๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran İlimleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 29 Nisan 2011, 13:18:07



Konu Başlığı: Vahiy vakıası 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 29 Nisan 2011, 13:18:07
Vahiy Vakıası 2

 

Muhamrned, ne RasuHerin ve ne de vahiy adına insanlara hitabeden ve göğün sözlerini onlara aktaran nebilerin ilkidir. Ta Hz. Nuh zamanından beri, Allah'ın sözlerini insanlara aktaran ve kendi nevalarından konuşma­yan, seçilmiş kimseler zaman zaman geldi. Allah'ın onunla kendilerini des­teklediği vahy, kendisiyle Muhammedi desteklediği vahiyden farklı değil­di. Aksine vahiy vakıası hepsinde aynı idi. Çünkü kaynağı birdi; hedefi bir­di. [25] Nitekim Yüce  Allah şöyle buyurmaktadır:

«Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Habibim) sana da vahyettik; ve yine İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Yakub'un evlat­larına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyetik ve Davud'a Zeburu verdik. Gönderdiğimiz öyle peygamberler vardır ki, onları, bundan (bu sûreden) önce sana beyan ettik. -Öyle peygamberler de vardır ki, sana onların kıssalarını bildirmedik; ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitabetti» [26]. Açıktır ki ayetin isimlerini sarahaten zikrettiği peygamberlerin özellikle zik­redilmeleri, İsrailoğuilarının en meşhur peygamberleri olmalarındandır. On­lar hakkında söylenen haberler, Hicaz ve çevresinde Rasuiüllah (s.a.v.) e komşu bulunan Kitab Ehli arasında yaygındı» [27].

Onun için Kur'an'ı Kerim, Muhamrned'in kalbine indirilene vahiy deme­ye özen göstermiştir. Ta ki, bütün peygamberlerle ona gelen vahiy . hem mana ve hem de iâfız olarak birbirine benzesin. Kur'an şöyle   buyuruyor:

«Yıldıza (Süreyya), bat­tığı zaman kasem olsun ki, Sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Pey­gamber), azıtmadı da; (haberiniz olsun ey Kureyş halkı). O nevadan (ken-

di nefsinden) söylemiyor. Kur'an sade bir vahiydir, ancak vahyolunur.» [28]

«Deki: «Onu kendiliğimden değiş­tirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, vahiy olanından başkasma tabi olmam.» [29].

«Onlara (istedikleri) bir âyet gelmediği

vakit derler ki: «Kendinden (onları derib) onları toplasaydın ya!» De ki: sRabbımdan bana ne vahy olunursa ben ancak ona uyarım.» [30]

Ayrıca akıl sahibi kimselerin vahyi tuhaf karşılamalarını onlara yakış­tırmaz ve şöyle buyurur:      

«İnsanları korkut, iman edenlere Rabler:

indinde kendileri için muhakkak bir kademi sıdk olduğunu müjdele diye içlerinden bir ere (Peygambere) ettiğimiz Vahy insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler: «Bu, seksiz şüphesiz ve apaçık bir sihirbazdır» dediler» [31]. İnsanların beşeriyette müşterek olmaları, Allah'ın araların­dan birini dilediği ilim, hikmet ve imana aday seçmesine engel olduğuna mantık hüküm verebilir mi? Mantık bu seçimi bir tuhaflık saymaya yetkili-midir ki, insanlar meseleyi alaya alsın ve küfür ehli bu vahyi sihire ben­zetsin?

Tuhaf karşılanmayan vahiy, anlaşılması kolay ve kapalılıktan uzak bulunanı olmalıdır. O halde dinin nazarında bu vahyin hakikati nedir? Hz. Muhammed'e geleni ile diğer Peygamberlere geleni arasında ne gibi bir farklılık vardır?

Din, bu şekildeki süratli gizli haber vermeyi «vahiy» olarak isimlendirir­ken, vahiy kelimesinin lügat manasından uzaklaşmış değildir. Vahyin kul­lanıldığı manalar:

a. İnsan için söz konusu olan fıtrî vahiy. Yüce Allah'ın: «Musa'nın anasına onu emzir diye ilham ettik.» [32] sözü île [33]. ayetlerinde olduğu gibi.

b. Hayvan için söz konusu olan içgüdü. Yüce Allah'ın şu sözünde oldu­ğu gibi: [34]

c. Rumuzla ve ima yollu süratli işaret! Hz. Zekeriyya'dan bahisle   şu ayette geçtiği gibi: [35]Bu âyetin tefsirinde biiinen, Hz. Zekeriyya'nın onlara bir işarette bulunduğu ve konuşmadığı dır. Şairin şu sözlerinde de ayni manada kullanılmıştır: «Ona öyie bir bakış baktım ki, niteliklerinin harikalığında düşüncemin incelikleri şaştı.

Göz kırpması ona, onu sevdiğimi iletti. Ve o iletiş yanaklarında   etki yaptı.»

d. Vücut organlarıyla ima. Şairin şu sözünde olduğu gibi: «Ona bir ba­kış baktım, vasıflarının fevkaladeliğine düşüncenin incelikleri şaştı.    Göz kırpış; ona, onu sevdiğimi ima etti. İma, yanaklarında etki yaptı. [36]

Kur'an-ı Kerim pyrıca şeytanın vesvesesi ile kötülükleri insana   hoş göstermesini de vahiy ile ifade ederek şöyle buyuruyor [37]Yine şöyle bu­yuruyor: [38]

Kur'an-ı Kerim, Allah'ın acilen emirlerini yerine getirmeleri için melek­lerine ilka ettiği şeyleri de vahiy olarak isimlendirir [39]

Allah'ın, peygambere ulaştırmak üzere meleği mükellef kıldığı münez-zel kitapların ayetlerini vahiy olarak ifade etmesi ile Peygamberin kendisi­ne vahiy ifadesi arasında sıkı bir ilişki vardır. İki ifade arasındaki ma­na farklılığı, vahiy meleğinin vahiy vazifesini tam bir sadakatla yerine ge­tirmesi ile peygamberin onu anlayıp hıfzetmesi, onu tebliğ etmesinden baş­ka bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: «Kuluna, (kulunun) vahyedeceğini vahyetti.» [40]. Çün­kü burada kastedilen, Allah'ın, güveniir olan vahiy meleği Cebra­il'e, Cebrail'in peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.v.) e vahyedeceğini vahyettiğidir. O halde bu âyetteki vahyin delâlet ettiği mana şu aşağı­daki ayette geçen tenzil kelimesinin delâlet ettiği manadır:    (Kur'an) muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbı (tarafından) indirilmedir. Onu Ruhu'l-Ernîn, inzâr edicilerden olasın diye, senin kalbine indirmiştir.» [41]

Ancak Kur'an-ı Kerim, süratli bir şekilde ve gizli olarak haber verme­yi vahiy olarak isimlendirirken vahiy kelimesinin lügat manasını gözetmek­le birlikte Allah ile kendilerine indirdiği kitaplara namzet olarak seçtiği peygamberlerle gaybî ve gizli ittisali sadece vahiy meloğiyle olmamıştır. Aksine, bir âyette vahyin üç şekline işaret edilmiştir:

a. Mânânın Peygamberin kalbine ilhamı.

b. Allah'ın Perde arkasından Peygamberle konuşması. Nitekim Yüce Allah ağacın arkasından Hz. Musaya nida   etmiş ve Hz. Musa   da   bunu duymuştu.

c. Vahiy denirken dindar bir kimsenin norma! ölarcfk anladığı şekildir ki, bu da melek vasıtasıyla olan vahiydir. Vahiy meleği ya bir insan sure­tinde veya kendi aslî suretinde olduğu halde Allah'ın ulaştırmasını istediği talimatı getirip Peygambere tebliğ eder.Söz konusu ettiğimiz bu üç şekil şu ayette ifade edilmektedir: «Hiç bir insan yoktur ki Allah'ınonunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun, ancak vahy ile, yahut perde arkasından, yahut bir Peygamber gönderipte kendi izniyle dileyeceğini vahy etmesi sureti ile olur. Çünkü O çok yücedir, hikmet sahibidir» [42] O halde «vahiy» olarak isimlendirilen bu gizli ve süratli haber ver­menin kendine has özel şekilleri vardır. Ayrıca bu şekiller, Kur'anın naza-nnda gizlilik ve sürat bakımından vahye benzeyen eski ve yeni haber verme şekillerinden farklıdır. Onun için Kur'an-ı Kerim bütün Peygamber­lerde vahiy mefhumunun aynı olduğunu açıklamasına rağmen Kitabı Mu­kaddes Sozlüğü'nde [43] vahyin «Allah'ın ruhunun, ruhî hakikatlerle gaybî haberlere muttali olmaları için, şahsiyetlerinden hiç bir şey kaybetmeksi­zin mülhem kâtiplerin kalblerine hululüdür. Bu mülhem kâtiplerin herbirinin kendilerine has telif şekilleri ve ifade üslûpları vardır.» şeklinde tarif edil­mesi esef vericidir. Bizim teessüfümüz burada iki bakış açısının birbirin­den farklı olmasıdır. Çünkü -bu sözlüğün tarifine göre- vahiy Allah'a bağlı ve O'ndan kaynaklanan dinî aiandan çok uzak ve insanlığın çeşitli şekille­rine; mülhem şairlerle arif mutasavvıflarda saf ve temizine, kâhin ve sihir­bazlarda bozuk ve bulanık çeşitlerine şahit olduğu keşf medlulüne çok da­ha yakındır.

Kelimeleri yerli yerinde kullanmamaktan dolayı vahy vakıası ile keşf ve benzeri ilham, sezgi, bilinç altı ve bilinçsizlik gibi kelimeler arasında kalın bir çizgi çizmeyi gerekli görüyoruz. Ne yazık ki günümüzün aydınlan, yabancılara benzemek sevdasıyla bu gibi kelimeleri ağızlarına sakız yapı­yor ve diğer peygamberlerle peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.v.) e gelen vahyi büyük bir saflıkla bu gibi kelimelerle izah etmeye kalkışıyor­lar.İddia eden herkese keşfi ispatlamak pek kolaydır ama vahiy iddiasın­da  bulunan bir kimse bu iddiasında İsrar etse de onu reddedebiliriz.

Keşf, açık ve sınırları belli bir anlamdan uzaktır. Çünkü çoğu zaman o, çalışma ve gayretin yahut ruhî egzersizlerin ya da uzun düşünmenin bir ne­ticesidir. Kalbde ne tam bir yakîn ve ne de tam bir şüphe doğurur. O, dai­ma şahsî bir şey olarak kalır. Hakikati, daha üstün ve yüce bir kaynaktan almaz. Ariflerin keşfi ve erenlerin ilhamı, kalbin yakine ulaşmaksızın bildiği bir nazdır. [44]. Kalb ona sürüklenirken, hakiki kaynağını bilmeden ona yö­nelmiştir. Haz ve zevk ehlinin her haz ve zevki ona dahildir. Hatta Yu-nanlılardaki şiir tanrıları efsanesi ile cahil Araplardaki şiir şeytanları da onun kapsamı içerisindedir.Hiç şüphesiz keşif de, ilham gibi psikolojinin ilgilendiği konulardan bi­ridir ve onu iddia edenlerce bile hâlâ mübhem hususları ihtiva etmekte­dir. Çünkü bu gibi şeyler «bilinç dışı» alanının içine girmektedir. [45]. Bu alan -isminden de anlaşıldığı gibi- şuur hallerinden çok. uzaklardadır: Şa­yet bir kimse için: O, keâf ve ilham sahibidir denilirse o, bununla peygam­berlik ve vahiy derecesine yükselmez. Çünkü her vahiyde tam bir şuur ve kavrayış vardır. [46] Her Peygamberlikte, peygamberliğin anlamı ve hedefi açık ve nettir.Vahiy vakıasında dinî hakikatler ve gaybî haberler tabiatları itibarıy­la meçhul perdesini aralamayı ferasete ve sezgiye bırakan şuur dışı yol­lardan uzaktır. Ayrıca mantıkî deliller ve zamanla olgunlaşan düşünceler­le mechuiün bilinmeyen yönlerini ortaya çıkararak zahirî duygu ölçülerine de uymak mecburiyetinde değildir. [47] O, ancak iki zat arasında geçen ulvî muhavere düşüncesine tabidir: Konuşan, emreden ve veren zat, bir de muhatap olan, emirleri yerine getiren ve alan zat.

Yüce Peygamber, kendisinden rivayet edilen hadiste   vahyin kalbine inişini bu şekil üzere tarif ediyor ve şöyle buyuruyor: Bazan bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Bana en şiddetli   planı budur.

Onun söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılır. Bazan da melek bana bir adam suretinde gelir. Ve benimle konuşur. Ben de, ne söylediğini iyi­ce bellerim.» [48]

Rasulüllah (s.a.v.) burada vahyin iki şeklini açıkça beyan etmektedir: Bunlardan biri, ağır sözün kalbine vahyedilmesi yoludur. Bu sırada Rasu­lüllah çıngırak sesine benzer ard arda devam eden bir ses duyar. [49]. İkin ci şekil ise, Cebrail'in insan suretinde gelmesidir. Cebrail (a.s.) suretinde geldiği kişi şekli, Rasulüllahın kendisine güven duyup korkmayacağı bir şekildir. Birinci şekilde gelen vahyin daha zor ve getirdiği sözlerin, daya­nılması daha güç olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Yüce Allah: «Gerçek­ten Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz.» [50] buyuruyor. Öyle ki, vahiy geldiğinde Rasuiüilah alnında tane tane ter dökerdi. Mü'minlerin Anası Hz. Aişe'den, şöyle dediği nakledilir: «Rasuiüilah (s.a.v.) i, soğuğu pek şid­detli bir günde kendisine vahiy gelişine şahid olmuşumdur. Vahiy gittiğin­de şakaklarından şapır şapır ter dökülürdü.» [51] Bu şekilde gelen vahyin ağırlığı bazan öyle bir dereceye ulaşırdı ki, Rasulüllah (s.a.v.) devesinin üze rinde ise, deve ağırlıktan yere çöküyordu. Bir defasında Rasulüllah (s.a.v.) in dizi, Zeyd b. Sabit'in dizi üzerinde olduğu bir sırada vahiy geldi. Bu, Zeyd'e o kadar ağır geldi ki, neredeyse bacağı kınlıyordu. [52].

İkinci şekil ise daha hafif ve gelişi daha lâtiftir: ne çıngırak sesleri vardır ve ne de terleyen alın. Sadece vahyi getiren ve vahyi alan bakımın­dan bir benzerlik mevcuttur. Her ikisi için taşınması da, alınması da kolay olan bir vahiydir. Ancak her iki durumda da, Rasulüllah (s.a.v.) kendisine gelen vahyi iyice anlamak için son derece dikkatlidir. Nitekim birinci şekil için: «Vahiy ayrıldığında ne dediğini iyi bellemiş olduğum halde ayrılır» İkin­ci şekil için de: «Benimle konuşur ve ben de ne dediğini iyice bellerim» bu­yurmaktadır. Böylece inen Kur'an'ın inişi anında gelen vahiy kendisi için ağır osun veya hafif oisun vahiy gelmeden önee de, gittikten sonra da ve vahyi aldığı esnada da şuuru tam yerinde olduğu halde tebliğ edileni tam olarak anladığını ifade etmektedir. Ayrıca şuuru tam yerinde olduğu için -Kur'an'ın inişi boyunca- emi alan beşerî şahsiyeti ile yüce ve emredici Vahiy şahsiyetini biribirine ka rıştırmamıştır. O, daima Allah'ın huzurunda zayıf bir insan oiduğunun şuu runda olmuş, kalbi ile Allah arasına bir engelin girmesinden korkmuştur Bize kadar intikal eden duasında Rabbına şöyie yalvarmıştır: «Allah'ım! E> kalbieri yönlendiren, kaibimi sana itaata yönelt! Allah'ım! Ey kalbleri ters yüz eden, kaibimi dinin üzere sabit kıi!» Hatta vahyin ilk geldiği sıralardc -bazı ayetleri unutma korkusuyla- gelen vahiy son bulmadan alel acele kendisine vahyedileni tekrar etmeye koyuluyordu. Cebraiün kendisine teb ligden hemen sonra harf harf tekrar etmeye büyük caba harcıyordu [53] Nihayet Yüce Allah Kur'an'ı parça parça indirmekle ezberlemesini kendisi­ne kolaylaşîırmsş ve va'dine tam oiarak inanmasını emrederek şöyle bu­yurmuştur: «(Ey Rasulüm, vahiy daha tamamlanmadan) ona acele ederek, (kelimeleri kaçırmıyayım diye) dilini onunla depretme; Çünkü o Kur'an'ı (kalbinde) toplamak ve dilinde okuyuşunu sağlamak bize aiddir. Biz onu (Cebrail diii ile) okuduk mu, sen onun okuyuşunu takib et. Sonra onu açık­lamak da muhakkak bize aiddir.» [54] Ve gereği olmayan bu acelecilikten de onu sakındırarak şöyle buyurmaktadır: «... (Ey Rasulüm, Cebrail tara­fından) sana vahiy tamamlanmazdan evvel, (unutma korkusu ile) Kur'an'ı okumada acele etme: «-Rabbim; Benim ilmimi artır.» de.» [55] Rasulüllah'ı Allah'ın huzurunda, O'ndan yardım dileyen, hidayete ka­vuşturmasını ve affedilmesini talebeden, emroiunduğuna dört eile sarılan ve bazen şiddetli kınamalara muhatab güçsüz bir kul olarak tasvir eden Kur'an Ayetlerini okuyan kişi kalbinin derinliklerinde hissedeceği vicdanî duygu. Yaratan ile yaratılanın sıfat, zat ve üslubları arasındaki nihayetsiz farkı kendisine gösterecektir.

Muhammed (s.a.v.) in Kur'an'da anlatılan tavrı; Rabbinin emirlerine muhalefet söz konusu olduğu zaman O'nun azabından korkan ve bunun için de emirlerine bağlanan, rahmetini dileyen ve Allah'ın Kitabından tek bir harfi bile değiştirmekten âciz olduğunu itiraf eden mutî kuiun tavrıdır. «Böyle iken, ayetlerimiz Müşriklere birer açık delil olarak okunduğu zaman, karşımızda hesap vermeyi ummayanlar. «— Bundan başka bir Kur'an ge­tir veya bunu değiştir» dediler. Sen de de ki: 'Onu kendiliğimden değiş-tirmekliğim, benim için mümkün değil. Ben, ancak bana vahyolunana uya­rım. Ben, Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.' De ki: 'Eğer Allah dileseydi, ben Kur'an'ı size oku­mazdım ve hiç bir suretle Allah onu size indirmezdi. Bilirsiniz ki ben içiniz­de bundan önce (kırk yılv kadar) bir ömür durdum (okuyup yazdığım bir-şey yoktur.) Artık Kur'an'ın kendi tarafımdan olmadığını (sırf Allah'ın vah­yi olduğunu) düşünmez misiniz?» [56]

Yaratıcının niteliği iie yaratılmışın niteliği arasındaki farkı söz konusu eden bu âyetler gibi Kur'an'da daha nice âyetler vardır. Bu âyetlerde Pey­gamber (s.a.v.) in diğer insanlar gibi bir insan olduğu, sadece tebliğ et­mekle mükellef bulunduğu, Aiiah'm hazinelerine sahip olmayıp gaybı bil­mediği açıkça tasrih edilmektedir. O, hiç bir zaman insan olmanın ve ya-ratılmışlığın sınırlarını aşan bir hakimiyet sıfatının bulunduğunu iddia et­memiştir. «De ki: -Ben ancak'sizin gibi bir insanım. Yalnız ilâhınız bir tek İiâh'tsr-, diye bana vahy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşma­yı arzu ederse saiih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kim­seyi ortak etmesin.» [57] «De ki: «Ben kendim için, Allah'ın dilediğinden başka, ne bir fayda (yi celbetme) ye, ne de bir zararı savmay)a muktedir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı.»[58]«De ki: 'Ben, Allah'ın hazineleri yanımdadır, diye size söylemiyorum, gaybı da bilmem. Size, 'Melek'im de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunan Kur'an'a uyarım...'» [59].

Yukardaki ayetlerin başındaki «De ki» ibaresinde Arap selikasına sa­hip kişilerin kavrayabilecekleri lâtif bir hedef vardır ki, o da, hitabın Rasu-iüllah (s.a.v.) e yönelik olması ve O'na, ne söyleyeceğini öğretmesidir. O' (s.a.v.) kendi indinden konuşmaz, aksine kendisine vehyedüene tabi olur. Onun için «De ki» ifadesi Kur'an-ı Kerimde 300'den fazla yerde tekrar edil­miştir. Tâ ki okuyucu Muhammed (s.a.v.) in vahiy konusunda hiçbir dah­imin bulunmadığını daima hatırlasın. Onun, ne cümle ve ne de kelime üze­rinde bir tasarrufu vardır. O, hitabı alır. Kendisi muhataptır, konuşan ve düşündüğünü söyleyen değildir.Konuşan ve vahyi indiren Allah'ın sıfatı iie, muhatap durumda olan ve vahiy alan Peygamberinin sıfatı arasındaki fark, Allah'ın Peygamber­lerini hafif veya şiddetli bir şekilde kınadığı, daha önce işlediği veya da­ha sonra işleyeceği günahları affettiğini bildiren âyetlerde daha da açık­lık kazanmaktadır. Allah'ın Rasu!üne affedildiğini bildiren hafif kınaması. Tebük Gazvesinde Rasulüilah'ın, savaşa katılmalarına izin verdiği kimse­leri söz konusu eden hitaptır. «Hay Allah afiyet veresice şu (mazeretin­de) sâdık olanlar sana besbelli oluncaya ve sen o yalancıları bilinceye ka­dar, neden izin verdin onlara?» [60] Affetmenin ancak bir günah için ve yarhğamanın da ancak bir günahın yapılmasından sonra söz konusu olaca­ğı malumdur. el-Feth süresindeki şu âyeti kerime bunu açıkça anlatmakta­dır. « (Ey Rasûlum, Mekkenin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye sulhu ile) biz sana gerçekten açık bir zafer verdik. Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp    üzerindeki nimetini, (dinin yücelmesini) tamamlayacak vs seni dosdoğru    bir yolda sabit kılacaktır.» [61].

Kur'anın bu açık beyanından sonra -er-Râzî gibi- bazı müfessirler af­fetme sözünün, günahın varlığına işaret olmadığını isbatlama çabasına giriyorlar. Onlara göre Aiiah'ın'Peygamberini kınaması, Peygamberin evlâ olanın hilâfına davranmış olmasındandır. Reşid Rıza'nın dediği gibi «Bu 'in (günahın) manası konusunda sonradan ortaya çıkan ıstılah­larla özsl örf -ki buna göre "in manası masiyettir- üzerinde donuk­laşmaktadır. Allah'ın Kitabına ve dil kaidelerine ters düşen ıstılahlarına ve örflerine tutunarak Allah'ın Kitabında anlattığını olduğu gibi kabul et­mekten kaçınmaları gerekmşzdi.» [62]

Şiddetli kınamaya gelince el-Enfal süresindeki fida ayetleri bu hususu dile getirmiş ve Peygamber'i sert bir şekilde tenkid ederek inzar etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ve ashabının büyük çoğunluğu, Bedir esirlerin­den fidye alınmasını tercih ederek henüz yer yüzünde güçlü bir duruma geçmeden ve insanlar arasında hakim bir mevkie ulaşmadan İslâmın da­ha ilk savaşı olan bu savaşta dünyanın geçici metaını, dinin galibiyetine tercih etmişlerdi. Onun için kınama ifadesi, Peygamber ve Rasuüerin sıfat­larıyla ilgili bir prensibi takrir eden gene! bir ifade olup hitab, direkt olarak Rasuiüllah (s.a.v.) e yapılmamıştır. Ayeti Kerime menfî bir ifadeyle başla­makta ve hemen ardından Peygamberlerden bir Peygamberin şu şekilde fidye karşılığında esirleri serbest bırakmasını büyük gören ifadelerle de­vam etmektedir: «Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça (düşmana üs.tün gelmedikçe), esirleri bulunmak (ve ondan fidye almak) vâkî olmamıştır. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, âhi-reti kazanmanızı diliyor. Allah Azîzdir (dostlarını düşmanlarına üstün kı­lar), hükmünde hikmet sahibidir. Eğer Allah'dan bir yazı (kader) geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayrrnutlaka size büyük bir azab dokunur du.» [63] Şiddetli kınamayı ihtiva eden yerlerden bir diğeri, Abese Süresindeki şu âyetlerdir: «(Peygamber) hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi. Kendisine o âmâ geldi diye... Onun halini sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden sor­makla cahalet kirinden) temizlenecekti, yahud öğüt alacaktı da, o öğüt kendisine fayda verecekti. Amma (malı ile Allah'a) ihtiyaç göstermeyene gelince; Sen ona dönüp sözüne kulak veriyorsun. Onun (Islâmı kabul et­meyip) temizlenmemesinden sana ne? (Sen ancak tebliğe memursun). Amma sana koşarak gelen, Allah'dan korkmuş iken, sen ondan yüz çevi­riyorsun. Hayır, (bir daha böyle yapma). Çünkü o Kur'an bir öğüttür.» [64] Bütün bunlardan daha şiddetlisi ve Rasulüllah (s.a.v.) e yöneltilen şu itizar ve tehdittir: «Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara az bir şey meyîe varacaktın. O takdirde, dünya ve ahiret azabını iki kat olarak sana muhakkak taddıracaktık. Sonra bize karşı, kendin için hiç bir yardım­cı bulamıyacaktm.» [65]Ve Allah'ın şu sözünde kınama ve inzar zirveye ulaşıyor: «Eğer o Peygamber, bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da muhakkak onun kalb damarlarını keserdik, (boynunu vururduk). O vakit sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız.» [66]

ez-Zemahşeri, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: cBunun manası şudur: Şayet söylemediğimiz bir şeyi söylediğimizi iddia etse, kralların, kendilerine karşı yalan söyleyeni, azab çektirmek ve ondan intikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu öylecs öldürürüz.» [67]

Bu tehdit edici, korkutucu ve kınayıcı ayetlerde Rasulüîlah (s.a.v.) in Kadir, Kahhar, ve en büyük güç sahibi, her dilediğini yapabilen Rabbinin huzurunda zayıf bir yaratık olduğunu müşahade ediyoruz. Yine Rasulüllah'-ın me'mur kişiliği ile âmir durumunda olan Allah'ın zatı arasındaki farkı açıkça anlıyoruz.

Rasulüllah (s.a.v.) kendisine inen vahiy ile Allah'dan aldığı ilham so­nucu olan sözlerinin arasını tam bir şuurluluk ve açıklıkla ayırıyordu: Ken di vardığı kanaat ve düşünceler tamamen beşerî vasfının bir eseriydi. Bun­ların Rabbani sözle karışması asla mümkün değildi. Onun için vahyin inmeye başladığı ilk sıralarda Rasulüllah (s.a.v.) Kur'an'dan başkasının ya­zılmasını yasakladı. [68] Ta ki Kur'an'ı Kerim Rabbanî sıfatını muhafaza elsin ve bu niteliği taşımayan şeylerle karışmasın. Her bir veya birkaç âyet indiğinde' Rasulüllah (s.a.v.) hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve inen vahyi yazdırırdı. Böylece Kur'an'ı Kerim indikçe tedvin ediliyordu. [69].

Belki de bütün bunların bazı araştırmacılar nezdinde hiç bir değeri yoktur. Peygamber (s.a.v.) in, vahyi unutmamak endişesiyle hafızasını yor­maktan sakındırılması bile onlar için bir önem taşımaz. Oysa bütün    bu

hakikatlar karşısında vahiy vakıasının, Peygamberin zatmdan tamamen müstakil olduğunu söylemekten başka bir alternatifimiz yoktur. Vahiy, Pey­gamberin ruhi ve psikolojik durumlarından tamamen bağımsızdır. Öyle ki, o, Kur'an'ı ezberlemek için hafızasını kullanma hakkına büe sahip değil­dir. Aksine Kur'an'ın kendisine ezberletilmesini Allah tekeffül etmiştir. [70] Bütün bunlardan sonra Peygamber (s.a.v.) görevli olan zatı ile âmir duru­munda olan Alllah'ın zatı arasındaki farkın şuuruna nasıi varmaz kabul edilebilir?

Peygamber (s.a.v.), hadislerinden bir kısmı «tevkîfî» olup mânasını vahiyden aldığı ve bu hadisleri âyetlerin tefsiri ile sıkı sıkıya bağlı bulun­duğu halde vahiy kâtiplerini bu hadisleri yazmaktan sakındırmıştır. Oünkü bu hadisler mana yönüyie vahiyden alınmakla birlikte ifadeler Peygambere aittir. Onları kendi üslubuyla ifade etmiştir. Oysa ne kendNnin ve ne de uaşkasınm üslûbunun Kur'an'g karışma hak ve salahiyeti vardır.

Hatta âlimlerin, manaların Allah'tan olduğunu itiraf ettikleri veya birço­ğunun Allah tarafından indirildiğini söyledikleri kudsî hadisler bile Kur'an1-dan uzak tutulmuş, ve ayrı kabul edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) bunların Kur'an'a karışmaması için büyük hassasiyet göstermiş ve baş taraflarında dinleyicinin, lâfızlarının Peygambere aid olduğunu bilmesini sağlayan ifa­deler, kullanmıştır.Muhammed (s.a.v.), her ne kadar insanların en fasihi ise de onun üs­lûbu iie Kur'an'ı indiren ve güç ve kudreti elinde tutanın üslûbu arasında ne kadar fark vardır!

Âlimler bu hususa çok dikkat ve titizlik göstermiş, kudsî hadisle istiş-had edenlerin, hadislerin başında «Rasulullah, Rabbinden rivayet ettiği hadiste veya Rasulünün rivayetine göre Yüce Allah şöyle buyurmaktadır, yahut Allah Tealâ Kudsî bir hadiste şöyle buyurur» gibi ifadeleri kullanma­larını zarurî görmüşlerdir.

Burada Kur'an'ın icazını anlatacak değiliz. Kitabımızın sonunda bu ko­nuya yer verdik. Burada bizi ilgilendiren husus; Peygamber'in kendi sözü ile Allah kelâmı arasındaki sonsuz farkın şuurunda olduğudur. Bu ayırım, tevkîfî ve kudsî hadislerde apaçık olduğuna göre, Rasulüllah'ın dünyevî görüşleri için sözkonusu olması evliyetledir ve buradaki fark daha da açık­tır. Karşılaştırmada fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. «Hurma ağaçları­nın aşılanması» meselesi meşhurdur: Rasulullah (s.a.v.), hurma ağaçlarının tepesine çıkmış ve aşılamakla meşgul kimselerin yanından geçerken: «Bu nun bir faydasının olacağını sanmıyorum» buyurmuştur. Kendilerine Rasu-Killah'ın bu sözü ulaştırıldığında aşılama işinden vazgeçmişlerdir. Daha sonra Rasulüilah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şayet onlara bunun bir fay­dası varsa, onu yapsınlar, ben ancak bir tahminde bulundum. Tahminden dolayı beni kınamasınlar. Lâkin size Allah'dan bir şeyi haber verirsem, onu mutlaka alın. Çünkü ben Allah'a asla yalan isnad etmem.» Şuna dikkat edelim ki, en-Nevevî Müslim'in Sahih'inde bu hadisi şu başlık altında al­mıştır: «Rasulüllah'ın din olarak söylediklerine uymanın gerekliliği ve bu­nun dışında dünyevî maişetle ilgili olarak içtihadıyla söylediklerine uyma­nın gerekli olmadığı» [71].

Müslim'in diğer bir rivayeti ise şu sözlerle bitmektedir: «Dünya işleri­nizi siz daha iyi bilirsiniz.» [72] Peygamber (s.a.v.) beşerî bir ihtimal ola­rak ileri sürdüğü zanna dayalı dünyevî tecrübeleriyle, kesin olan Nebevî dînî tecrübesinin arasını kesin olarak ayırmıştır. Ayrıca dünyevî tecrübele­rinden dolayı sahabesinin kendisini muahaze etmemelerini dilerken dînî tecrübelerini almalarını ve Allah namına her ne söylerse onu yerine getir­melerini emretmiştir. O böyle bir sözü asla iftira oiarak Aliah'a yükiemez. Bu konuda ne söylerse mutlaka kendiliğinden söylememiştir. Çünkü hiçbir zaman Allah'a yalan isnad etmez. Müteaddid söz ve davranışlarında bu hakikati dile getirmiştir. Bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: «Ben de sizin gibi bir beşerim. Zan, hata da eder, isabet de eder. Lâkin size « Allah bu­yurdu» dedim mi, asia Allah'a yalan isnad etmem.» [73]. Diğer bir hadisin­de de, biribirlerini muhakemeye davet edenlerin kaiblerinden geçenleri bilmediğini, muhakeme olmak için kendisine gelenler kendi çağdaşı ve kendi beldesinden, hatta insanlar arasında kendisine en yakın olanlar bi­le olsa içlerinde neleri düşündüklerine muttalî olmadığını kesinlikle belirte­rek şöyle buyurur: «Ben ancak bir beşerim. Sizler de muhakeme olmak için yanıma geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz, diğerine nazaran delille­rini daha güzel anlatır. Ben de duyduğuma göre hüküm veririm. Her kime, kardeşinin hakkından birşey verirsem onu almasın. Çünkü o hakla ona ateşten bir parça veriyorum.» [74]. Bilindiği gibi Ubeyrik Oğuiları Rasulül-lah (s.a.v.) zamanında bir hırsızlık olayında hakikati gizleyip Rasuiüiiah'ı aldatmak istemiş ve asıl hırsızı savunarak Rasuiüiiah'ı, onun hırsız olmadı­ğına dair ikna etmişlerdi. Bunun üzerine suçsuz kimseleri itham eden Ka-tade b. en-Numan'ı kınayarak ona şöyle demiştir: «Ya Katade, kendileri dindarlık ve salah ile bilinen bir aile mensuplarını bir delile dayanmaksı­zın hırsızlıkla itham etmeye kalkıştın!» Ama bu meseleden hemen sonra şu âyetler inmiştir: «Hainlere yardımcı olma. Ve Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.» [75]. O za­man Rasulüllah (s.a.v.) Ubeyrik Oğullarının kendisini aldattıklarını anla­mış ve Katade'ye yönelttiği kınama ve azarlamadan dolayı Allah'dan ken­disini bağışlamasını dilemiştir. [76].

Kendisine gelen vahiy vakıasına Rasuiüllah'ı biricik şahid ve kendisi­ni vahiyden ayrı kabul etme hususunda şahsî kanaatini biricik vasıta ka­bul edersek -yukarıda anlatılanların ışığında- Kur'andan inen karşısında kendisinin şahsî iradesinin yok mesabesinde olduğunu kendisi kabul edi­yor. Vahyin gelmesi yahut kesilip gelmemesi isteğine bağlı olan bir şey de­ğildir. Bazan vahiy o kadar ard arda gelir ki ona tahammülü güçleşirken bazan da, en çok ona muhtaç olduğu bir zamanda gelmeyiveriyor!

Vahiy her an için gelebilir: Peygamber yatağına uzanıyor ve uykuya dalar dalmaz birden gülümseyerek başını kaldırıyor. Kendisine el-Kevser (bol hayır) suresi inmiştir.[77] Yine gecenin ancak üçte birinin kaldığı bir sırada savaştan geri kalan üç kişinin afvedildiğini bildiren âyet inmiştir: « (Savaştan) geri bırakılan (ve haklarındaki hüküm geciken) üç (kişi) nin (tevbelerini de kabul etti. Çünkü) yeryüzü bunca genişliğe rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah (in hış­mın) dan yine Ailah'dan başka sığınacak hiç bir yer bulunmadığını anladı­lar (da bundan) sonra (Allah) onları da eski hallerine dönsünler diye, tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz ki Allah, (ancak) O, tevbeyi en çok kabul eöen, hakkıyla esirgeyendir.» [78].

Vahiy, karanlık gecede, aydınlık gündüzde, dondurucu soğukta veya en sıcak günde, sakin geçen bir zamanda yahut savaşın kızıştığı bir sıra­da, hatta Mescid-i Aksa'ya yapılan isra (gece yürüyüşün) de ve yüksek göklere o!an miracda Peygamberin kalbine inebiliyordu. [79]

Bir de bakıyorsunuz Peygamberin vahye en çok muhtaç olduğu ve onu şiddetle arzuladığı, gelmesini talep ettiği bir sırada vahiy gelmiyor. Cebrail, e!-Alâk suresinin ilk ayetlerini getirdikten sonra vahiy üç yır ke­silmişti. -Hz. Aişenin de belirttiği gibi- Peygamber (s.a.v.) buna çok üzül­dü. Öyle ki intihar etmek için defalarca yüksek tepelere tırmandı. Ama te­penin zirvesine her çıkışında Cebrail ona görünüyor ve: «Ey Muhammedi Sen gerçekten Allah'ın Rasulüsün» diyordu. O zaman Rasulüllah'ın kalbi sükûn buluyor ve nefsi karar kılıyordu. [80]. Birgün yürüyorken yukarıdan bir ses duydu. Yukarı baktı, bir de ne görsün! Hira Mağarasında kendisine gelen melek! Korktu ve vefalı eşi Hz. Hadice'ye döndü: «Beni örtün» dedi. Allah Tealâ bu sırada «Ey örtülerine bürünmüş olan! Kalk da korkut. Rab-bini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.» [81] fer-manini indirdi. Bundan sonra vahiy ard arda gefrneye başladı. [82]. Pey­gamber (s.a.v.) mutluluk duydu. Hüzünlü bekleyiş büyük bir sevince dö­nüşmüştü. O zaman kesinlikle inandı ki, kendisinin isteğine rağmen kesi­lip gelmeyen bu vahiy kendi zatının dışındadır ve müstakildir. Düşüncesi­nin haricindedir. Onun kaynağı gayblere vakıf olan Allah'dır.

«İfk hadisesinden sonra tam bir ay müddetle vahyin nasıl gelmediği­ni kim unutur? [83]. Bir ay boyunca münafıklar Sıddîk'ın kızına iftira ede-durdular. Hakkında utanç verici sözler sarfettiler. Nihayet Rasulüllah'iR kalbine bile şübhe düşmüştü ve mü'minlerin anası eşine: «Ya Aişe! Biliyor sun senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Şayet sen bunlardan berî isen Allah senin temiz olduğunu bildirecektir. Ama bir günah işlemiş-sen Allah'dan af dile.» demişti. Olayın üzerinden geçen ve vahyin gelme­diği bu bir ayın Rasulüllah (s.a.v.) için uzun yıllardan daha ağır geldiğini kim idrak etmez ki? Münafıklar bu müddet boyunca olmadık sözler söylü­yorlardı. Şüphe ve huzursuzluğa yem olan bu Peygambere ne oluyordu da tam bir ay boyunca susup bekledi. Rabbinden vahiy gelinceye kadar bü­tün bunlara katlandı. Ve nihayet, Mü'minlerin Anasının temiz olduğunu bil­diren ayetler geldi. Neden acele edip göğün işine müdahale etmedi? Ra­hiplerin örtüsüne bürünüp secileri harakete geçirmedi. Buharları salıp ifti­racıların iftiralarından sevgili eşini temize çıkarmadı?!

Peygamber (s.a.v.) namazlarda Kabe'ye yönelinmesini büyük bir işti­yakla arzu ediyordu. Onaltı veya onyedi ay bu isteğinin gerçekleşmesini isteyip durdu. [84]. Belki vahiy gelip kıblenin Kabe'ye doğru değiştirildiği­ni bildirir diye. Lâkin yüce Rasulün isteğine rağmen bu konudaki Kur'an, ancak birbuçuk yıla yakın zaman sonra geldi. [85].





[25] Tefsiru't-Taberî,  6/20.

[26] en-Nisa: 163—184.

[27] el-Vahyu'l - Muhammedi, 31.

[28] en-Necm: 1.

[29] Yûnus: 15.

[30] el-A'raf: 203.

[31] Yûnus: 2 (bk. Tefsiru'l-Menar, 11/143).

[32] el-Kasas: 7

[33] el-Maide: 111.

[34] en-Nahl: 68. Ayrıca bk. Âsâru'l-Belâğa, 2/496.

[35] Meryem: 11.

[36] Rağıb e!-İsfahanî'nin, el-Müfredat'ı ile karşılaştır.

[37] el-En'am:  112.

[38] el-En'am: 121.

[39] el-Enfal: 12.

[40] En-Necm:10

[41] eş-Şuarâ: 192—195.

[42] eş-Şûra: 51.

[43] Söz konusu edilen sözlük George Post tarafından Arapça olarak hazırlanmış ve 1894

[44] Onun için İmam Muhammed Abduh'un, ilhamı, kalbin kesin olarak inandığı bir hazdır, görüşüne katılmıyoruz. (Risaletü't-Tevhid, s. 108).

[45] ez-Zahiratü'l-Kur'âniyye, s. 161.

[46] ez-Zahiratü'l-Kur'âniyye, s. 161.

[47] Kars. en-Nebeu'i-Azîm, s. 34.

[48] Sahihu'l-Buharî, Bed'ul-Vahy, 1/6.

[49] Bu husus hakkında Suyûti'nin el-Hattabî'den yaptığı nakle bak. el-İtkân, 1/71.

[50] el-Müzzemmil: 4.

[51] Sahihu'l-Buharî, 1/71.

[52] İbnu'l-Kayyim, Za'dü'l-Maâd, 1/25.

[53] Bk. Sahihu'l-Buharî,  Kitâbu't-Tefsîr, 6/163. ve Kitabu't-Tevhîd, 9/153.

[54] el-Kıyâme! 16—19.

[55] Tâhâ: 114.

[56] Yûnus: 15—16.

[57] el-Kehf: 110.

[58] el-A'raf: 188.

[59] el-En'am: 50.

[60] eî-Tevbe: 43.

[61] el-Feth: 1--2.

[62] Tefsîru'l-Menâr, 10/465.

[63] el-Enîâl: 67—68. Ayrıca bk. Mustafa Zeyd, Tefsîru Suretl'i-Enfâl, s. 155; Tsfsîru'l-Menâr, 10/83—100.

[64] Abese: 1—11.

[65] el-İsrâ: 74-75.

[66] el-Hâkka: 44—47.

[67] el-Keşşâf, 4/137.

[68] Müslim'in Sahih'inde  Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği  rivayet edilir:    Rasulüllah (s.a.v.} buyurdu ki «Söylediklerimi yazmayın. Söylediklerim arasında Kur'an'dan baş­kasını yazan varsa, onu silsin. Ama sözlü olarak anlatmanızda bir sakınca   yoktur.

Ancak bilesiniz ki, kim kasden benim namıma yalan söylerse, Cehennemdeki yerini şimdiden hazırjasın.» Müslim, 8/229. Ayrıca, bk. «Hadis İlimleri ve Istılahları» isimli kitabımız: s. 8.

[69] e!-Burhan: 1/232.

[70] Kars. ez-Zâhiratu'l-Kur'aniyye. s. 276.

[71] Sahih'u Müslim (en-Nevevî Şerhi), 13/116.

[72] Sahih'u Müslim, 13/118.

[73] İbnu Mâce, Sünen, 2/777. Hadis no: 2470.

[74] Sahih'u Müslim, 12/4. (Hakimin Hükmü Batım Değiştirmez Babı)

[75] en-Nisâ:   105—106.

[76] Sünenu't-Tirmizî, Ayrıca Kars. es-Suyûtî, Esbâbü'n-Nuzûl, s. 48.

[77] el-ltkân, 1/38. Rivayet, Sahihu Müslim'indir.

[78] et-Tevbe:  118

[79] e!-Bürhân, 1/198.

[80] el-Buhârî, 9/30.

[81] el-Müddessir: 1—.5.

[82] el-Buhârî, 6/162. Bazıları vahyin kesilişinden sonra indirilenin ed-Duhâ Sûresi olduğunu sanır. Bu, apaçık bir hatadır. ed-Duha suresinin sebeb-i nüzulüne gelince, Sa-hihayn'da rivayet edildiği gibi, Peygamber (s.a.v.) rahatsızlandı ve iki-üç gece, gece namazına kalkmadı. Bunun üzerine Ebu Cehl'in eşi Ummu Cemil: «Umarım, şeytanın seni terketmiştir. İki-üç gecedir sana uğramadığını görüyorum.» dedi. O zaman bu sure inmiştir. Bk. es-Süyûtî, Eshabu'n-Nuzûl, s. 140.

[83] Bk. el-Buhârî, 6/101.

[84] el-Buharî, 6/21. Kitabu't-Tefsîr.

[85] O zaman şu ayet inmişti:  «Biz yüzünü çok defa göğe doğru evirip çevirdiğini mu­hakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnut olacağın bir kıbleye    döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevirir.»  Bk. es-Suyûtî, Esbâbu's -Nüzul, s.  12—13.


Konu Başlığı: Ynt: Vahiy vakıası 2
Gönderen: Ceren üzerinde 24 Nisan 2015, 22:17:01
Esselamu aleyküm.Rabbim razı olsun paylaşımdan Sümeyye abla.