๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 18 Şubat 2011, 17:59:59



Konu Başlığı: İnzal Tenzil Tebliğ
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 18 Şubat 2011, 17:59:59
 
İnzal - Tenzil- Tebliğ

 İnzal ve Tenzil, 'Ne-Ze-Le' fiil kökünden gelirler. 'Ne-ze-le' 'indi' demektir; masdarı 'nüzul' veya 'nezleten' dir ki, her ikisi de Kur'an-ı Kerim'de geçer. 'İnzal', 'if'âl' babından masdar, tenzil de 'tef'îl' babından masdardır.

İnzal 'indirmek' demektir; bir binekten indirmek anlamında da kullanılır. Ragıp el-İsfahanî'nin açıkla­masına göre, “benî bereketli bir inişle indir, sen indirenlerin en hayırlısısın” (Mü'minûn: 29) ayetinde ifade olunan indirme eylemi, hem Mekke'den Medine'ye hic­rette bir yurda indirme anlamında, hem de bu yurda binekten indirme anlamında kullanılmaktadır. Ay­nı şekilde, yolculuktan dönen birinin geri memleketi­ne varmasını ifade etmek için de 'ne-ze-le' fiili kulla­nılır; 'nezele bidarihi’ denilir. [77]

Kur'an'da Allah'ın kitap, ayetler, nimet, su, ceza, azap, sofra vs. indirdiğini belirten ayetler çoktur:

“Hamd Allah'adır ki, kuluna kitabı indirdi” (Kehf: 1);

“Demiri indirdik” (Hadîd: 25);

“Beraberlerinde Kitabî ve mi­zam indirdik” (Hadîd: 25);

“Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”(Zümer: 6);

“Sıkışan bulutlardan şa­rıl şarıl su indirdik” (Nebe': 14);

“Size çirkin yerlerinizi örtecek elbise indirdik” (A'raf: 26);

“Bize gökten bir sofra indir” (Maide: 114).

 Bütün bu ve bunlar gibi ayetlerde “indirme” kelimesinin, dolaylı tümleç olarak aldığı nesnenin, yani kendisine indirilenin başında, “üze­rine” anlamına gelen 'alâ' bulunur. Bu kullanım, “yu­kardan indirme” gibi bir mekândan çok, Allah'la ilgili kullanıldığında nitelik yönünden bir yükseklik ifade eder. Çünkü, Allah mekân olarak insanların üstünde­dir diyemeyiz, altındadır veya şurasındadır da diyeme­yiz. Bunun yanısıra, indirilen şeyin bir nimet olduğu an­lamı da vardır bu kullanımın içinde.

Tenzil, “tef’il” babından masdardır ki, o da 'indir­mek’ anlamına gelir. İnzal'le Tenzil arasındaki fark müfessirleri nisbeten yormuştur. Tenzîl'in, İnzal'in işaret ettiği yere birbiri peşisıra inişi ifade ettiği, inzalinse ge­nellik belirttiği söylenmiştir. İnzal'in Kur'an'ın bir de­fada indiğini, tenzilinse yere, şartlara, zamana ve du­ruma göre 23 yılda bölüm bölüm indiğini ifade ettiği belirtilmiş; İ. Kemal, enzelnâ yerine nezzelnâ'run, birincideki 'elif-e' yerine, ikincide 'şedde-zz' kullanılma­sının, ikincinin belli vakitlerde peyderpeylik ifade et­mesi için olduğunu söylemiş, inzal'in Cebrail aracılığıy­la, tenzilin, ise aracısız olduğunu ileri sürenler de bulunmuştur.[78]

Kur'an'da gerçekten inzal, ya daha önce indiril­miş kitaplar veya bir başka şey için her zaman değilse de çoğunlukla kullanılırken, tenzil, inmekte olan şey­lerle ilgili olarak geçmektedir. Şunu da belirtmek ge­rekiyor ki, sözgelimi, su için bazan 'inzal', bazan da 'tenzil' kullanılmaktadır; bu iki kullanım arasında pek fark yoktur; her İkisinde de indirme söz konusu olmak­la birlikte, birincide, bir gerçek, hem geçmişi, hem hali, hem de geleceği içine alan bir gerçek ifade edilirken, ikincide, suyun indirilme olayı bir delil olarak gözler önüne serilmektedir. Aynı durum, diğer kullanımlar için de söz konusu olabilir.

Bu konuda müfessirlerin üzerinde en çok durdukları nokta “Biz onu Kadr gecesinde indirdik (enzelnâ) (Kadr: 1); “Biz onu mübarek bir gecede indirdik (en­zelnâ)” (Duhan: 3); ve “Ramazan Ayı ki, Kur'an onda indirildi (ünzile)”(Bakara: 185) ayetlerinde ifade olu­nan Kur'an'ın bir gecede inzal olunması keyfiyetidir. İsra Suresi'nin 106'ıncı ayetinde ise “Onu bir Kur'an olarak ayırdık ki, onu insanlara dura dura okuyasın ve onu parça parça indirdik (nezzelnâhü tenzîlâ)” buyu­rumaktadır.

Ayetlerin ifade ettiği gerçek, Kur'an'ın bir inzalinin bir de tenzilinin olduğudur. 'İnzal', 'toptan, bir defada ve tek bir inişle indirme', tenzil ise 'derece derece, olay­lara, zamana ve şartlara göre bölüm bölüm, ayet ayet indirme'dir. Kur'an'ın tenzili 23 yıl sürmüştür ve bu­nun nasıl olduğu açıktır; oysa bir gecede olan inzali ko­nusunda çok söz söylenmiştir.

Süyutî, Zerkeşî ve t. Hacer gibi alimlerle, müfes­sirlerin çoğunluğu Kur'an'ın üç inişinin bulunduğu, bi­rincide Levh-ı Mahfuz'a, ikincide dünya semasında bu­lunan Beyt'ül-Izze'ye, üçüncüde ise, olaylara göre bölüm bölüm Peygamber'in kalbine indirildiği görüşünde­dirler.[79] Bu görüşe göre, inzal Levh-i Mahfuz'a ve ora­dan da Beyt'u Izze'ye toplu olarak indirilmeye verilen addır. Suphi es-Salih bu görüşün ğayb alemini ilgilen­dirdiğini, dolayısıyle bu konuda ayet ve mütevatir ha­dis olmadıkça ileri sürülen görüşlerin kabul edilemeye­ceğini belirterek, inzal'den kasdın Kur'an'ın Kadr ge­cesinde inmeğe başlaması olduğunu kabul eden daha başka alimlerin görüşüne katılmaktadır. [80]

Bu görüşlerden ikisi de bir takım eksik ve yanlış­lıkları barındırmaktadır. Birinci görüş İnzaVin Levh-i Mahfuz ve Beyt'u Izze'ye olduğunu ileri sürmekte, oy­sa Kur'an inzal'in de Peygamber'e olduğunu çoğu ayet­lerde açıkça ortaya koymaktadır  (A. İmran;  7, Nisa: 113, Kehf: 1, Maide: 48, Nahl: 44, Zümer: 2, 41...) İkin­ci görüş, yukarda belirttiğimiz gibi, ikra' ile Kur'an'ın bütününü kastederse belki doğru olabilir; oysa bu gö­rüşü savunanlar böyle bir tez ileri sürmemektedirler. İkinci olarak, Kur'an daha Mekke'de inen surelerde bi­le “Sana Kitab'ı hakkla inzal ettik” (Zümer: 2) “Sana insanlar için Kitab'ı inzal ettik”  (Zümer: 41) şeklinde ifadeler kullanarak adeta Kur'an'ın bütünüyle inzalinin tamamlandığını  ortaya  koymaktadır.  Üçüncü  olarak, Rasûl-i Ekrem'e tenzilin başlamasıyla birlikte 'oku' den­miş ve daha ilginci ne okuması gerektiği belirtilmeden “Rabbinin adıyla oku” Duyurulmuştur. Yani, bu emir­de sanki Rasulüllah neyi okuyacağını, yani emrin nes­nesini biliyor gibidir; oysa, Kur'an'da daha başka ayet­lerde 'oku' fiilinin nesnesi de belirtilir; Örneğin, hesap günü amel defterleri dağıtıldığında insanlara “ikra' kitabek kitabını oku” denileceği anlatılır. Dördüncü ola­rak, gerçi bazı siyer ve tarih yazarları Rasûl-i Ekrem'e ilk “oku” vahyinin Ramazan'da (ve, tabiî Kadr gece­sinde) geldiğini belirtiyorlarsa da, bu ilk vahyin Recep Ayı'nda geldiğini ileri sürenler de vardır. O halde 'oku' emri tenzil'in başlangıcıdır, halbuki, Kur'an inzal'in açıkça Kadr gecesi meydana geldiğini ifade ederken (Kadr: 1), bu gecenin Ramazanda olduğunu da açıkla­maktadır (Duhan: 3, Bakara: 185). Bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken nokta da, Kadr gecesinde melekle­rin yanısıra Ruh da inmekte ve bu iniş her Kadr gece­sinde olmaktadır (Kur'an burada her zamanı içine alan muzari-geniş zaman kipi kullanmaktadır: tenezzel'ül-Melâiketü ve'r-Ruh). (Bu konu uzun boylu açıklama gerektirdiğinden, değinmeden geçeceğiz.)

Bütün bu açıklamalardan sonra, şimdi de şu ayet­lere bakalım:

“Onu Ruh'ul'Emin indirdi kalbine, uyarıcılardan olasın diye” (Şuara: 193).

“Ve sana Kitab'ı ve Hıkmeti indirdi ve sana bil­mediklerini öğretti” (Nisa: 113).

“Sana, kendilerine indirilmekte olanı (mâ nüzzile ileyhim) insanlara açıklayasın diye Zikr'i inzal et­tik”(Nahl: 44).

Bu ayetlerin de ifade ettiği gerçek, inzal konusun­da Sufiyye'nin benimsediği görüşü güçlendirmektedir. Rasûl ve Nebi konusunda da anlatacağımız gibi, rasûller bir bakıma nebiler arasından seçilirler ve doğuşla­rından itibaren, pak bir nesilden geldiklerinden, mahfuz­durlar, yani günahlardan korunurlar. Fakat, her insan gibi onlar da manevî, tekâmül geçirirler; din ikmal edil­dikçe onlar da olgunlaşır ki, bunun sonu “makam-ı mahmud”dur: “Gece senin için nafile olarak teheccüdde bu­lun; umulur ki, Rabbin seni makam-ı mahmud'a ulaştı­rır” (İsra: 79). Bu makam 'övülme, hamd edilme, ma­kamıdır ki, bütün iş ve amellerin nihaî noktası hamd' dir:

“Dava (dua) larının sonu 'elhamdü lillâhi Rabb'il Alemîn'dir” (Yunus: 10).

 İşte,. Risalet'e göre nübüvvet ve tekâmül silsilesinde bir sonraki hale göre bir önceki hal 'dalâlet' kabul edilebilir ve Kur'an'da Peygamber'in Risalet öncesi dönemi için “seni dalâlette bulup da, hi­dayet etmedi mi?” (Duna: 7) şeklinde gelen ayet ihti­mal böyle bir delâleti ifade etmektedir. İnsanın Rasûlün bütünüyle 'tathir' edildiği makamda 'alimle ilim, imanla mü'min, zikrle zikreden' bir olur (bk. Zikr, Birr). Bu da, kalbin bütünüyle İlâhî Vahy'le dolması demek­tir. Kalbe yalnızca İlâhî Vahy hakim olunca, o kişinin her türlü davranışı Vahy'in egemenliğinde olur, ondan ancak Vahy'in gereği söz ve davranışlar zuhur eder; göğsün yarılması olayı da bir bakıma buna işaret eder. Yani, rasul, Hz. Ayşe'den gelen bir haberde de belirtildi­ği gibi  “yaşayan Kur'an” [81] konuşan, davranan, sa­vaşan... Kur'an' haline gelir, 'Kelâm et olur'. Bu da, Kur'anın Kitab'ın Peygamberin kalbine birden, toplu halde, bir ruh olarak inmesidir ki bunun adı inzal’dir Bu ruh Hz. İsa'da Ruh'ul-Kuds (Kudsî Ruh) olarak özelleşirken, Hz. Muhammed'de 'Ruh-ul-Emîn' (Emin Ruh) olarak meydana çıkar. Kitab'ı bu şekilde bir ruh olarak kalbinde bulan Peygamber uyarıcılardan olur, her tür­lü bilginin sahibi haline gelir, Hikmet'i alır ve artık tenzil'le insanlara Kitab'ı açıklamaya, tebliğ etmeğe başlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Rasûl-i Ekrem'e inzal Ramazan'da Kadr gecesi olmuş, tenzil ise Recep ayı içinde başlamıştır. Arada belli bir zaman vardır ki, bir yıldan az mı veya çok mudur, malûm değil.

İnzalle birlikte Peygamber'in ağzından çıkan her söz, bulunduğu her davranış hakk olur. O hiç bir şe­kilde hata yapmaz, günah işlemez. Kur'an'da zaman za­man Peygambere yapılan uyanlar ve diğer peygamber­lerin günahmış gibi verilen bazı davranışları (Hz. Yunus'ta, Hz. Musa'da olduğu gibi). Allah'ın emirlerini, yerine getirmeyip, yasağından kaçmama gibi haşa bir masiyet, bir günah değil, tebliğde en yiyiyi, en gerekeni bir takım mülâhazalarla yapmamaktan doğan 'görev ha­talarıdır. Bunun yanısıra, Peygamber'in şahsındaki ba­zı uyarılar aslında ümmete yöneliktir. Öte yandan, Üm­met de Peygamber konusunda imtihana çekilir ve bir de rasûller yalnızca kendi dönemleri için değil, her dö­nem ve şartlar için 'iman'dır ve davranışları mutlak 'örnek'tir (üsvetün hasene) Bu bakımdan, bazı önemli durumlar onların şahsında vurgulanır.

İnzal ve Kıraet'le ilgili olarak İslâm tarihinde tar­tışılmış önemli konulardan biri de, Kur'anın yedi harf üzere inmiş olmasıdır. Hemen hemen tüm hadis kitap­larında, “muhakkak bu Kur'an yedi harf üzerine in­miştir” [82]şeklinde bir hadis vardır. Bu konuda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları “Kur'an'ın yedi ayrı kıraati vardır” demişler; bazıları yedi sayısıyle kesin olarak 7 rakamının kastedilmediğini ileri sür­müş; bazıları bunun lehçe ve lûgatlarla ilgili olduğunu belirtmiş; bazıları “lâfız ve anlamlardaki farklılıklar­dır” görüşünü savunmuş; bazıları bununla İnşa, İcat, Tenzih, Tevhid, Zat, Sıfat ve Fiilî sıfatlar şeklinde yedi ilmin, bazıları, mutlak kayıtlı, genel özel, nass te'vil edilen, nesheden neshedilen, toplu açıklanan, istisna ve yemin kastedildiğini ortaya atmışlardır. Süyutî bu ko­nudaki görüşlerin kırka ulaştığını söyler. Suphi es-Salih, bu kadar görüşün içinde, ümmet için kolaylık ola­rak, Kur'an'ın yedi vecih üzere okunması seçeneğini benimsemekte ve bu konuda, “Cebrail bir harf üzere bana okuttu; ona müracaat ettim ve tekrar tekrar mü­racaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı” şeklin­de bir hadis nakletmektedir. [83]

Bu konu üzerinde, fazlaca kabul görmemiş olsa da belki, şu görüşün daha önemli ve yerinde olabileceğini belirtmek istiyoruz:

Te'vil'i anlatırken de üzerinde durduğumuz gibi, Kur'an-ı Kerim iç içe anlam katmanlarıyla doludur ve tefekkür eden insanlardan, zikreden, tezekkür eden in­sanlardan, akleden insanlardan, fıkheden insanlardan, iman eden insanlardan, takva sahibi insanlardan, lübb sahiplerinden, yakın sahiplerinden, sözeder. Şu halde, insanlar anlayış, kavrayış ve duyuş yönünden çeşit çe­şittirler ve her insan Kur'an'dan kendi hissesini alır; yeter ki, ona selim bir kalple yaklaşılsın; insan duyma ve görme gücünü, anlayışını yitirmesin.

Bu konuda, şu önemli noktaları hatırlatmak gere­kiyor: Gökler ve yer yedi kattır. İmam Cafer es-Sadık da şöyle buyurmaktadır: “İmandan insanlara yedi de­rece verilmiştir. Bir verilenden iki beklemeyin, iki veri­lenden üç beklemeyin... “Yine, insanda yedi organ var­dır; kalp, akıl, göz, kulak, dil, deri ve burun. İnsan yedi organı üzerine secde eder; iki el, iki ayak, iki diz ve alın burun..Cehennem yedi derecedir; Cehennem, Leza, Hutame, Saîr, Sekar, Cahîm, Haviye. Cennetse sekiz katmandır; Elmalılı bunu insanın azalarına cinsel or­ganları da ekleyerek sekize çıkarmakla açıklar. Şu ka­dar ki, Elmalı'nın da açıkladığı gibi, kalp bütün organ­ların başı durumundadır, nitekim bir hadis-i şerifte de, “insanda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa insan da iyi, o kötü olursa insan da kötü olur” buyurulmustur. Bu balamdan, Kur'an'ın da 7, 70, 700... anlam katmanın­dan oluşması, Kur'an'ın yedi harf üzerine indiği hadisi­nin, en güzel izahıdır. Tahrif ve Tebdili açıklarken de belirteceğimiz gibi, harf yan anlamına da gelmektedir. Nitekim, bir ayette “insanlardan Allah'a yalnızca bir harf üzere ibadet eden vardır” Duyurulmakta ve bu­nunla, Allah'ın bazı emirlerinin kabul edilip bazıları­nın edilmediği, Allah'ın hakkıyla takdir edilmediği ve O'na şirk koşulduğu belirtilmektedir.

Onüçüncü yüzyılın sonlarıyla Ondördüncü yüzyılın başlarında yaşamış ve zamanında çok büyük hürmet görmüş bulunan, aynı zamanda iyi huylu, yiğit, iyilik­sever bir alim olmasının yanısıra, vahdet-i vücudu da kabul etmeyip, Abdürrezzak Kaşani ile mektuplaşma­sında, “vahdet-i vücud eksik mertebedir, gerçek kemal ve tamlık kulluktadır” şeklinde bir açıklamada bulu­nan Alâüd-Devle Simnanî, “zahir tefsiri kabul edip enfüsî olan batını tefsiri kabul etmeyen kimsenin şüp­heci ve şaşkın, zahir ve batını kabul edeninse sünnî müslüman olduğunu” söyler ve “Kur'an'ın batını, ba­tınının da batını vardır, taa yedi batına kadar” der ve “Kur'an'ın yedi harf üzerine inmiş olmasını” buna de­lil olarak anar. “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın, ta ki ne dediğinizi bilinceye kadar; yolcu­luk dışında cünüpken de yıkanıncaya kadar..” ayetinin yedi iç içe anlamını özetle şöyle verir:

1. Zahirindeki anlam.

2. Kalıp lâtifesiyle bilinir: “Dünya sevgisi şarabıyla sarhoş olup Rabbinizin huzuruna gelmeyin. Münacat  zamanında  alış-veriş,  kadınlar, çocuklar aklınıza gelmesin. Aldatıcı dünya sevgisiyle kalıp latifesinin gerçeğine dokunup cünüp olarak da gelmeyin. Ancak be­den mescidinde oturan yolcu olarak kalıp latifesinin yaşayabileceği kadar bir miktar ona  dokunup nasip alırsınız. Beden mescidinden geçmek için yıkanmak ge­rekir, zikr suyuyla yıkanın.”

3. Nefs lâtifesiyle bilinir: “Heva şarabıyla sarhoş­ken Rahîm mertebesine yaklaşmayın ki, münacâtınızda ne dediğinizi bilesiniz. Heva kendinize üstün gelmesin. Hevayî olan şurî nefs latifesinin gerçeğine dokunmak­tan ötürü cünüp gelmeyin; göğün mescidinde zikir su­yuyla yıkanın.”

4. Kalbi latifeyle bilinir: “Huri îyn sevgisi şarabıy­la sarhoş olarak Rahman'ın huzuruna yaklaşmayın ki, münacatımzda ne dediğinizi bilesiniz. Huzur zamanın­da kafanız hurilere takılmasın. Güzel ölümsüz hurilere kalbiniz takılınca kalb mescidinde zikir suyuyla yıka­nın.”

5. Sırrı latifeye aittir: “Sırra özgü mükâşefelerin şarabıyla sarhoş olarak Allah'ın huzuruna çıkmayın ki, münacaatınızda ne dediğinizi bilesiniz. Yöneliş vaktin­de kendinize gelen mükâşefe sizi alıkoymasın. Sırr-ı lâ­tife nurlarına takılıp cünüp olmayın. Hemen sırr mes­cidinde müsbet zikir suyuyla yıkanıp geçin, şirki kaldırın.”

6. Ruhî latifeye aittir: “Tek nokta huzuruna gö­zünüzün sevinci şarabıyla sarhoş iken yaklaşmayın ki, sırrı hayatta ve ruhî münacatta ne dediğinizi bilesiniz. Gözün sevince kayması vaktinde ona yönelmekle ken­dinize galip gelmeyin. Nurlu tecellî sırasında açık su­retler görmekle cünüp olmayın. Derhal Hû Allah pen­ceresinden çıktıktan sonra Hû zikri suyuyla yıkanın.”

7. Hafi latifesine aittir: “Ma la aynün ra'd” (göz görmedik nimetler)  şarabıyla sarhoş olarak ehadiyet noktasına yaklaşmayın ki, “Kabe kavseyni ev ednâ” (iki yay kadar sarktı veya daha aşağı) makamında ne dediğinizi bilesiniz. Hafi latifesinin suretlerine dokunup cünüp olanlar hafi mescidinde harf ve seslerin ötesin­de kutsal zikir suyuyla yıkansınlar.”

Simnanî her mertebeyle ilgili ayet ve hadisler de anıyor, ama, kısaltmak gereği duyduğumuz için bura­ya almadık. Zahiri ve zahirden içe doğru nefsin her tür­lü engellerini aşan insanlar ancak, “bütün kötülüklerden alıkoyan” namazı kılabilir ve imanın zevkine varabilir­ler. Ama, yeryüzü rakıyla, şarapla, birayla, eğlencelerle sarhoş insanların bile'Allah'ın divanına ayıldıktan sonra durduklarına şahit olsaydı, veya, insanların belli miktarının olsun hiç şarap içmeden iyi-kötü Rahman'a münacaatta bulunduklarına şahit olsaydı herhalde Allah'a olan şükrünü kat kat artırır, kendinden daha çok ve çeşitli' ürünler biter, göğünde bereketleri daha bir bol yağardı. Heyhat!

Genellikle Sufî yaklaşmalarda görülen bu açıklama­nın dışında, Kur'an'ın anlam derinliği ile ilgili olarak, iki küçük örnek daha vermek gerekiyor:

Nisa Süresindeki şu ayetlere bakalım:

“Öz nefislerinin zalimleri olarak melekler canlarını alırken, 'ne işteydiniz?' derler. 'Biz yeryüzünde za­yıf düşürülmüştük' diye karşılık verirler, 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz?' der­ler. Onlardır durakları Cehennem olan. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir çareye güç yetiremeyen ve yol bulamayanlar hariç. Onlardır, Allah'ın günah­larından geçmesi umulan. Allah afvedicidir, bağış­layıcıdır.”   (97-99).

Bu ayetlerde, güç yetiremeyen ve yol bulamayan­lar: 1. Hicrete güç yetiremeyip, hicret için herhangi bir yol bulamayanlardır; 2., Kendilerine tebliğ ulaşmayıp, gerçeği öğrenme konusunda yol bulamayanlardır; 3. Yaratılıştan gelen çeşitli sakatlıklar nedeniyle hem Hic­ret için, hem de iman için yol bulamayanlardır; 4. Bunların dışında daha değişik nedenlerle, yine gerek hicre­te, gerekse imana ve tebliğe ulaşmaya yol bulamayanlardır. Bu şıklar yalnızca benim sıralayabildiklerim. Sa­yının çoğalması pekâlâ mümkündür.

İnşikak Suresi'ndeki şu ayetlere bakalım bir de:

“Hayır, andolsun akşam karanlığına; geceye ve toplayıp ürettiği şeylere; dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz.” (İnşikak: 16-19).

Bu ayetler yedi değil, belki yetmiş anlam içermek­tedir. Yunusun,,

 Bir dem abit, bir dem zahit, bir dem asî, bir dem muti

Bir dem gelir ki, ey gönül, ne dinde ne imandasın.

deyişinde ifade ettiği akşam karanlıklı, geceli ve dolunaylı insanî durumları insanlığın yaşadığı geceleri, karanlıkları ve ışıklı günleri; mevsimlerdeki baharı, ya­zı ve kışı; ömürdeki çocukluğu, gençliği ve ihtiyarlığı; Cennet'i, Cehennem'i ve A'raf'ı; insanın hayatı boyun­ca karşılaştığı üzüntüleri, mutlulukları, galibiyetleri yenilgileri; bazı son dönem tefsircilerinin parmak bastığı şekilde, belki de insanın göklerde yapacağı seyahatleri; bir devletin doğuşunu, yükseliş ve düşüşünü, hattâ top­lumdaki iyileri kötüleri ve ortadakileri; Kur'an'da tanımlanan önde gelenleri, kitapları sağ yanından veri­lenleri ve sol yanından verilenleri vb. bu ayetlerde görmemek mümkün mü? Ama, nedense müfessirler bir noktaya takılıp kalırlar ve Allah'ın Kitabı'ın kendi anlayışları içine sığdırmaya çalışırlar. 14 yüzyıldır her dönemde, her insana, her yerde, her iklimde kendisi­ni bir başka açan anlam yüklü Kur'an'ı, hem geç­mişlerin, hem yaşayanların, hem de geleceklerin haber­lerini barındıran Kur'an'ı bir anlam zenginliği içinde sunmak daha güzel olmaz mı?

Tebliğ, ‘Be-Le-Ğa’ fiilinden, 'tef’îl babında masdardır. ‘Be-le-ğa' 'gerek zaman, gerek yer, gerekse nite­lik açısından amaca ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek’ anlamlarına gelir.(9) “Vaktaki, 'eşüdde'sine (güç ve kuvvetine) erişti, o zaman ona hüküm ve ilim verdik” (Yusuf: 22); “Sonra sizi bebek olarak çıkarır, sonra ela 'eşüdde'nise erişirsiniz” (Hacc: 5); “Yetimin malına en güzel olanın dışında eşüddesi’ne erişinceye kadar yaklaşmayın” (En'am: 152) gibi ayetlerde, risalet için kullanıldığında, bazı rivayetlere göre '40 yaş', normal insanlar için kullanıldığında ise 'güç, kuvvet, insanın kendi işlerini eline alabileceği, iyiyi kötüden ayırabileceği zaman' anlamında reşüddeye erişmek' şek­linde geçer. Ama, îsa ve Yahya peygamberlerin duru­munda olduğu gibi, risaletle görevlendirilmek için 40 yaşın mutlaka genel bir kural olmadığı anlaşılabilir.

“Güneşin battığı yere varınca.” (Kehf: 86); “İkisi­nin birleştiği yere vardıklarında” (Kehf: 61); “Ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin” (îsra: 37); gibi ayetlerde, 'yer bakımından varma, ulaşma, yetişme' anlamlarına; “Vaktaki yanında koşacak vakte geldi” (Saffat: 102); “Kadınları boşadığınız zaman sürelerinin sonuna ulaşsınlar” (Bakara: 231); “Rabbim, benim nasıl oğlum olur, bana yaşlılık gelmişken” dedi” (A. İmran: 40) gibi ayetlerde 'zaman bakımından son noktaya ulaşma'; “Sizden çocuklar erginlik çağına ulaştıklarında” (Nur: 59) ayetinde nitelik yönünden bir ulaş­ma söz konusudur.                   

'Tebliğ', Kur'an'da Allah'ın vahyini insanlara ulaş­tırma anlamında kullanılır; bunun masdar yönünden isim şekli, yani 'ulaştın, ulaştırma' anlamında belağ ke­limesi geçer, “Ey, Rasûl! Sana Rabbi'nden indirileni ulaştır” (Maide: 67) ayeti, Allah'tan indirileni insanla­ra ulaştırmaktan sözederken, “Rasûl'ün üzerine düşen yalnızca ulaştırmadır” (Maide: 99) ayetinde belâğ kul­lanılmaktadır. 'Belağ' ve 'tebliğ'in kuşkusuz 'belâğat'la. yakından ilgisi vardır; her ikisi de aynı kökten türe­medir. “Tebliğ”de görevi en iyi şekilde yapma, “tebliğ” görevi neyi gerektiriyorsa, hepsini yerine getirme an­lamları yatar. Bu bakımdan, Kur'an Rasûl-i Ekrem'e nasıl tebliğde bulunması gerektiğini de bildirir. Vahy öyle ulaştırılmalıdır ki, insanların yarın Ahiret'te Allah önünde herhangi bir özürleri kalmamalıdır. Artık, teb­liğden sonra Rasûl'ün görevi bitmekte ve iman edip etmeme insanlara kalmaktadır.

Rasûller'in dışında. tebliğle kendini görevli hisse­den her insan, neyi, nasıl tebliğ edeceğini, hangi şart­larda nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmek zo­rundadır. Bazıları, tebliğden yalnızca sözle tebliği an­lamaktadırlar. Oysa, insanlara bir düşünce veya dava yalnızca sözle ulaştırılmaz; Öyle olmuş olsaydı, insan­da yalnızca kulak var edilirdi. Oysa, insanda göz de vardır ve diğer duyular da vardır. Şu halde, tebliğ hem kulağa, hem göze hitap edici olmalı; aynı zamanda doğ­rudan kalbe işlemelidir. “Hareketlerin sesi daima dilin sesinden daha güçlü ve daha etkileyicidir.” Dilin söy­lediğini davranışlar, yani vücudun diğer organları doğrulamazsa, bu hiç bir zaman tebliğ olmaz ve Kur'an'da belirtildiği gibi, Allah'ın en sevmediği bir eylem olur. İkinci olarak, tebliğin içine, gerektiğinde savaş da gi­rer; nitekim, Rasûl-i Ekrem'in Medine dönemi hep savaş­larla geçmiş, ama, yine Kur'an, 'onun görevinin yalnız­ca tebliğ olduğunu sürekli vurgulamıştır. Kısaca teb­liğ, bir düşünce veya davayı, karşıdaki insanlara, her şartlarda ve her zaman en iyi biçimde, tebliğ edenin gü­cü doğrultusunda en tam biçimde ulaştırma eylemidir. Peygamberin Tebliğinin içine Kur'an'ı tertip ettir­mek, yazdırmak ve sonraki kuşaklara tam olarak bırakmak da girer ki uzun bir konu olduğundan bu çalışma­nın sayfaları dışında kalmaktadır. [84]



[77] Müfredat, 488.

[78] Suphi es-Salih, a.?.e. 42, Hak Dini Kur'an DİIİ, I: 645.

[79] Suat Yıldırım, a.g.e. s: 39.

[80] Suphi es-Salih, a.g.e. 42-43.

[81] İbn-i Sa'd, Et-Tabakat'ül-Kübra, Beyrut, c. I, s: 364.

[82] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İş'art Tefsir Okulu, Ank. Ün. İlahiyat Fak. y. Ank. 1974, s: 155-157.

[83] Müfredat, 60.

[84] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 73-87.