๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran İlimleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:09:09



Konu Başlığı: Nüzul sebebleri 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:09:09
 
Nüzul Sebebleri 2

 

Allah her şeye bir kader takdir ettiği gibi herşeye bir sebeb de tayın etmiştir. Her doğan, ancak bazı sebep ve devrelerden sonra hayat nurunu görür. Varlıkta her olay mukaddimelerden sonra vuku bulur. İç ve dış olay­lar ancak zemin hazırlandıktan ve ortam gerçekleştikten sonra meydana gelir. «Aliah'ın yarattıkları arasında uyguladığı yasası budur. O'nun yasa­sında değişme bulamazsın».

Tarih kadar bu yasanın doğruluğuna ve hayat olaylarına uygunluğuna şehadet eden başka birşey yoktur: Derin görüşlü ve doğru neticelere var­mak için titiz davranan hiç bir tarihçi olayların sebeplerini ve onlara etki eden faktörleri görmezlikten gelemez.

Lâkin mukaddimelerden hareketle neticelere varmaya ve    sebepler arasından hakikatleri ortaya çıkarmaya muhtaç olan sadece tarih değildir. Müsbet İlimler de, sosyolojik çalışmalar da ve edebi sanatlar da bu konu-. da tarihe ortaktır. Onlar da sebep ve musebbepleri değerlendirirler. Birta­kım prensip ve kurallara dayanarak neticeye varırlar.

Bu İlimlerden her birinin, eşyanın sebeplerini araştırmaya ne derece muhtaç olduğunu ortaya koyma hususunda bilgi yolları arasında karşılaş­tırma yapacak değiliz. Burada bizi ilgilendiren, onlardan, bu dini araştırma­mıza daha sıkı ilişkisi ve benzerliği bulunanıdır. Araştırmamızla daha çok ilişkisi olan ve ona daha çok benzeyeni okunup duyulan ya da okunup gö­rülen edebi sanattır. Bu alanda herhangi bir parçayı doğru bir şekilde an­lamak ve sağlıklı bir şekilde onun zevkine varmak sanatkârı böyle düşün­meye sevkeden psikolojik ve içtimai şartları öğrenip bu hususta perdeyi aralamakla mümkündün Ancak bu mukaddimeden sonra seçtiği kelimeler­le anlatmak istedikleri mefhumlar bizim için anlam kazanır.

Edebiyat araştırmacısı kelime haznesi ve Arap dilinden pek çok şiir ezberlemiş olmakla övünebilir. Edebi çalışmalara yakın olmak ve belagat sahibi kimselerin üslûplarından zevk almakla iftihar edebilir. Ama nihayet üstün şiirden kendisine bir kaside arzedilir ve bu kasidenin demek istedi­ği ortam kendisine sorulur. Birden gevelemeye başlar. Tereddüd eder. Tö­kezlenip düşer. Çünkü kasidenin medih olduğunu sanır, ama o kaside me-dih değildir, hicviyedir. Yahut gazel olduğunu sanır ama gazel değil şikâ­yetnamedir. Veya barışa davet ettiğini sanır ama savaşa teşviktir. Ya da savaş kahramaniığıyia ilgili bir işaret vardır. Ama beyitleri barışı müjdele­mektedir.Meselâ şiirden zevk alan araştırmacı, Sa'd b. Malik'in   şu   sözlerini okur.

Şiirde geçen kelimelere hemen yakınlık duyar. Hepsi kolay ve anlaşı­lır durumda. Lugata bakmaya bile ihtiyaç duymaz. Neredeyse alelacele be­yitleri açıklamaya girişecek. Ama başlarken bir kelime dikkatini çekecek « J«*ljl » kelimesi! Fail olmak üzere merfu yahut meful olmak üzere mensup olabileceği kanaatına varır. Topluluklar mı savaştan vazgeçmiş. ve savaş alanından uzak durarak selameti ona tercih etmişler? Yoksa sa­vaş mı toplulukları oturmaya ve safdışı kalmaya zorlayıp, onları zelil kılmış, nihayet düşmana teslim olmuş ve elleri kolları bağlanıp ister istemez din­lenmeye mahkûm olmuşlardır? O halde şiirin matlaında savaş ateşi kızış­tırılıyor ve savaşa katılmayıp oturanlar hicvediliyor? Ne kötü bir savaş! Yazıklar olsun o savaşa katılmayanlara?. Yoksa, onur kıran ve büyükleri zelil kılan savaş mı yeriliyor? Ne kötüdür o! Ya o ateşi, ne çirkindir! Nö yakıcıdır! O savaşın barışa dönüşmesi ne büyük bir isabettir!

Sa'd b. Malik'in bu şiiri söylediği şartlar bilindiğinde araştırmacının kararsızlığı uzun sürmez. Gelen rivayet ve haberler arasında Sa'dın «bura­da, savaştan uzak kalmayı ve ona yanaşmamayı tercih etmekle bilinen et-Haris b. Ubad'i hedef aldığını» [33] görecektir. Sanki burada şair savaşı kışkırtıyor ki savaş erlerinden hiçbiri zillet ve alçaklığı tercih etmesin.

Kasidenin düzenlendiği ortam, onu doğru bir şekilde anlamaya yar­dımcı oluyor, kasideden zevk almayı kolaylaştırıyor ve edebi açıklaması ile omuz omuza yürüyorsa, âyetin İnişine sebep olayların bilinmesi elbette onun daha doğru anlaşılmasını kolaylaştıracak ve en uygun te'vil ve tefsi­rinin yapılmasına yardımcı olacaktır.

Burada tefsir konusunda değeri çok yüce bir meseleyle karşı karşıya-yız. Müfessirlerin görüşleri bütün düğümleri çözmüş, bütün şüpheleri izale etmiş ve her icmali tefsil etmiş değildir.

Kur'anda, dil ve onun kural ve âdabından öte birşeyle karşı karşıyayız, Kur'anda, ifade gölgeleri ayetlerdeki kelimelerin ilhamları kıssa ve tablola­rında çeşitli tasvir şekilleri efbetteki canlı olaylara, konuşan vakıalara ve müşahhas tablolara sıkı sıkıya bağlıdır. Sanki bu olayların kahramanları

hayat sahnesinde gîdip-gelîyorlar. Donuk luğavi şerhler ve kuru belagat İstilahlan olayların kesin haberlerini nereden ortaya koyabilir, olayların gizli sırlarının perdesini nasıl aralayabilirler? Onlar, olayların o tatlı seda­larım bile kulaklarda çınlatmaktan âcizdir.

Nihayet Kur'anda tarihin kendisinin de ötesinde bir durumla karşı kar-şıyayız. Tarihî sebeb-i nuzül üzerinde durursak, herşeyin sonuna varmış olmayız. Çünkü tarih ne büyük bir yalancıdır! Tarihçiler onun diliyle ne bü­yük yalanlar söylerler! Tarihte ne gedikler ve doldurulması gerken açıklar vardır! Ama dinî bakış açısı yönünden nuzûl sebeplerine gelince, ancak onun sayesinde vakıanın kendisini; en azından suretini görürüz. İnsanın kendisini görürüz, gölgesini değil. Hakkı müşahade ederiz, yankısını değil. O halde muhakkik âlimler, nuzûl sebeblerini bilmeyen bir kimsenin Kur'a-nın tefsirine cüret etmesini haram saymışlarsa [34] bunun şaşılacak bir tarafı yoktur. El-Vahidi [35] «Bir âyetin tefsiri, o âyetin kıssası ve iniş se­bebi bilinmeden yapılamaz» [36] Deyince mübalağa etmiş sayılır mı?

Nuzûl sebebinin âyetin «kıssası» şeklinde ifade edilmesi ince bir zevke işaret etmektedir. Yüce dinî gayenin yanında bir de sanat gayesini ihsas ettirir gibidir: Nuzûl sebebi, gerçek hayattan vuku bulmuş bir hikâyedir. Olayın geçtiği yeriyle, zamanıyia, çıkmazları ve çözümleriyle, şahısları ve olaylarıyla gerçek bir kıssa... Onun sayesinde Kur'an âyetleri her zaman ve mekânda büyük bir şevk ve istekle okunur. Benzerleri olan kimselerin ve geçmişlerinin başlarından geçen olayları ard arda arzetmekle okuyucu­ların üzerindeki uyuşukluğu birden söküp atar. Sanki bu olaylar kendi baş­larından geçmiştir. Çünkü Allah'ın âyetlerini okudukları zaman sanki ken­di hikâyelerini yahut gök mûsikîsine coştukları zaman sanki kendi başla­rından geçmiş kıssaları okuyorlar!

Onun içindir ki insanların nüzul sebeplerini bilmemeleri çoğu zaman onları şüphe ve mübhem durumlara düşürmekte, âyetleri olduklarından başka manalara çekmelerine sebep olmakta ve Allah'ın âyetleri indirdiği ilâhi hikmetleri tesbit edememekteler. Nitekim Mervan b. Hakem, Yüce Allah'ın: «Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananla­rın, sakın sakın onların azabtan kurtulacaklarını sanma; elem verici azap onlaradır.» [37] Âyetini okuduğu zaman, bu ayetin iniş sebebini bilmediği için azabın müminlere olacağı vehmine kapılmış ve kapıcısına: Ya Rafi' İb-

nu Abbasa git ve, kendisine verilenden dolayı her sevinen ve yaptığından dolayı övülmeyi seven kimse azapiandırılacaksa, kesinlikle hepimizin azap-landırılacağım söyle, demiştir. Bunun üzerine İbnu Abbas şöyle demiştir: Si­zin bu âyetle ne ilişkiniz var! Peygamber (S.A.V.) Yahudileri çağırmış ve onlara bildikleri bir şeyi sormuştu. Onlarsa bildiklerini gizlemiş ve O'na başka şeyler söylemişlerdi. Böylece, kendilerinden sorduğunu yanlış ce­vaplandırdıkları halde O'na iyilik yaptıklarını göstermeye gayret etmiş ve o gizlediklerinden dolayı kazandıklarına sevinmişlerdi. İbnu Abbas daha son­ra Yüce Allah'ın; «Allah kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksı­nız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı» âyetini «yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla öğünen» e kadar okumuştur. [38] Ancak nüzul sebebi bilindiği zaman buradaki mübhemlik ortadan kalkacaktır.

Şayet nüzul sebebinin açıklaması olmasaydı insanlar, yüce Allah'ın el-Maide süresindeki «inananlara ve yararlı iş işleyenlere, daha (önceleri) tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur» [39] âyetinin zahirine bakıp günümüzde alkollü içki içmeye devam edeceklerdir. Rivayet edilir ki: Osman b. Maz'un ve Amr b. Malikerb bu âyetin nüzul sebebini bilmedik­leri için hamnn -alkollü içkinin- mubah olduğunu, söylüyorlardı. Nitekim el-Hasan ve başkalarının da belirttiği gibi içkinin haram kılındığı bildiril­diği zaman, sahabe: «Şimdi ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak, içki midelerinde olduğu halde öldüler? Oysa Allah onun pislik olduğunu söylü­yor.» dediler. Bunun üzerine şu âyet inmiştir: «İnananlara ve yararlı iş iş­leyenlere (önceleri) tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur.» [40]

Şayet nüzul sebeblerinin yol göstericiliği olmasaydı, insanlar Yüce Al­lah'ın, Doğu da batı da Allah'ındır, nereye dönerseniz Allah'ın yönü ora­sıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir.» [41]sözünden ilk ak­la gelenle amel eder ve namazda diledikleri yöne yönelirlerdi. Lâkin nüzul sebebini bilen şu neticeyi çıkarır ki, müminlerden bir gurup zifiri karanlık bir gecede namaz kılmış ve kıblenin hangi tarafta olduğunu kestirememiş-lerdir. Onun için her biri içtihadına uyrfrak durduğu yöne namazını kılmış tır:» [42] Allah onlardan hiç birinin amelini boşa çıkarmamış, ve kâbe'ye yö-nelmemş olsa bile sevabını vermiştir. Çünkü o zifiri karanlıkta kıblenin han-, gi tarafta olduğunu bilme imkânına sahip değildiler.

Konumuz özel nüzul sebebleri bulunan âyetler olduğundan daha çok geçmiş milletlerin peygamberiyle olan olaylarını konu edinen, yahut bazıgeçmiş vakıaları vasfeden veya gaybî gelecek haberleri anlatan ya da kı­yametin kopmasını, kıyamet sahnelerini veya cennet ve cehennem ahvali­ni anlatan âyetlerde olduğu gibi bir soru veya olaya mebni olmadan inen âyetler üzerinde durmuyoruz. Bu gibi âyetler pek çoktur. Allah onları, dos­doğru yola kavuşturmak için indirmiş ve bir soruya cevap yahut bir olaya mebni olarak inmemiş bulunan bu âyetleri Kur'ânî sibak ve siyak içerisin­de yerli yerine yerleştirmiştir. Es-Suyûtî şöyle demektedir: «Bir olayın nü­zul sebebi olabilmesi için, o olayın âyetin indiği günlerde vukuu bulmuş olması gerekir. Böylece el-yahidî'nin, Habeşistanlıların Mekkeye saidınla-rını el-FÎI sûresinin nüzul sebebi olarak göstermesi doğru değildir. Bunun nüzul sebebiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Aksine bu, Hz. Nuh'un kıssası, Âd ve Semûd ile Kabe'nin bina edilmesi v,e benzeri kıssalarda ol­duğu gibi geçmiş vak'aları haber vermekten ibarettir. El-Vahİdi'nin «Allah, İbrahim'i dost edindi» âyetinde Hz. İbrahim'i dost edinmesini nüzul sebebi olarak anlatması da bu kabildendir. Bunun da, nüzul sebebiyle bir ilişkisi yoktur. [43]O halde konumuz: «Kendisi sebebiyle, onu içererek yahut ona cevap olarak veya hükmüne mebnî olarak âyet veya âyetlerin indiği şeyi» tanı­makla ilgilidir. «Nüzul sebebi» olarak ifade ettiğimiz, işte budur.

Nüzul sebebi için yaptığımız bu tarif, Kur'an âyetlerinin iki kısma ayrıl­masını gerektirir: Nüzul sebebiyle ilişkisi olan âyetler ve ilişkisi olmayan âyetler. Onun için Hz. Ali, İbnu mesud ve başka âlim sahabeden nakle­dilen: «Hiç bir âyet inmemiştir ki onlar, ne hususta, kimin hakkında ve ne­rede indiğini bilmesinler» [44] sözünün harfi manasıyla alınmaması gere­kir. Onlardan biri bu hususta yemin etmiş olsa bile [45] Onlar, bu sözleriy­le ya-Arabiarın mübalağa sanatına uyarak- Kur'an-ı Kerim'e gösterdikleri ilgiyi ve onunla İlgili olan herşeyi takip ettiklerini ifade etmek istemişlerdir, ya da Rasulüliah (sav) zamanında duyduklarına ve şahit olduklarına hüsn-i zan besleyip bildiklerini halka aktarma ve ölümleriyle bu bildiklerini bera­ber götürmeme arzularından böyle konuşmuşlardır. Her ne kadar aklen, inen her âyetin nuzûl sebebini bizzat tesbit etmemiş oldukları muhtemel ise de, başka sahabiden onu duymuş olabilirler ve başkası vasıtasıyla onu öğrenmiş olsalar bile, kendilerini, kendi kulaklarıyle duymuş gibi kabul ede­bilirler. Yahut raviler nakilde mübalağa ederek söylemediklerini de onlara nisbet etmişlerdir. Aslında bu ifadelerde bir nevi övünme vardır kî bunu, onların söylemiş olduğunu kabul etmek zordur. Onlar ki, her alanda te-vazularıyla ve din hususunda fetva vermekten sakınmada ortaya koyduk­ları üstün edebleriyle darb-i mesei olmuşlardır.

Ayrıca biliyoruz ki, sahabe Kur'an'ı öğrenmeye büyük önem veri­yor, onu göğüslerinde ve satırlarda toplamakla meşgul oluyorlardı. Kur'-an'Ia meşguliyetleri vakitlerinin büyük bir kısmını kapsıyor ve duy­gularının tamamına hakim oluyordu. Vahiy, bir olay veya olaylar­dan sonra her an için bir veya bir kaç ayet getiriyordu. Yahut en azından her an için gelmesi ihtimal dahilindeydi. O halde sahabenin, her inen ayetin nuzül sebebini tesbit edecek vakti nasıl oluyordu.? Ayetlerin indiği zaman ve mekanda her zaman için nasıl hazır bulunuyorlardı. Şayet bazıları her duyduğunu ezberleme yahut onu yazarak tesbit etme yönüne gitmiş olsa bile, acaba nüzul sebebi olarak ezberlediği ve bildiğinin alın­ması mecburiyeti var mıdır? [46]

Sağlıklı manttk, her birinin, bizzat kendisinin duyma imkânına kavuş­tuğu âyetler hakkında kesin bir bilgi ile konuştuğuna hükmeder. Lâkin biz­zat kendisinin, bazı sebepleri bilmediğini de uzak görmediğimiz gibi Kur'an-la ilgili çalışmalarda bulunan âlimlerin bu sebeplerden birçoğunu bilmemiş olacaklarını da uzak görmüyoruz. Zaman geçtikçe de temel ve saf kaynak­tan uzaklaştıkları için bu konuda bilgisizlikleri artmaya devam etmiştir. Onun içindir ki selef-i salih âlimleri, nüzul sebebleriyle ilgili rivayetlere şid­detle bağlıydı.

İşte, ibnu Sîrin, [47] şöyle demektedir: Ubeyde'ye Kur'andan bir âyeti sordum. «Allahtan kork ve doğru söyle: Kur'an'in hangi hususlarda indiril­diğini bilenler göçüp gitti» karşılığını verdi [48] Lâkin bu korku onları, bu gibi konularda sahabeden gelen haberleri kabuletmekten alıkoymadı. Bu hususta delilleri de tartışma kabul etmez. Onlara göre «Sahabe sözüne karşı görüş ileri sürmenin ve içtihadın yeri yoktur. Aksine onun dayanağı nakil ve sema'dır. Sahabinîn onu Peygamber (S.A.V.) den duymuş olabi­leceğine hamledilir. Çünkü kendiliğinden söylemiş olması cidden uzak bir ihtimaldir.» [49]

Bu hususta tabii'nin sözü sahih rivayetten sayılmaz. Ama bu söz, sa­habeden rivayetleri sabit olan İkrime, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ata, Ha-san-ı Basrî, Said b. el-Müseyyeb ve ed-Dahhak gibi tefsir imamlarından birinin rivayet ettiği başka mursel bir rivayetle destekleniyorsa, durum de­ğişir. [50]

Kur'an'ın Indlrlllşi zamanında yaşayan sahabinin ve sahabiden direkt olarak rivayet eden tabiinin haberlerini kabul etmekle, anlaşılıyor ki, riva­yetin sahih olmasının şart koşulmasından gaye, olayın bizzat müşahede edilmiş olması veya olayın yahut Kur'an'dan birşeyin indirilmesine sebep olan sorunun duyulması hususlarının kesinlik kazanmasıdır.

Belkide bu kesinliktir ki, bütün âlimlerin, nuzül Sebebini bilme yolunu sadece sahih rivayete hasretmelerine ve bu gibi bir konuda ictihad ve görüş ileri sürmeyi kesinlikle reddetmelerine sebep olmuştur. ei-Vahidi şu sözüyle buna işaret etmektedir: «Kur'anın nuzül sebebi ancak rivayet ve tenzil dönemine şahid olan ve bu hususa büyük önem veren kimselerden duyma ile tesbit edilir. Bunun dışında nüzul sebepleriyle ilgili söz söyle­mek caiz olmaz» [51] el-Vahidi daha sonra selef-i şalinin, bilmeden ve bîr-şeye dayanmadan Kur'an'a karşı yalan söylemiş olma korkusuyla nuzui sebepleri hakkında söz söylemekten sakınmalarını tasvir eder ve sözü bu sebeplerle ilgili rivayetleri ciddiye almayan cağının âlimlerine getirerek on­ları kınar. Sanki onlar Allanın, kendisine karşı iftira edenlere vadettiği aza­ba cridınş etmiyorlardır. Üzülerek derki: «Günümüzde herkes kendiliğinden bir şey uyduruyor, yalan ve iftira ediyor. Yularını cehalete teslim ediyor. Hem de âyetin sebebini bilmeyene vadedilen cezayı hiç düşünmeden.» [52]

Dinde bilmeden konuşan ve apaçık iftiraya dalanlar zümresinden ol­mamak için itiraf ediyor- ve çağımızın âlimlerini de - itirafa davet ediyo­ruz ki, hepimiz, bizi Kur'an'ın nüzul sebeplerine ulaştıran sahih rivayetle­ri araştırma hususunda ne kadar gayret etsek, sorulardan veya sebepler­den sonra inen âyetlerin tamamını ihata edemeyiz, Bu, bu alanda vârid olan rivayetleri dikkatli bir eleştiriden geçirdikten sonra ince ve ştırnutSu malumat ihtiva eden pek çok eser telif etmemizi gerektiriyor.

Nuzü! sebepleriyle ilgili geçmiş müelliflerin kendi eserleri şiddetli eleş­tirilere tabi tutulmuştur. Oysa bu müellifler üstün bir vera' ve güvenilir ilmt hassasiyetle şöhret bulmuş kimselerdir. Onun için bu gün söyliyecekleri-miz daha şiddetli eleştirilere tabi tutulacaktır. Daha acı bir şekilde sorgu­ya tabi tutulacağız!

Meselâ es-Suyütİ -bu ilimde müstakil eser verenleri zikrettikten ve -el-Vahidinin kitabını eksik olmakla tenkid ettikten sonra [53]el-Ca'berî'nin [54] bu kitabı ihtisarını ve «bir ilâve yapmaksızın senedlerini hazfetmesini» eleştirir. Es-Suyuti daha sonra Şeyhül-İslâm Ebu'l-Fazl b. Hacer'in [55] nu-zül sebepleriyle ilgili bir eser yazdığını ancak «Kitabı temize çekme imkâ­nını bulmadan vefat ettiğini, kitabın müsvedde halinde kaldığını» ve bu müsveddeyi tam olarak inceleyemediğîni haber verir. Es-Suyuti'riin ifadesi, müsveddenin bir kısmını yahut tamamını okuduğuna işaret etmekle birlikte bu eseri beğendiğine dair hiçbir işareti bulunmamaktadır. Aksine, kendi eserini terazinin bir kefesine, kendisinden önceki müelliflerin eserlerini bir kefeye koyduğuna ve kendi eserini «Şümullü ve lüzumsuzluklardan ayıklan­mış ve bu konuda eşsizlikle» nitelediğine göre İbnu Hacer'in eserini de eleş­tirme eğiliminde olduğu anlaşılmaktadır. es-Suyûti'nin sözkonusu eseri: «Lubâbu'n-Nükül fi Eshabi'n- Nuzübdir. [56] Bizce es-Suyuti'nin kitabıyla övünmesinin büyük bir değeri olmayabi­lir. Son asırlarda deriemeci bu tip alimlerin çeşitli eserlerinde bu-tür şata­fatlı öğünme namelerine alıştık. Bu tatsız nağmeyi özellikle es-Suyuti'nin eserlerinde görmeyi garipsemez hale geldik. Allah rahmet etsin ve günah­larını bağışlasın. Lâkin burada bizi ilgilendiren bu övünmenin iş'ar ettiği eski kitaplarda gerçekten mevcut olan eksikliktir. Şayet o eserlerin mü­kemmelliğine gölge düşüren eksiklik olmasaydı, es-Suyuti ve başka âlim­ler onları zayıflık ve eksiklikle niteleme cesaretinde bulunamazlardı...Keşke bu eserlerde zayıf taraf sadece eksik olmaları olaydı. Ne yazık ki bu eserler tarihi hatalar, mantıki mugalatalar, acayip mübalağalar ve garip nevadirle de doludur!

Meselâ el-Vahidî, Aüah TeâlÖ'nın: «Allah'ın mescidlerinde O'nun ismi­nin anılmasını yasak eden ve yıkılmalarına çalışan kimseden daha zalim kim vardır? Onların oralara korkmadan girememeleri gerekir. Dünyada re­zillik onlaradır, âhireîte de büyük azap da onlaradır,» [57] âyetini okur ve bundan, mabedleri küçük gören, dini ibadetlere engel olanlarla, mukadde­sata saldıran ve mescidlerin yıkılmasına çalışanlara genel olarak azap va-dediidiği neticesini çıkarmaz. Aksine fahiş bir tarihi hataya düşer. Ayrıca bu düştüğü hata sadece kendisini ilgilendirseydi durum yine basitti. Lâkin bu hatayı Allah'ın kitabındaki bir nassa hamleden Oysa ne kendisinin ve ne de başkasının, hatasını Kur'an'a yüklemeye hakkı vardın Ne gariptir ki ei-Vahidi, bu ayetin, Bâbil'li Buhtunasr hakkında indiğini Buhtunasr ve et-baının yahudilere saldırarak Beytu'l-Makdis'i yıktıklarını, Bizanslı hiristiyan-lann da onlara yardımcı olduklarını söyleyen Katade'nin görüşünü naklet­mekten çekinmez. [58] Beytu'l Makdis'in yıktırılmasında hiristiyaniarın Buhtunasr'la elbirliği yaptıklarını zikreden Halbuki Buhtunasr'in bu olayı Hz. İsa'nın doğumundan 633 sene önce olmuştun [59]İki husustan dolayı e!-Vahidi'nin bu hatası affedilir: Birincisi: O, tarih­çiler arasında sayılmaz, ikincisi: El-Vahidi Katade'nin görüşünü benimsedi­ğini söylememiş ve her ne kadar konuyla ilgili olarak ondan sonra bir tef­sir zikretmişse de Katade'nin görüşünü, onda bir sakınca yokmuş gibi bir yorum yapmadan zikretmekle yetinmiştir. Her iki durum da muhtemel ola­bilin Birinci te'vil, ei-Kelbi kanalıyla gelen İbnu Abbas'in sözüdür: «Âyet, /Romalı Titus ve hiristiyan etbaı hakkında inmiştir. Çünkü onlar İsrailoğulla-nna saldırmışlar, savaşçılarını öldürmüş, çoluk çocuklarını esir almış, Tev-ıratı yakmış ve Beytu'l-Makdis'i tahrip edip içine leş atmışlardır.» Tarihçile­rin nazarında bu tevilde bir engel yoktur. Çünkü Titüs'un Beytul-Makdis'e girişi ve orayı yıkması, Hz. İsa'dan yetmiş yıl sonra olmuştur. Son tefsir yi­ne İbnu Abbas'ın sözüdür. Lâkin bu rivayet Ata, [60] kanalıyla gelmiştir. Buna göre: «Mekke müşrikleri hakkında inmiştir. Onların, müslümanları; Mescid'i Haram'da Allah Teâiayi anmaktan alıkoymaları Sözkonusu edil­mektedir.» İbnu Abbas bununla Hudeybiye umresi olayına, işaret etmekte­dir. Belki de bu te'vil ilk bakışta Kur'anî ve tarihî akışa daha yakın görün­mektedir. Yahut en azından Titüs olayından daha çok ihtimal dahilindedir. Çünkü Titüs olayının üzerinden uzun müddet geçmiştir. Âyetin bu olay ile bir münasebeti yoktur. Lâkin el-Vahidi bu te'vile karşı çıkar ve Arap müş­riklerin cahitiyet döneminde Mescid'i Haram'ı tamir ettiklerini ve onu şeref

ve övünç kaynağı olarak kabul ettiklerini onu, asla yıkmaya kalkışmadık­larını söyler. Âyet sadece bir yönden onları ilgilendirir ki o da: Hudeybiye yılı Peygamber ve ashabının Mekkeye girmelerine enjjel olmalarıdır. [61]

Hatta el-Vahidi'nin -tarihi olayları bilmeyişinden dolayı- içine düştüğü fahiş hata, Yahudilerin «İkinci Buhtunasr» diye isimlendirdikleri Romalı Adrtnal'a hamlederek mazur görülebilirler. Çünkü Adrinal Hz. İsa'dan yüzo-tuz yıl sonra gelmiş ve Orşelim harabeleri üzerine bir şehir kurarak bu şeh­ri süslemiş, hamamlar inşa etmiştir. Süleyman heykelinin harabeleri üze­rinde bir heykel dikmiştir. Yahudilerin şehre girmelerini yasaklamıştır. Şeh­re girmenin cezası, ölüm idi. [62] El-Vahidi'nin bu kusurunu görmemezlik-ten gelsek bile müfessir ve tarihçi İbnu Gerir için ne mazeret bulacağız. O. el-Vahidi'nin yaptığı gibi Buhtunasr hadisesini zikretmekle yetinmez, âde­ti olduğu üzere kaviller arasından bir seçim yapar ve Buhtunasr olayını tercih ederek şöyle der: «Âyetin tevili ile ilgili naklettiğim tevillerin en uy­gunu, Allah Teâiâ'nın, «Allah'ın mescidlerinde isminin anılmasına engel olandan daha zalim kim vardır» sözüyle hiristiyanları kasdettiğidir. Çünkü Beytü'l Makdisi yıkanlar ve Buhtunasr'a yardım ederek İsrailoğulları mümin­lerinin, Buhtunnasr'in ayrılışından sonra Beytu'l Makdis'te namaz kılmala­rını engelleyenler onlardır.»?! [63] Güvenilir bir tarihçi ve hafız olan İbnu Cerîr'e ne oldu da bu görüşü tercih ediyor? İlmi ölçüler içerisinde düşün­düğümüz zaman onun gibi bir tarihçinin sözünü «İkinci Buhtunasr»a ham­lederek onu savunabilir miyiz? yoksa büyük âlimlerin ve en güvenilir ha­fızların tarihi hatalara düştüklerini mi kabul edeceğiz?Nuzül sebepleri arasına sokulmaya çalışılan ve Kur'an'ın söylemediği­ni ona söyleten benzeri tarihi hataları sıralayıp dökecek olursak konuyu çok uzatmış olacağız. Ancak bu hataların ardında gizli duran sırra parmak basmak için bunu fırsat biliyor ve bu hataların, âlimlerin çoğunun, her âye­tin nuzül sebebinin bulunduğunu sanmalarından ileri geldiği soyuyoruz. On­lara göre, sebep ve neticeleri kendileriyle birlikte tarihe gömülen geçmiş milletlerle ilgili vak'alann bile nuzül sebebi aranacaksa, bunun ister mü­minlerden, ister müşriklerden ve ister kendilerine kitap verilenlerden olsun Rasulüliah (S.A.V.) in zamanında yaşayanlar arasından seçilmesi daha uy­gun olacaktır.Sözkonusu ettiğimiz âyetin nuzül sebebinin Buhtunasr yahut Titus'-un Beytu'i-Makdis'e girişi olduğu söyleneceği yerde Kur'an'ın bu âyettenönceki akışı derin bir incelemeye tabi tutulduğunda bunun genel olarak kitap ehli ve benzerlerine yapılmış bir hitap olduğuğu görülecektir. Netice olarak mabedlerin kudsiyetine el uzatanların hepsi bu hitabın muhatabıdır.İster böyle bir olay kendi dönemier/ncle vuku bulmamı? vlm yolM ger­çekten o ana kadar vukubulmamış olsun ister gelecekte vukubulsun far-ketmez. Âyette böyle bir hitabın bulunması» şahısların, yer ve zamanın ta­yin edilmesini gerektirmez. Âyet, hangi zaman ve mekânda olursa olsun mabedleri yıkmaya teşebbüs eden herkese şiddetli bir ikazdır.Tevilde böyle bir metodun tercih edilmesi müfessiri nuzül sebepleri konusunda çıkmazlara girmekten kurtaracak ve Kur'an'da bazı sûre ve âyetlerin belli bir sebebe mebni olmadan indiklerini kabul ettirecektir. Man­tığın kendisi de her sûre ve âyetin başlangıçta bir sebebinin bulunmasını gerekli kılmaz. Yahut hakiki bir sebep olarak sayılamayacak genel bir se-beb söz konusu olabilir. Kur'an'ın muhtelif yerlerde çeşitli yönleriyle anla­tılan Hz. Musa'nın kıssasında olduğu gibi... Nitekim bu kıssa başlangıçta bir sebebe mebni olarak inmemiştir. Ama mutlaka ona bir sebep bulmak gerekiyorsa, çeşitli yerlerde sözkonusu edilen bu kıssanın hepsinin sebebi, genel bir sebebe dayanmaktadır ki o da, Peygamber (s.a.v.J in teselli edil­mesi ve katı kalbli azgın kavminden karşılaştığı sıkıntılar içerisinde kalbi­nin güçlendirilmesidir. Evet Hz. Musanın kıssasını tasvir eden âyetler, -Hz. Musa zamanında inmediklerinden- Hz. Muhammed'in teselli edilmesi için inmişlerdir, denilir. Çünkü inişleri Hz. Muhammed zamanında olmuştur. Onlar için, sebeb olarak Hz. Musa ve kavmi gösterilemez. Çünkü o kıssa tarihe gömüldükten ve üzerinden asırlar ve nesiller geçtikten sonra bu âyetler İnmiştir.

O halde Hz. Yusuf kıssasının, sahabenin: Rasûlüllahtan bir kıssa an­latmasını istemeleri üzerin© İndiğine itiraz etmenin anlamı yoktur. Bu istek üzerine Allah Teâlâ: «Elif, Lam, Râ, Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab'ın ayetleridir.» ve «Sana en güzel kıssaları anlatıyoruz» diye başlayan kıssa­yı indirmiştir. [64] Çünkü sûrenin yalnız ilk âyetlerinin değil, tamamının so­ru soran sahabeyi ilgilendirdiği apaçıktır. Kendileri için öğüt ve ibretler İh­tiva eden Kur'anî kıssalara susamışlar ve Rasülüllah (S.A.V.) e kıssaların en güzelini dinleme orzusunda olduklarını belirtmişlerdir [65] Bunda ga-ripsenecek bir durumda yoktur. Yine Yahudilerin Zülkarneyn'i sormaları da

yadırganmaz. Nitekim Katade şöyle diyor: «Yahudiler Peygamber (SAV.) den Züikarneyn'i sordular. Bunun üzerine Allah Teâla şu âyeti indirdi: «Sa­na Zülkarney'ni sorarlar, onu size anlatacağım de.» [66]

Onun için başlangıçta bir sebebe mebni olmadan inen kısmı açıkla­yan ifademizde kati davranmadık. Bu kısmın, geçmiş vö.k'alarla ilgili âyet­lerin ne hepsini, hatta çoğunu ve Kur'an kıssalarının hepsini hatta ekseri­yetini ve ne de kıyamet sahnelerinin; oennet ve cehennem tasvirlerinin ta­mamını veya büyük bir kısmım ihtiva ettiğini söyledik. Bu konularda inen bazı âyetlerin sebeblerinin bulunmasına mani yoktur. Lâkin gerek ferdi ve gerek içtimai konularla ilgili hukuki meseleleri anlatan âyetlerle bu gibi konulardan bahseden âyetler arasında bir karşılaştırma yaptığımız zaman bu âyetlerin diğer âyetlere nazaran nuzûi sebeplerine daha az muhtaç ol­dukları gözden kaçmamaktadır. Okuyucunun gözüne ibadet ahkamı, muamelat, helâl ve haram, cihad, şahsi haller, medeni hukuk ya da devlet­ler arası antlaşmalarla ilgili bir âyet iliştiğinde hemen onun nüzul sebebini düşünme ihtiyacını duyar. Çünkü ancak nuzül sebebini bulduğu zaman bu âyetlere açık ve tam anlaşılır bir mana verebilir.

Kasden yapılmayan fakat müfessirlerin geçmiş olayları nuzül sebep­leri arasına sokma mübalağalarından kaynaklanan bu hataları görmemez-likten gelsek, sebeplerle ilgili rivayetler hususunda da başka birtakım engel­lerle karşılaşıyoruz. Her zaman sahih rivayetin ibaresinde nuzül sebebi ol­duğunu açıklayan sarih bir ifade bulunmayabilir. Aksine bazen bu ifada açık, bazen de sebeb olma ihtimali olabileceği gibi olmaya da bilir. Şayet râvi, sebep lafzıyla bunu açıkça ifade ediyor vediyorsa yahut olay nakledildikten ya da Rasûlullah (SAV.) e müteveccih bir sual sorulduktan sonra «nûzül» maddesinin başında takip ifade eden

bir «fe» bulunup denili­yorsa bu sebep hususunda apaçık bir nasstır. Ama ifadesiyle yetiniliyorsa bu ifade sebep ifade edebileceği gibi âyetin ihtiva ettiği hüküm de belirtilmek isteniyor olabilir. ez-Zerkeşi, «el-Burhan» da şöyle demektedir: «Sahabe ve tabiînin âdetlerindendir.    Onlardan    biri:dediği zaman bununla o âyetin o hükmü ihtiva etti­ğini kasteder, o hususun âyetin nuzûl sebebi olduğunu değil. Hadisçiler-den bir gurup ise, İbnu Ömerin âveti nQkkındaki sö­zünde olduğu gibi bunu müsned merfu kabul ederler. Ancak imam Ahmed, Müslim ve başkaları bunu müsnedden kabul etmez, delil getirme ve te'vil kabilinden sayarlar. Bu, hüküm için âyeti delil getirmektir, nakil ve vukubu-lani ifade etmek için değil.» [67] Bu sebeple bir râvi: «Bu âyet şunun hakkında inmiştir» derse ve başkası da başka birşey hakkında indiğini soyu­yorsa, bu takdirde lafız iki görüşe de muhtemel ise ikisine hamledilir ve bunda bir çelişki yoktur. Değilse, görüşlerden hangisine delalet ediyor ve sözün gelişi hangisi İçin daha uygun düşüyorsa, o tercih edilir. Ama râvi-lerden biri, açık bir şekilde «âyet şu hususta inmiştir» demişse, o zaman ona hamledilir ve o takdim edilir.                                               .

Şayet inen bir âyet veya ayetler için birden fazla sebep gösteriliyorsa, bu durumda âlimlerin gayet hassas ölçüleri vardır. Ona dayanarak ya ri­vayetlerden birini tercih ederler ya da makbule geçecek şekilde aralarını uzlaştinrlar.

Şayet sahih iki rivayet bulunur ve aralarında bir tercih yapamazsak, aralarını bulur ve âyeti, bu iki sebebe hamlederiz.

Bunun misali Buharı ve Müslimin rivayet ettikleri- lafız Buharİ'nİndir-şu hadis ile yine Buharinin naklettiği diğer bir hadistir. İik hadis şöyle: Seni b. Sa'd den rivayete göre Aciân oğullarından Uveymir, Aclân oğullarının büyüğü olan Âsim b. Adiyy'e gelerek şöyle sorar: - Siz ne dersiniz? Bir kimse karısıyle birlikte birini {zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zâniyi ö/dürmeli, siz de onu (kısas olarak) öldürmen misiniz? Yoksa, bu kimse ne yapmalı? Lütfen bu meseleyi Rasûlüllah (S.A.V.)e benim için sorar mısınız? der. Bunun üzerine Âsim, Rasûlüllah'a gelip: Ya Rasûlüllah: diye söze bağ­layıp sordu. Lâkin Rasûlüllah (S.A.V.) böyle bir sorunun sorulmasını hoş görmeyip ayıpladı.

Sonra Uveymir, Âsim b. Adiyy'e durumu sordu. O da, Rasûlüllah böyle meselelerin sorulmasını çirkin buldu ve ayıpladı, karşılığını verdi. Bunun üzerine Uveymir; Vallahi ben çekinmem bunu kendim Rasû'.üllah'a sorarım, dedi ve gidip: -Ya Rasûlallah: Bir kimse karısıyla beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zâniyi öldürmeli, sonra siz de (kısas ola­rak) onu öldürmeli misiniz? Yoksa, bu adam ne yapmalı diye sordu. Bunun üzerine Rasûli Ekrem:

—  Ey Uveymir! Senin ve karının hakkında Allah Teâla Kur'an (âyeti) gönderdi, dedi. Ve bu karı, kocaya Allah Teâlâ'nın Kur'an'da öğrettiği üze­re mülâane etmelerini emretti» [68]

Diğer hadis de Buhari'nİn olup şöyledir: İbnu Abbas'dan rivayete göre Hilâl b. Umeyye peygamber (S.A.V.) in huzurunda karısına Şerik b. Sehmâ ile zina etti diye söz attı. Rasûlüllah da Hilâl'e:

—  Dört şahidini hazırla, yahut arkana had (vurulur) buyurdu.   Bunun üzerine Hilâl:

—  Ya Rasûlallah. Birimiz karısının üstünde bir erkek görürse, şahid aramaya mı gidecek? (şahid getirinceye kadar savuşmaz mı?) diye itiraz etti. Rasûlüllah:

—  Sen şahidlerini hazırla. Aksi takdirde arkana hadd-i kazf (seksen değnek) vurulur, demeye devam etti. Bunun üzerine Hilâl b. Ümeyye:

— Ya Rasûlallah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ'-ya yemin ederim ki. muhakkak ben kesin olarak doğru soyuyorum. Ve emi* nim ki, Ailah benim arkamı hadden kurtaracak bir vahiy, bir âyet göndere­cektir, dedi. Bu sırada hemen Cibril indi ve Rasülullah'a

[69] âyetini tâ kavli şerifine kadar getirdi. [70]

Bu iki oiay arasında geçen müddet az olduğundan aralarını cemetmek kolaydır. Bu iki sahabeden biri Rasûlüllah (S.A.V.) e konu hakkında soru sormuş ve Rasûlüllah henüz ona cevap vermeden diğeri de gelip aynı hu­susu sormuştur. Ardından da Allah Teâlâ bu iki soruya karşılık en-Nur sü­resindeki mulâane âyetlerini indirmiştir.

Hafız el-Hatib'in dediği gibi «ayni anda sormuş olmaları da» uzak bir İhtimal değildir. Âyetin birden fazlaya hamledilmesi açıktır ve evlâ olan da budur. Sebebin birden fazla olmasında bir sakınca yoktur.» Nitekim İbnu Hacer de ayni şeyi söylemektedir. [71]

Şayet her iki rivayet sahih olup aralarında bir tercih yapamadığımız gibi olayların vukuu arasında geçen müddet uzun olduğundan ikisini ce-metme imkânımız yoksa, âyetin iki defa indiğine hüküm veririz.

Buna misâl: el-Beyhaki ve el-Bezzâr'ın Ebu Hureyre'den rivaytlerine göre Peygamber (S.A.V.) şehid düşen Hz. Hamza'nin başında durmuş ve kendisine işkence yapılarak şurasının burasının kesildiğini görerek şöyle demiştir: «Sana bu yaptıklarına karşılık onlardan yetmiş kişiye aynı şeyi yapacağım. Peygamber (s.a.v.) (henüz orada) duruyorken Cibril en-Nahl sûresinin şu son âyetlerini indirdi: «Eğer ceza vermek isterseniz size ya­pılanın ayniyle mukabele edin... (Surenin sonuna kadar ki üç ayet) [72]

Et-Tirmizi ve el Hakim, Ubeyy b. Ka'bin şöyle dediğini rivayet ederler: «Uhud savaşında Ensardan altmışdört kişi ve muhacirinden altı kişi şehid düştü. Şehit düşenler arasında Hz. Hamza da vardı. Ona İşkence ederek azalarını kesmişlerdi. Ensâr dedi ki: Birgün böyle fırsatını bulursak, onla-

ra daha fazlasını yapacağız. Mekke'nin fethedildiği gün Allah: «Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın ayniyle mukabele edin...» âyetini indirdi.[73]

Burada İki rivayetin arasını cemedemîyoruz. Çünkü iki olay arasında uzun bir müddet vardır. Rivayetlerden biri Uhud gazvesiyle diğeri de Mek­ke'nin fethiyle ilgilidir. Arada birkaç sene vardır. Onun için âyetlerin iki de­fa inmiş olabileceğinden başka bir çıkar yol yoktur. Önce Uhud gazvesin­de, bilahare Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir.

Yine Buhari'nin e!-Müseyyeb'ten rivayet ettiği: Ebu Talib vefat etmek üzere iken Peygamber (s.a.v.) onun yanına geldi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Umeyye de orada bulunuyorlardı. Peygamber (s.a.v.): Ebu talib'e «Amca, «lâ ilahe illallah» de, Allah yanında onu sana delil getireyim» çtedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye: Ey Ebu Talib! Abdulmuttaüb mille­tinden (dininden) yüz mü çevireceksin? Diyerek ona engel oldular. Rasû-lüllah (S.A.V.) «İyi bil amcacığım! Yemin ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehyolunmadikça Allah'tan sana af ve mağfiret dileyeceğim.» dedi. Bunun üzerine: «Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamber'e ve müminle­re yaraşmaz...» sözünden «O, onlara karşı şefkatli ve merhametlidir» [74] sözüne kadar indirildi.

Bu âyet et-Tevbe süresinden olup Medine'de son zamanlarda indiğine dair ittifak vardır. Halbuki Ebu Talib'in ölümü Mekke'de olmuştur. [75]




[33] Ibnu Abdi Rabbih, e!-lkd, 5/220.

[34] es-Suyutî, Esbabu'n-Nuzûl, s. 2.

[35] el-Vâhidî, Ali b. Ahmed: Künyosi Ebu'l-Hasan olup dilci ve müfessirdir. H. 427 yılın­da vefat etmiştir. (İnbahu'r-Ruvât, 1/19.)

[36] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nuzût, s. 3. İbnu Teymİyye şöyle der:  «Nuzûl sebebini  bilmek, âyeti anlamaya yardımcıdır. Sebebi bilmek, müsebbebin ilmini sağlar.» İbnu Dakik el-İd de şöyle demektedir: aNuzûl sebeplerini bilmek, Kur'an'ı anlamak için güçlü bir yoldur» Bk. el-ltkan, 1/48.

[37] Âlu  İmrân:  188.

[38] Sahihu'l-Buharî, Kitabu't-Tefslr, 6/40; Tefsiru'bnu Kesîr, 1/436; el-Itkan, 1/48; el-Bur-han, 1/27.

[39] el-Maide: 93.

[40] el-Burhan, 1/28. (Kars. el-Vahidî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 96; Tefsirubnu Kesir, 1/97; ei-Itkan, 1/53.     •

[41] el-Bakara: 115.

[42] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 25.

[43]   el-ltkan, 1/53.

[44] el-ltkan, 1/222.                                                         

[45] Bu sözleri onlardan nakletmişierdir. Hz. Ali'nin yemin ederek şöyle dediği rivayet edilir: «Allah'a yemin ederim, hiçbir âyet inmemiştir ki, o âyefin ne hususta indiğini biimemiş olayım» Abdullah-b. Mesud da ayni şeyi yemin ederek belirtmiştir. İbnu Mesud ise «kim hakkında indiği» İfadesini kullanmıştır.

[46] «Ulûmü'i-Hadis ve Mustalahuhu» adlı kitabımızda sahabenin, Peygamber'in söyledi­ği her hadisi yazmalanndaki güçlüğü anlatan bölümle karşılaştır. Çünkü her iki ko­nu biribirine benzerdir. Hatta her ikisi temelde bir konu çerçevesine girmektedir.

[47] Muhammed b. Sîrin el-Basrî: Künyesi Ebu Bekir'dir. Hadis ve rüya tabirciliğiyie şöh­ret bulmuştur. Çağında Din İlimlerinde Basra halkının imamıdır. H. 110 yılında vefat etmiştir. (Tehzibu't-Tehzîb, 9/214).

[48] el-ltkan, 1/52.

[49] Muhammed Ali Seleme, Menhecu'l-lrfan, s. 39. {Bk. el-ltkan, 1/52.)

[50] Sahabe Nuzûl sebeplerini, olayları cevrele/en karinelere dayanarak tesbit eder. Ba­zen olayın nuzûl seoebi olup olmadığına tam karar vereme2. Ne «bu âyetin şu olav

üzerine indiğini sanıyorum» ifadesini kullanırlar. Nitekim altı hadis İmamının Abdul­lah b. ez-Zübeyr'den yaptıkları bir rivayet bunun delilidir. Bu rivayette Abdullah şöy­le diyor: «Ensâr'dan birisi Harre yöresindeki hurmalıkları suladıkları su yollarından ve su nöbetinden dolayı Rasûlûllah (s.a.v.) e Zûbeyr'i şikâyet etti. Rasûlüilah (onla­rı dinledikten sonra): Yâ Zübeyr, tarlanı suia. Sonra suyu alıkoyma, komşuna salı­ver, buyurdu. Ensârî, bu duruma hiddetlenerek: Ya Rasûiallan, halan oğlu olduğu [çin mi? deyip (Zübeyr'i kayırdığını imâ etti). Bu söz üzerine Rasûlûllah (s.a.v.) in yüzünün rengi değişti. Bu olayı nakleden Zübeyr: Öyle sanıyorum «Hayır, Rabbı-na and olsun ki o (inanıyoruz diyenler) aralarında çıkan İhtilafta seni hakem yapıp sonra verdiğin hükümden nefislerinde hiçbir güçlük duymayarak tam bir teslimi­yetle teslim olmadıkça iman etmiş olmaza âyeti bu olay üzerine inmiştir, (el-ltkan, 1/52. Yine bk. el-ltkan, 1/229).

[51] el-Vahîdi, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 3-4.

[52] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 4.

[53] el-ltkan, 1/43.

[54] İbrahim b. Amr b. İbrahim; e!-Ca'berî lakabıyla meşhurdur. Diğer bir lakabı «Burha-■    nu'd-Dîn» dir. Değerti eserleri vardır. (Mushafların resmi ile ilgili) «Ravzatu't-Tarif9

bunlar arasındadır. H. 732 yılında vefat etmiştir. (ed-Dureru'l-Kâmİne, 1/50).

[55] ibnu Hacer el-Askalânî: Hafız ve tarihçidir. İsmi Ahmed b. Ali, Ebu'l-Fazl Şihabu'd-Din'dir. Filistindeki Askalana nisbet edilir ki, doğumu da burada olmuştur.    Hadis ezberleme çalışmalarına yönelmiş, bu alanda eser vermiş ve kendisi henüz hayattay­ken eserleri devlet başkanları tarafından biribirlerine hediye edilmiştir, Matbu değerli eserleri şuniardır:  «Lisanu'l-Mîzan»,  «Tehzlbu't-Tehzîb» «el-İsabe fî Temyizi's-Saha-be»,  «ed-Dureru'!-Kâmine fî A'yani'l-Mieti's-Sâmine»     «Tacîlu'l-Menfea    bi Zevaldi-Ricâli'l-eimmeti'l-Erbaa»  «Bulûğu'i-Meram fî Edilleti'l-Ahkâm» ve sTabakatu'l-Mudelii sin» Basılmaya layık elyazması eserleri: tei-ihkâm Lî Beyanî mâ fî'l-Kuranı mine'l-Ah-kâm», Nuzhetu'l-Eibâb fî'l-Eikab»  «Tuhfetu Ehli'l-Hadis an    Şuyuhi'l-Hadis» ve «el-Mu'cemu'l-Müesses bi'l-Mu'cemi'l-Mufehres». İbnu Hacer H. 852 yılında vefat etmiş­tir. (el-A'lâm, 7/173). .             .

[56] el-ltkan, 1/43.

[57] el-Bakara: 114.    .

[58] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 24.

[59] Kars. Tefsîru'l-Menar, 1/431.

[60] Burada her İki rivayet de İbnu Abbastan gelmiştir vo biribfrieriyle çelişkilidirler. An­cak rivayetlerin biri el-Kelbî. diğeri Ata', kanalıyla gelmiştir! Ne gariptir ki ibnu Ab-bas'ın kendisi bir defasında âyetin Bizanslılar hakkında indiğini ileri sürerken ikin­cisinde Araplar hakkında indiğini söylemektedir.

[61] Onun için Üstad İmam Muhammed Abduh, el-Menör, 1/431 tefsirinde âyetin her İkt duruma hitap edebileceğini ileri sürer. Alah'ın mescidlerinde adının anılmasına en­gel olanlar, Mekke Müşrikleridir. Onları yıkanlar ise. Roma Müşrikleridir. İki İşi   bir arada zikretmesi ise, çirkinlikte her ikisinin ayni seviyede olduklarını belirtmek İçin­dir.                                            /                                    ,

[62] Tefsiru'I-Menâr, 1/431.

[63] Tefsıru't-Taberî, 1/397.    '

[64] el-Vahîdi, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 203. Hadis, Sahabt Sa'd b. Ebl Vakkas'ın rlvayetlerln-dendir.

[65] Sa'dîn rivayet ettiği hadisin kendisi de buna delâlet etmektedir: Dediler ki: Ya Ra-sûlallah, bize anlatsan. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Allah, sözün en güzelini Müteşabih bir Kitab olarak indirdi...» âyetini İndirdi. Sa'd daha sonra şu sözlerle YC"">-irnu-nu yapar: «Bütün bunlar, Kur'an'a inanmaları İçindir.» Bk. el-Vahidi, Esbâbu'n-Nu-zûl. S. 301.

[66] el-Kehf. 83. Kars. el-Vahîdî, Esbabu'n-Nuzûl, s. 225.

[67] Bu  İfade ez-Zerkeşi'nin olup  (el-Burhan,  1/31-32)  es-Suyutî    onu özetleyerek    al­mıştır, (el-ltkan, 1/53.)

[68] el-Buhârî, 6/99.

[69] en-Nur: 6.

[70] Olayın ayrıntıları fçln bk. Tefsiru'bnu Kesir, 3/265. Ayrıca Kars. el-ltkan. 1/56.

[71] el-ltkan, 1/56

[72] en-Nahl: 126-129.

[73] El-ıtkan,1/54.

[74] et-Tevbe:113(Bk:el-Buhari,Kitabu’t-Tefsir,6/69)

[75] El-Burhan,1/31.