> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Kutul Kulub > İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı  (Okunma Sayısı 3699 defa)
07 Ocak 2010, 17:46:06
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 07 Ocak 2010, 17:46:06 »



İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı
Şevk ve özlem, muhabbet makamının en yüce noktalarından bi­ridir. Şevk, kulun özlem duyduğu Zat-ı İlahi dışında hiç kimsede huzur ve rahatlık bulamamasını sağlar. Şevk sahipleri, şahit kılın­dıkları şevk sayesinde Allah Teala´ya yakın kılınmışlardır. Onlar Habib Teala tarafından aranmaları emredilmiş kimselerdir. Bu, onların duydukları şevk sebebiyle kendileri için takdir edilmiş bir mükafaattır.

Nitekim O, Musa´ya (as) şöyle vahyetmiştir:
"Beni, uğrumda kalbi kırılmış kimselerin yanında ara!" Allah Teala daha iyi bilir, ancak bize göre onlar; muhibban arasındaki şevk ehlidirler. Çünkü Habib Teala, kerem sıfatı gereği onlara yakın olmuş, onlar da, O´nun yakınlığı ile sevince boğulmuşlardır. O´nun müşahedesi ile yaşamış ve O´nun meclisinde hazır bulunmakla nimetlenmişlerdir.

Allah Teala, bunun ardından izzeti sebebiyle Zatı´na olan düş­künlüğünden dolayı Kendi´ni onlardan perdelemiştir. Bunun üzeri­ne kalpleri kırılmış ve Rablerinin kendilerim alıştırdığı ortamı öz­lemeye başlamışlardır. Bu da, onların Allah Teala nezdindeki hür­metlerini isbat etmiş ve O, veli kullarına, onları aramayı emrede­rek, Kendisi´ni onların yanında bulabileceklerini haber vermiştir. Muhibbanm Allah Teala´nın kendilerine olan yakınlığından duy­dukları sevinç tarif edilemeyeceği gibi, O´nun için duydukları hü­zün ve kalp burukluğu da asla bilinemez.

Allah Teala, muhibbamnı sıkarak Zatı´na şevk duymaya sevket-mek ve onlara Kendi uğrunda kaygıya sevketmek için izzet ve celal sıfatlarının gereği olarak onlardan yüz çevirebilir. Onlardan yüz çevirdiği zamanlarda O´na nasıl nazar ettiklerini, onların hiç bil­medikleri yerlerden ölçer. Muhibban da, edeblerini muhafaza ede­rek O´nun huzurunda hiçbir aşırılıkta bulunmayarak sükunetleri­ni korurlar.

Şevk ehlinin ileri gelenlerinden ve ilimlerini anlatmaya, yolla­rını açıklamaya çalıştığımız Abdal zümresinden biri olan ibrahim b. Edhem (ra) hakkında şu hadise anlatılmıştır:

´O, muhabbet makamında çok yüce mertebelere, Allah Teala´ya yakınlıkta ulvi mükaşefelere sahip bir insandı. Dedi ki: Bir gün Rabbim´e hitaben şöyle dedim: Ey Rabbim, eğer sevdiklerinden bi­rine, Sana kavuşmasından önce kalbini teskin edecek bir şey verdiysen, bana da aynısını ver. Bu kaygı bana zarar veriyor. O gece rüyamda şunu gördüm. Allah Teala, beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu:

Ey İbrahim! Ben´den, kavuşmamızdan önce kalbini teskin ede­cek bir şey istemekten utanmadın mı? Şevk ve özlem sahibi, sevdi­ğine kavuşmadan huzur bulabilir mi? Seven biri, kendini özleyen­den başkasından rahatlık umabilir mi? Bunun üzerine şöyle de­dim:

Ey Rabbim! Senin muhabbetinle aklımı kaybettim ve ne dediği­mi bilmez oldum. Beni bağışla ve nasıl demem gerektiğini bana öğ­ret. O zaman şöyle buyurdu:

De ki: ´Allahım, beni kazandan razı ve imtihanına karşı sabırlı kıl. Beni, nimetlerine şükretmeye alıştır

Aynı anlamda Ahmed b. İsa el-Harraz´dan da şöyle bir hadise naklederler. Bilindiği üzere o, musiki ile meşhurdu ve çok haraket-li, sık bayılan bir insandı. Bir defasında, onun da bulunduğu bir mecliste Sehl´in arkadaşlarından birinin adı geçti.

el-Harraz şöyle dedi
: Onu, vefatından sonra rüyamda gördüm. ´Allah Teala, sana ne yaptı?´ diye sordum. Dedi ki: ´Beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: Ey Ahmed! Benim sıfatımı Leyla´ya ve Sa´da´ya taşıdın. Eğer seni, Beni halis olarak murad ettiğin hiç bir makamda göremeseydim, sana azap ederdim. Ardından beni korku perdesinin arkasına yerleştirdi. Allah Teala´nın takdir ettiği süre kadar titredim ve korktum. Sonra rıza perdesinin arkasına yerleş­tirdi. Bunun üzerine ıEy Rabbim, beni Sen´den başka makamdan makama taşıyacak birini bilmiyorum, kendimi Sana bıraktım´ de­dim. O da cennete konulmamı emretti.

Yukarıda naklettiğimiz hadisede, anlayış ve feraset sahipleri dı­şındakilere musiki dinletmek isteyenler için bir korkutma söz
konusudur. Çünkü musiki, ancak safa ehline uygun düşen bir ilimdir. Onu, fesad ve bulanıklık üzere dinleyen kimse için musiki, bir mu­sibet ve zarardır. Müşahedelerin eksikliği halinde, onu dinleyen kimseler için birtakım afetlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Nağme ve ses, herşeyden önce maddi beklentileri davet eden hu­suslardır. Çünkü ses, birtakım anlamları içermesi bakımından rı-zık ve kazancı ifade eden el gibidir.

Yakini imanla bakan kimse rızkını ellerden alırken o ellere sa­hip olan insanlara dikkat etmez. Hakiki musiki dinleyicisi, mana­ları sesten alıp nağmelere iltifat etmez. Musikiyi teşbih ve temsil yani Allah Teala´nm sıfatlarını beşere benzetme anlamında dinle­yen kimse inkara sapmış olur. Heva ve şehvetleri tahrik etmek için dinleyen kimse ise, oyun ve eğlence ehlidir.

Musikiyi, iyi bir anlam çıkarmak, ilmi gerçek sıfatların manala­rı üzere müşahede etmek, düşünmek, Allah Teala´nm sıdk ayetleri­ni bulmak için dinleyen kimse ise, sevap kazanarak dinlemiş olur. Bunlar, Tevhid Ehli´nin musiki konusunda tesbit ettiği yollardır.

Musikide helal, haram ve şüpheli olmak üzere üç farklı hüküm mevcuttur. Heva ve şehvet niyetiyle dinlemek haramdır. Cariye ve eşinden mubah bir sıfat üzere, akli çerçevede dinlemek ise, eğlence ve hevaya çekilebilme sebebiyle şüphelidir.

Tabiundan bazı zatlar böyle yapmışlardır. Allah Teala´ya delalet eden bazı esasları müşahede eden bir kalple ve O´na şahit kılan bir takım yollarla dinlemek ise mubahtır. Bu tür dinleme de, ancak bu hususta bir nasibi ve kalbinde vecdi olan kimseler için sahih olur. Hüzün, şevk, korku veya muhabbet makamına yerleştirilmiş bir kul, musiki ile harekete geçerek şehadet mertebesine yükselebilir. Bu da onun için, musikiden kaynaklanan bir sevap olur.

Musikiyi nağmeler üzere dinleyen, sesin tadı, onunla oyalanma ve huzur bulma için ona kulak veren kimse, oyun ve eğlence ehli­dir. Bu gayelerle musiki dinlemek helal değildir. Çünkü kuldan murad edilen bu değildir.

Cüneyd (ra) şöyle derdi: Rahmet bu topluluğa şu üç yerde iner: Yemekte; çünkü onlar, ancak açlıktan dolayı yerler. Müzakerede; çünkü onlar, peygamberlerin hallerini ve sıddıkların makamlarım birbirlerine anlatıp öğüt alırlar. Musiki dinlemede; çünkü onlar, musikiyi vecd ile dinler ve onda hakka şahitlik ederler.

Ariflerden bir zat ise şöyle demiştir
: Bizim yarenlerimizin vecd-leri ancak şu üç şeyde bilinir: Meselelerde, gazapta ve musiki din­lemede. Bunları belirtmesinin sebebi, musikinin muhibbandan ba­zıları tarafından takip edilmiş bir yol ve şevk ehlinden bazıları için de hal olmasıdır. Eğer musiki dinlemeyi toptan inkar edersek, üm­metin hayırlılarından doksan zatı da inkar etmiş oluruz.

Musikiye ehil olmayan kimseler karışmış ve onu meşru mecra­sından çıkartarak asıl maksadından uz akl aştırmışlar dır. Musiki ehlinden bazıları, bunu geçimlik haline getirmiş ve ihtiyaçlarını musikiden elde ettikleri parayla görür hale gelmişlerdir. Kimileri iki üç gün musiki yapmaz, ancak geçim ihtiyaçları had safhaya çık­tığında musikiye yönelerek vecdlerini ve zikirlerim musiki ile orta­ya çıkartırlardı. Bundan elde ettikleri kazançla, insanlara muhtaç olmaktan da kurtulurlardı. Bu, sadece kalbi duru, takva sahibi ve günahlardan uzak kimseler için sahih olabilir.

Musikide, insanlardan maddi beklenti içinde olmak, kalbin bu­lanıklığını gösterir. Musikide, oyun ve eğlence ihdas eden kimsenin bu tavrı, aklının eksikliğine delil teşkil eder. Şeyhlerimizden biri, kendi şeyhinden şunu nakletmiş tir: Ebu´l-Abbas el-Hızıı^ı gördüm ve kendisine, ´Arkadaşlarımızın ihtilafa düştükleri musiki hakkın­da ne düşünüyorsun?´ diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Musiki, ancak alimlerin ayaklarının sağlam basabildiği sallanan bir kaya parçası gibidir. Bu söz, gerçekten de doğrudur. Çünkü Allah Resu-lü´nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en çok korktuğum şey; gizli şehvet ve eğlendirici nağmedir".

Hammad da, İbrahim en-Nehai´den şunu rivayet etmiştir:
Mu­siki, kalpte nifakı yeşertin Mücahid, "İnsanlardan kimi var ki, bil­gisizce Allah Teala´nm yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence sözlerini satın alırlar" (Lokman/6) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: Bu, musikidir. Her iki alim de, doğru söylemişlerdir. Çünkü zevk veren musikiyi dinlemek haram olduğu gibi, şarkı söy­leyen kadınlara verilen ücretler de haramdır.

Kasidelerle şarkılar arasındaki fark şudur. Şarkılar, genellikle kadınlara teşvik edici, aşkı anlatıcı musiki ürünüdürler. Bunlarda genellikle kadınlar anlatıldığı gibi onlara yönlendirme sözkonusu-dur. Bunlar, dinleyenleri heva ve arzulara davet ederek eğlenceye teşvik ederler. Bu tür muhtevaya sahip şarkılar dinleyen kimse için musiki haramdır.

Kasideler ise, Allah Teala´nm zikredildiği, O´na yöneltilip yolu­na teşvik edildiği musiki ürünleridir. Bunlar, imani vecdleri hare­kete geçirirken, ilmi müşahedeleri heyecanlandırırlar. Bunlarla ahiret yolları ve sadıkların makamları zikredilmiş olur. Kasideleri,

bu gayelerle dinleyen kimseler, onun ehlinden sayılır. Çünkü onun, bu musikiden bir nasibi vardır.

Allah Teala buyurdu ki:
"Herşeyden iki çift yarattık, ta ki düşü­nüp öğüt alasınız". (Zariyat/49) Söz de iki kısımdır: Manzum ve ne­sir. Nesir, alimlerin sözleridir. Manzum ise, şairlerin sözüdür. Her kim Allah Teala´yı bunlardan biriyle zikrediyor ve buna vesile olu­yorsa, bu onun için s...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı
« Posted on: 28 Mart 2024, 12:48:01 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı rüya tabiri,İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı mekke canlı, İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı kabe canlı yayın, İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı Üç boyutlu kuran oku İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı kuran ı kerim, İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı peygamber kıssaları,İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzı ilitam ders soruları, İslam Dini´nin Beş Temeli Hakkındadır Kelime-i Tevhid Farzıönlisans arapça,
Logged
07 Ocak 2010, 17:50:36
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 07 Ocak 2010, 17:50:36 »

Ebu Said el-Harraz´dan rivayet edilen beyitler de, aynı anlam­ları ihtiva etmektedir. Kanaatimize göre, o da beyitlerini yazarken bu iki alimden istifade etmiştir. Çünkü o ikisi, ondan önce yaşamış­lardır. Şurası var ki onun şiiri onbir beyitten oluşmuştur. Yukarıda zikrettiğimiz alamet ve delaletlerin tamamı da muhibban zümresi­nin ve Allah Teala´yı seven, O´nun tarafından da sevilen muhible-rin sıfatlarından ibarettir. Çünkü kulun Allah Teala´nın muhabbe­ti için varolması, Allah Teala´nm da kendisine muhabbette bulun­duğunun gaybi bir alametidir. Allah Teala bu gaybi muhabbetini henüz bu dünyada iken kuluna gösterir.

Muhabbette iki makam vardır: Ta´rif Makamı; Ta´arruf Maka­mı. Ta´rif Makamı, avammın bilgi ve marifetidir. Bu, hususi mu­habbetten önce gelen bir muhabbet makam ve derecesidir. Ta´arruf Makamı ise, havassın bilgi ve marifetidir. Bu makam, avammın muhabbetinden daha sonra olup, muhabbet bakımından daha üs­tün bir makam ve derecedir.

Muhabbetin diğer iki makamı ise, Muhibbin muhabbeti ile Mahbub´un muhabbeti makamlarıdır. Mürîd/isteyen-Murâd/iste-nen sözüyle ifade edilen de budur. Hakiki anlamda herkes Allah Te­ala´yı istemesi ve O´nun rızasına ermesi bakımından mürid ve ay­nı gaye ile muraddır. Ancak sufiler, Murâd kelimesine hususi bir mana yüklemişlerdir. Onlara göre Murâd kelimesi ile O bilinir ve diğer muradlardan ayrışır. Bu ayrışma, tıpkı başlayanın başlanan­dan, yakaranm seçilmişten, talep edenin talep edilenden, arzulaya­nın arzulanandan, hafızın mahfuzdan ayrışması gibidir. Nasıl taşı­yan taşman, ziyaret eden ziyaret edilen, özleyen kavuşan gibi de­ğilse, muhib de Mahbub gibi değildir.

Ebu Musa ed-Debili şöyle demiştir:
Beyazıd-ı Bestami´ye arka­daşımız Abdürrahim´in îhlas hakkındaki bir kitabını arzettim. İçinde tek hoşlandığı Ebu Asım eş-Şami´nin şevkle ilgili bir hikaye­si oldu. Hikaye şundan ibaretti: Şamlılar´ın gurbetçisi Ebu Asım´a Allah Teala´ya şevk duyup duymadığı sorulmuştu. O da şevk duy­madığını söylemişti. Bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle karşılık vermişti: "Şevk yani Özlem, ancak uzaktakine duyulur. Uzaktaki her zaman yanında ise o zaman kime şevk duyarsın?!" İşte bu Mah­bub makamıdır.

Müşahedede iki makam mevcuttur. Bunların ilki Şevk/Özlemi ikincisi ise Üns/Yakınlık ve aşinalık makamıdır. Şevk, Allah Teala´nm izzeti ve sıfatlarının gizli lütuilarla gayb perdesinin arka^-smdan görülmesinden kaynaklanan bir kaygı ve endişe halidir. Bu makamda, hüzün ve inkisar vardır. Üns ise, ilahi kudretin lütufla-n sayesinde sıfatların yakinen görülmesinden kaynaklanan bir ya­kınlık halidir. Bu makamda ise mutluluk ve esenlik mevcuttur. Dayğam dedi ki: Halka şaşarım ki Sen´in zatına karşılık araf--lar. Yine onlara şaşarım ki Sen´den başkasında aşinalık ve ünsiyet bulurlar. Cüneyd dedi ki: Muhabbetin olgunluk alameti, Allah Te­ala´nın kalpte sürekli sevinç ve neşeyle zikredilmesi, O´na şeyk duyma ve O´nun ünsiyetine sığınmadır.

Kişi, O´nun muhabbetini kendi sevgisine tercih etmeli, O´nun yaptığı her fiile rıza göstermelidir. Allah Teala ile ünsiyet kurma­nın alameti ise, halvetten zevk almak, O´na yakarmanın tadına varmak, kafasını ve kalbini tamamen boşaltarak neredeyse dünya­yı ve ona dair hiçbir şeyi akledemez hale gelmektir. Bu hali kendi­sini insanlarla ünsiyet kurmaya götürmemelidir. Aksi takdirde ak­li olanın derecelerinde mertebesini bulur.

Aynı şekilde muhabbeti de halkın muhabbetine götürmemelidir. Bu durumda ise, akılla bilinebilecek düzeyde bir muhabbete ulaşa­bilir. Çünkü beşeri muhabbet, aklın idrak edeceği hallerdendir. İla­hi muhabbet ise, kalp huzuru ve O´na teslimiyet, bundan tad al­mak, dinlenmek ve Allah Teala´mn bahşettiği sevince ulaşmaktır.

İlahi muhabbeti bilmeyenlerin bu muhabbeti inkar etmeleri gi­bi, ünsiyet makamında derecesi olmayanlar da bu makamı inkar etmişlerdir. İlahi muhabbeti inkar edenler, bunda beşeri bir sevgi­nin tezahürlerini hayal etmişlerdir. Böylelerine göre muhabbet, an­cak yaratılmışlar için tarif edilir ve yalnız onlar tarafından akledilebilir.

Bunlara göre, İlahi muhabbet, O´ndan duyulan korku ve endi­şeden başka bir şey değildir. Bu görüşte olanlara misal olarak Ha­lil´in hizmetçisi olarak tanınan Ahmed b. Galib´i zikredebiliriz. O Cüneyd, Sevri ve Ebu Said´in muhabbet hakkında söylediklerini inkar etmiştir. Bu tavır, Selefin tasvip ettiği bir hal değildir. Arifler de bu tarz bir yol izlememişlerdir. Mesela, Amir b, Abdullah bir kardeşine yazdığı mektubunda şu ifadeyi kullanmıştır: "Allah Te-ala seni Zatı´na yakın kılsın". Dağdan dönen İbrahim b. Edhem´e ´Nereden geliyorsun?´ diye sorulduğunda, ´Allah Teala´nın ünsiye-tinden´ cevabını vermişti. Ariflerden bir zatın şu şiirini nakletmiş­ler dir:

Allah Teala´ya ünsiyet, boşgezenin yapabileceği iş değildir. Sahtekarlar da hile ile o dereceye ulaşamazlar. O´na aşina olanlar, hepsi necib kimselerdir, Hepsi de seçkin ve O´nun için amel edenlerdir.

Tefsirde, Said b. Arube vasıtasıyla Katade´den şu görüş nakledil­miştir:
O, "Onlar ki iman ederler ve kalpleri Allah Teala´nın zikriy-le itmi´nan bulur" (Ra´d/28) ayetinin tefsirini yaparak şöyle demişti: Yani onların kalpleri O´na doğru dökülür ve O´na aşina olurlar.
Üns makamında, yakarma ve yalvarma vardır. Yine bu makam­da Allah Teala ile aynı meclisi paylaşma ve konuşma sözkonusu-dur. Ayrıca bir anlamda açılma ve genişleme de olabilir. Allah Teala bu derece yakınlaşmayı, ancak üns makamına yerleştirdiği kulları için hoşgörür.

Nitekim Musa peygamber´in (as) şu sözü de ancak üns maka­mında bulunması sayesinde caiz olmuştur. O, Allah Teala´ya şöyle hitab etmişti: Ey Rabbim, benim için öyle bir şey var ki Sen´in için yoktur. Yüce Allah, ´O nedir?´ diye sorunca Musa peygamber şöyle dedi: Benim için Sen varsın. Ama Sen´in için başka bir Sen yoktur. Bunun üzerine Allah Teala da ´Doğru söyledin´ buyurdu. Musa pey­gamberin bu sözü, "O´nun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şura/İl) aye-tiyle aynı anlamdadır.

Bu ayetin anlamı, O´nun gibi hiçbir şey yoktur, şeklindedir. Çünkü hiçbir şey O´nun gibi değildir. Araplar, ´benzer=misr kelime­sini bir şeyin bizzat kendisi için de kullanırlar. İfade bakımından daha geniş ve daha cesur bir söz de yine Musa peygamberin (as) Rabbi´ne hitap ederken kullandığı şu sözdür. Bu söz Kur´an-ı Ke-rim´de yer almaktadır: "Ben onlardan bir canı öldürdüm. Onların da bu sebeple beni Öldürmelerinden korkuyorum". (Kasas/33) Bun­dan daha da ileri olanı, Rabbinin ´Firavun´a git´ emri karşısında,

Harun´u da benimle gönder demesidir. Musa peygamberin bu me-yandaki sözlerinden biri de Kur´an´da yer alan şu ayet-i kerimedir: "Beni yalanlamalarından ve yüreğimin daralmasından korkarım". (Şuara/13)

Allah Teala, onun bu ve benzeri sözlerini hoşgörmüştür. Sebebi de kendisini, üns ve yakınlık makamına yerleştirmiş olmasıdır. O peygamberin Allah katındaki yeri, güzel bir yerdir. Bu yüzden de Allah Teala´ya karşı bu tür ifadeler kullanabilmiştir.

Allah Teala, Musa peygamber ve benzerlerini böyle hoşgörür-ken, bazı peygamberlerin edebe yakışmayan ifadelerini ise hoşgör-memiştir. Nitekim, Yunus peygamberi (as) zihninden geçirdiği bir fikirden dolayı korku ve tutup yakalama (=kabz) makamına yerleş­tirmiştir. Sonunda da kendisini balığın karnında karanlıkların içinde hapsederek cezalandırmıştır. Eğer Rabbinden bir nimet ese­ri affedilmiş olmasaydı, kıyamet gününe kadar orada kalacak ve hesap günü, kınanmış olarak meydana atılacaktı. Allah Teala ha-bibini (sav) söz ve fiillerinde Yunus peygambere uymaktan menet-miş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne sabret ve balığa hapsedilen gibi olma". (Kalem/48)

Allah Teala peygamberler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah onlardan kimisiyle konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiş­tir". (Bakara/253) Yine O, Yusuf peygamberin kardeşlerinin niyet­lerine, kanaatlerine, yaptıklarına ve gizledikleri ´Yiısufu öldürün veya bir yerlere atın da babanızın yüzü yalnız size dönsün´ sözüne tahammül göstermiştir.

İlk başta söyledikleri ´Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevimli geliyorlar* sözünden, Yusufun değersiz bir paraya satılması­na kadar geçen sürede yaptıkları ve söyledikleri kırk küsur günah oluşturmaktadır. Bu günahların bazıları, diğerlerinden çok daha büyüktür. Tek bir sözde dahi dört veya beş, ya da daha az veya faz­la günah bulunabilir. Bunları tesbit etmek, günahların inceliklerini bilmek ve günah bulma usulüne vakıf olmakla mümkün olabilir.

Allah Teala, Yusuf peygamberin kardeşlerini tüm yaptıkları ve söylediklerine rağmen bağışlamıştır. Bu da ancak onların sevilen bir makamda bulunmalarıyla açıklanabilir. Oysa Üzeyr´in tek bir günahını dahi hoşgörmemiştir. O, sadece kaderle ilgili bir mesele sormuştu. Rabbi ona Öylesine kızmıştı ki, peygamberlik divanın­dan silindiği bile rivayet edilmiştir. Yukarıdaki misallerden daha da ilginç olanı, İsrailoğullarıyla ilgili olandır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Açık ayetler size geldikten sonra bu­zağıyı (ilah) edindiniz. Bunu da affettik". (Nisa/153)

Allah Teala dilerse, en büyük günahları bile affeder, Bu O´na zor gelmez. Dilediğinde ise, en küçük kusurları dahi hesaba çekip sorgular. Bir zerre, hardal tanesi dahi, O´nun hesabından kurtula­maz. Melekûtün yegane sahibi ve Cebbar sıfatının sahibi olan Hak Teala´nm karşısında hangi günah küçük görülebilir ki? Görmez mi­siniz ki peygamberliğin hürmetini ihlal etmek suretiyle nankörlük eden bir peygamberin kusuru dahi ifşa edilmektedir. Bu kadar kü­çük kusurlar bile yüze vurulurken koca günahlar O´nun lütuf ve rahmet...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Ocak 2010, 17:59:58
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 07 Ocak 2010, 17:59:58 »

Rabbini kendinden razı etmek için duyduğu şevkle acele eden biriyle, Rabbinin kendinden razı olduğunu bilerek O´na duyduğu, şevkle acele eden biri arasında da elbette büyük fark vardır. Gördüğünü gördüğünde sebat edemeyip darlığından dolayı ilahi nurla- i rı dışarı taşıran biriyle, gördüğünü gördüğünde sebat ederek geniş liginden dolayı nurların içine taştığı biri elbette aynı değildir. Allah, Resulü (sav) mekan bakımından Musa peygamberi (as) geçtiği gibi: mahbub da muhibbin makamını aşmıştır. Allah Teala Musa pey gamber ile arasına Mülkiyet Lamı koymuştur. Resulü´nü (sav) iseı mülkte Kendi yerine geçirmiştir. O, Musa peygamber hakkında  şöyle buyurmuştur: "Seni Kendim için ayırdım". (Taha(41) j

Habibi ve son Peygamberi (sav) hakkında ise şöyle buyurmak-tadır
: "Sana biat edenler, ancak Allah´a biat ediyorlar". (Feth/10) Allah Teala´nın bir peygamberini kendisi İçin ayırması ile, başka! bir peygamberini bizzat Kendi yerine koyması arasında çok büyük fark vardır. Burada Allah Resulü (sav) için büyük bir takdir ve şe­reflendirme sözkonusudur.

Allah Teala´nın Zatı´ndan ayrı olarak zikredip sıfatlarından bi­riyle övdüğü peygamber ile, Zatı´na bitişik olarak zikredip Kendi sıfatıyla övdüğü Peygamber arasında çok büyük fark vardır. Za­tı´ndan ayrı olarak zikrettiği peygamberle ilgili olarak şöyle buyur­muştur: "Senin üzerine Ben´den bir muhabbet bıraktım ve (herşe-yi) gözlerimin önünde yapacaksın". (Taha/39) Zatı ile bitişik olarak zikrettiği Peygamberi hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Allah´a ve Resulü´ne iman edersiniz, onu desteklersiniz.." (Feth/9) Benzer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmıaktadır: "Allah ve Resulü ra­zı etmelerine daha layıktır". (Tevbe/62)

Musa peygamberle ilgili olarak nazil olan bir ayet de şudur:
"Ey Musa, Ben seni risaletlerim ve konuşmamla diğer insanlar arasın­dan seçtim. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol". (A´raf/144) Yani, ´sana verdiğimiz kelamı al, Ben seni insanlar arasından yük­selterek seçtim. Bunun için şükret. Bakışa (=rü´yet) gelince, onu da Resulüm Muhammed´e (sav) tahsis ettim. İbni Abbas (ra) ve Ka´b´dan rivayet edilen bir tefsirde, Allah Teala´nm konuşma ve rü´yeti Resul-i Ekrem (sav) ile Musa peygamber arasında taksim ettiği, Musa´ya (as) kelamı nasip ederken, Habibi´ne de (sav) rü´ye­ti verdiği bildirilmektedir.

Bu görüşü destekleyen bir husus da, Allah Teala´nm kelamıyla teşrif ettiği peygamberinin buna tahammül edebilmesidir. Bu güç, Allah Teala´nm o peygamber için bunu önceden murad etmiş oldu­ğunu gösterir. Çünkü Allah Teala bir kulu için birşeyi murad etti­ğinde onu metin kılar ve gerekli kuvveti kendisine verir. Nitekim Habibi Mustafa´yı (sav) rü´yet için takviye etmiş, gereken metane­ti kendisine nasip etmiştir. Çünkü Allah Teala O´nun için ru´yeti murad etmiştir.

Mahbub makamının özellikleriyle ilgili olarak anlatılanlardan biri de şudur
: Ali b. Ebi Talib´e (kv), ´Bize arkadaşlarını anlat´ de­nilmişti. O da, ´Hangisini soruyorsunuz?´ dedi. Bunun üzerine ´Sel-man´ı (ra)´ dediler. Ali (kv), ´O, evvelin de ahirin de ilmine vakıf ol­muştu´ dedi. Teki Ammar (ra)?´ dediler. O da, * Ruhuna kadar iman dolu bir insanddedi. Ya Huzeyfe (ra)?´ diye sordular. ´O, sır sahi­biydi, münafıkların bilgisi ona verilmişti´ dedi. ´Bize kendini anlat´ dediler.

Bunun üzerine Ali (kv) şöyle dedi:
Sizin bu sorularla asıl var­mak istediğiniz bendim. Ben birşey istediğimde o bana verilirdi. Sükut ettiğimde ise korunurdum. Onun bu makamı da mahbub makamıdır. Çünkü o, birşey istediği zaman Rabbi onu işitir ve ken­disine icabet ederdi. Sükut ettiği zaman ise, onu gözler ve şefkat gösterirdi.

Ali b. Ebi Talib´den (kv) konuyla ilgili rivayet edilen bir söz de şudur:
Bilmediği birini seven kimse, ancak kendisiyle şakalaşmış olur. Bu sözden çıkarılacak anlam şudur: Sevdiğinin sıfatlarını, ah­lakını, fiil ve hükümlerini bilmeyen, onu ancak kendisine bildirildikten sonra severek rızasını kazanmaya, hoşlanmadığı şeylerden sakınmaya çalışan kimse, kendi kendisiyle oyalanmış demektir.

Böyle biri için muhibbamn sıfatlarından hiçbiri geçerli olamaz. Yine o, ariflerin hakikatine de ermiş olmaz. Çünkü o, mahbubunun fiillerinin değişmesi neticesinde muhabbetinin tersyüz edilmesin­den emin olamaz. Habibinin imtihanı veya hükümlerinin farklılaş­ması yüzünden muhabbetinin değişmesinden de emin olamaz. Do­layısıyla onun muhabbeti, hakiki değil, olsa olsa mizahi bir muhab­bet olabilir. Muhabbetin bu makamında, muhibbamn Mahbub Tea­la´nm fiilleri hakkında cehaleti ve büyük bir aldanış sözkonusudur.

Muhabbetin sıfatlarından biri de, Habib´i tazim, yüceltme, O´ndan haya ve takdir babından bu muhabbeti gizli tutmaktır. Bu, akıl sahibi muhibbamn seçkinlerine ait bir sıfattır. Safa ehline gö­re de bu gizlilik, vefakârlığın gereğidir. Muhabbet, kalplerin deru-nunda Mahbub´a ait bir sır ise, onu ifşa edip pazara çıkarmak mu­habbete ihanettir. Bu muhabbete ima ve işarette bulunmak, edep ve hayaya ters bir davranıştır. Çünkü bunda şöhret bulma sözko-nusudur. Şöhrette ise, muhabbet iddiasında bulunma ve kibir gibi kusurlar saklıdır.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İnsanların Allah Teala´dan en uzak olanı, O´na en çok ima ve işarette bulunandır. Boyleleri her fırsatta Allah Teala´ya işaret eder, O´nun zikrini yapmacıklık ve süsleme gayesiyle kullanırlar. Allah Teala´yı hakkıyla bilen ve se­ven alimler ve muhibban nezdinde bu tür insanlar hoş görülmeyen kimselerdir.

Zünnun-i Mısri, sürekli muhabbeti anlatan bir arkadaşının ya­nma gitmişti. Arkadaşının tarif edilmez derecede ağır bir imtihan­dan geçtiğini gördü. Zünnun dedi ki: O´nun darbesinden elem du­yan kimse Allah Teala´yı seviyor olamaz. O adam şöyle dedi: Ama ben diyorum ki O´nun darbesinden zevk alamayan kimse O´nu hak­kıyla seviyor olamaz. Bunun üzerine Zünnun şu karşılığı verdi: Kendini O´nun muhabbetiyle teşhir eden kimse de O´nu hakiki an­lamda seviyor olamaz. Bunun üzerine adam, ´Rabbime istiğfar eder ve yaptığımdan dolayı O´na tevbe ederim´ dedi. Hakikat da budur.

Muhabbeti gizlemek, ondaki ihlas ve içtenliğin alametlerinden dir. Muhabbet kalbi amellerden biriyse, onu orada tutmak gerekir.

Çekilip alınması ve değiştirilmesi korkusuyla onu ifşa etmek ve açığa vurmaktan çekinmek, Allah Teala´nın tuzağından ve şeytani yollara sevkedilmekten sakınmak, muhabbetin hakikatine varma­nın işaretlerindendir.

Muhabbeti, nefisten uzak tutmak, diğer insanlardan saklamak ve onunla gösterişten sakınmak ise, muhabbeti elde etmenin ala-metlerindendir. Çünkü Mahbub Teala kıskançtır. Zatı´na ve mu­habbetinin ortaya çıkmasına duyduğu kıskançlık, muhabbetinin if­şa edilmesine duyduğu kıskançlıktan daha şiddetlidir.

Muhibbanm muhabbetlerini başka insanlara açıklamalarından duyduğu kıskançlık ise, bütün muhibbanımn O´na duydukları kıs­kançlıktan daha şiddetlidir. Bu sözler, uyanık bir alim hakkında geçerlidir. Çünkü o, uyanıklık makamında kendinden emindir. Sar­hoş ve vecdiyle dalgınlık içinde bulunan kimselere gelince bunlar irade bakımından mağlup kimselerdir. Mağlup ise, mazur görülür.

Adamın biri Ebu Mahfuz´a muhibbandan birinde gördüğü bir hali yadırgadığını ve bu durumu Ma´ruf a aktardığında onun tebes­süm ederek şöyle dediğini nakletmişti: Ey kardeşim, Allah Tea­la´nın küçük, büyük, mecnun ve akıllı bir çok muhibbanı vardır. Gördüğün kimse, muhibbanm mecnunlarından biridir.

Muhabbetin sıfatlarından biri de, Habib´e rıza gösterdikten son­ra O´nun yaşattığı imtihanı gizleyip açığa vurmamaktır. Çünkü bu, O´nun katında bir sırdır ve huzurunda takmılması gereken edeb, onun gizlenmesini icap ettirir.

Sehi, halkın tedavi olarak kurtulduğu bir hastalığa yakalanmış ama tedaviye yanaşmamıştı. Bu yüzden de insanlar kendisine si­tem etmişlerdi. Bu husus sorulduğu zaman şu cevabı vermişti: Ha-bib´in darbesi can yakmaz. O, bu konuyla ilgili olarak şöyle derdi: Muhibbin alameti, zorluk ve hastalıklarda sevgisinin artması ve imtihan anlarında muhabbetini daha çok anmasıdır. Muhib, zorluk ve hastalıkları, Rablerinden bir lütuf olarak görür, imtihanda, Mahbub´una yakınlaşmak sözkonusudur. Muhabbetin baskın gel­mesinden dolayı yaşanan her imtihanda çekilen acılar muhibbe ha­fif gelir.._

Muhibbandan bir zat şöyle demiştir: Ziikrimin en safi olduğu zaman, yüksek ateşli iken yaptığım zikirdir. Muhabbet ehline mensup bir zat, bir muhibbin yanında muhabetteki makamını zikret­mişti. Muhib ona şöyle dedi: Muhabbetini zikrettiğin Zat´a gelince O´ndan başkasına ilgi gösterir misin? O da, ´Evet´ dedi. Bunun üze­rine muhib, ´O´nu bir gecede iki veya üç kez gördün mü?´ diye sor­du. Adam, ´Hayıır dedi.

Bunun üzerine muhib şöyle dedi: ´Eğer haya etmesem, senin muhabbetinin sağlıklı olmadığını söylemek isterdim. Sen, Habi-b´inden başkasına ilgi gösteriyor ve geceleri O´nu göremiyorsun. Ama ben O´nun muhabbetini iddia etmiyorum. Buna rağmen O´nu tanıdığımdan beri O´ndan başkasına ilgi duymuyorum. Kimi geceler O´nu yedi kez görüyorum.

Muhibbandan bir zat, İbrahim b. Edhem´in halefi olup onun yoJ lu, hali ve sıfatları hakkında konuşan birinden üstteki kıssanın tamarnını nakletmişti. İbrahim b. Edhem sözüne devam ederek şöy­le demişti: Allah Teala´yı yüzyirmi kez gördüm ve O´na yetmiş me­seleyi sordum. Bunlardan sadece dördünün cevabını halka açıkla­dım. İnsanlar, bunları da...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

08 Ocak 2010, 17:30:53
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 08 Ocak 2010, 17:30:53 »

Beyazıd-ı Bestami´ye, ´Kaf dağına gittin mi?´ diye sorulmuştu. O şöyle dedi: ´Kaf dağı, Kef, Ayn ve Sad dağlarına göre daha yakındır´Onlar hangi dağlar?´ diye soruldu. O da, ´Bu dağlar, aşağı arzları kuşatmış dağlardır. Bu arzlardan her birinde, Kaf dağı mesabesin­de bir dağ vardır. Kaf dağı, bu dağların en küçüğü, bulunduğumuz arz ise o arzların en küçüğüdür.

Ebu Muhammed, Kaf dağına tırmandığını ve Nuh´un (as) gemi­sinin zirvede bulunduğunu gördüğünü söylemiştir. O, bu dağı da, gemiyi de anlatmıştır. Yine o, şöyle demiştir: Allah Teala´nm Basra şehrinde Öyle bir kulu var ki, oturduğu yerden ayağını kaldırdığı zaman onu Kaf dağının üstüne koyabilir. Hatta, bütün dünyanın bir veli için bir adımlık mesafe olduğu söylenmiştir.

Allah Teala´nm bir velisi, tek adım attığında beşyüz yıllık mesa­feyi alır. Bir ayağını Kaf dağına koyduğunda, diğerini de başka bir dağın üzerine koyarak yeryüzünü tamamen aşabilir.

Bir keresinde de Beyazıd-ı Bestami´ye Sütunlu İrem şehrine gi­dip gitmediği sorulmuştu. O şu cevabı verdi: Ben Allah Teala´nm bin şehrine gittim ve bunların en mütevazı olanı İrem´di. Sonra bu şehirleri sıraladı: el-Beyt, Tavil, Paris, Çaylık, Cabers, Mesek..

Bu noktada birisi, İrem şehri için Allah Teala´nm, "Ülkede onun benzeri yaratılmamıştı" (Fecr/8) buyruğunu öne sürebilir. Bunun açıklaması, Yemen ülkesinde İrem şehrinin bir benzerinin olmayı­şıdır. Çünkü bu ayete muhatap olanlar, Yemen halkıdır. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Ya da arzdan sürülmeleri..." (Mai-de/33) Buradaki arzda bulunulan şehir veya ülkenin toprağından sürülmeleri kasdedilmektedir. Yoksa, yeryüzünden atılmaları mümkün değildir.

İrem, Yemen´de bulunan Ad şehridir. Bu şehir, Ebter ile Şehar arasında yer alır. Şehrin bin kapılı bir surla çevrili olduğu her iki kapının arasında bir fersah mesafe bulunduğu, altın, gümüş, yakut ve zümrütten direkler üzerine oturtulduğu söylenmiştir. Şehirde yüzbin sütun bulunduğu söylenmiştir. Rivayete göre bu şehir, cin­ler tarafından Ad b. Şeddad b. Sam b. Nuh için yapılmıştır. Cinler bu sütunları, deniz diplerinden çıkartmışlardır. Cinler, Süleyman b. Davud peygamberden (as) dört bin yıl önce Ad b. Şeddad´m emri altına verilmişlerdi.

İrem şehrinde abdal zümresinden bir topluluk Cuma geceleri bayram havasında toplanırlar. Rivayete göre bu şehirde, her biri­nin uzunluğu on kulaç olan taş sandukalar vardır. Bu sandukalar­da vefat eden peygamberlerin naaşları bozulmaksızın kalmıştır. Ama bunlar, insanların gözlerinden perdelenmiş tir.

Sehl (ra) bu şehri her Cuma ziyaret ederdi. O da nıahbublardan biriydi. Bütün bunlar Allah Teala´nm yüce kudretinin basit işaret­leridir. Bu kula, ´Allah Teala´ya dair müşahedelerini anlatır mısın?1 denilmişti. Bir süre kendini kaybetti. Ardından şöyle dedi: Vay ha­linize sizin! Sizin gibilerin bunu öğrenmesi uygun olmaz. Bunun üzerine, Teki Allah Teala´ya ulaşmak için nefsinle yaptığın müca-hedeleri anlatır mısın?´ dediler.

O, ´Bunları bildirmem de caiz olmaz´ dedi. Bunu da geri çevirin­ce, ´Öyleyse nefsinle riyazetini biraz anlat´ dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Peki, bazı hususlarda nefsimi Allah Teala´ya boyun eğmeye çağırmıştım. Bana köstek oldu. Ben de onu zorlamak için bir yıl su içmemeye ve uykuyu tatmamaya karar verdim. Bunun üzerine bana itaat etmeye başladı.

Onunla ilgili olarak Büceyr b. Muaz bazı müşahedeleri naklet-miştir. Bir defasında onu, yatsı namazından sabah namazına ka­dar ayak parmaklarının üstünde, çenesini göğsüne yaslamış ve sa­ğa sola dönmeksizin tek bir noktaya bakar halde gördüğünü, ardın­dan seher vakti secdeye kapandığını ve oturarak şöyle dua ettiğini nakletti:

Allahım, bir topluluk Seni talep ettiler ve Sen onlara arzın içi­ni verdin. Onlar da bundan razı oldular. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk istediğinde ise onlara suda ve havada yürüme gücünü verdin, onlar da bundan hoşnut kaldılar. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk da Sen´den talep et­tiklerinde, onlara yeryüzünün hazinelerini verdin. Bütün gözler onlara dönünce aldıklarına razı oldular. Ben, bundan da Sana sı­ğınırım.

Bu şekilde velilerin kerametlerine dair yirmi küsur makamı sı­raladı. Neden sonra benden tarafa bakıp beni görünce, "Yahya? de­di. Ben de, ´Evet efendim´ dedim. Bana, "Ne zamandan beri orada­sın?´ diye sordu. Tatsı namazından beri´ deyince sükut etti.

Bunun üzerine, ´Efendim bana birazcık anlatır mısınız?´ dedim. Bana şunları anlattı: Sana uygun olan kısmını anlatayım. Rabbim beni felek-i esfele koydu. Sonra beni melekût-i süflâda dolaştırdı. Bana iki arzı ve sera´ya kadar onların altını gösterdi. Sonra da fe­lek-i ulviîye çıkardı ve gökleri dolaştırdı. Bana oradaki cennetleri ve Arş´a kadar olan makamları gösterdi. Sonra da huzurunda dur­durdu ve ´Gördüklerinden dilediğim iste´ buyurdu.

Ben de, ´Allahım, gördüklerimin hiçbirini güzel bulmadım. Ben yalnız Seni istiyorum´ dedim. Bunun üzerine, ´Sen Benim hakiki kulumsun, Bana sadakatle kulluk ediyorsun. Sana şunları yapaca­ğım..´ buyurarak birçok şey sıraladı. Yahya b. Muaz sözüne şöyle devam etti: Bu durum beni çok etkilemiş ve kalbim anlattıklarıyla dolarak şaşırmıştım. ´Efendim, niçin Marifetullah\ istemediniz?´ diye sordum. Bana öyle yüksek bir sesle haykırdı ki tarif edemem ve şöyle dedi: Sus, yazık sana ki bana baskın yaptın.

Ebu Türab en-Nahşebi (ra) müridlerin birinden hoşlanmaktay­dı. Onu barındırır, ihtiyaçlarını temin ederdi. Mürid ise, sürekli ibadet ve vecdleriyle meşgul olurdu. Ebu Türab, bir gün ona şöyle dedi: Beyazıd´ı bir görsen. Ama mürid, ´Ben onu göremeyecek kadar meşgulüm´ diyerek bu isteğe kulak asmadı.

Ebu Türab, müridin onu görmesinde ısrar edince, mürid kendi­ni kaybederek şöyle dedi: Sana ne oluyor? Ben Allah Teala´yı gör­düm, Beyazıd´ı görme ihtiyacım kalmadı. Ebu Türab şöyle der: Bu sözü üzerine kendimi tutamadım ve şöyle dedim: Yazık sana! Beya­zıd´ı bir kez görsen senin için Allah Teala´yı yetmiş kez görmenden daha faydalı olurdu.

Mürid sözüme çok şaşırdı ve onu yadırgayarak, ´Nasıl olur?´ di­li ye sordu. Ebu Türab da şu karşılığı verdi: Söylediğine bak! Sen Al-; lah Teala´yı kendi yanında görüyorsun ve O sana, senin mikdarma ,, i; göre tecelli ediyor. Beyazıd´ı ise Allah Teala´nm katında görürsün. Allah Teala ona da, mikdarmca tecelli etmektedir. .; Bunun üzerine ne demek istediğimi anladı ve ´Beni ona götür dedi. Ebu Türab uzun bir kıssa anlattıktan sonra şöyle devam etti: Bir tepenin üzerinde durduk ve Beyazıd´ı beklemeye başladık. Nehirden bize doğru gelmeye başladı. Sırtında kürk vardı. Yanımız­dan geçerken, genç müride İşte bu Beyazıd´dır, ona iyice bak´ de­dim. Genç ona bakınca olduğu yerde düşüp kaldı. Onu ayıltmaya çalıştığımızda, vefat etmiş olduğunu gördük. Beyazıd ile birlikte onu defnettikten sonra kendisine, ´Sana bakışı onu öldürdü´ dedi. Beyazıd bana, ´Hayır, senin arkadaşın çok sıdk sahibi biriydi. Onun kalbine bir sır yerleştirilmişti. Ama bu sır kendi halinde iken açıl­mıyordu. Beni gördüğünde kalbinin sırrı açıklandı. Ama o, bu sırrı taşıyamadı. Çünkü zayıf müridler makamında idi. Sırrın ağırlığı da onu canından etti´ dedi.

Bütün bunlar, muhabbet makamında ziyade sahibi olan mah-bublarm hususiyetlerinden sadece bazılarıdır. Bunlar, Cömert Mu-hib´bin sonsuz rızkından hesapsız olarak bahşettiği rızıklardandır. Talibin matluba müyesser kılması, Muhib´bin mahbubuna yar­dımlarıdır. Habib makamı, zahir olmayacak kadar ulvi, kıskançlı­ğından dolayı O´ndan başkasının bilemeyeceği kadar gizlidir. Allah Teala, bir takım fiileri vasıta ederek onları perdelemiş ve bazı sıfat-

larım kullanarak üstlerini örtmüştür. Onlar makamat ehlidirler.

Allah Teala onları özlediği gibi, onlar da Allah Teala´ya karşı şevk içindedirler. Onlar kurb/yakınlık ehlidirler. Rableri kendilerine baktığı gibi onlar da Rablerine nazar ederler.

Muhabbet ehli O´nun kelamını dinlemeyi çok severler. O da onların sözlerini dinlemeyi sever. Hal ehli de, O´ndan niyazda bulun­mayı severler. Allah Teala da onların Kendisinden niyazda bulun­malarını sever. Müşahede ehli, kalplerinde olmasına rağmen daima O´nu ziyaret ederler. O da kendilerini kalplerinde ziyaret eder.

Ahiret ehli, O´na ahirette bakarlar. O da kendilerine dünya haya­tında bakar.

Bütün bunlar, Allah Teala´nm lütufları olup, dilediği kullarına verir. Bu hususla ilgili olarak kral peygamber Davud (as) hakkın­da bir kıssa anlatılmıştı. Allah Teala onu, ondört evliya muhibbamna göndererek Zatı´ndan bir ihtiyaçları için talepte bulunmalarını istemesini buyurmuştu. Ondört veli, Davut peygamberi gördükle-

- rinde, kendilerini Allah´a ibadetten alıkoymaması için uzaklaştılar. r Bu kıssayı daha önce de zikretmiştik.

Bu tür hadiseleri yadırgamamak gerekir. Çünkü Allah Teala, mahbub kullarına henüz dünya hayatında iken cennet ehlinin ahi-t ret hayatında ilk hediyesi olan ´Kün=Ol´ emrini verir. Onlar bu he diyenin kendilerinde ölene dek kalması için onu çok az kullanırlar. . Rablerine duydukları muhabbetin büyüklüğü sebebiyle de bu emri , kullanmak istemezler.

Onların marifetleri, kendileri dışındakiler! geçmiştir. Allah Te­ala onlara ´Kün´ emrini vermekle, Kıyamet hakkında ´Kün=Ol´ de­me hakkını da vermiş olmaktadır. Cennet ve cehennemin üzerinde­ki perdenin kaldırılmamasım istemek de onlara bırakılmıştır. On­lar, kevn ve mekanın ötesinde varolan gerçekleri de, kıyametten önce insanlara ifşa etmezler. Bunlar, batın olanlar için zahir olsa / da, Allah Teala´ya yakini imanın olabilmesi için O´nun yaratışı ge-/ reği perdelenmişlerdir.

Vehimden uzak, fikir ve...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

08 Ocak 2010, 17:37:39
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 08 Ocak 2010, 17:37:39 »

Hızır (as) şöyle dedi: Allahım, kalın perdeni üzerime ser. Örtü­lerini üzerime koy. Beni gaybının en saklı yerine koy. Beni yarattıklarının kalplerinden saklı tut. Hızır (as) bu duayı söyledikten sonra kayboldu. O günden sonra onu bir daha hiç görmedim ve öz­lemini duymadım. Her gün Öğrettiği duayı okumayı adet edindim. Bize -anlatılanlara göre bu kul, zillete bürünür ve kendini hor görürdü. O kadar ki zimmet ehli yollarda onunla alay eder ve mev-kisini önemsemedikleri için yüklerini ona vururlardı. Çocuklar bi­le onunla alay ederlerdi. Ama o, bu davranışlardan ve bu halden memnun olur, huzur duyardı.

Seleften bir cemaat bu görüşü paylaşırken, halefin sadıkların­dan bir zümre de bu hali benimsemişlerdir. Onlar da kendilerini gizlemiş, mevkilerini düşürmeye çalışmışlardır. Bunlar mecnunla­rın akıllıları olarak bilinmişlerdir. Nefste zühd sahibi olmanın ve tevazünün hakikati budur. Ancak bu, velilerin mecnunlarının gös­terdikleri zühd ve zayıfların yakin sahiplerinin tevazudur.

Tekebbür, üç şekilde olur:
Nefse hayran olarak insanlara karşı kibirlenmek; izzet-i nefse önem vererek insanların kalplerine kar­şı kibirlenmek. Böyle bir kibir içinde olanlar, insanların kalplerin­de büyük görülmek ister. Bu da tekebbürün sonucu olarak günde­me gelir. Üçüncü şekli ise, kendi dindarlık ve istikametine bakarak kalpte kibir göstermek. Bu kibire sahip olan kul, bununla kendini büyük görür.

Kulun bunu hissetmesi yakin ilminin eksikliğinden kaynakla­nır. Bunlar tekebbürün en gizli şekilleridir. Bunlardan ancak tev­hidi sahih olan kimseler uzak durabilirler. Bunlar yakini sadık, ih-laslı sadık kimselerdir.

Zahiri tekebbüre gelince, o da insanlara karşı böbürlenmek, efe­lenmek ve kendini üstün görmektir. Bu, tekebbürün açık şeklidir. Bu, kalbin en yoğun perdelerinden ve nefsin en güçlü sıfatlarından biridir. Alimler de, işte bu nedenle tekebbürün inceliklerinden korkmuş, nefsi aşağılayıp horlamak gayesiyle onun için herşeyin azını ve zilleti istemişlerdir.

Onlar, tekebbürün gizli şekillerinden arınabilmek için tevazü­nün inceliklerine sarılmaya çalışmışlardır. Amelleri ancak bu şekil­de halis olabilecektir. Tevazu sahiplerine göre tevazu, kulun sıfat olarak zelil olması, kasden zelil görünmeye çalışmamasıdır. Kişi, kendini yalnız ve hor görmeli, zatının küçüklüğüne inanmalı, nef­sinde onu tahkir etmelidir. Zoraki bir tevazuya sahip olmamalıdır. Bunun alameti ise, kendisini ayıplayan ve tenkid eden birini duy­duğunda kızmaması, iftira ve kınamaya maruz kalmayı hoş göre-bilmesidir. Bunun en güzel göstergesi ise, hissettiği zillette zilletin tadını almaması, tevazuunda tevazuya şahit olmamasıdır. Çünkü bu haller, artık zati sıfatları haline gelmiştir.

Zillet gösterip de zilletinin zevkini tadan kimse, tevazuunda da yapmacıklık içindedir. Tevazu sahibi olup da bu tevazuuna şahit olan kimse kusurludur. Çünkü o, nefsiyle böbürlenmenin kalıntıla­rından henüz tamamen sıyrılamamış biridir. Böyle biri, başkası ta-

rafından kınanması ve tenkid edilmesine tahammül edemez, bun­ları yapanlara karşı kızgınlık hisseder. Bunun tersine olarakta övüldüğü ve iltifat edildiği zaman sevinip şımarır.

Bu belirtilerin bulunduğu bir kişi, yukarıda anlattığımız ma­kamlardan tamamıyla uzaktır. Nefsim zelil kılıp bizzat kendi nefsi hakkında tevazu sahibi olduğunda, eğer zillet ve tevazuundan her­hangi bir his ve tad almıyorsa, zillet ve tevazu ile bütünleşmiş olur. Böyle biri, nefsindeki kusuru bildiği için halkın kınamalarına al­dırmadığı gibi övgülerinden de hoşlanmaz. Çünkü nefsinin halk nezdinde bir mevki ve üstünlük sahibi olmasını istemez.

Zillet ve tevazu, onun ayrılmaz sıfatları haline gelmiştir. Çöpün çöpçüyü, süpürüntünün süpürücüyü gerektirmesi gibi. Bunlar o kimselerin meslekleridir. Kusurları olmadığını düşündükleri için meslekleriyle iftihar etmeleri bile mümkündür. Böyle bir kul, nef­sine karşı Rabbi´nden büyük bir yetki sahibi sahibi olmuş, nefsine tamamen malik olarak izzetiyle onu ezmiştir. Bu, mahbub maka­mıdır ve bunun ardından çeşitli mükaşefeler gelir. Bu mükaşefele-rin ilki, hikmet nurunun kalbe girmesi, hikmet pınarının kalbinde kaynam asıdır.

Bu konuda İsa peygamberle ilgili olarak şu hadise nakledilmiş­tir: O, halkına şöyle demişti:
Ey İsrail oğulları, bitkiler nerede bi­ter? Onlar da, Toprakta´ cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine o şöy­le dedi: Size hakikati söylüyorum ki hikmet de toprak gibi ancak kalpten doğar. Allah Teala ile arasındaki hal, zillet olan kimse, ki­birlilerin izzet peşinde koşması gibi zilleti talep eder ve ondan haz alır.

Kibirli kişi de izzete ulaştığında ondan zevk alır. Zilleti kalpten ayrılan kul, halinden uzaklaşmasından dolayı kalbinin değiştiğini görür. Kibirli kimse de izzetini kaybettiği zaman hayatının karar­dığını hisseder. Çünkü onun yaşantısının tadı, izzet ve gösterişe dayalıdır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kullar, zilleti seçmiş, halk na­zarında makam ve derecelerini düşürmüş, kalplerdeki gösteriş ve tesirleri silmiş, nefslerini türlü kınama vasıtalarıyla ezmiş kimse­lerdir. Bunlara dair anlatılanlar, burada yer veremeyeceğimiz ka­dar çoktur. Onların en bariz halleri sıdktır. Sıdk hali, onun hükmünün icabına göre haraket etmeyi gerektirir. Zaten onlardan da hal­lerinin gereğini yapmaları beklenebilir.

Şeyhlerden biri, Cüneyd´in hocası Ebu Hasan el-Küreyni´dfentunu nakleder:
Adamın biri onu üç kez yemeğe davet etmiş ama her defasında da daveti geri çevrilmiştir. Nihayet dördüncü seferde onu evine sokmayı başarmıştı. Adam, bunun sebebini sorduğunda Ebu Hasan şöyle demiştir: Nefsim yirmi yıl boyunca zillete rıza gösterdi ve kovulan bir köpeğe dönüştü. Kovulduğunda gider, çağ­rıldığında ise gelir ve önüne bir kemik atılır. Sözünün sonunda şöy­le demiştir: Eğer beni elli kez reddettikten sonra tekrar davet et sen, davetine icabet ederdim.

Başkâ bir şeyh de kendi hocası hakkında şunu rivayet etmiştin Bir mahalleye yerleştim ve orada dürüstlüğüyle tanınır hale gel­dim. Bunun üzerine kalbim karıştı. Mahallenin ortasındaki bir ha-mama girdim, orada kıymetli bir elbise dikkatimi çekti ve onu çalıp üstüme giyindim. Yamalı giysimi de onun üstüne giyindikten \ sonra hamamdan çıktım.

Hamamdakilerin bunu farkedip beni yakalamaları için yavaş yavaş yürümeye başladım.Sonunda beni yakaladılar ve yamalı elbiseyi çıkarttıktan sonra değerli giysi üstümden çıkardılar. Ardın-dan tokatlayıp hırpaladılar. Artık o semtte hamam hırsızı olarak,/ tanınmaya başlamıştım. Nefsim ancak o zaman sükunete erdi.

Sufîlerden biri hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, bir adamın yemek yediğini görmüştü. Elini adama doğru uzattı ve ´Allah rızası için biraz verir misin? dedi. Yemek yiyen adam, ´Otur da ye´ dedi. Ama sufî, ´Sen avucuma koy´ dedi. Adam da avucuna bir parça koydu. Sufı de bir kenarda oturup onu yedi. Adam, neden oturmadığını sorduğunda sun şöyle cevap verdi: Allah Teala huzu­rundaki halim zillettir. Bu halimden ayrılmak istemedim. Sufmin yemek istediği ve yiyeceğini eline verdiği kimse muhtemelen helva­cıydı. Araplar, bir şeyin avuçlarına konulmasını, izzet-i nefslerine düşkünlüklerinden dolayı hiç sevmezler.

Hatta ilk muhacir sahabilerden birinin şöyle dediği nakledil mistir:
Üç gün boyunca aç kalmış ve ağzıma bir lokma dahi koymaı-mıştım. Adamın birinin kuru üzüm tasadduk ettiğini duydum. Ya­nına giderek kuru üzüm istedim. Bana, ´Avucunu uzat´ deyince^

´Ben Arab´ım, avucuma konan hiçbir şeyi alamam, benim için bir kaba koy´ dedim. Adam da kuru üzümü bir kaba koyarak bana ver­di. Üzümü yedikten sonra kabı adama geri verdim.

Bu sahabi izzet-i nefs güçlü olduğu için böyle yapmıştı. Nitekim Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştur: Sen, cahiliyye özellikle­ri bulunan bir insansın. Bunun üzerine o sahabi, ´Yaşımın bu kadar büyük olmasına rağmen mi?´ diye sordu. O da, ´Evet´ buyurdu. Ay­nı sahabi, bir adamla husumete düşmüş ve ona karşı kibirlilik gös­termişti.[1]

Yukarıda anlattıklarımızla ifade etmek istediğimiz, uyanık akılları ikaz etmek, diri kalpleri harekete geçirmektir. Ki yaşayan, açık delile dayanarak yaşasın. Bu meyanda sadıkların sıfatlarını ve ihlas sahiplerinin yollarını bir nebze de olsa zikrettik ki, büyük bir bilgiye az bir delille ulaşılabilsin.

Bestâm şehrinin sakinlerinden, halk nazarında itibarı olan,bir İzat vardı ki Beyazıd-ı Bestami´nin meclisinden asla ayrılmazdı. Birgün kendisine şöyle dedi: Ey Beyazıd, otuz yıldır hiç aralıksız joruç tutuyor ve geceleri de hiç uyumaksızm namaz kılıyorum. Bu­na rağmen kalbimde senin anlattığın ilme dair hiçbir şey göremi­yorum. Oysa ben, bu ilmi tasdik ediyor ve onu çok seviyorum.

Beyazıd-ı Bestami ona şöyle dedi: Sen üç yüz yıl oruç tutsan ve gecelerini de ibadetle geçirsen dahi, bu ilmin zerresini bulamazsın. Adam, ´Niçin?´ diye sorunca şu karşılığı verdi: Çünkü sen, nefsin ta­rafından perdelenmişsin. Adam, ´Peki bunun çaresi var mıdır?´ di­ye sorunca, ´Evet´ dedi. Adam, ´Onu bana öğret´ dediğinde, ´Sindire­mezsin´ dedi. Adam ısrar edince Beyazıd-ı Bestami şöyle dedi: Şu anda berbere git, saçını ve sakalını kestir. Sonra bu elbiseyi çıkar­tıp bir aba giy. Sonra da boynuna ceviz dolu bir torba as ve çocuk­ları çevrene topladıktan sonra şöyle de: Bana kim bir tokat atarsa, \ ona bir ceviz vereceğim. Sonra tanıdıklarının bulunduğu çarşıları dolaş„.

Bunun üzerine adam, ´Sübhanallah, "bana bunları nasıl söyler­sin?´ dedi. Beyazıd şöyle dedi: ´Sübhanallah´ sözün şirktir. Adam, "Nasıl olur?´ diye sordu. Bestami şöyle cevap verdi: Çünkü sen...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes