Konu Başlığı: Namaz Niçin Sadece Arapça Kılınır Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Ağustos 2012, 14:13:17 Namaz Niçin Sadece Arapça Kılınır? Herkes bilir ki, Müslümanlar namazda (salât) yalnızca Arap dilini kullanır. Yani, Kur'ân-ı Kerîm'den baz âyetler okur ve Allah'ın azamet ve celâline, kulun mahviyetini belirleyen dualar ve ifadeler kullanır. Sadece Araplar değil, Arap olmayanlar da, hatta bu dilden tek kelime bilmeyen kimseler dahi namazlarım Arapça olarak kılarlar. Hz. Peygamber zamanında bu böyle olmuş ve o zamandan günümüze kadar Müslümanların dili veya ülkesi ne olursa olsun yine hep bu şekilde devam etmiştir. İlk bakışta, müminin duasını Rabbine ne dediğinden tamamen bilinçli olarak yöneltmesi normal ve hatta arzu edilir gibi görünecektir. O zaman bu gayeye erişmenin en iyi çaresinin de ana dili olacağını söylemeye hacet yoktur. Bu durumda Müslüman ümmetin konuştuğu ne kadar dil varsa o kadar dilde namaz kılınacağı da ortadadır. Fakat biraz daha derinlemesine düşünülünce birçok sebebin bu çözümün şiddetle aleyhinde olduğu görüleçektir. En başta metafizik veya psikolojik sebep yer almaktadır. Kur'ân'a göre (33: 6), Hz. Peygamber'in hanımları "müminlerin annele-ri"dir. Onlar yalnızca Arapça konuşmuş olduklarına göre, Arapça da bütün Müslümanların ana dilidir. O bakımdan namazın bu şekilde ana dilinde kılınmasına kimin itirazı olabilir? Bu delil herkesi ikna etmeye belki yetmeyecektir. Bu incelemeyi biraz daha ileri götürerek, hemen belirtmeliyiz ki, İslâm inancına göre Kur'ân, Allah kelâmıdır; ayrıca Kur'ân, Kur'ân'ın okunmasının bile sevap olduğunu bildirir. Manevî yönden bu apaçık bir husustur. Mümin Rabbinin kutsal kelâmı ile O'na doğru seyahat eder. Allah'ın kelâmı, lambayı yakan elektrik akımını ileten tel gibi, Allah'a götüren yoldur. Rabbe doğru seyahat her şeyden önce her ruhun aradığı en yüce gayedir. Bu ilâhî kelâm, başlangıçta Arapça vahyolun-muştur. Tercümesi nasıl olursa olsun, yine de her zaman sadece bir insan sözü olarak kalacaktır ve bu haliyle de sözkonusu metafizik yolculuğun amacına hizmet edemeyecektir. Daha basit ve daha maddî delil isteyenler için hemen hatırlatalım ki, dua ile namaz arasında çok net bir ayırım yapmak gerekir. Namaz dışındaki genel, Rab ile başbaşa olunan (mûnacâf) duada, her kimsenin isteklerini, dileklerini Rabbine kişinin seçebileceği herhangi bir dil veya herhangi bir pozisyonda dile getirmesine hiç kimse hiçbir zaman itiraz edemez. Dua, kul ile Yaradanı arasındaki sadece doğrudan ilişkileri ilgilendiren şahsî ve Özel bir meseledir. Buna karşılık namaz genel ve cemaati kapsayan bir şeydir. Onun için namaza katılan diğer kişilerin istek ve ihtiyaçlarının da kesinlikle dikkate alınması gerekir. Namazın prensip itibariyle ve tercihan diğer 'nsanlarla birlikte, yani cemaatle kılınması gerektiğini açıkça vurgulamalıyız. Ferdî ve tek başına namaz kılınmasına sadece izin verilmiştir ve hiçbir zaman tavsiye edilmemiştir. Tercih daima cemaatle kılınan namazdan yanadır. Hatta iki kişi bir araya gelince cemaat oluşturur, diğer gelenler bu imama uyar ve topluca namaz kılarlar. Şimdi bu cemaatle kılman namazın diğer yönlerini daha yakından görelim. Eğer İslâm bölgeci, ırkçı veya ulusal bir din olsaydı, elbette o bölge, o ırk ve o ulusun konuştuğu dilin kullanılması gerekirdi. Fakat müminleri şimdi -birinin diğerini anlamadığı-yüzlerce dil konuşan ve dünyanın her yanında oturup bütün ırklara mensup olan evrenel bir dinin gerekleri tamamen farklıdır. Bİzim hayatımız daha Hz. Peygamber hayattayken kozmopolit idi, bugün ise daha da kozmopolittir. Müslümanların oturduğu dünyanın her şehri normalde, gerek transit yolcular bakımından, gerekse orada devamlı oturan insanlar bakımından olsun, birçok dil grubundan insanları barındırmaktadır. O halde yabancılara karşı nezaket ve misafirseverliği burada dikkate almak gerekmektedir. Diyelim ki bir Türk Çin'e gitti. Kendisi tek kelime Çince bilmiyor. Farzedelim ki sokakta birinin "çan çu çi çan" gibi sözlerle bağırdığını duyuyor. Elbette bu sözlerin ne anlama geldiğinden habersiz olacaktır. Şayet bu seslenişler, müezzinin okuduğu ezanın o dildeki tercümeleri ise sözkonusu Müslüman Türk bunu anlamadığı için o gün o şehirde kılman cuma namazım kaçıracak, diğer namazları da camide kılmaktan mahrum kalacaktır. (Yeri gelmişken, Çin camileri Fransa, İngiltere veya Doğu'nun diğer ülkelerindeki camilerine hiç benzemez ve minareleri de yoktur). Yabancı ülkelere seyahat eden bir Çinli için de aynı şey sözkonusudur. O da, eğer diğerleri de kendi mahallî lisanlarında namazlarını eda ediyorlarsa, kendi dindaşları ile hiçbir ortak noktada buluşamayacaktır. Onun için, evrensel bir dinin bütün müminler arasında ortak olan bazı temel şeylere mecburen İhtiyacı vardır. Ezan ve namazda okunması gerekli olanlar, ibadetin uygulanışında, bu temel şeylerin bir kısmını oluşturur. Bu arada belirtelim ki, iki farklı dilin kelimeleri bazan aynı anlamda olmadıkları halde benzer şekilde telaffuz edilirler, bazen bir dilin masum bir kelimesi bir başka dilde gülünç veya münasebetsiz bir anlama gelebilir. Böyle bir tehlike hiç bilinmeyen, fakat ilk defa, meselâ bir yolculuk sırasında duyulan bir dil ile ilgili olunca daha büyüktür. Böyle bir aksilik Rabbe ibadet için eda edilen namazın vakarına ters düşer. Çocukluktan itibaren alışılmış olan metinler böyle bir sıkıntıyı önler, ferd Arap olmasa bile, metinleri Arapça okur. Bazen yabancı düşmanlığının haksız ve hasis önyargılarına sahip olan insanoğlunun psikolojik cephesi ihmal edilemez. Her gün karşılaştığımız bazı durumlar, siyasî (millî) veya hatta şahsî ve ferdî sürtüşmeler, sözgelimi bir Fransızı İngilizce, Almanca, Rusça veya başka bir dilde kılınan namaza katılmamaya itecektir. Arapça, Kur'ân ve Hadis dili olması hasebiyle, Müslümanların zihninde sarsılmaz bir hürmet ve itibara sahiptir. Namazda Arapça, Arapların dili olarak değil, fakat Peygamber Hz. Muhammed'in dili, "Müminlerin Anneleri"nin dili, son sözünü, son emir ve nehiylerini bize ulaştırmak için Allah Teâla'nm seçmiş olduğu dil olarak kullanılır. Dindaşlar arasındaki birlik ve dayanışma ihtiyacı üzerinde ne kadar ısrar edilse azdır. O yüzden daha önce var olanları imha etmek yerine, kardeşlik ilişkilerini güçlendirmek için her gün yeni bağlar ortaya koymak gerekir. Bu hususta uluslararası toplantı ve kongreler de örnek olarak gösterilebilir. Sözgelimi BM toplantısına katılındığı zaman, keyfe göre herhangi bir dil seçilemez. Bu, oturuma da ters düşer ve oradan beklenen gayeye de. Çünkü gaye orada bulunanlara kendi bakış açısını anlatmaktır. O yüzden Birleşmiş Mil-letler'in resmen kabul ettiği dillerden birini, uygulamadaki İngilizce ve Fransızcayı, kullanmak konuşmasını tercüme ettirmek- mecburiyeti vardır. Kimse de bu duruma itiraz etmez. Genel fayda açısından, özel faydadan fedakârlık yapılır, yoksa uzun vadede özel menfaat bile heder olabilir. Meselenin daha az önemli olmayan bir başka yönü de vardır. Gerçekten de, hiçbir tercüme aslının yerini asla tutamaz. Sözgelişi bugün Fransızcada (diğer pek çok dünya dillerinde de olduğu gibi) pek çok Kur'ân tercümesi vardır. Öyleyken zaman zaman hep yeni yeni tercümelere rastlıyoruz. Bu tercümeleri yapanlar eski tercümelerin bazı eksik yanlarını buldukları için bu işe girişiyorlar. Bu durum sadece Fransızca için değil, dünyanın herhangi birdili için de doğrudur. Üstelik tercüme edilmiş diğer herhangi bir metin için de doğrudur. Eksikli bir şeyi mi yoksa mükemmel olanını mı. tercümeyi mi yoksa asılı mı kullanmak gerekir? Bu konuda hemen hatırlatalım ki, İslâm dışında, hiçbir din, o dinin dayandığı ilahî vahyin orijinaline, o dinin kurucusunun öğretisinin aslına bugün tam ve eksiksiz olarak sahip değildir. Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştîler ve diğer cemaatlerin ellerindekiler ya tercümedir veya en fazlası onların parçalarıdır. Müslümanların asıl metinlerinin istisna oluşturması ve vahyin, yani Kur'ân-ı Kerîm'in orijinal metnine sahip bulunulması ne büyük mutluluktur! İlâve edelim ki Kur'ân, nesir olmasına rağmen, ritim, mûsikî, üslup, vb. olarak şiirin bütün niteliklerini ve cazibesini kendisinde toplamaktadır. O kadar ki metne bir tek harfin eklenmesi veya çıkarılması bir nazmın mısraını bozduğu gibi bozar. Bir zaman önce, bu satırların yazarı şöyle bir hâdiseye şahit oldu. Meslek İtibariyle müzisyen olan bir Fransız mühtedi ona, Kur'ân'ın 110. suresinde eksikliğe benzer bir şeyin olduğunu söyledi, çünkü oradaki "fî dînillâhi efvâcâ.. fesebbih" ifadesi ses uyumu bakımından doğru değildir. Benim Kur'ân tilâveti hakkında azıcık bilgim imdadıma yetişti ve ona bu kısmın doğru okunuşunun fî dînillâhi efvâcâ... fesebbih değil, fî dînillâhi efvâcen fesebbih şeklînde olması gerektiğini izah ettim. Bu âyette efvâcâ şeklinde bu kelime üzerinde duraklama yapılmaz; okuyanın devam edip {sebbih kelimesinden sonra bir nefes alıp verip, Yani bir duraklama yapıp âyeti sonra rilâvet etmeye devam etmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde bir nefes aralığı, yani duraklama yapıldıktan sonra müteakip âyetlerin okunmasına devam olunmalıdır. Şöyle ki: »fesebbih bi hamdı Rabbike" şeklinde. Bunun üzerine bu müzisyen ve iyi niyetli araştırmacı kardeşimiz bana şu karşılığı verdi: "Hakikaten böyle mi?! Gerçekten senin okuduğun gibi ise, işte şimdi tamam oldu; şimdi imanımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!.-" Kur'ân'ın nesri bir şiirin mısraları kadar ölçülüdür. Böyle muhteşem ve mükemmel bir şey yerine, nisbeten bayağı bir şeyi koymayı kim arzu eder? İslâm namazının bütünü içinde söylenecek pek az ifadenin bulunduğu meselesini de gözden kaçırmamak gerekir. İlkin ezan ve kamet vardır. Bizzat namazın içinde, Allahu Ekber, Subhâne Rabbiyel Azim, Subhâne Rabbiyel A'lâ ifadeleri, (sadece 7 âyetlik) kısa Fatiha suresi ve Kur'ân'ın diğer kısa sureleri, sonra da yine kısa Ettahiyyâtü ile dualar vardır. Hepsi bundan ibarettir. Bu metinlerin tamamı bir sayfanın boyutunu aşmaz, üstelik bu metinlerdeki kelimelerin çoğunluğu Müslüman kitleler tarafından bilinir ve Müslüman ülkelerin dillerine girmiştir, o kadar ki yeni başlayan biri bunların anlamlarını kolayca ve zahmetsizce öğrenebilir. Bunların anlamları da bir kere öğrenildi mi, Müslümanın namazı artık mekanik ve anlamı bilinmeden bîr ezber okuma olmaktan çıkar. Kanaatimiz odur ki, hiçbir Müslüman Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesine hiçbir zaman Allah tarafından Elçisine vahyedilmiş orijinali için duyduğu saygıyı göstermeyecektir. Çünkü tercüme, bizzat Allah tarafından habercisi olarak tayin edilmiş bir Peygamberin durumundaki gibi, Allah tarafından yanlışa karşı korunmuş biri tarafından değil, sıradan bir adam tarafından yapılacaktır. Arap dilinin burada işaret edilmeye değer bir yönü daha vardır. Herkes tarafından kabul edilmiş, mukayese götürmez müzikal niteliklerinden ayrı olarak, dilin kendisi onbeş yüzyıldan beri dilbilgisi, sözlük, söyleniş ve hatta yazılış bakımından değişmemiştir. Bugünün Arap gazetelerini ve radyo yayınlarını anlayanlar, Kur'ân'ın dilini de tam anlamıyla anlarlar. Son Peygamber ve Allah'ın Elçilerinin mührü tarafından getirilmiş olan bir din için, eskimeyen bir dil de gerekmez mi? Bir gün bir üniversite öğrencisi, benim önümde namazda okunanları anlamanın önemi üzerinde ısrarını sürdürdü. Baktım ki kendisine verdiğim delillerin hiçbirine itibar etmiyor, o zaman kendisine, "Peki, eğer siz bana ana dilinizde beş vakit namaz kılmayı vaad ederseniz, ben de sizin bunu yapmanıza izin vereceğim" dedim. Derhal tartışmayı kesti ve bir daha gelip bana asla bu konuyu açmadı. Bir başka anlatımla, inancı ve ibadeti ulusallaştırmak isteyenler, kendileri bunu tatbik etmeyen kimselerdir. En azından, bu itirazcıların ezici çoğunluğunun durumu böyledir. Bir müminin İslâm'a inamayan veya tatbik etmeyen kimselerin ne derslerine ne de öğütlerine ihtiyacı vardır. Bu arada, namazda Kur'ân'ın tercümesini okumanın câiz olduğunu savunurken, Ebu Hanife (ö. M. 767) çapında bir otoritenin desteğine sahip olduklarını ifade eden bazı yazarların olduğunu da belirtelim. Bu yazarlar, Ebu Hanife'nin ilkin böyle bir fikir ileri sürmüşken, daha sonra bunu değiştirdiğini (nitekim bu fikir değişikliğini, İslâm Hanefi hukukunun temel kitapları olan el-Mergînânî'nin Hidâye'sinde, el-Haskafî'nin ed-Dürrü'l-Muhtâr'mda. çok açık bir şekilde görüyoruz) ve Ebu Hanİfe'nin ilâhiyatçı-hukukçularm genel kanaatine katılarak namazda sadece Arapça metnin kullanılabileceğini benimsediğini söylemeyi ihmal ediyorlar. Yeni Müslüman olmuş birinin durumu gibi, özel durumlar elbette göz önünde bulundurulmuştur. Nitekim, İslâm'a giren kimsenin hemen beş vakit namazı kılmaya başlaması lâzımdır. Namazda ise belli ifadeleri ezberden okumak gerekmektedir. Onun bunları ezberleyinceye kadar anlamlarını kendi ana dilinde veya bildiği başka bir dilde okumasına izin verilmiştir. Bu hususta, Selmân-ı Fârisî'nin gösterdiği büyük misâl vardır. O Fatiha suresini bizzat Hz. Peygamber'in izniyle Farsçaya çevirmiş ve bunu İslâm'a yeni girmiş bir grup İranlıya göndermiştir (bkz. Tâcu'ş-Şarîa, en-Nihâye, Hâşiyetü'l-hidâye; es-Serahsî, el-Mebsût). Onlar da bu tercümeyi dilleri Arapça metne alışıncaya kadar kullanmışlardır. Şu halde, yeni Müslüman olanlar, Arapça metinlerin bîr başka dile tercümelerini, birkaç saatliğine veya birkaç günlüğüne, haklı olarak kullanabilirler. Kısacası, namazda yabancı bir dil kullanmanın hem faydalan hem de mahzurları vardır. Evrensel bir dinin mensupları için, mahallî dili kullanmak da aynı şekilde hem yararlı hem zararlıdır. Şu halde, faydalar ile zararları tartarak tercih yapmak lâzımdır. Ve ehven-i şerrin nerede olduğuna dikkat etmelidir! |