu çok sağlıklı ve güçlü temeller üzerine inşa eder; onun güvenlik ve istikrarının teminatı olur. Ve insanlığın bu gücünün temelini de hayırlı ameller teşkil eder. Bu çeşit takvada amelin önemine Allah'ın, Elçisine bu tür hayırları işlemeyi emrettiği şu âyetlerde değinilmektedir: "Öyleyse sakın yetimi sızlatma ve el açıp isteyeni de kabaca azarlama. Ama, Rabbinin nimetini anlatıp açıkla!" (93: 9-11). Hz. Peygamber'e bu âyetlerde yetimlere karşı müşfik olması, servetini fakirlerle ve ihtiyaç sahibi oldukları halde istemeyenlerle paylaşması açıkça emre-dilmektedir. Bu İnsanların ihtiyaçlarını karşılamada gösterilecek ihmal ve dikkatsizlik tamiri İmkansız toplumsal hasarlara yol açar. Bu nedenle Hz. Peygamber vasıta kılınarak müminlere toplumun zayıf ve güçsüzlerinin ihtiyaçlarına daima en önemli ve âcil mesele olarak bakmaları tavsiye edilmiştir; İslâm'da gerçek takva ve faziletin bu noktada olduğuna işaret edilmiştir. Cehennem ateşine atılan bir kişinin işlediği suçların en başta geleni ise fakir ve muhtaçların haklarını gözet-memesidir. (69: 33-34). Takva ve faziletin bu yönü sağlıklı bir İslâmi sistem oluşturulmasında öyle önemlidir ki, Allah Teâlâ müminlere bu tip meselelerde müslüman kardeşleriyle daima işbirliği içinde olmalarını emretmiştir. "...Bir de iyilik ve takvada yardımlasın; günah ve düşmanlıkta işbirliği yapmayın ve Allah'tan korkun; şüphesiz ki, Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (5: 2). |