๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 16:43:14



Konu Başlığı: Gurbetine Düşmek
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 16:43:14
Gurbetine Düşmek ve Vuslatına Ermek...

Gurbet, hem gurbette olma hâli olan gariplik ve yabancılık; hem de gurbet yeri ve yabancı memleket anlamlarına gelir. Gurbete çıkan gurbetçi, garip, yabancı ya da gurbetzededir. Yani asıl vatanından ayrı kalma hâlidir gurbet ve insan gurbette garip olur. Vatanından, aşina olduğu yerlerden ve sevdiği insanlardan ayrılanın ruhunda, kimi zaman hayret ve hayranlık, kimi zaman hasret ve hüzün, kimi zaman özlem ve heyecan, kimi zaman da yeni macera ve dünyalara yelken açıyor olma mutluluğu ve kıpırtısı vardır. Diğer bir ifadeyle Mevlana ve Hallac-ı Mansur’un çıktığı da gurbettir, Babür ile Bülbül’ün çıktığı da gurbettir, Hz. Muhammed’le Hz. Yusuf’un çıktığı da gurbettir, Mecnun ile Aşk’ın çıktığı da gurbettir ya da Marco Polo ile Evliya Çelebi’nin çıktığı da gurbettir.

Demek ki gurbet denince akla sadece hüzün ve acı gelmez, ya da bütün garipler mutsuzdur demek doğru olmaz. Tabi ki gurbettekiler de mutlu olabilir, sevinebilir. Ancak bu mutluluk bizim anladığımız manada dört başı mamur bir mutluluk değildir. Hangi şartlarda olursa olsun gurbetteki mutluluk buruk bir mutluluktur ve insan, en sevinçli anında bile hüzünlüdür. Burada sevinç sahtedir ve yüze takılan bir maske gibi eğreti durur. Bu yüzden gurbetzedenin tebessümlerinin altında daima derin bir hüzün hissedilir, hatta onun sevinçleri ve gülücükleri bu tatlı hüznün ortaya çıkmasına sebep olur.

Gurbet denince ilk anda akla yol gelir, çile gelir ve çilekeş yolcu gelir. Diğer bir ifadeyle yola düşmeden garip olunmaz, gurbet yolla başlar. Ayrılmak için, garip olmak için adım atmak, yola düşmek gerekir. Bir de gurbet çeşitleri gibi yol çeşitleri de sayılamayacak kadar çoktur. Her gurbetin bir hali, her yolun da bir yordamı ve azığı vardır. Demek ki yolcu da yol gibi gurbetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak yola düşen her gurbetzede hedefe ulaşamadığı gibi, yola düştükten sonra hedefini unutan ya da değiştiren veyahut da sapıtan gurbetzedeler de çoktur. Gurbeti kabaca maddî ve manevî gurbet olmak üzere ikiye ayıracak olursak; gurbetzedeyi mecazî ve hakikî gurbetzede, yolları mecazî ve hakikî yol, çekilen meşakkati mecazî ve hakikî meşakkat, yaşanan ayrılığı mecazî ve hakikî ayrılık, vuslatı da mecazî ve hakikî vuslat şeklinde ayırabiliriz.

Ancak bu tasnifleri yaparken gruplara ayırarak aynîleştirmek de istemiyoruz. Yani aynı gruptaki tüm gurbetzedelerin aynı duygu ve düşünceyi ya da hali yaşadığını söylemek istemiyoruz. Çünkü gurbetzede sayısı kadar gurbet vardır ve hiç bir gurbetin diğerine benzemesi mümkün değildir. Hatta gurbete toplu olarak çıkılsa ve hedef aynı olsa bile her gurbetzede kendi ferdî gurbetini yaşar ve diğerlerinden birçok yönden ayrılır. İmam Rabbanî, yola düşenlerin yaşadığı bu farklılığı şu sözleriyle vurgular: “Aşkına düştükleri kadardır insanların yolları.”

Birkaç örnek verecek olursak, Hz. Mevlana ilk gurbetini daha beş yaşındayken öz vatanından ayrılarak yaşarken, ikinci gurbetini Şemsi’ni kaybettiğinde tadar ve peşinden gider. Fakat çok geçmeden onun gurbeti mücerredden müşahhasa doğru yol alır ve bu tür maddî gurbetler, yerini manevî ve ulvî olana bırakır. Diğer bir ifadeyle bu değişim ve dönüşümle beraber Mevlana’nın gurbeti Şems’ten Şemsü’ş-Şümûs’a yönelir. O, yönü Mutlak Sevgiliye olan bu gurbetin sona ereceği günü büyük bir heyecanla bekler ve vuslat gününe şeb-i arûs diyerek muzaffer bir gönül hükümdarı edasıyla o günü muştular.

Hallac, Mutlak Sevgiliden ayrı kalmanın gurbetini iliklerine kadar hissederken, hayalleri uğruna dillerini, dinlerini ve yaşayışlarını bilmediği bir ülkeye, Hindistan’a giderek dünyalık gurbetini yaşar. Bu gurbet sayesinde birçok Hintlinin hidayetine (Hindistan’da Mansurîler diye bilenen Müslüman bir topluluk halen yaşamaktadır) vesile olur. Ancak o, büyük dünya gurbeti karşısındaki duygularını ve Mutlak Sevgiliye olan özlemini doğru anlatamamaktan ya da yanlış anlaşılmaktan dolayı eziyetli bir yolculuktan sonra büyük vuslata gidebilir.

Babür, hayatının gayesi olarak gördüğü Orta Asya imparatorluğunu elde edemeyince büyük çilelere katlanarak bir avuç has adamıyla önce Hindukuş dağlarını aşar ve Afganistan’ı fetheder. Bununla da yetinmez, kendisine yeni bir hedef, yani yeni bir gurbet seçer: Hindistan. Ayrıca Babür, oğlunun adını Hindal koyarak da bu gurbetin onun nazarındaki değerine işaret eder. Zaten Babür asıl büyük gurbetini Hindali’ni ve ailesini Afganistan’da bırakarak çıktığı Hindistan’da hisseder. O, Babürnamesi’nde (ve kızı Gülbeden Hatun da Hümayünnâme’de) ideali uğruna katlandığı bu gurbeti ve zorluklarını anlatırken bir kaçak olarak samanlıklarda aç susuz kalışını, en yakın adamlarının ihanetlerini, açlıktan atını kesip yemek zorunda kalışını ve Hindistan’dayken vatanından gelen bir kavunla nasıl hüzünlenip ağladığını bütün ayrıntısıyla nakleder. Fakat Babür gibi garipler sayesinde Hindistan, uzun yüzyıllar Türklerin yaşadığı bir vatan olabilir.

Evliya Çelebi de gurbete düşenlerdendir, hem de elli yıllık uzun bir gurbet. Ancak o, gurbete sevdalıdır ve bu sevdasından dolayı rüyasında gördüğü Hz. Muhammed’den şefaat yerine sürç-i lisanla seyahat dilenir. Bu dilenmeyle de elli yıl boyunca hiç bıkmadan dünyanın neredeyse üçte birini gezer, zaten son ve ebedi yolculuğuna da son seyahatinde yürür ve geriye ziyaret edilebilecek bir mezar bile bırakmaz. Bu gurbetin neticesinde ise aynı rüyada gördüğü Sa’d b. Vakkas’ın “Gördüğün yerleri muhakkak yaz” tavsiyesine uyar ve neredeyse dünya seyahatname tarihinin en değerli eserlerinden birini yazar.

Verdiğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı üzere her gurbetzedenin hayali, menzili, maksudu, hedefi ve halet-i ruhiyesi farklı da olsa yaşadığı şeyin adı hiç şüphesiz gurbettir. Ve hemen her gurbet ayrı düşüştür, garipliktir, yalnızlıktır, kimsesizliktir, elem ve ıztıraptır. Özellikle de şairlerin bu hali çok güzel tasvir ettikleri görülür. Mesela Necâtî, gurbetin bu yalnızlığını çok samimi ve hüzünlü bir beyitle anlatır: “Beni ağlan beni kim üstüne gelmez ölicek / Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı” Leskofçalı Gâlib, ayrı düşmenin elemini ve zorluğunu “Ne bîm-i dûzaha benzer ne havl-i câna firâk” mısraıyla dillendirir. Nişanî, sevdiğinden ayrı düşmeyi bölümleri dert ve elem olan bir kitaba benzetir: “Metni derd ü faslı hicrân ile dolmuş bir kitâb”

Ancak Necatî’nin dile getirdiği bir gurbet hali vardır ki diğerlerine hiç mi hiç benzemez. Çünkü bu gurbette öz vatan özge olmak vardır: “Dimez nice sürinürsin kapumda sen de garîb / Kimesne bencileyin olmasun vatanda garîb” Bu gurbette yol yoktur, yolcu yoktur, yorulmak yoktur. Fakat aynı mekanda ayrı düşüş vardır, ruhî mesafeler vardır, gönül gurbeti vardır, onulmaz yaralar vardır. Bu yüzden şair “öz vatanında garip” olmaktan bahseder ve bu gurbetin özgeliğine vurgu yapar. Eğer bu gurbeti yaşayan bir aşıksa, belli ki yanı başındaki sevgilisinden ne kadar uzak olduğunu anlatmakta, ona “men tâ senin yanında bile hasretem sana” demekte ve fark edilmek için eşiğinde sürünmektedir. Ancak gayretleri boşunadır, çünkü gönüller arası bağlantı kesik, köprüler yıkıktır.

Meseleyi daha da somutlaştırabilmek için büyük gurbetzedelerden vereceğimiz örneklere, biraz da felsefî bir boyut katarak devam edelim. Gurbetin tarihi insanlık kadar eskidir, hatta insanın şehadet alemi denen bu varlık alemine nüzulünden de eskidir. Yaratılanın gurbeti, ruhu ilk yaratılan Hz. Muhammed’in makamıyla, yani Taayyün-i Evvel’le başlar. Yani Hz. Muhammed’in ruhu yaratıldığı için Mutlak Sevgili’den ayrılmış olur. Bu durumda ilk gurbet ilk yaratılışla başlamıştır denilebilir. Diğer bir ifadeyle yaratılış, bir ayrılıştır ve gurbete düşüştür; ancak bu ayrılış, özünde kötü bir ayrılış değildir; çünkü bu ayrılış başka bir açıdan bakıldığında aşkı ve Hz. Muhammed’i doğurmuştur. Hz. Mevlana’ya göre onlardan da kâinat doğmuştur: “Pak, temiz aşk, Hz. Muhammed’e eş oldu, dost oldu. Allah, bu aşk yüzünden Peygamber Efendimize; “Sen olmasaydın bu gökleri, bu kâinatı yaratmazdım!” diye buyurdu. Hasılı, Allah onun hakkında; “Tertemiz aşk olmasaydı, sen benim habibim olmasaydın hiç gökleri yaratır mıydım?” dedi.” Özetle Hz. Muhammed, aşk ve kâinat gurbete düşüşle doğmuştur.

Bu anlamda gurbete düşüşü -hakikat penceresinden bakınca- önceleri Mutlak Sevgiliye kurbiyeti ve yakînliği olan insanın, tekrar kavuşma sözünü alarak geçici bir gurbete düçar olması şeklinde yorumlayabilir ve gurbetin iki ayağından söz edebiliriz: Nüzûl ve urûc. Nüzûl, hakikat âleminden yola çıkan insanın, çeşitli âlemleri geçerek beden elbisesine bürünmesiyle noktalanan yolculuğuna denirken, urûc şehadet âlemine inen insanın iki ayrı ölüm veya yolla asıl vatanına yükselmesine denir. Geriye dönüşün ya da vuslatın, birinci yöntemi insanın beden elbisesinden ayrılmasıyla, yani ölümüyle gerçekleşir ki bu her insanın başına gelecektir. İkinci ve tavsiye edilen yol ise insanın henüz beden elbisesine bağlıyken çeşitli yöntemleri kullanarak gerçekleştirdiği vuslattır. Bu vuslat “ölmeden önce ölünüz” emri gereği, insanın daha yaşarken maddesinden sıyrılması, mana âlemine yelken açmasıyla mümkün olabilmektedir.

İşte Hz. Peygamberden başlayarak ilk zâhidlere, oradan varlığı “aşk”la yorumlayan mutasavvıflara kadartasavvuf, tarihi boyunca bu gurbeti yarıda kesmenin ve ondan bir an evvel kurtulmanın yollarını soluklamış ve kendi özel diliyle anlatmaya çalışmıştır. Bu zor yolun sonunda hedef hamlıktan kurtulmak, yanıp piştikten sonra ikinci ve asıl vuslata ehil hale gelmek, kemale ermektir. Mutasavvıfların kendi özel dillerinde insan-ı kâmile doğru yelken açmak şeklinde de yorumlanan bu olgunlaşma süreci; insan aynasının mükemmelleşmesi sonucu isim ve sıfatlara ve hatta zatî tecellilere kabiliyet kazanmak anlamına gelmektedir. İnsan-ı kâmilin timsali ve zirvesi ise Hz. Muhammed’dir. O, ayna alegorisine göre en mükemmel aynayken, güneş-ay alegorisinde nuru menbaından alıp yansıtan bir nurdur. Ayrıca gurbettteyken vuslata ermesi “ölmeden önce ölmek” olarak da değerlendirilebilecek olan miraçla simgelenmektedir. Zira miraç huzura çıkmanın en müşahhas delilidir. Hz. Muhammed miraçta huzura çıkarak arkadan gelenlere cisimle olmasa da –çünkü maddi olarak huzura çıkmak sadece ona nasip olmuştur- cismi bertaraf ederek gönül yoluyla miraçlar yaşayabileceklerine, erken vuslatı elde edebileceklerine işaret etmiştir.

Birçok büyük şair ve mutasavvıf bu büyük gurbetten kurtuluş yolunu izin verildiği ve sözün imkanları ölçüsünde özge bir lisanla anlatmaya gayret etmiştir. Kimileri bunu ney allegorisiyle anlatırken, kimileri kuşdiliyle, kimileri de Aşk diliyle atlatmaya çalışmıştır. Mesela Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk’ta Aşk’ı gurbetzede, Hüsn’ü de Mutlak Sevgili olarak simgeler ve bu gurbeti bir an evvel sonlandırmanın yollarını alegorik bir tarzda anlatır. Hüsn’le vuslatı elde etmek için gurbete düşen Aşk kuyuyu, cadıyı, mumdan gemilerle ateşten denizi, Zâtü’s-Süver kalesini ve Hoşrubâ’yı geçer. Seyahatin sonunda maddesinden sıyrılmış ve kıl gibi incelmiş olduğu halde fenâya ulaşır; ardından son merhaleyi de aşıp vuslatı kazanır.

Aslında bu yolculuk, mecazi Hüsn’ün değil de hakiki Hüsn’ün memleketine, yani bedenin değil de ruhun memleketine doğru yapılan bir yolculuktur. Hz. Mevlana’nın deyişiyle beden topraktan, ruh ise Asıl Vatan’dan gelmiştir ve insan hangisinin sesine kulak verirse o yöne gider. Bu yüce hakikatin farkına varan salik; ney misali asıl vatanını hatırlayacak ve aslına dönmek için hamlıktan kurtulacak, yanacak, pişecek ve üflenen sesle ayrılık derdinin sırlarını açığa vuracaktır.

Mevlana, insanın Mutlak Sevgiliye doğru olan serüvenini başka bir yerde şu ifadelerle özetler: İnsanın ana karnında iken gıdası kandır. Kan damarından gelen gıda ile beslenmektedir. Kan pis bir şey iken o yavruya gıda olmuştur. Çocuk anasından doğup da kan içmekten kesilince bu defa gıdası süt olur. Sütten kesilince de lokma yemeye başlar. İnsan kemale gelince, olgunlaşınca lokmadan yani nefsanî gıdalardan kendini çekince, Lokman olur, gizli sevgiliyi açıkça istemeye koyulur.

İnsanın asıl vatanından ayrılarak gurbete düşüşünü ve erken terhisinin yol ve yöntemlerini Attâr da anlatır. Ancak o da başka bir lisan tekellüm ederek Kuş Dili’ni (Mantıku’t-Tayr) tercih eder. Onun kodlamasına göre insanın çıktığı bu zor yolculukta hedef Mutlak Sevgili olan Simurg’tur. Ancak gurbete düşmek, vadileri aşmak ve erken vuslatı elde etmek hayli güçtür, zaten binlerce kuşun çıktığı bu yolculukta sadece otuz kuş Simurg’a erecektir. Diğer kuşlara gelince kimileri kendi bedenlerine, kimileri geçmek zorunda oldukları dünyanın güzelliklerine, kimileri de sarp vadilere takılarak helak olacaktır.

Gurbet, gurbetten doğan ayrılık ve tekrar vuslata erebilmek, Şark’ın en çok okunan ve bilinen mesnevilerinin de konusudur. Tasavvufî açıdan bakıldığında insanın önce cennette Asıl sevgiliyle beraber olması, yani ilk vuslatı yaşaması, ardından cennetten çıkarılması, yani gurbete düşüşü ve tekrar kavuşmak için çabalaması; bu aşk mesnevilerinin çeşitli katmanlarında şifrelenmiş ya da yapısına sirayet etmiştir.

Mesela bütün aşk mesnevilerinde ilk vuslat vardır, ancak aşık bu vuslattan sonra gerçek vuslatı istediğinde buna ehil hale gelebilmek için gurbete düşer ve ancak uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra ikinci vuslatı, yani gerçek vuslatı kazanır. Vuslata ehil hale gelebilmek için gurbette çekilen meşakkat ve sıkıntılar aşıkta büyük değişim ve dönüşümlere sebep olur. Şu halde gurbet ve gurbette yaşanan ayrılık derdi aşıkların aleyhine değil lehinedir, çünkü onları olgunlaştırmaktadır.

Sözümüzü Gazali’nin insanın yaşadığı gurbeti ve bu gurbetten kurtuluşun yolunu anlattığı şu sözleriyle bitiriyoruz: “Mutlak Sevgiliye giden yolun sonunda kurb makamı vardır. Tasavvuf Allah’a giden yoldur; bu yolda marifet esastır, marifet de muhabbete götürür. Bu mertebeye ulaşan kul Allah’ı gerçekten sever, çünkü en büyük iyi ve hayır Allah’tır. Buna karşılık Allah, kulu mecazen sever, çünkü O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Suret ve şekil olmaksızın kul ile Allah arasında batınî bir münasebet yaşanır. Bu sevginin bir kısmını ifşa etmek uygun iken, bir kısmını ifşa etmek uygun değildir, bu kısmı kurb makamına erenler anlayabilirler. Allah’a yakınlık mekân bakımından değil, sıfat bakımındandır.”

 Yusuf ÇETİNDAĞ