> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Edebiyat Eserleri > Makale Dünyası > Mutluluk Mavi Çocuk
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mutluluk Mavi Çocuk  (Okunma Sayısı 928 defa)
17 Ocak 2011, 13:54:24
Ekvan
Varlıklar, alemler, dünyalar. (Evren).
Tecrübeli Üyeler
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 19.233


« : 17 Ocak 2011, 13:54:24 »



MUTLULUK MAVİ ÇOCUK OYNARDI BAHÇEMİZDE...



Her gün neşeyle sıçrayıverirdim yatağımdan. Sevgili gün, yeni haberler getirirdi bana sürekli. Sahile vuran coşkun deniz dalgalarının gökyüzüne püskürttüğü ak köpüklü bir suydum yaşamın kollarında sanki. Renk renk çiçekler açardı gönül bahçemde. Aşka kapalı yüreğimin derinliklerinde bin bahar sevdasının gizemli, büyülü sonsuzluk bestesi çalınırdı adeta... O, ilkokula başlamanın çocuksu coşkusu, o anne-baba şefkatinin iliklere kadar işleyen tatlı büyüsü... Hayatı, okulla yaşadığı çevreden ibaret sanan mutlu bir çocukluk yüreği... Babanın işten dönüşünü beklemeler, çok uzaktan göründüğünde “babacığım” diyerek koşup sarılmalar... Gözümüzde ölümsüz bir varlık gibi algıladığımız o kutsal sığınak... Annemizin ikide bir şu ya da bu nedenle seslenişi... “Hadi yemek hazır, sofraya!” deyişi... Melekleri bile geride bırakacak o tebessümlü edasıyla annemiz ve okşanan başımız... Böylesine mutlu bir günde hayat Romeo ve Jülyet oyunundan tatlar damıtıverirdi bizlere... İlkokul serüveni, ite kakıla okula hazırlanan biz... “Orda bir köy var uzakta o köy bizim köyümüzdür. ”şarkıları... Gözümüzde büyüttüğümüz, onun tarafından sevilmek için yoğun uğraş verdiğimiz ilkokul öğretmenimiz... Yanına yaklaşmaktan korktuğumuz o kutsal varlıklar... Her yaşta vazgeçilmezimiz olan sevme, sevilme gerçekliğimiz... Çocuk kalbiyle hayatı hep pembe tarafından izlemenin mutluluğu...

Gün geçtikçe olgunlaşan bedenimiz, eli kolu yamru yumru büyüyen sivilceli ergen... Aynalar, ah o aynalar... En deli çağımızda saatler süren hazırlanışımız... Kime, niçin?. . Ne önemi var ki... O tatlı ruhun aşk fısıltılarında bir dakikalık prenstik belki, aradığımız da rüyalarımızın prensesi... Kaçamak bakışlarda o aşkın en yakıcı albenisi... Bir sevip bir küsmeler... Pırpır uçan kalp... İşte böyle, derken elde bir şey yok ve biz beklediğimiz yerdeyiz hala... Bu arada arka arkaya gelen öbür aleme giden aile büyüklerimiz... Yıkılıp kalan biz... En sevdiğimiz insanları birer birer toprağa vererek her gelen günü çile bela olarak algılama gerçekliğine adım atışımız... Yavaş yavaş ortaya çıkan dünyanın simsiyah çehresi... Anılarda kalan güzel günlerin damağımızda kalan tadı... Saçlarımıza düşen aklar, çizgi çizgi olan yüzümüz... Her geçen günün yokluğa yaklaştırdığı yorgun bedenimiz... Sevenler, sevilenler;gelenler, gidenler... Üniversiteyi bitireli bayağı oldu... Bir işte de çalışıyorum... Eşim ve sevdiğim çocuklarım var... Şimdi onlar bizim yollarımızı gözlüyorlar, “babacığım” diye bize sarılıyorlar... Değişen rollerde yinelenen aynı yaşam senaryosu... Orta yaşın üzerine atılan adım... Ve hiç büyümeyecek sandığımız çocuklarımızın birer ikişer yuvadan hayat bahçesinin ağaç dallarına uçuşları... Arkalarından sevgiyle bakan anne-baba yüreği... Bükülen belimiz, hastalıklarla kucaklaşma faslı... Bir şeyler düğümleniyor boğazıma sanki...

Bir mevsimlik bahar yetmiyor bana oysa... Aşk falındaki papatya yapraklarının seviyor, sevmiyor çizgisinin tükeniş noktası... Başımı alıp çıkıyorum hızla dışarıya doğru... Gözüm, gönlüm doymamış hiçbir şeye meğerse... İsteklerim değişmemiş, yaşlanmamış, olduğu gibi duruyor her haliyle... Her şeyi elde etmek istiyor... Ruh hala çok sevdiği çocukluk aşkının bir gün döneceği umudunda... Ya da aşklarının... Kör olasıcalar, neden bizi yakıp yakıp gittiler, neden kavuşamadık onlara sanki... Madem ayrılık vardı neden aşktan yandı yüreğimiz?...

Otobüs duruyor nihayet... Daldığım düşlerden uyanmışım... Elimde bir edebiyat dergisi var... Dikkatli dikkatli okuyorum... Bir sanatçının sevdiğine kavuşamadığı için aşkına sadık kalıp hiç evlenmediğini yazıyor. Buruk bir öykü... Şu aşıklar neden kavuşmazlar sanki... Keşke sevenler hep kavuşsalardı... Az öteden ezan sesi geliyor yine... Duymazlıktan geliyorum, hızlı adımlarla oradan uzaklaşıyorum hemen... Ezan beni sorumluluğa davet ediyor, ezan beni feraha çağırıyor... Oysa ben yaşamda ferahlanmadım ki ferahlanmak istiyordum sevdalarda; ama olmadı... Bütün bu ruh haliyle namaz?... Şu kahrolasıca şımarık şeyler bizleri hep yüzüstü bırakıp bırakıp gittiler... Oysa öylesine çıldırtan bir aşkla bakıp gülüyorlardı ki bize... Sonra: “Ya...bak ben seni aslında bir kardeş gibi seviyorum da... falan da filan da... ”Bunlar hep böyledirler işte... Bunca keşmekeşin içinde gel de namaz kıl... Derken kabire yaklaşıyorum. Hava saydam, gökyüzünde fırtına öncesi bir sessizlik gizi, sanki buralara özgü... Elimde annemin kabir numarası, mezar levhalarını okuya okuya geçiyorum... Allah kahretsin işte bir cenaze alayı daha... Keşke şu mezarlar hiç olmasa... Ya da onları hiç görmeseydik... Ölüm, kefen, cenaze arabası, mezar... ne nefret şeyler, ne can sıkıcı kavramlar... Nefret ediyorum bunlardan, nefret! Keşke hiç yaratılmasaydım, keşke kabrin başında boynu bükük bir taş olsaydım... İşte orada annemin kabri... Vah vah başındaki çiçekler de kurumuş... Ruhu için fatiha... Hey benim güzel annem demek burada yatıyorsun ha! ... Sonunda geleceğimiz yer buraymış meğer... Sevgiler, aşklar, servetler, güzellikler her şey buraya kadarmış ha... Çocuklar “abi abi” diyerek su bidonu getiriyorlar... Biraz harçlık veriyorum, bir güzel suluyorlar kabri...

Bir ara dalıp gidiyorum anılara... Annemin yanına... Anılar, tozlu raflarda, yıllanmış sandıklarda kilitlenmiş; antika eşyalar gibi anılar... Düşlerimdeki anıların sandığını açıyorum... Anılar tozlanmış... Onları yüreğimle siliveriyorum... Ama nafile o günkü kadar parlak değiller... Zaman denen olgu onları da yıpratmış... Annem sesleniyor, annem gülüyor, annem yemek hazırlıyor... “Anne...Anneeee!” Bir an önce gitmeliyim şuradan... İşte haperlörlerden Kur'an okunuyor yine... İliklerime kadar ürperiyorum... Hızlı adımlarla kabirden uzaklaşıp otobüse biniyorum...

İyi ki şu evimiz de var... Başımızı atıp televizyon izleyebiliyoruz... Y a bu işin sonu nereye varacak? Şu namaza başlasam mı acaba? Şeytanlarım, vesvese koymaz ki? Neyse yaşım kırk olduğunda başlarım... Ya o zamana kadar yaşamazsam?... Saçmalama be... Bilim her geçen gün ilerliyor... Kök hücre bilimiyle her hastalık tedavi edilebilecek... Hatta yaşlılığın bile çaresi bulunacak... O zaman Hacca da giderim belki... Ya deprem ve kazalar? Neyse hayat her şeye rağmen güzeldir, hem ölenle de ölünmüyor... Şu parkta oturup soluklanayım biraz... İşte güzel güzel müzik çalıyor ve el ele sevgililer geçiyor... Ya kabir? Kabirin canı cehenneme, sırası mı şimdi kabirin?... Of şu kabir de olmasa ... Delikanlı, kıza bakıyor... Kızın aklı başka bir yerde... İşte bir kurban... Yazgı bir aşk mahkümu daha seçmiş kendine... Bir zaman sonra değişmez ayrılık ve “Ya...ben seni aslında bir ağabey gibi falan da filan da...” Canınız cehenneme...

Kavuşan aşıklar var mı dediniz? Var tabi... Hem de ne kavuşma... Yazgı onlara da farklı bir oyun kuruyor... Sürpriz! Aşk iki yıldı...! Sonrası: Aşk bitti! Allah belasını versin nereden evlendim bununla! Muhabbetleri ve biten sevgi, aşk... Bütün bunlara bağlı olarak zoraki diyaloglar aynı şeyin yinelenmesinden bıkıp değişiklik arayan nefis... İki sopa gibi ruhsuzca yan yana uzanmış amaçsızlığı amaç edinen dünyanın sonsuz kulları... Bir yerlerde yanlışlık var ama nerede? Sevmenin kendisinde mi yoksa yönünde mi?

Gözüm parktaki çınar ağaçlarının yapraklarına ilişiyor... Yapraklar meltem rüzgarıyla hafif hafif salınıyor... Nazlı aşıklar gibi kuşlar cıvıldaşıyor... Mutluluklarına diyecek yok; ama hayat onları da bitirecek birgün. Sonbahar olacak, kış olacak; birgün zaman denen döngü her şeyi öğütüp yokluğa mahkum edecek... Ah o zaman denen göreceli şey... Yanıma bir dede yaklaşıyor... Vücudunu güçlükle taşıyor. Seksenini aşkın olduğu belli... Selam verip oturuyor oraya... Kendi akranı olan bir insanla başlıyorlar muhabbete... Çocuklarından, ailelerinden dert yanıyorlar. İnleyip inleyip duruyorlar... Sesleri ağlamaklı... Buradan bakıldığında bunların doğuştan böyle olduklarını sanırsınız. Sevmediklerini, hiç aşık olmadıklarını hayatın bağrında hiç gençlik denen şeyi tatmadıklarını, aynaları eskimediklerini sanırsınız... Az ötede ağaçların altında aşkla bakışan gençler var... Bu sevgililerin, aşıkların hep öyle olduklarını ve o halleriyle kalacaklarını düşünürsünüz... Evet yaşlılar ve gençler... Tükenmişlik ve enerji... Ümitsizlik ve aşk... Hayat ne saçma...

Öfkeyle kalkıyorum oradan... Güzel olan hangi şeyi düşünsem yanında sıra sıra belalar... Şu dünyada salt güzel olan ve güzelliği bitmeyen ne var ki? En iyisi şu kainat kitabının sayfasını yazan sonsuz güce yanaşmak galiba... Sonsuz olan, hiç ölmeyen O... Hem cömerttir, hazineleri dahi sonsuzdur. İyi de ölüm olduktan sonra neye yarar ki? İçimden şeytanımın bana “aferin” dediğini işitiyorum. Ve ben yaşamım boyunca ondan bir hayli aferinler almışımdır... Sonra şeytan şöyle haykırıyor. “İnsan sınırsız istekle yaratılmış. Ona sınırlı şeyler veriliyor. Güzel olan kadınlara aşık olma tutkusu verilmiş. Ardından onlara yaklaşma deniyor. Aşk hayatın tadıdır ve güzeldir... Aşk bir arının bal yapmak için çiçek çiçek gezip özsular damıtmasıdır... İnsan da sevgide, aşkta böyle olabilmelidir... Bir yere bağlanıp kalmamalıdır... O aşkı veren de Allah değil midir? İnsan sevdiği, aşık olduğu her şeyi şu dünyada elde etmelidir... Ancak bu ruh haliyle içtenlikle, gönül huzuruyla ibadetini yapabilir... Sevdiğinden darbe yiyen, aşık olduğuna kavuşamayan, çileler belalarla sarsılan, hasta olan, işsiz güçsüz ya da iş yerinde mutlu olmayan insana diyorlar ki: Namaz kıl, ibadetini yap, Allahı zikret... Gönlü kırık insan bunları nasıl yapsın? Hiç de adalet olmamış...” Bu kez de ben bütün içtenliğimle şeytanıma “aferin” diyorum...

Şu çok kazanma hırsı hiç de fena değil diyerek dalıyorum ticari faaliyetlerle dünyayı ele geçirme planlarına... Biriktirme, satın alma, mal m...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mutluluk Mavi Çocuk
« Posted on: 18 Nisan 2024, 12:23:54 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mutluluk Mavi Çocuk rüya tabiri,Mutluluk Mavi Çocuk mekke canlı, Mutluluk Mavi Çocuk kabe canlı yayın, Mutluluk Mavi Çocuk Üç boyutlu kuran oku Mutluluk Mavi Çocuk kuran ı kerim, Mutluluk Mavi Çocuk peygamber kıssaları,Mutluluk Mavi Çocuk ilitam ders soruları, Mutluluk Mavi Çocukönlisans arapça,
Logged
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes