Konu Başlığı: Nüzul sebebleri Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:07:38 Nüzul Sebebleri Yine «ihlas» sûresinin Mekke'de müşriklere, Medine'de de Kitap Ehline cevap olarak indiği rivayet edilir. [76] Nüzulün birden fazla olmuş olmasında bir sakınca yoktur. Ez-Zerkeşi şöyle demektedir: «Bir şey, şanını yüceltmek ve sebebi tekerrür ettiğinde unutulması korkusuyla onu bir daha hatırlatmak için iki defa inebilir. Nitekim Fatiha sûresinin bir defa Mekke'de bir defa da Medine'de olmak üzere iki defa indiği rivayet edilir.» [77] Şayet her iki rivayet sahih olur ama ya birinin diğerinden daha sahih olması, ya da birinin ravisi bizzat olayı müşahade etttiği halde diğerinin müşahade etmemiş olması sebebiyle rivayetlerden birini tercih edebiliriz. Hiç şüphesiz bu durumda nuzül sebebi tercih edilen ve daha sahih olan rivayet alınır. Buna misal: Buhari'nin Ibnu Mesud'dan şu rivayetidir. İbnu mesud ' şöyle dedi: Peygamber (s.a.v.) le birlikte Medine'de yürüyorduk. Peygam-ber (S.A.V.) bir hurma dalına dayanarak yürüyordu. Yanımızdan bir gurup yahudi geçti. Biribirlerine, ondan birşey sorsak diye fısıldaştılar. Sonra: Bize ruhtan bahset dediler. Peygamber (S.A.V.) doğruldu ve başını kaldırıp bir müddet öylece durdu. Anladım ki kendisine vahiy geldi. Nihayet vahiy ayrıldı ve Rasulüllah ardından şöyle dedi: «Deki ruh, Rabbtmın işinden-dir. Size ilimden ancak azı verilmiştir.»[78]Misalimizin diğer rivayeti ise, Tirmizînin İbnu Abbas'tan rivayet ettiği ve sahihtir dediği şu rivayettir: İbnu Abbas dedi ki: «Kureyş, yahudilere Bize birşeyler öğretin de şu adamdan soralım, dediler. Bunun üzerine onlar da ruhtan sordular ve Allah: «Sana «ruh»u sorarlar. De ki: Rabbimin emri (cümlesin) dendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.» âyetini indirdi. [79] Burada iki rvayet vardır. Rivayetlerden biri Buharnî'nin olup sahih bir rivayettir. Diğeri ise Tirmîzi'nindir ve Tirmizî, sahih olduğunu söylemektedir. Ancak cumhur, Buharı'nin Sahihini Tirmizi'nİn sahihine takdim ettiği için birinci rivayet tercih edilir. Ayrıca bu rivayette ibnu Me-sud olayda hazır bulunmuş ve onu bizzat müşahade etmiştir. Elbetteki gören duyan durumunda değildir. Birinci rivayetin tercihinde ikinci etken budur. Hatta bu vecih, tercih hususunda daha güçlüdür. [80] Başka sahih rivayet bulunduğu halde ondan daha sahih ve ona göre tercih edilen bir rivayet bulunduğu için sahih olan bir rivayet terkedildiği-ne göre, rivayetlerden biri sahih olup diğeri sahîh olmadığında sahih olanın tercih, edileceği tabiidir. Buna misal: Rivayetlerden biri Buhari Müslim ve başkalarının Cün-düb'ten yaptıkları şu rivayet ki, bu rivayette Cündüp şöyle demektedir: «Peygamber {S.A.V.) bir ara keyfsizlendi de bir veya iki gece (namaza) kalkmadı. O sıra bir kadm gelip: Ya Muhammed, bakıyorum şeytanın seni terketmiş, dedi. Bunun üzerine Allah: «Kuşluk hakkı için! Rabbin seni bırakmadı ve sana danlmadı.» âyetini indirdi [81] Diğer rivayet ise, et-Töbarani ve İbnu Ebi Şeybe'nin Hafs bin Meyse-reden, onun, anasından ve onun da Rasûlültah'ın hizmetçisi olan annesinden yaptığı rivayettir. İşte Rasulüllahın hizmetçisi olan bu hanım şöyle diyor: Bir köpek yavrusu Peygamber (S.A.V.) in evine girdi ve divanın altına sokuldu. Meğer orada ölmüş, Peygamber (S.A.V.) e dört gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine peygamber: «Ya Havle, Rasulüllahın evinde ne oldu ki Cibril bana gelmez oldu!» O zaman kendi kendime: Kalkıp evi süpürüp temizlesem, dedim ve divanın altını da süpürdüm. O ölen yavruyu çıkarıp attım. Bir baktım Rasulüilah (S.A.V.) sakalı tir tir titrer olduğu halde geldi. Vahiy geldiğinde kendisini titreme tutardı. O zaman Allah: «Kuşluk hakkı için» sözünden «ve sende hoşnut olacaksın» sözüne kadar indirdi.» İkinci rivayette uydurma kokusu açıktır. Bu rivayette geçen her kelime ve anlatılan her anlam dehşet verici ve gariptir. Halbuki birinci rivayet sahih oiup böyle bir rivayet karşısında tereddüt gösterip: Acaba bu rivayetlerden hangisini alalım şeklinde bir şüpheye kapılmak yersizdir. Çünkü sahihin karşısında batılın bir değeri yoktur. İbn Hacer şöyle demektedir: «Köpek yavrusu sebebiyle Cibril'in gecikmesi olayı meşhurdur. Lâkin âyetin nuzül sebebi oluşu gariptir ve rivayetin senedinde tanınmayan vardır. Elbette burada mutemet olan, sahih olanıdır.» [82] Bazen tek olay, Kur'an'dan iki veya daha fazla nuzüle sebep olabilir. Sözleriyle bunu kastederler. Tek olayın iki nuzüle sebep olmasına misâl; İbnu Cerir et-Taberi, et-Tabarani ve Ibnu Merdevey'in ibnu Abbas'tan naklettikleri şu rivayet ki, bu rivayette İbnu Abbas şöyle demektedir: «Rasulüilah (S.A.V.) bir ağacın gölgesinde oturuyordu, şöyle buyurdu: Size şeytanın gözleriyle bakan biri gelecek, geldiğinde onunla konuşmayın. Onlar henüz orada otururlarken mavi gözlü biri çikageldi. Rasulüilah {S.A.V.) onu çağırdı ve: «Senle arkadaşların ne diye bana sövüyorsunuz?» dedi. Adam gidip arkadaşlarını çağırdı. Rasulüilah hakkında kötü söz söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. Nihayet Rasulüilah onlardan vazgeçti, O zaman Allaha Teâlâ şu âyeti indirdi: «And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkâr edip küfür sözünü söylemişler İken, söylemedik diye Allah'a yemin ettiler, başaramayacakları birşeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öc almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can yakıcı azaba uğratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları yoktur. [83] El-Hakim, bu hadisi aynı lafızla rivayet eder ve Allah şu âyetleri İndirdi der: «Allah, onların hepsini tekrar dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi O'-na yemin ederler; kendilerine bir yarar sağlayacağını sanırlar. Dikkat edin; onlar şüphesiz yalancıdırlar. Şeytan onların başlarına dikilip Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin; şeytanın taraftarları elbette hüsrandadır» [84] Tek olayın ikiden fazla nuzüle sebep oluşuna misal: El-Hakim ve Tir-mizi'nin, Ummu seleme'den yaptıkları şu rivayettir. Bu rivayette Ummu Se-•lerne şöyle demektedir; Ya rasulallah! Hicret meselesinde Allah'ın kadınlardan bahsettiğini duymadım, dedim. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: «Rableri dualarını kabul etti: «Bir birinden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, Memeketlerinden çıkarılanların, yolumda ezaya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. And olsun ki, Allah katında bir nimet olarak, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin güzeli Allah katındadır.»[85] El-Hakim yine Ummuseleme'nin şöyle dediğini rivayet eden Dedim ki: Ya Rasulallah, erkekleri zikrediyorsun ama kadınlardan bahsetmiyorsun! Bunun üzerine Yüce Allah: «Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyler] özlemeyin:..» [86]âyeti ile «Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın müminler, boyun eğen erkekler ve kadınlar, doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkek ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.» [87] âyeti ve bir de: «Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun amel edenin amelini boşa çıkarmam... (Yukarıdaki Âli İmran âyetleri) [88] indirdi. [89] Bu anlattıklarımız, muhakkik müfessirlerin nuzül sebepleriyle ilgili rivayetleri tercihlerinden bazı numuneler. Gördüğümüz gibi bu ölçüler iyi seçim, derin eleştiri, üstün zevk ve parlak tesbitlerle eşsizdir. Böylece o gü-venüir âlimler nuzûl sebeplerinin anahtarlarına el koymuş ve onları aşırı gidenlerin ve acelecilerin ellerinin ulaşamayacağı bir yere koyabilmişler ve tarihçilerin temelsiz vehimlerine dalmalarına engel olabilmişlerdir. Çünkü bu âlimler, Kur'an araştırmalarını tarih rivayetlerinin üstünde tuttukları gibi tefsir ilmi ve luğatla beyan kurallarının da üstünde tutmuşlardır. Bu parlak eleştiri çalışmalarının ışığında o muhakkikler âyetlerin, keşfettikleri ferdî ve özel sebeplerden dolayı inişlerinin bu âyetlerin Kur'an'ın genel akışı içerisinde münasip yerlerine oturtulmalarına ters düşmediğini kendi gözleriyle görmüşler gibiydiler. Çünkü Kur'an'ı Kerim, sebeplere mebni ve çeşitli zamanlarda vukubuian olaylara tabi olarak parça" parça iniyordu. Peygamber (SAV.) de vahiy mefhumunu tesbit ve Kur'an'ın nazmına riayet ederek Allahtan aldığı emir ile inen bu âyet ve âyetleri kendilerine münasip düşen yerlerine yazılmasını emrediyordu. [90] Onların tarihî sebep ile edebî üslûp arasını cemetmeleri, kalemin ifade edemeyeceği üstün eleştiri ve sanat duygularını sergilemektedir. Nüzul sebeplerini tesbit için zamanı şart koşmada ne tarihi hakikatleri ve ne de üslûbun gözetilmesi için zaman mefhumunu bir tarafa atarken sanat bütünlüğünü görmernezlikten geldiler. Çünkü-ez-Zerkeşi'nİn de belirttiği gibi -nuzül sebeplerinde zaman şartı mevcut olduğu halde genel uslûb söz konusu olduğundan bu şart ortadan kalkmaktadır. Çünkü burada sözkonu-su olan, âyetin kendisine münasip düşen yere konulmasıdır. [91] Tertip açısından hikmete uygun olarak satırlara yerleştirilen ve iniş açısından olaylara tâbi olarak göğüslerde ezberlenen âyetler ne de çoktur! Allah Teâlâ'nın en-Nisa süresindeki «Kendilerine Kitap verilmiş olanların puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: «Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar» dediklerini görmedin mi?»[92] âyeti Ka'bu'l-Eşref isminde ehli kitaptan biri hakkında inmiştir. Bu zat Mekke'ye gelmiş ve Bedir gazvesinde öldürülenleri görmüştü de kâfirleri, öçlerini almak ve Peygamber (S.A.V.) e saldırmak için teşvik etmişti. O zaman müşrikler kendisine, kendilerinin mi, yoksa müslümantarın mı doğru yolda olduklarını sormuşlar ve o da duygularını istismar ederek onların, müminlerden daha çok doğru yolda olduklarını söylemiştir. [93] Bu adamla bu sözde ona ortak olanlar hakkındaki ayetler sıralandıktan sonra Kur'ânî anlatım, emanetlerin ehline verilmesiyle ilgili yeni bir âyet ve yeni bir konuya yönelerek şöyle buyurmaktadır: «Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..» [94]Bu âyet-müfessirlerin de belirttiği gibi- Kabe'nin bakıcısı Osman b. Talha b. Ebî Talha el-Abderî hakkında nazil olmuştur. O sıra Rasûlüilah (S.A.V.) Kâbenin anahtarını almış ve tekrar kendisine iade etmişti. [95] O halde bu âyet Mekke'nin fethinde, diğeri ise, Bedir savaşından,sonra Ka'b b. el-Eşref olayında inmiştir. Her iki âyetin inişi arasında altı yıl vardır. Durum böyle olduğuna göre aoaba neden bu âyetler yan yana dizilmiştir. Aradaki bunca müddet farkına rağmen bu meseleler neden ard arda zikredilmiştir?. Muhakkik âlimler bu iki mesele arasında ortak bağı bulmuş ve onlardan neredeyse yapısı sağlam, cüzleri birbirine sıkı sıkıya bağlı, sarmaş dolaş olmuş birtek konu çıkartmışlardır. Çünkü müşriklerin duygularına yağ sürüp onlara: Siz inananlardan daha doğru yoldasınız, diyenler Kitap Ehli olup kendi kitaplarında Peygamber (SAV.) İn gelişinden ve onun niteliklerinden söz edilmekte ve bu emaneti giziemiyeceklerine dair kendilerinden teminat alınmaktadır. Ama onlar bu emanete ihanet etmiş ve onu yerine getirmemişlerdir. Onların bu ihanet hususunda tutumları, emanetleri yüklendikleri halde sonradan buna sahip çıkmayanların tutumuna benzemektedir. O halde onların ve onlarla birlikte her insanın emanetin manasına ve onlarla birlikte her insanın sorumlu oJduğu her hususta emanetin manasını kavramaya çağrılması münasip düşmektedir. O halde müfessirler sözün nazmını doğrulayan âyetler arasındaki münasebeti her müşahede ettiklerinde nuzül sebeplerini tanımaya takdim edince mübalağa etmiş sayılmazlar. Hele aradaki münasebet yönü nuzûl sebebini bilmeye mebni olduğu zaman nuzûl sebebini anlatmakla başlamayı gerekli görmekle ilmî tahkikin zirvesine ulaşırlar. Nitekim «emanetlerin ehline verilmesi» âyetinde, âyetin nuzûl sebebi bilinmediği takdirde: sı-, radan bir okuyucunun bu âyetin Kur'an'î usîûp içerisinde öncesi ve sonrası ile münasebeti bulmak mümkün olmayacaktır. Müfessirler, -sebepleri önce zikretme âdetlerine rağmen- Kur'an âyetleri arasındaki bağın güçlülüğünü ve âyetlerin biribirlertyle uyum içerisinde oluşlarını, kelime ve cümlelerinin dizilişini ortaya koymak için aradaki münasebeti mi yoksa sebebi mi daha öne zikretmenin daha uygun düşeceği hususunu araştırmaları büyük bir ilim olup Kur'an'ın latif ve parlak yönlerinin bir çoğu bu ilimde gizlidir. Ahkâm ve hukuk kaidelerinin birçoğu yine bu ilmin ışığında açıklanmıştır. Onun için bu Ümi Bağdat'ta ortaya çıkaran Ebu Bekr en-Neysâbûri, [96]beldesinin âlimlerini, ayetler arası münasebeti bilmemekten dolayı suçlamıştır. Kendisine bir âyet veya sûre okunduğunda hemen kollarını sıvar ve: Bu âyet neden bu âyetin yanında zikredilmiştir? Bu sûrenin diğer sûrenin yanına konmasındaki hikmet nedir? Soruları üzerinde dururdu. [97] Ebu Bekr en-Neysâbûri'nin ayetler arasındaki münasebeti ortaya koy-, ma eğilimi, yeni bir eğilimdir. Doğrusu araştırılması gereken ve sonuçlarına inanılan, âyetler arasındaki münasebettir. Herşeyden önce âyetin duru- mu araştırılır: Kendisinden öncesini tamamlayıcı mahiyette midir, yoksa müstakil midir? Şayet müstakil ise, öncesiyle münasebet yönü nedir? Neden buraya konulmuştur? Sûreler arasındaki münasebeti araştırma meselesine gelince, bu, sürelerin tertibinin tevkifi oluşuna dayanmaktadır. Aslında biz de sûrelerin tevkifi olduğu görüşündeyiz. Ancak sûrelerin tertibinin tevkifi oluşu, her sûrenin kendisinden önceki ve sonraki sûreye yakınlık bağlarıyla bağlı olmasını gerekli kılmaz. Nitekim tertibi tevkifi olan ayetler de her biri ayrı bir sebep için İnmişse aklen yekdiğerine bağlı olmaları gerekli değildir. Tek sûreye hâkim olan, bir birine bağlı olan bölümlerinin meydana getirdiği cüzlerden oluşan bariz ve külli bir konusunun olmasıdır. Lâkin her sûrede konu bütünlüğünün olması, bütün sûrelerin topluca bir konu bütünlüğüne sahip olmalarını gerektirmez. Müfessirler de böyle bir zorlanmaya iltifat etmemiş önceki sûrenin sonu ile onu takip eden sûrenin başlangıcı arasındaki bağı zikretmekle yetinmişlerdir. Şayet besmele ile biribirlerin-den ayrılmış olmasalardı ayetler araş: bağ cüz'î olurdu. Onun için sûre arasında şümullü ve külli bir bağ aranmaz. Bizce ayetlerle sûreler arasında görünen tenasub çeşitlerinin teme! ölçüsü, konular arasındaki benzerliğe bağlıdır. Şayet başlangıç ve sonuçları biribirine bağlı muttahid konularda bir münasebet varsa, bu tenasüb makul ve makbuldür. Ama çeşitli sebeplerle biribiriyle ilişkisi bulunmayan konularda bir münasebet kurulmaya çalışılıyorsa, bunun,tenasüble bir iliş-^ kisi yoktur. Bu ince ve hassas ölçüyü ilgilendirenin asgarisi, ayetler arası ve süreler arası münasebet yönünün bazan gizli ve bazen de açık olmasıdır. Ancak âyetler arasında gizli oluşu az olduğu halde sûreler arasında açık oluşu nâdirdir. Çünkü çoğu zaman sözün tek âyetle bitmesi yok denecek kadar azdır. Bir konudaki âyetler ya biribirlerini pekiştirip açıklayarak, ya birbirlerine affedilerek, ya birbirlerini istisna ve hasrederek, ya da biribirlerine ilaveler yaparak biribirlerini takip ederler. Öyleki biribirlerini takip eden âyetler sanki biribirlerine eş ve benzerdir. Yüce Allah'ın: «Ey Muhammedi sana yeni doğan ayları sorarlar De ki:» Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. «Evlere arka taraftan girmeniz İyi değildir. Fakat iyilik (eden; Allah'a muhalefetten) sakınandır.» [98]sözünü okuyan, ister istemez şunu soracaktır: Hilallerin ahkâmı ile evlere girmenin hükmü arasında ne gibi bir ilişki yardır? Ama sonra buradaki ilginin altında yatan sırrın, Kur'an-ı Kerimin, soru soranların sorularının yersiz olduğuna İşaret etmesi olduğunu mecburen kabul edecektir. Onlar hilallerin neden tam ve eksik (hilâl şekli) oluşlarının hikmetini sorduklarında sanki onlara şöyle diyor: «Allah neyi yaparsa onda açık bir hik- metin ve kullarının menfaatinin mevcudiyeti malumdur. Siz bırakın bunu sormayı da, iyilikten olmadığı halde iyilik olduğunu sandığınız bu davranışa bakın.» [99] Açıktır ki, hilâller âyetinde, bir âyetten ard arda zikredilmiş iki terkip arasındaki bağı ortaya koyduk. Bu bağı ortaya çıkarmaya mecbur kaldık ki, âyetin sonu, başlangıcında kopuk görünmesin. Ama her biri, fasıla alarak isimlendirilen nağme bütünlüğüyle diğerinden müstakil olan iki ayet arasındaki münasebeti ortaya çıkarmaya mecbur değil miyiz.? Âyet başlarının, onları diğer ayetlerden ayıran işaretler yahut ayırıcı remizler olmasını kim gerekli kılmıştır? Allah teâlâ'nın: «Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?» [100], sözünü okuyup göğün yükseltilmesinin, devenin yaratılışından kopuk, dağların dikilişinin, göğün yükseltilmesinden bağımsız ve yerin yayılmasının, dağların dikilmesiyle hiç ilişkisi bulunmayan bir husus olarak görüp bütün bu âyetleri bir arada toplayan yönü yahut fikrî b'ağı görmemezlikten mi geleceğiz? Aralarında en azından, her nerede bulunursa bulunsun insan nazarına arzolunan kevnî tablolar mecmuasının tasviri yönünden bir nevi münasebet yok mudur? Öyle bir tablo ki bütün boyut ve anlamlan tam bir bütünlük arzediyor, yükseltilmiş gök, serilmiş yer, tepeleri yüksek dağlar ve sırtlarından hörgüçleri fırlamış develer! [101] Bu âyetlerin biribiriyle bağlılığı ve münasebetiyle ilgili olarak ez-Zerkeşi'nin ibaresini alıp bu Kur'an'a muhatap olan Arap çevresiyle bir bütünlük arzeden yankılarını tekrar ederek onun söylediği şu sözleri bilmem söyleyebilir miyiz?: «Göçebe hayatı yaşayanların âdetleri ve alışageldikleri göz önünde bulundurularak bu âyetler bir arada, söylenmiştir. Çünkü göçebelerin geçimlerinin temel dayanağı, develeridir. Onun için en çok deveye önem verirler. Develeri de ancak otlayarak ve su içerek yaşayabilir ki bu da, yağmurun yağmasıyla olur Gözlerini göğün bir bu yanına bir o yanına çevirmeleri bundandır. Ayrıca onları barındıracak bir sığınağa ve koruyacak bir korunma yerine de" ihtiyaçları vardır. Bu hususta ise, dağlar gibisi yoktur. Bir de, bir yerde uzun müddet kalamayacakları için bir yerden başka bir yere göç etmek mecburiyetindedirler. Şayet göçebe biri ihtiyaçlarını hayalinden geçirecek olsa bu âyetlerde sıralanan şeyler, zikredildikleri üzer© hayalinden resmi gecite girerler.»?! [102] Yoksa Yüce Allah'ın: «Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.» [103] Sözünü mü okuyacağız. Bir tarafında «Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu artık kendi kendinin şahididir.» [104] Diğer tarafında ise: «Hayır, hayır; ey insanlar! sizler, çarçabuk geçen (bu dünyayı) seversiniz. Ahireti bırakırsınız.» [105] sözleri vardır. Evet bu âyetleri okur da hepsinin arasında her hangi bir bağ görmez miyiz? Burada dünyanın «çarçabuk geçen» ile isimlendirilmesi, hayatın kısalığına işaret olup Peygamberin vahyi alırken acele etmesi ve onunla birlikte dilini depretmesîyle bir uyum içinde değil midir? Sanki Allah (c.c.) ona şöyle diyor: «Sana vahyediieni düşün insanoğlu bu kısa ve geçici olan dünya hayatındaki aceleciliği seni de hakimiyet altına almasın». [106] O halde ez-Zemahşerî'nin «Ey Âdem oğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü İse bunlardan daha hayırlıdır.» [107] ayeti ile «Ey âdem oğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana ve babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın[108] ayeti arasında zikrettiği münasebet yönü doğrudur. ez-Zamahşeri, ayıp yerlerin açığa çıkmasından ve yaprakların onları Örtmesinden bahsedildikten sonra birinci ayetin bir geçiş olarak zikredildiğini söyler. Böylece Allah'ın elbiseyi yaratmakla İnsan üzerindeki minneti ortaya çıkıyor ve çıplakla ayıp yerlerin görünmesinin ne kadar şahsiyet düşürücü ve çirkin birşey olduğu, örtünmenin, takva kapılarından büyük bir kapı olduğu anlatılıyor. Yine benzeştirme -yâni benzeri benzere ekleme- tenâsüb yönlerinden makbul bir edebi yöndür. Yüoe Allah'ın: «Nitekim, Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı. Oysa müslümanların birtakımı bundan hoşjanmamıştır.» [109] ayeti ile bundan önceki: «İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.» [110] ayeti arasında bu durum söz konusudur. Allah, Elçisine savaş ganimetlerini emrine uygun olarak taksim etmesini isterken sahabeden bazısı bu taksimattan hoşlanmamıştı. Nitekim savaşa çıkıldığında da bazıları savaşmaktan hoşlanmamıştı. Böylece ganimetin taksiminden hoşlanmamalarını, savaşa çıkmaktan hoşlanmamalarına, benzetmiştir. [111] Kur'an okuyucusunun âyetler arasındaki tenasübü görebilmesi için bazen edebî zevkine ve bazen fıtrî mantığına müracaat etmesi gerekir. O zaman lafızların Istilahî veya felsefî manalarını kafasında canlandırmadan orada ya genel veya özel, ya zihni, veya harici, ya aklî veya hissî ya da hayali bir bağ bulacaktır. Çoğu zaman ayetler arası bağ illet ve malûlün söz konusu edilişine göre bir bu yandan, bir o yandan sözkonusu olur. Şayet âyetler biribirlerinin aynı doğrultuda aralarında bir bağ yoksa biribir-Jerinin zıttı olmakla aralarında bir bağ bulunur. Azabın zikredilmesinden ;sonra rahmetin zikredilmesi, cehennemin nitelenmesinden sonra cennetin nitelenmesi, akıllar tahrik edildikten sonra kalblerin yönlendirilmesi gibi. 'Çıkarılacak öğüt, âyetler arası münasebet yönlerini parlak ve zorlanılmayacak bir şekilde yakalayan bu fıtrî mantığa dayanır. Öyle sanıyoruz ki, bu yönleri ortaya çıkarmada kapalılık, ancak sûreler arası münasebeti yakalama hususunda çoktur. Şayet Ebu Ca'fer b. ez-Zübeyr'in «el-Burhan fi Münasebeti Tertibi Suveri'l Kur'an» isimli kitabı bize ulaşmış olsaydı bu kapalılığa dair birtakım örnek ve şekillerle karşılaşırdık. Müfessirlerin bu nevi münasebet üzerinde pek durmamalarını, sadece bu yönün ince ve hassas oluşundan ileri geldiğini sanmıyoruz. Aksine, bunun hem faydacı yoktur, hem de pek çok zorlanmalara sebep olmaktadır. Öyle ki, bu konuyu zorlayanlar, âyetlerin başta, ortada veya sonda olduğuna ve hangi ^konuyla ilişkili bulunduğuna bakmadan iki sûre arasında benzer iki kelime veya âyet bulmak için sarfettikleri çabadan nefesleri tutuluyor. Varsınlar el-Bakara sûresinin «Elif, Lam, Mim. Bu o kitaptır ki, onda ışüphe yoktur» sözleriyle,başlamasını, Fatiha sûresinde «Bizi doğru yola •eriştir.» [112] sözünde geçen «yol»a işaret olduğunu ileri sürsünler. Sanki onlar, doğru yola kavuşmayı sormuşlar ve bu sorularına karşılık onlara: Ona erişmeyi sorduğunuz yol, kitabın (Kur'an'ın) kendisidir.» denilmiştir. [113] Varsınlar, Fâtır sûresinin «Hamd» ile başlamasını, önceki sûrenin son âyeti olan: «Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim, daha önce kendilerine benzeyenlere de ayni şey yapılmıştı. Çünküonlar şüphe ve endişe içindeydiler.» [114] âyetine münasip olduğunu ileri sürsünler. el-İsra süresinin «tahmid» ile başlaması arasında bir bağ bulunduğunu ve sebebinin de «teşbihin tahmidden üstün oluşu olduğunu» [115]sansınlar. EI-Kevser suresinin, el-Maûn sûresinin karşılığı olduğunu ve bunun için de ondan sonra gelmesinin münasip düştüğünü, çünkü öncekinde münafığın dört hususla: Cimrilikle, namazı terketmekle, namazda riya yapmakla ve zekâtı engellemekle nitelendiğini, cimriliğin karşılığında: «Biz saha kevseri verdik» yani bol hayır verdik. Namazı terketmenin karşılığında «Namaz kıl» yani namaza devam et, emrinin geldiğini, riyanın karşılığında «Rabbına» yani insanlar için değil, «Rabbın İçin» denildiğini ve zekâtı engellemenin karşılığında da «Kurban kes» [116] yani kurban etlerinin dağıtılması istenildiğini söylesinler. Bütün bunlardan sonra el-Ahfeş'in, Kureyş sûresinin el-Fil süresiyle irtibatının «Firavun'ın adamları onu yitik olarak aldılar. Kendileri için bir düşman ve dert olsun diye..» [117] ayeti kabilinden olduğunu, Allah, Firavun'un adamlarının Hz. Musa'yı almalarının neticesi de nasıl başlarına dert kıldıysa fil ehlinin uğradıkları âkibet de Kureyş ehli için emniyet ve selâmet kılmıştır. [118] demesi ne .garip bir zorlanmadır! Âyet ve sûreler arası münasebet hususunda zorlananlar ne kadar zorlanırsa zorlansın, muhakkik rnüfessirlerimiz bu zorlanmadan yüzcevirmek-le en güzelini yapmışlardır. Çeşitli hüküm ve farklı yirmi küsur sene içerisinde inen bu Kur'an sûrelerinin her birinde ayetlerin tam ve mükemmel bir uyum içerisinde olduğuna hem kendileri inanmışlar ve hem de araştırmacıları inandırmışlar, zorlanmalara iltifat etmemişlerdir. Hem âyetler arasında öyle bir uyum var ki, çoğu zaman nuzül sebebine ihtiyaç bile kalmamaktadır. Daha sonra bütün bu Sûreler, - tam bir uyum içerisinde olan ayeileriyle - zamanın boynunu süsleyen ve yüzondört taneden oluşan bir gerdanlık olarak ortaya çıkmışlardır. Kur'an'ı, sanat uyumuna en çok önem veren kitap olarak görürsün. Yine görürsün ki, muhakkik âlimlerimiz bu uyumu yakalamak İçin araştırmacıların en gayretlileridir. Şayet nuzül sebepleri bilinmiyorsa yahut biliniyor da, zapdediimemişse veya zabtedilmiş ama şöhret bulmamışsa âyetler arası bağ ve ilgi daha da güçlendiriliyor. Böylece âyetler, akışları içerisinde daha bir hareketlilik ve aksiyon kazanıyor. Bütün bunlarda,,değeri büyük münasebetin bilinmesiyle çeşitli uyum şekilleri ortaya çıkıyor. Nuzül sebepleri zikredilmediği takdirde - ayetler arası münasebet yolunun dışında ya yerlerini alan başka uyum şekilleri vardır ya da parlak ve canlı tablolar çizilerek onların medlulleri pekiştirilmektedir. Göz Kur'an'ın üç yerinde bu yeni uyum şekillerini görmekte güçlük çekmez. Bu şekillerden biri, nuzül sebeplerini aşıp başka hususları ,da kapsadıkları hususunda âlimler arasında ittifak bulunan âyetlerdir. Diğeri özel bir sebep için inmiş olsalar bile umum bildiren ifadelerle gelen âyetlerdir. Üçüncüsü ise, zaman ve mekânı aşan ve münasebetlerle sebeplerin ötesine uzanan insanî örnekler çizen âyetlerdir. el-Mücadile sûresinin başta raf m da ki zihâr âyetleri, karısına zihar yapan ve onu annesinin sırtı gibi kendisine haram kılan Evs b. es-Sâmit hakkında İnmiştir. Âyetler, zihar yapmanın keffaretinin bîr köleyi azat etme-veya ard arda iki ay oruç tutma yahut altmış fakiri doyurma olduğunu açıklamıştı. Sonra Seleme b. Sahr'm başından da benzer bir olay geçti. Ramazan ayı çıkıncaya kadar karısına zihar yaptı. Durumunu Peygamber (SAV.) e arzedince, Rasulullah Evs hakkında inen âyetlerle ona fetva verdi. Sele-me'nin soruşu, âyetlerin iniş sebebi değildi. Nüzullerine sebeb Evs'İn sorusu idi. Ancak âlimler bu âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olaylar için de geçerli olduklarına dair ittifak etmişlerdir. [119] İfk hadisesinde kazıf haddi. Müminlerin anası Hz. Aişe (R.A.) ya iftira edenler hakkında İndi. [120] Ona iftira edenler de belli idi. Lâkin kazıf haddi onlar için geçerli olduğu gibi başkaları İçin de geçerli oldu. Halbuki onlar kazfın en çirkinini irtikab etmiş müminlerin anasına iftira etmişlerdi. Bir topluluğun anasına iftira eden, hepsine iftira etmiş gibidir. Nihayet âyet mutlak olarak geldi ve «el-Muhsanât: evli kadınlar» lafzı Hz. Aişe'yi de başka evli kadınları da içine aldı: «Evli kadınlara zina isnad edip de sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurunuz.» [121] Âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olayları da kapsadığını söylerken cumhuru ulemâ, sebebin hususiliği yerine lafzın umûmî (mutlak) oluşuna 'dayanmıştır. Mutlak olarak gelen ve belli özel bir sebep üzere inmiş olan Kur'an nassı, sebep olan olaylardaki fertleri kapsadığı gibi, sebep olan olaya karışmamış olanları da kapsar. Çünkü Kur'anın umum ifade eden lafızlarının belli bir şahsa yöneltilmesi makul değildir. İbnu Teymiyye şöyle der: «Âlimler her ne kadar bir sebebe dayalı olarak vârid olan ve umum İfade ederi lafzın, sebebine özgü olup olmadığında ihtilafa düşmüş iseler de, hiç bir kimse: Kur'an ve sünnetin umum ifade eden lafızlarının belli, bir şahsa has olduğunu söylememiştir. Söylenebilecek olan: Onun, o şahsın durumunda olana has olduğu ve benzerlerin hepsini içine aldığıdır. Umum İfade etme sadece lafızda kalmaz. Belli bir sebebi olan âyet şayet emir veya nehiy ise, o şahsı kapsadığı gibi, onun durumunda olan diğer şahıslan da kapsar. [122] Misal olarak İslam'ın Medine'ye girmesiyle başlayan nifak hareketini ele alalım. Tarihi olayların yönlendirilmesinde bunun açık etkisi vardır. Ra-sûlullah'ın hicretinden vefatına kadar çeşitli görüntü ve şekiller olmuştur. Onun için Kur'an'ı Kerim bir çok sûrenin âyetlerinde ona savaş açmalı, hile ve desiseleri üzerinde durmalıydı. Öyleki, isimlerini taşıyan bir sûre bile inmiştir. Özel isimleriyle isimlendirilen bu sûre, ismine uygun olarak onları ele alıp işlemiş ve onlar için en aşağılayıcı bir tablo çizerek, onları ahmaklık ve donuklukla nitelemiş ve duvarlara dayandırılmış kof ve işe yaramaz heykeller olarak tasvif etmiş, dış görünüşlerinin aldatıcılığına ve hoşa giden cüsselerinin muntazamliğına rağmen, her bir hışıltı ve ses duyduğunda yüreği hoplayan farelerden daha ödlek olduklarını belirtmiştir. İşte o mûciz ayetlerden biri, dış görünüşleriyle asıl iç yüzlerini ne güzel tasvir ediyor: «Ey Muhammed; Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider; tıpkı, sıralanmış kof kütük gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar; onlar düşmandır, onlardan çekin; Allah canlarını alsın, nasılda aldatılıp döndürülüyorlar!» [123] Kur'an'ı Kerîmin bu umum İfade eden laftzlarıyla, sadece iniş döneminde yaşayan sonra da ölüp giden Evs ve Hazredi bir gurup münafığı kasdettiğini söylemek akıl kârı mıdır? [124] Şayet o gurubu ilk plânda ele almış ve karakterlerini tam olarak nitelemişse, bu âyetleri ve benzerlerini şümullü ve genel bir ibret, bu sınıftan geçmiş ve kıyamete kadar geleceklere parlak ve ebedî «bir örnek» olmaktan alıkoyan aklî bir engel var mıdır? [125] Buna benzer âyetlerin Evs ve Hazredi münafıklarla birlikte onların durumunda olanları da kapsadığını, bu âyetler her ne kadar Evs ve Hazrecliler hakkında inmişse de benzeri münafıkları da kasdettiğini söyleyen İbnu Abbas, Ebu'İ Âliye, el-Hasen, Katade ve es-Süddî gibi müfessir-lerimizin haklı olmadıklarını söylemek mümkün müdür? [126] Rasulullah'ın dönemindeki ilk İslâmî savaşlarda müslümanların dış düşmana karşı uyanık olmaları gerektiği gibi, iç düşmana karşıda, -hatta buna karşı daha uyanık- olmalıydılar. En-Nisa sûresinde bazı âyetler, müminlerin safında kendilerini onlara benzeten bir topluluğun bulunduğu ve bunların savaş alanında gayretleri kösteklemek ve cesaretleri kırmaktan, müslüman saflar arasında korku ve bozgunluk tohumları ekmekten başka bir fonksiyonları olmadığını dile getirdi. Savaşa her çağırıldıklarında geciken ve sallananlar onlardır. Geride kalan ve savaşın nasıl olacağını gözleyenler onlardır. Netice kopkoyu karanlık mı, yoksa parlak bir aydınlık mı? Allah, samimi mücahitleri imtihan etmek için bela ve sıkıntıya dûçâr etti mi, geride kalıp oturanlar, bu oturuşlarına sevindiler. Onları yenilgi, öldürülme ve yaralanmadan kurtaran bu kaçış nimetine kasıla kasıla ferahlandılar. Allah, mücahitleri düşmanlarına karşı galip getirince, o geride kalanlar hemen pişmanlık duyarlar. Keşke kendileri de savaşa katılmış olsalardı. O zaman onlara da ganimetten pay verilecekti. Bu psikolojik tasvirin şu âyette gözler önüne serildiğini görüyoruz: «Şüphesiz aranızda pek ağır davrananlar vardır; size bir musibet gelirse: «Allah bana iyilikte bulundu, çünkü onlarla beraber bulunmadım» der. Allah'tan size bir nimet erişirse, and olsun ki, sizinle kendi arasında bir dostluk yokmuş gibi: «Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı ka~ zansaydım» der.» [127] Lâkin Kur'an'ı Kerim bu ruhî durumu tasvir için bu veciz iki âyeti seçince, bü âyetler, -Mücahid, Katade ve başka müfessirler aksini iddia etse bile [128]-Peygamber (S.A.V.) zamanında vukubuirnuş belli bir savaştaki imanı zayıf belli bir kaç kişiyi kasdetmemiştir.. Aksine bu iki âyetle o yaratıcı fırçasıyla her zaman ve her yerde tekerrür eden ve her asırda var olan belli insanların belli bir sınıfının parlak bir tablosunu çiziyor. İbnü Cüreyr bu iki âyetin tefsirinde şöyle derken meseleyi kökten kavramıştır: «Bu âyetler, münafığın vasfı ile ilgilidir. Münafık, müslümanları Allah yolunda cihad etmekten oyalar ve aüşmanlar müslümanlardan her adam öldürdüklerinde sevinirler. Ama müslümanlar başarıya ulaşınca da kıskançlık duyguları kabarır. [129] Buna vahyin çeşitli şekillerini kıyaslayabiliriz. Meselâ, Hümeze suresinin itk âyetlerinin karşımıza çıkardığı tabloyu kıyaslayalım. Bu âyetlerde, durmadan insanlara dil uzatan ve alayoi tavırlarla onlara hakaret eden, onlara haklarını vermeyen, şahsiyetlerini küçümseyen ve kendisinin bu dünya hayatındaki değeri, topladığı ve durmadan hesabını yaptığı maldan ibaret olan ve varlıkta herşey son bulduğunda malının kendisini ebedî kılacağını sanan alçak ve kötü bir insanın vasıfları çiziliyor. İşte bu basit ve hakir insan hakkında âyetler şöyle diyor: «Mal toplayarak onu teker teker sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanır.» [130] Bazı müfessirler bu sûrenin çerçevesini daraltarak derler ki: «Bu kişiden maksat ei-Ahnes b. Şerîk'dir.» [131] ez-Zamahşerî, bu âyetin ona has olduğunu söyleyenlere karşı çıkıyor ve görünüşü bütün açıklığıyla şöyle ilân ediyor: «Sebebin özel fakat vaîdin genel olması caizdir. O çirkin işi yapan herkesi içine alır. Lâkin hakkında nassın varid olduğu kimsenin temel hedef olması, onun için daha sakındı-rıcı ve daha aşağılayıcıdır. [132] İmam ez-Zerkeşî «Sebebin Hususiliği ve Lafzın Umumilği» şeklinde bir başlık açınca bunu kasdetmek «Sebeb husûsi ve lafız umûmî olabilir. Tâ ki ibretin umûmî olduğuna uyarı olsun.» [133] demiştir. Sonra da ez-Zamahşerî'nin yukarıya naklettiğimiz «Hüme-ze» sûresinin tefsirinde söylediklerini delil olarak getirir. Her nesilde tekerrür eden ve her çevrede benzerine rastlanan bu beşerî «örnekler» başlangıçta belli şahıslar nüzullerine sebeb olmuş ve âyet-îer başlangıçta onları kastediyordu. Ama Kur'anda öyle beşeri gurubtardan bahsedilir ki, müfessirler bu âyetlerle kimleri tayin etmek için ne kadar gayret etseler de onları tayin edemezler. Çünkü bu âyetler zaman, mekan ve şahıslar üstüdür. Başlangıçta da her hangi bir sebeb ve mukaddime üzere inmemişlerdir. Sanki onlar, insan cinsini biribirine benzer bir bütün olarak yahut bu cinsten biribirine benzeyen özellikler taşıyan fertleri tasvir eden sanat tablolarıdır. Yüce Allah'ın: «İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşlerinde tutumsuz olanlara yaptıkları böylece güzel görünür»[134] âyetinin tevilinde müfessirler hoşlarına gideni söylesinler. Onlardan hiç biri bu eşsiz ve canlı tablodan kastedilen şahsı tayin edemez. Bana göre hiçbir kimse, çağımızın İslamcı mûcid yazarı üstad Seyyid Kutub'un bu âyette tesbit ettiği insan psikolojisine uyumdan daha güzelini, daha mükemmelini ve daha doğrusunu ortaya koyan olmamıştır. O, şöyle diyor: «İnsan, gerçekten de böyledir: Darlığa düşüp hayatından ümidini kesti mi, kendine gelir ve O büyük gücü hatırlar. İşte o zaman O'na sığınır. Ama o darlığı atlatır ve hayat engelleri ortadan kalktı mı, varlığındaki dinamizm harekete geçer ve hayat tutkusu tekrar kabarjr. Hemen onların peşine takılır gider. Sanki daha dün hiç bir şeyle karşılaş-mamışçasına!» [135] İnsan tipleri, insan karakterleri miktannca değişiklik arzeder: iyi olanı vardır, kötü olanı. Yücesi vardır, hakîr olanı. Mü'min olanı vardır, kâfir olanı. Ağır başlısı vardır, aceleci olanı. Düşman olanı vardır, dost olanı. Âlim olanı vardır, cahil olanı. Araştırmacı Kur'an'da bütün bu tiplere rastlar. Şayet burada Kur'an'ın edebî yönünü anlatmayı uygun görseydik, bu insan tiplerini Kur'an'a daldırdığımız fırça ile çizmeye gayret ederdik. Lâkin biz burada nüzul sebeplerini, âlimlerin takip ettiği metodla Kur'an ilimlerinden birini anlatmaya çalışıyoruz. Nüzul sebebi bulunmayan âyetlerin ındi-riliş sebeplerinin, her zaman ve mekanda yaşayan canlıların kendileri olduğunu isbatlamaya gayret ediyoruz. [136] [76] el-Burhan,1/30. [77] el-Burhan,1/29. [78] Bu ibare es-Suyutî'nm olup [eMtkan, 1/55) onu Sahih-i Buharîden nakletmiştir. Buhgrî'nin bu konuda başka bir rivayeti mevcut olup lafız bakımından es-Suyûtî'nin naklettiğinden az farklılıklar gösterir. (Bk. Kitabu'Mefsir, 6/87.) İbnu Kesir de tefsi- rinde (1/60) Ahmed'in Abdullah b. Mesud senediyle yaptığı rivayetle bu hadise işaret eder. [79] el-ltkan, 1/55. [80] el-ltkan, 1/55. [81] el-Buhârî, 6/182. [82] el-ltkan, 1/45. [83] et-Tevbe: 74. [84] el-Mücaclile: 18.19. [85] Alu Imrân: 195. [86] en-NIsâ: 32. [87] el-Ahzâb: 35. [88] Âlu İmrân: 195. [89] el-ltkan. 1/57-58. [90] el-Burhan, 1/25-26. [91] el-Burhan, 1/26. [92] en-Nisâ': 51. [93] Kars. Tefsıru't-Taberî, 5/85. [94] en-Nisâ': 58. [95] Tefsiru'bn-u Kesîr, 1/515. Ayrıca kafş. Tefslru't-Taberî. 5/91-92. [96] Ebu Bekr b. Muhatnmed: Şafiî mezhebinde fakih olup Hafızdır. el-Muzenî'ye talebelik yapmış ve sonra Irak'ta Şafiîlerln imamı oim-jştur. H. 324 yılında vefat etmiştir. (Şezerâtu'z-Zeheb, 2/302). " . [97] el-Burhan, 1/36. [98] el-Bakara: 189. [99] Tefsîru't-Menâr, 2/197. [100] el-Ğâşıye: 17-20. [101] Kars. Fî Zilâli'l-Kur'an, 30/149. [102] et-Burhan, 1/45. . [103] el-Kıyame: 16. [104] el-Kıyame: 14-15. [105] el-Kıyame: 20-21. [106] ez-Zamahşerî'nln bu fevkalade kavrayışındaki üstün edebî zevkini takdir etmemiz, ona karşı bir görevimizdir. Bu âyetlerin tefsirinde o, şöyle diyor: Lâ «Hayır, Hayır!» ifadesi Rasûlûllah (s.a.v.) i acelecilik geleneğinden alıkoyup durdurmaktır. Ağırbaşlılık ve teenniye teşviktir. Allah Teâlâ ardından «Aksine siz çarçabukluğu seversiniz» sözüyle uyarı daha da etkinleştirilmiştir. Sanki şöyle buyuruyor. Aksine siz, ey Âdem oğulları! Acelecilik üzerine yaratılmış ve karakteriniz o şekilde teşekkül ettirilmiş gibi her şeyde acele edersiniz. Onun içindir ki çarçabuk gelip geçen (dünyayı) sever ve âhireti bırakırsınız. (el-Keşşâf, 4/165). [107] el-A'raf: 26. [108] Tefsîru'I-Keşşâf, 1/59; Ayrıca karş. «I-Burhan, 1/49. [109] el-Enfâl: 5. [110] el-Enfâl: 4. [111] Tefsîru'i-Keşsâf, 1/114. [112] el-Fâtiha: 6. [113] Kars. el-Burhan, 1/38. [114] Sebe': 54. [115] el-Burhan, 1/39. [116] el-Burhan, 1/39. [117] Kasas: 8. [118] el-Bürhan, 1/38. [119] Bk, Tefsirubnu Kesîr, 4/318-322. [120] en-Nur: 7-9. [121] en-Nur: 4. [122] el-ltkan, 1/51. [123] el-Munâfikûn: 4. O münafıkları tasvir eden İbnu Kesir'in Tefsirlndekl İfadelerine (4/368) müracaat et: «Cüsseleri muntazam ve fesahat, sahibi kimselerdi. Düzenli konuşabildikleri için dinleyici onlara kulak verir dinlerdi. Allah Teâİâ: «Her çığlığı aleyhlerine sayarlar» buyuruyor. Yani her bir mesele yahut olay veya korkulu birşey olduğunda ödlekliklerinden dolayı kendileri hakkında olduğunu sanırlar.» [124] Kars. Tefsîru'l-Menâr, 1/148-149. [125] Kars. Tefsîru'bnu Kesir, 1/47. . [126] Tefsîrubnu Kesir, 1/43. [127] en-Nisâ: 72-73. [128] Tefsiru't-Taberî, 5/105. [129] Müfessirlerin imamı Taberî de bunu benimsemektedir, 5/105. [130] Hümeze: 1-3. [131] Tefsirubnu Kesîr, 4/548. [132] el-Keşşaf, 4/232. [133] el-Burhan, 1/32. el-Burhan, 1/32. [134] Yûnus: 12. [135] Seyyid Kutub, et-Tasvlru'1-Fennî fî'I-Kur'an; İkinci baskı, s. 178. Okuyucuya bu kitapta «Nemazicu İnsaniyye» konusunu okumalarını tavsiye ediyorum. Arap dili ve Kur'-an'ın belağatiyle ilgili büyük ciltlere ihtiyaç bırakmayacak bir mükemmeliyette. [136] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 103-132. |