๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran İlimleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:04:00



Konu Başlığı: Mekki Medeni 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:04:00
Mekki-Medeni 2


Kur'an, «el-Kıyame» sûresinde, ölümden sonraki dirilişi pekiştirmek ve bu dirilişin münkirlerine cevap vermek üzere korkunç ve topyekün kevnî inkılâbı gözler önüne serer. Böylece Peygamberin de kalbinde vahiy nak­şedilerek kökleşir. İnsanoğluna hakim olan bu fânî dünya sevgisi onu etki­lemez. Vecîz bir şekilde mutlu kimselerin varacakları yer ile kötülerin va­racakları yeri izah eder. Her vahiy için mukadder olan gelişin sahnesini tasvir eder. İnsana ilk yaratılışını hatırlatır ki, ölümden sonraki dirilişini buna kıyaslasın.

Allah, ölümden sonra dirilişin olacağına ve kıyametin hiç şüphesiz ko­pacağına dair kevnî inkılâbı tasvir etmek için bir hazırlık oisun diye kıya­met gününe ve pişmanlık duyup sakınan nefse yemin ediyor. Şayet insan çürümüş kemiklerinin toplanmasını uzak görüyorsa, Allah daha büyük ve önemli şeyleri yapmaya da kadirdir: O, parmak uçlarını, tüm çizgileriyle tekrar bir araya getirip eski şekline sokmaya da kadirdir. O halde insanın bu azgınlığı neden? Neden tekrar dirileceğini uzak görmektedir? 

Gafil kalbe karşı çıkıp onu köşeye sıkıştıran bu güçlü uslûbla ölümden sonraki dirilişin pekiştirilmesi, insanların Allah huzurunda hesap verecek­leri kevnî inkılâb için en uygun mukaddimedir: Kıyamet günü her şeyde in-

kî!âb {değişme) n« kadar anî olacaktır! Korku ve titremeye kapılmış olan İnsan sağa-sola kayan gözloriylo bütün kâinatı, düzeni bozulmuş olarak görecek. Ne ayın aydınlığı güneşin parlaklığı vardır. İkisi bir araya gelmiş ve sönüp gitmişlerdir, insanın da sığınacağı bir yeri yoktur. Daha önce yaptıklarının hesabını vermeye götürüldükten sonra onu o korku ve dehşetten koruyacak hiç bir şey bulunmayacaktır!

O, ancak hevasına uyarak, şehvetlerle haşir-neşır olarak ve hazır dün­ya lezzetlerine dalarak ölümden sonra dirilişi ve hesap vermeyi uzak görür. Ama hayat ne kadar uzarsa uzasın bir sonu vardır. Acele etmek için bir sebep yoktur. Hatta Allah'ın kendisi bile, insanın alâmetlerinden biri olan aceleciliğe kapılabilir. Kur'an'dan bir şeyi kaçırma endişesiyle acele edip vahyin hemen -ırdsndan diliyle onu tekrar ederdi. Ama o, Peygamber­liği sayesinde insc;ıın acelecilik tabiatından yücelsin. Kesinlikle güvensin ki, kalbine vahyi indiren, onu korumayı, bir arada toplayıp açıklamayı da tekeffül etmiştir.

Allah sevgisini bu geçici dünya sevgisine tercih eden ne mutludur! O, Allah'a kesin olarak bağlıdır. O'nun rızasını gözetmektedir. Allah'ın cemali­ni seyrettiği zaman yüzündeki parlayışta ortaya çıkan yüce ruhî nimeti üs­tün tutmaktadır! Âcil olanı sonra gelecek kalıcı olana tercih eden ve Al­lah'a itaat etmektense hevasına uymayı üstün tutana gelince, onun vara­cağı yer ne kötüdür! O, parlak basiret nurundan mahrumdur. Belini kıra­cak, onu mahvedecek ve acıklı azaba müstehak olmasını gerektirecek mu­sibeti asık ve somurtkan bir yüzle beklemektedir.[246]

Şayet ölümden sonraki dirilişi inkâr edenler, hergün gözleriyle müşa-hade ettikleri ölüm olaylarına bir göz atıp canlıların sevdiklerinden nasıl ayrıldıklarını hatırlasalar ve meçhul bir âleme seyehat etseler, güçlü olan Allah'ın diriyi nasıl öldürebiliyorsa onu tekrar diriltmeye kadir olduğuna İnanırlar. Onlar biliyorlar ki, kendisinden ümit kesilmiş ve can çekişen kim­seye hiç bir kimsenin, ilaç ve efsunların faydası yoktur. Can çekişme tab­losu kimi ürkütmez! Sevilenlerin göçüp gitmesi kimi üzmez! Varsın insan artık hayat yoilannda böbürlene böbürlene ve kasıla kasıla devam etsin! Di-lediğince Haktan yüz çevirsin! Azap onu bekliyor! Allah'ın gazabı ona yö­nelmiş ve onu pençesine almak üzeredir!

Ölümden sonraki dirilişi inkâr edenlere ne oluyor? Dönüp İlk yaratılışları­nı görsünler. Fıtrat mantığıyla ölümden sonraki dirilişlerini ona kıyas etsin­ler. İnsan kokuşmuş sıvı bir sudan değil midir? Bu sıvı rahim duvarlarında bir çiğnemlik et olmuyor mu? Bu muhafazalı yerde gelişe gelişo erkek ya­hut dişi özelliklerini taşıyan bir cenin olmuyor mu? Onu yoktan vareden, tekrar diriltemez mi? Hikmet sahibi yaratıcısı yoksa onu başı boş mü ter-

kedecek? Selim fıtrat ölümden sonraki dirilişi ve Allah'tan sakınıp emirlerir ne uyanların mükafatlandınlmasmı gerekli görmüyor mu? [247]

«el-Mürselât» sûresinde, dünyanın en güzel sahnelerinden biri ile âhî-retin en çetin sahnelerinden birinin, kâinat hakikatlerinin en doğrusunun ve en derinliklerinin tasvirinde yegâne ve üstün özel bir uslûb vardır. Bu hakikatler fasılaları şifalı, müteaddit nağmeli ve on defa tekrar edilen «Ya­lancıların o gün vay haline» âyetiyle birlikte bölümler halinde anlatılmıştır. Bu bölüm sonlan, sûrenin içerisinde kesin ve şiddetli alâmetler taşımakta­dır.                                                                     .Mürselât (gönderilenler) a yemin edilirken, kendisine yemin edilen gayb alemiyle mütenasip bir kapalılık vardır. Kendisinde gayb bulunan herşey meçhuldür. Bu arada meşhur ve uzun ihtilafa dalmış olma korkusuyla «gönderilenlerden maksadın melekler olduğu görüşünü seçtik. Allah, ard arda gönderdiği meleklere yemin ediyor. Onlar, rüzgar gibi koşarlar ve Al­lah'ın ta'iimatını yeryüzüne yaymak için gidiyorlar. Peygamberlerine getir­dikleri vahiy sayesinde O'nun izni ile hakla batılı biribîrinden ayırırlar. O vahiy ki, onda, Allah'ın yaratıkları İçin bir uyarı vardır. [248]

Sırlarla dolu olan bu gaybî yeminden sonra sûre göz kamaştıran bir süratle kıyamet sahnelerinden yeni birini arzediyor ve verdiği şiddetli üzün­tü ile kalbi daraltıyor. Şu görünen kâinat düzeni bozuluyor. Ondaki herşey yarılıp darmadağın oluyor. Çevredeki herşey çözülüp eriyor. Gökyüzü ya­rılıyor. Dağlar savruluyor ve yerle bir olup kum yığınına dönüşüyor. Allah'ın elçilerine gelince, O'nun huzuruna çıkmaları ve Peygamber düşmanlarıyla orada hesaplaşmaları uzun müddet sonraya bırakılmıştır. Orada hak ile hü­küm verilecek ve kimseye zulmedilmeyecektir. O zaman Peygamberleri ya­lanlayan mücrimlerin azapları ne acıklı olacaktır!

Peygamberlere düşman olanlar her nesilde daima iflâs etmiş ve sonları gelmiştir. Onun için Mekke müşrikleri, daha önce benzerleri bulunmayan mücrimlerden değiller. Onlar henüz ilk andan itibaren, başlarına gelecek dünyevî helakin yakın olduğuna dair bir bekleyiş içerisindeydiler. O halde âhirette uğrayacakları azap nasıl olacaktır?

Keşke o hesap günü gelmeden - kendilerini ve ayaklarıyla bastıkları yer yüzünü düşünmüş olsalardı. Şayet kendi kendilerini düşünmüş olsay­dılar, onları annelerinin rahminde yaratan, onları orada bir safhadan baş­ka safhaya geçiren, nihayet annelerinin rahminde küçücük bir cenin iken bütün yönleriyle mükemmel bir insan haline getiren yaratıcının   takdirini

hayret ve dehşetle karşılarlardı. Şayet bastıkları yer yüzünü düşünseierdi, onun.şefkatli bir anne olduğunu, canlılarını da, ölülerini de bağrına bastığı­nı görürlerdi. Ondan yaratıldılar, ona döndürülecekler ve bir daha ondan çıkarılacaklardır. Yüksek ve muhkem dağlarına bakmıyorlar mı? Yağmur zirvelerinden aşağı iniyor ve Allah onunla kaynar sular çıkararak onlara tatlı suyu içiriyor.

Ama ne çevrelerini ne de kendilerini düşünmüyorlarsa, süratli bir şe­kilde azaba doğru yol alsınlar. Cehennem dumanının bir gölgesi vardır ki, ateş alevinden daha yakıcı bir rüzgarı olan üç kola ayrılır. Öyleyse bu göl­geye doğru gitsinler de sıcağı bulsunlar! Bir de, cehennem dumanının ya­kıcılığı böyle ise, acaba o kıvılcım ve alevleri nasıldır? Ondan kopan her kıvılcım, büyük bir köşk büyüklüğünde ve yüksekliğindedir. Büyük bir gü­rültü ile ondan kopan ve sağa-sola dağılan lavlar ısıdan sapsarı olmuş sa­rı deve sürüsünü andırırlar.[249]

O gün sesler kesilecek, diller ağızda kuruyacaktır. Suçluların canı bo­ğazına gelecek ve mazeretlerini ister istemez içlerinde hapsedeceklerdir. Haddi zatında o dehşet verici yerde kimsenin ortaya koyacak bir mazereti de olmayacaktır. Allah kendi hükmü ile aralarında hüküm vermek üzere ev­velkileri ve sonrakileri bir arada toplayacaktır. Bir hilesi olan ortaya koy­sun bakalım. Gücü olan bundan kurtulsun görelim...

Lâkin Kur'an'da korkutuculuğu sevindiricilik takip eder. Sûrelerin bir çoğunda kasidedeki bir beytin her iki mısraı gibi cennet ile cehennem kar­şı karşıya zikredilir. Müttakîler cennette nimetler içerisindedir. Yakıcı sıcak gölgelerin değil, hakiki ve serin gölgeler altındadırlar. Üstlerinden ateş kı­vılcımları uçuşmayacak, altlarından fışkıran tatlı sular akacaktır. Ve Allah'­ın hitabıyla nimetlere buyur edileceklerdir. Yediğiniz ve içtikleriniz için afi­yetler olsun! Onlar için o sıkıcı suskunluk da söz konusu olmayacaktır.

Mücrimler halâ nefislerine bir çeki-düzen vermeyecekler mi? Dünya metaının az bir meta' olduğunu hâlâ idrak etmediler mi? Hâlâ mı nefisleri hakka boyun eğmeyecek ve rukua gidenlerle rukua gitmeyecektir? Yoksa şakı olmak mı onlara yazıldı da iman etmiyorlar? [250]

«el-Beled» sûresinde de, insan hayatının zorluklar, meşekkatler   ve mücadeleler silsilesi olduğuna dair büyük bir yemine işaret vardır. Kendisi­ne yemin edilenler İse, ikidir: Biri, Beytu'l Haramdır. O Beytu'l-Hararn   ki. Allah'ın Peygamberinin onda ikamet etmesi, şerefini daha da   arttırmıştır Diğer yemin ise, her doğuran ve doğana ve ikisinin hayat   merhalelerinde

çektikleri sıkıntılara yapılmıştır. Ama gurur insana hakim oluyor ve insan­oğlu kendi gücüne aidanıp kendisine bu gücü veren Allah'ın tekrar onu geri alabileceğini unutuyor. Yine malına aSdaniyor, ondan büyük bir mikta­rını hayır yollarında harcayacağım zannıyla onu stok ediyor. Allah'ın kendi­sini ihata ettiğini, malı nasıl biriktirdiğini ve nereye harcayacağını gördü­ğünü bir defa daha unutuyor. Bu insan bilmeli ki, herkes kendi kazancına bağlıdır. Bu gururlu davranışlarıyla sadece kendi kendisine zarar vermek­tedir. Çünkü Allah, kendisine, ona doğru yolu gösterecek özellikleri vermiş­tir. Görmesi için iki göz ve konuşması için dil bağışlamıştır. Kötüyü iyiden ayırma yeteneğini vermiştir.

Hidayet vesileleri tüm olarak kendisine verilmiş olan insan, cennet yo­lunda önüne çıkan engellerin üzerine üzerine gitmelidir. Bu engeli hafifletip onu aşabilmesi ise, iman ve iyi amellerle olur. O halde Allah yolunda köle­leri âzad etsin. [251] Açlık günlerinde akraba yetimleri ve fakir miskinleri doyursun. Bütün bunları imanın hakkını vermek zorluklara karşı sabrın en yüce anlamlarını ve hayatta şefkat manâlarının en açık olanını duymak için yerine getirsin. Bu gibi şeyleri yaptığı takdirde mutlular arasına yazı­lacak ve kitabı sağından verilenlerden olacaktır.

Ama gururu kendisini imandan alıkoyan kimseye gelince, o tekebbür ve gururunda devam etsin. Onun bu kötü gidişini cehennem beklemektedir. O cehennem kapılan üzerine kilitlenecek ve onda ne ölecek, ne de dirile­cektir.[252]

Mekkî ikinci yahut «orta» merhaleden inen sûrelerden seçmelerimizi «el-Hicr» sûresi ile bitirelim. Bu sûre, söz konusu ettiğimiz iki Mekkî mer­haledeki sûrelerden daha uzun olup doksandokuz âyettir. Diğer sûrelere nazaran bölümlerinin âyetleri de daha uzundur. Özelliklerinden diğer bir ta­nesi ise, hece harfleriyle (Elif, Lâm, Râ) başlamasıdır. Ona ve hece harfle­riyle başlayan benzer sûrelere bu kitapta bir fasıl ayırdık. Onun için bura­da bu yönü üzerinde durmayacağız.

«el-Hicr» sûresinin ortaya koyduğu en bariz hakikatler, kâfirlerin kötü sonuçla ayrılmaları, Allah'ın yalancılar hakkındaki sünnetinin açıklanma­sı, yerde, gökte ve yerle gök arasında Allah'ın âyetlerinin tasviri, Âdem'in yaratılışı ile şeytanın yaratılışı, Meleklerin Âdem'e secde etmeleri ve şey­tanın büyüklenerek buna yanaşmaması, Muhammed (s.a.v) i teselli.ve kal­bine güç vermek için geçmiş Peygamberlerin kıssaları, - yaşlı olduğu hal­de Hz. İbrahim'in bilgin bir oğul ile müjdelenmesî, Hz. Lut'un ve ehlinin ye­rin içine bakmaktan ve yok olmaktan kurtulmaları ve kavminin deprem veüzerlerine yağdırılan sert taşlarla helak oluşları, Hz. Şuayb'ın kavmi Eyke'-İilerin helaki, Hz. Salih'in kavminden Hicr ehlini o azgın çığlığın yakalayı-vermesi, göklerin ve yerin onunla ayakta durduğu ve bir de kıyametin onunla vuku bulduğu hakkın açıklanması. Peygamberin yumuşak ve iyi davranmaya bir de Allah'ın dinine açıkça davet etmesi ve Allah katına ula-şınoaya kadar O'nu hamd ile anması. [253]Bu sûrenin girişinde kâfirlere, fırsat geçmeden ve ecel son bulmadan ünce İslâmı kabullenmelerini teşvik kabilinden gizli bir uyarı vardır. [254] Çünkü aldatıcı umut onları her ne kadar bazı şeyler arzusu ile oyalasa bile kesin olan sonucu etkilemîyecektir. Allah'ın milletlere uyguladığı sünneti­nin değişmediğini ve her milletin bir kaderinin bulunup belli bîr ecele ka­dar devam ettiğini, Allah'ın kendisine takdir ettiği hayatı aşamayacağını, Çizilen apaçık yoldan saptığı zaman gece veya gündüz Allah'ın azabına uğ­rayacağını ve yok olup gideceğini ileride göreceklerdir.

Lâkin müşrikler bu dehşetli uyarı karşısında bâtıllarından ve gururla­rından kopmuyorlar. Aksine, lüzumsuzluklarına ve muhtevasiz konuşmala­rına devam ediyorlar. Peygambere iftira ederek onu delilikle itham ediyor ve kendisini doğrulayıcı ve iddia ettiği vahyi isbatlayıcı olarak meleklerin inmesini ondan istiyorlar.

Aslında Meleklerin inişi mümkün olmayan şeylerden değildir. Ama ya­kın helake bir işaret olacakttr. Yoksa müşrikler azaplarının daha erken ol­masını mı istiyorlar? Heiâk olup yok olmayı hakketmek mi istiyorlar yok­sa[255]

Küfür tek bir millettir. Kafirlerin inat edip hakkı kabul etmeme uslûbla-rı da biribirierine benzerdir. Mekke müşriklerinin sureti, her nesilde İslâmı yalanlayanların bir aynasından başka bir şey değildir. Şayet Allah onlara göğü yarar, onda bir kapı acar, onlara göklere yükselme imkânını verir ve perdelerini yarmalarına müsaade etseydi, utanmadan yine tekebbüre ka­pılır, gözlerinin gördüğünü hayret verici bir inatla inkâr ederlerdi. Sihre ka­pıldıklarını, gözlerinin uyuşuk bir sarhoşluğun etkisinde kaldığını ve gör­düklerinin bir vehim ve hayalden başka bir şey olmadığını ileri sürecekler­di. [256]

Kur'an-ı Kerim - bununla - birlikte o kindar inatlarıyla onları başbaşa bırakmaz. Aksine, sarhoşluklarından uyanmaya ve içlerindeki hayır duy­gularını harekete getirmeye çalışır. Yaratan ve herşeyi bilen Allah'ın eser­lerini dile getiren bu güzel kâinatın bazı tablolarını gözlerinin önüne serer: Gökte parıldayan şu yıldızlar yerlerinden hareket edip dönüyor. Bu man­zara seyredenlerin hoşuna gidiyor. İşte bu yüksek dağiar, o ağırlık ve bü­yükleriyle yere çakılmış ve sabit kılınmıştır. Onlar, insanda dehşet ve aza­met duygularını uyandırıyor. Ya güzelim yeşillikler. Bazısı yere uzanıp ya-yılıyor. Bir kısmı da yukarıya doğru yükselip uzuyor. Herşeyin ölçüsünü yerli yerinde tesbit eden Allah onlara öyle bîr ölçü vermiş ki, mahlukata gı­da olsun diye, tadlarını, renk ve kokularını tam bir muvazene içerisinde vermiştir. Belli bir ölçüyle Rahman'ın hazinesinden takdir edilmiştir. Hele o aşılayıcı rüzgarlar, suyu taşıyıp giderler ve sonra onu bol yağmur olarak gönderirler. [257] O yağmur susuzları doyurur ve ölüleri diriltir. Mülkün hepsi Allah'ın elindedir. Yer ve gökler O'nundur. Dirilten de, öldüren de O'dur. ve dönüş de O'nadır.

Kür'an, uykuya dalmış olanları uyandırmak için usiûbların en güzelidir. Dinî kıssaları, kapalı kalbieri açar ve kör gözlere aydınlık verir. Varlığın sırlarım yayarken sağır kulakları açar. Onun için «el-Hior» sûresi burada Âdem ve iblis kıssasında hidayet ve sapıklık hakikatlerini arzediyor: Bu iki yaratık menşe'leri itibariyle birbirinden farklıdır. O halde hayat çizgilerinin de farklı olması normaldir. Hz. Âdem bu yerin toprağından kuru balçıktan yaratılmıştır ve onda Allah'ın ruhundan bir üfürük vardır. Böyleoe onun de­ğeri de yücelmektedir. Bu durumuyla Meleklerin ona secde etmelerine la­yık bir makama yükselmiştir. Ama İblise gelince, o, zehirli bir ateşten, sırf alevden yaratılmıştır. Kötülük onu çepeçevre sarmıştır. Gurur onu, kendi­sini yüksek görmeye sürükler. Âdem karşısında secdeye gitmekten kaçı­nır ve Allah'ın samimi kulları hariç Hz. Âdem'in soyundan gelenleri aldat­mayı kendisine görev edinir.

Böylece insanlar iki kısma ayrılmış oluyor: İblise tabi olan sapıklar ki. bunlar cehennemin yedi kapısından cehenneme girecekler ve her kapıdan bu sınıfın belli bir gurubu girecektir. [258] İkinci sınıf ise, Rahman'ın kul­larından hidayet üzere olanlardır kî, bunlar cennet ve pınarlarla nimetle-neceklerdir. Onlar için ne bir korku ve ne de bir üzüntü vardır.

Hidayet ve sapıklık halkaları. Peygamber kıssalarında ard arda zikre­dilir. Müşrikler, Hz. İbrahim ile, Hz. Lût'un kavmine gönderilen elçi me­lekler arasındaki kıssayı dinlesinler. Hani Hz. İbrahim, önce onlardan kork­muş ama sonra yaşlı olduğu halde ona bilgin bir oğlunun olacağını müj­deledikleri zaman onlara güven beslemişti. İşte bunu hatırlasınlar. Şu kıs­saya da kulak versinler: Hani Hz. Lût kötü kavminin arasında zor duru­ma düşmüş ve sabah olup üzerlerine sert taş yağmadan gece ailesini al­mış yola koyulmuştu. Yine Hz. Şuayb'ı yalanlayan ve tesbit edilen vakitte helak olan Eykelilerle Hz. Salih'i yalanlayan ve ondan yüz çeviren, Hicr kıssalarına kulak versinler. Hani onlar sert kayalarda oydukları korunaklı evleriyle yalancı umuda kapılmış ve oyalanmışlar sonra da o korunaklı ev­lerini şiddetli bir çığlık altüst etmişti. Onlar kendilerinden çok emin idiler. Ama sabah olmadan sonları gelmişti.

Eğer müşrikler bu kıssalardan ibret almadılarsa, Muhammed için on-îar da iyi bir Örnek olsun. Kavminden gördüğü sıkıntılara karşı bunlarda teselli bulsun. Onlardan hareketle, Allah'ın, gökleri ve yeri üzerinde ayak­ta tuttuğu hakkı keşfetsin. Cahil düşmanlarına karşt güzel ve yumuşak davranarak Allah'a davet yolunda devam etsin. Gafilleri uyarsın. Gözünü, gurur veren geçici menfaatlerden çevirip Allah'ın kendisine verdiği tekrar­lanan yediye [259] ve Yüce Kur'an'a yöneltsin. Kendisine ve benzeri diğer peygamberlere gönderilmiş olan vahyi açıklasın. Muhakkak zafer, muttaki-lerindir.

Orta merhaleden tahlil için seçtiğimiz sûreleri el-Hicr süresiyle bitirir­ken bu sûrede gözümüze çarpan sûrenin nisbî uzunluğu son merhalede müşahede edebileceğimiz sûreîerdeki nisbî uzunluğa bir geçiştir. Öyleki, bu sûre ile son merhale sûreleri arasında bu yönden bir farklılık bulmak güçtür. Özellikle bu merhaleler arasındaki sınırın itibarî olduğunu gözönün-de bulundurursak böyle bir ayırım daha da güçleşecektir. Haddi zatında her merhale bir öncekinin devamıdır.

Ayrıca «ef-Hicr» sûresinin huruf-u mukattaa ile başlamasının, bu harf­lerle başlayan üçüncü merhaledeki birçok sûre için de bir geçiş olduğu gözümüzden kaçmamaktadır. Bu da, daha önce işaret etmiş olduğumuz, ortaklık payları farklı olsa bile Mekkı merhalelerin meydana getirdikleri sûrelerin konu ve uslûb özellikleri bakımından hepsinin müşterek ve ben­zer oldukları görüşümüzü pekiştirmektedir. Şayet Mekkî ve Medenî sûre­leri kronolojik sıraya tabi tutup gurup ve zümrelere ayırma metodunu seç­memiş olsaydık, Mekkî sûrelerin hepsini Medenî sûreler karşısında bir gu­ruba ayırırdık.

Mekkî merhalelerin sonuncusu ofan üçüncü merhaleye geçmeden ön­ce orta merhalenin birinci merhaleden farklı olan yönlerini izah etmek is­tersek, bu sûreler, önceki merhalelerde anlatılan sûrelere yapılan bazı ila­veler sayesinde, konularını başlı başına müstakil birer konu haline getir­miştir. Ayrıca her iki merhalede metodun alâmetleri oîmakla birlikte birinci merhaleye hakim olan ortama yapılan İlavelerle bu sûreler özel bir üslûba sahip olmuştur.

Birinci merhalede kâinat ve insanla ilgili olarak anlatılan hakikatler, bu ikinci merhalede aynen muhafaza edilerek dile getirilmiş ancak çerçe­veleri daha geniş tutulmuş, cûz'iyyatı açıklanmış ve bellibaşiı yönleri bü­tün açıklığıyla izah edilmiştir: İslâm daveti müşriklerin korkularını tahrik etmeye ve kalblerine korku salmaya başladı. Kendilerini bekleyen kötü âki-bet daima onları uyardı. Zalimlerin heiâklarından sahneler sundu. Geçmiş­lerin kıssalarını anlattı. Allah'ın birliğine delâlet eden delilleri onlara tek tek açıkladı. [260] Vahyin doğruluğuna, kıyametin kopacağına ölümden sonra dirilişin olacağına, iyilerin, iyiliklerinin ve kötülerin de kötülüklerinin karşılığını göreceklerine dair deliller sıraladı. Karşılıklı İki tabloda cennet ve cehennemi onlara tasvir etti. Yerde ve gökte insanın içinde ve çevresin­de Allah'ın sayısız nimetlerini onlara hatırlattı. Fıtrat nuruyla onları hidaye­te davet etti. İyi amellere teşvik etti. Kendileri ile iman edip iyi amellerde bulunanlar arasında karşılaştırma yaptı. Şahıslar ve değerlerle ahlâk kural­ları için âdil ölçüler koydu. İman konusunda bütün peygamberlerin getir­dikleri prensiplerin aynı olduğunu onlara izah etti. Kâinatın ortaya çıkışını ve Âdem ile İblis'in yaratılışlarını açıkladı. Hidayet ve sapıklık sırlarını an­lattı.

Bu merhalenin üslûbuna gelince - birçok yerde - veciz olma, ateşin ifade, makta' ve fasılaların biribirine benzemesi, tecsirn, teşhis gibi sanat­larla hayatin bolluğu, renk ve tabloların çokluğu yönünden birinci Mekkî merhalenin bir devamı durumundadır. Ancak bazı sûrelerde uzunluk göze çarpmaktadır. Aynı husus bazı âyetler için de geçerlidir. Tek sûrede birkaç nağme olabilmekte, bazen bir meseleden başkasına geçince Makta'iarı arasında gerekli olan ahenk sağlanmakta, bazı fasılalar ise, Esma-i Hüs-nâdan bir veya ikisiyle son bulmaktadır. Bu merhalede de lafızlar bir seçi­me tabi tutulmuş ve bazen şaşaalı bazen de çok sert kelimeler seçilmiş­tir. Her iki durumda da bu lafızlar durgun duyguları coşturacak nitelikte­dir.

Şimdi de Mekkî merhalelerin sonuncusu olan üçüncü merhaleye geçi­yoruz. Âyetlerden çok sûrelerin uzunluğu göze çarpmakla birlikte, önceki merhalelere nazaran genel olarak hem sûreler ve hem de âyetler uzundur. İlk olarak gözümüze çarpan husus budur. Aslında bu uzunluk. Medenî sû­relerin âyet sayısı ve âyetlerdeki kelimelerin adedi ile karşılaştırdığımızda önemli bir uzunluk değildir. Ama daha önceki iki Merhaleye nazaran uzun­luk sözkonusudur.

Bu sûrelerin uzunluğu, onlardan zikrettiğimizin hepsinin tahlilini yap­maya engeldir. Serdettikierimizin hepsini yüzeysel bir şekilde işlernekten-se [261] aralarından üç sûrenin ihtiva ettiği bellibaştı meseleler üzerinde durmakla yetineceğiz. Bu sûreler, es-Saffât, el-Kehf ve İbrahim sûreleridir. Diğer sûreler ise, bunlara kıyas edilebilir.

es-Saffât sûresine gelince, yüzsekseniki âyet olup ilk onbir âyetinde birkaç fasıla ve çeşitli nağmeleri vardır. Sonra sonuna kadar fasılalar «vav» ve «nun» yahut «yâ» ve «nün» olarak devam eder. Bazen de «yâ» ve «mim» olarak gelir.

Sûrenin biribirini takip eden bölümlerinin hepsinin temel konusu, şirk­ten arınmış saf akideyi katbiere yerleştirmek olan ve biribiriyle tam bir uyum içerisinde bulunan bir dizi fikir, olay ve tutumları sergilemektir. Tev-hid düşüncesini kökleştirmekten, ölümden sonra diriliş düşüncesine geçilir. Kıyamet günü karşılaşılacak bazı durumlar tasvir edilir. Saf saf dizilmiş me­lekleri anlatırken birden Yüce âlemde konuşulan sözleri çalmaya çalışan şeytanlardan ve delici alevle recmedilmelerinden bahsedilir. Derken, müş­riklerin peygamberleri yalanlamaları sözkonusu edilir. Ardından Hz. Nuh, İbrahim, Musa, Harun, İlyas, Lût ve Yunus gibi peygamberlerin kıssaları anlatılır. Hz. İbrahim'den bahsedilirken kurban edilen oğlu ve onun yerine fidye olarak verilen kurban kıssası anlatılır..Arabiarın Melekler hakkında uydurdukları masala saldırılır.

Allah, kendisi için gökte huzurunda saf saf duran, [262] emirlerini bek­lemek, dileğini yerine getirmek, peygamberlerini yalanlayanları cezalandır­mak ve temiz kullarına O'nun zatında ve mülkünde ortağı bulunmadığına, bir olduğuna dair zikri okumak için [263] meleklere yemin ediyor.

Bütün eksikliklerden münezzeh olan Allah'ın birliği, Allah'la melekler ve cinler arasında bir akrabalık bağının bulunduğunu ileri süren aptalca masalın reddi için üstün bir cevaptır: Araplar, Allah'ın cin iie evlendiği ve bu evlilik neticesinde meleklerin doğduğuna, dolayısıyla onların, Allah'ın kızları olduğuna inanırlar. es-Saffât sûresinde dört yerde bu cahilce iftira­ya cevap verilir: Birincisi: Kasemle, meleklerin, Allah'ın emriyle O'nun hu­zurunda saf saf dizilişlerini, peygamberlerin kalblerine vahyi indirişlerini tasvir eden giriş bölümüdür. Melekler, gizli olan gayb âleminden Allah'ın yaratıklarıdır.

İkinci yer, «Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir; do­ğuların Rabbidir.» [264] âyetidir. Yer ve gök arasındaki üstün yaratıklar, aralarında gidip gelen temiz meleklerle ulvî ruhlar, Allah'ın yaratıklarından bir taife ve kullarındandır. O'nun ulûhiyetini, bir olduğunu ve kudretini iti­raf etmektedirler.

Üçüncü yer; yüce âlemden söz çalmak isteyen şeytanların recm edil­diğini anlatan kısımdır: Oysa onlar - Arabların yanlış inancına göre - Allah ile aralarında bir soy bağı olduğunu ileri sürdükleri «cinlerdir.» Şayet Al­lah'la bir yakınlıkları bulunsaydı neden gökten kovuluyorlar ve delici ateşle recmediliyortar?

Dördüncü ve son yer ise, sûrenin bitimine doğru bu asılsız ve gülüne iftiraya alaylı ve çetin saldırının yapıldığı ve Kur'an'ın, o ahmaklardan mi­tolojilerinin menşeini, meleklerin neden dişi olduklarını ve sevmedikleri mahlukları Allah'a nisbet etmelerinin sebebini sorduğu ve bunlara cevap istediği kısımdır. Böylece Allah'ın zatında bir oluşu, Arabların meleklerle şeytanlar hakkındaki mitolojilerinin yanlışlığına en üstün bir delildir!

Kaldı ki şeytanların delici ateş ile recmedilmeleri ve dünya göğünün yıldızlarla süslenmesinden söz edildikten sonra zikredilmektedir. O halde Allah yıldızlara biribirini tamamlayan iki özellik vermiştir: Birincisi: Süsieme ve güzelleştirme özelliğidir ki göz göğe baktığı zaman ancak süs ve güzel­likle karşılaşır. İkinci özellik ise, koruma ve gözetmedir. Tâ ki haddini bil­meyen şeytan yüce âlemde anlatılanları dinleme fırsatı bulmasın. Bu yıl­dızlar göğün koruyucularıdır; haddini bilmeyen azgın şeytanları ateşten kıvılcımlarla onun kapısından kovarlar. Onları geri dönmeye mecbur bırakır­lar.

Yıldızların bu iki görevlerini en mükemmel şekliyle yerine getirmeleri, bu kainatın büyük bir uyum içerisinde bulunduğuna ve ondaki her şeyin bir ölçüyie hareket ettiğine dair kesin bir delildir.

Mekke müşrikleri - herşeyi sapasağlam kılan ve yerli yerine yerleşti­ren Yaratıcının san'atını düşünecekleri yerde azgınlık ve nefretlerine de­vam ettiler. Sapıklık ve gururu bırakmadılar. Sanki onlar, yaratılışlarını saf saf dizilen meleklerden daha güç saydılar. Ya da azgınlıkta şeytandan da ileri olduklarını sandılar. Ama onlar, toprak ve kemik olduktan sonra tekrar dirilmeyi inkâr eltiler. Kur'an'a sihir diyerek saldırdılar. Bunun üzeri­ne Allah peygamberine- bu garip tutumları karşısında - ilk yaratılışlarında yapışkan bir topraktan yaratıldıklarını hatırlatmasını ve tek bir çığlıkla bir anda diriltileceklerini, bu çığlıkla kendileriyle biriikte eşlerinin ve kendileri­ne taptıklarının mahşer yerine sürüleceklerini onlara belirtmesini, bununla onları uyarmasını emretti. Mahşer yerine sürüldükten sonra birden kendi­lerini cehennemde bulacaklardır. Zelil ve hakir olarak. Sonra birbirleriyle çekişecek ve her biri, diğerinden uzak olduğunu söyleyecektir. Ama iş iş­ten geçmiş olacak, bu acıklı azabı hakkettiklerini kendileri itiraf edecek­lerdir.

Kur'an-ı Kerim'in kötülerin varacakları sonuç karşılığında iyilerin vara­cakları sonucu anlatırken takip ettiği yol değişmiyor. Burada da Allah'ın samimi kullarına hazırladığı nimetleri mükemmel bir tatlılıkla tasvir ediyor. Başlangıçta acıklı azaptan uzak kalacaklarını belirtiyor. Sonra nimetlerle dolu olan cennette canlarının istediği her şeye kavuşacaklarını söylüyor. Tam bir huzur ve konfor içerisinde divanlarına yaslanıp uzanacaklar. Elle­rinin yetişeceği şekilde sarkan dallardan meyveleri koparacaklar. Başlarını ağrıtmayan ve lezzeti kesilmeyen üstün kalitede içkiler içecekler. [265] Ko­runmuş ve dipdiri olan güzel hurilerden eşteriyle tatlı sohbet ederken bu nimetler kat kat olacaktır.

Onlar bu nimetler içerisindeyken onlardan biri, birden dünyada iken ölümden sonra dirilişi inkâr eden bir tanıdığını hatırlayacak ve o mutlu iyi­ler kalkıp o kotu kimsenin uğradığı akıbeti görmeye gidecekler, onu ce­hennemin ortasında göreceklerdi-r. O zaman o kimsenin tanıdığı ona birkaç kelime ile seslenip kınayacak, bu arada da Allah'ın kendisini ve arkadaş­larını müttakîier arasına katmasından dolayı Allah'a hamdedecektir.

Burada Kur'an-ı Kerim, iyilerin nimetler içerisinde oluşu ile kötülerin çekecekleri sıkıntı arasındaki büyük mesafeyi yalancı münkirlerin gözleri önüne sererek karşılaştırmayı ince teferruata kadar yapıyor. O kötüler ce­hennemde zakkum ağacından yiyecekler. Bu ağaç cehenneme ait bir ağaç olup o kadar çirkin ve korkunçtur ki, insan hayalinin tasavvur edebileceği en çirkin şekil olan şeytan başlarına benzer. [266] Susuzluk   ve alevden

boğazları her yandığında bulanık ve kaynar sudan içerler. Suyun sıcaklı­ğından bağırsakları kopacaktır. Her bir çıkış yolu aradıklarında da bu kor­kunç vaveyla İçerisinde cehennemin dibine döndürüleceklerdir. O ne kötü meskendir!

Kur'an-ı Kerim bu sapıkları, içine düştükleri sapıklığın sebepleriyle zikretmektedir. Çünkü şuursuzca atalarını taklid etmekte, onların peşinden gitmektedirler. Karanlık gelecekleri ile müminlerin mutlu ve parlak gelecek­leri arasında mantıkî bir karşılaştırma yapmıyorlar. Oysa ataları, kendileri­ne ard arda peygamberler gönderildiği halde sapıklıklarına devam ettiler. Yakında gelecek olan acıklı azaptan ancak seçkin iyiler kurtulacaktır.

Etkili ve gafil kalbleri şiddetle sarsan emarelerle dolu olan bu uyan esnasında Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'un kıssasına dikkatten çekiyor. Bu kıs­sada Allah'ın Hz. Nuh'un duasını kabul ettiği, onu ve ona tabi olanları bü­yük sıkıntılardan kurtardığı ve yalancıları da sulara garkettiği anlatılıyor. Kavmin putlarını parçalayan Hz. İbrahim'in kıssasına dikkatleri çekiyor. O zaman kavmi onu öldürmeye kalkışmış ve onu yakmak için bir bina inşa ettirmişlerdir. Ama Allah onu bu kurdukları tuzaktan kurtardı. Ateşi soğu­tarak ona bir kurtuluş kıldı. Allah'ın kendilerini peygamber olarak seçtiği Hz. Musa ile Harun'un kıssası anlatılıyor. Allah hidayet ve nurlu yolu gös­teren Tevrat'ı onlara verdi. Firavun ve yeryüzünde fesat çıkaran etbaına karşı onlara zaferi müyesser kıldı. Kavminin puta tapmalarına ve yaratan­ların en iyisi olan Allah'tan yüz çevirmelerine karşı çıkan Hz. İlyas'ın kıs­sasına yer veriliyor. Hz. Lut'un kıssası anlatılıyor. Allah kendisini ve - karısı hariç - ehlini depremden kurtarmış, sapık kavminin üzerine sert taşlar yağdırmıştı. Yine kavminin yalanlamasından dolayı zor duruma düşen Hz. Yunus'un kıssası söz konusu ediliyor. Hz. Yunus ümitsiz ve öfkeli bir du­rumda kaçarak dolu bir gemiye bindi. Ama fırtınalar kopmuş ve gemi dal­galardan yoluna devam edemez olmuştu. Bu arada gemide bulunanlar yü­kü hafifletmek İçin kur'a çekmiş ve kur'a neticesinde Hz. Yunus denize atıl­mıştı. Bu arada büyük bir balık onu yutmuştur. Aslında ümitsizliğe düştüğü ve öfkelendiği için kınanmayı da hakketmişti. Ama balığın kamında Allah'ı teşbih etti. Bunun üzerine Allah duasını* kabul etti. Onu hasta ve üryan bir halde balığın karnından çıkararak denizin kenarına çıkarıp attı. Hasta­lıktan kurtulduğu zaman kavmini Allah'a kulluk etmeye davet etti. Kavmi­nin hepsi iman etti. Sayıları yüzbin idi. Hatta bu sayı gittikçe artıyordu. [267]

Bütün bu kıssaların olanları «es-SaffâU sûresinde çok öziü bir şekilde anlatılıp geçilmiş ve böylece yalancıların akıbeti ile Allah'ın halis kullarının dualarını kabul edişi gözler önüne serilmiştir. Onda müşrikler kötü akıbet­le uyarılmakta ve peygamber de iyi bir şekilde sabretmeye davet edilmek­tedir. Onun için bu kıssalar silsilesinde en çok Hz. İbrahim 'kıssasına   yerverilmiş; etkili noktalan, cazip konuşmaları ve korkunç üslûbu ile oğlunu kurban edişi tafsilatıyla serdedilmiştir. Bu olay -Hz. İbrahim'in putları de­virmesi anlatıldıktan sonra- Ailah'a teslim olmayı, O'na güvenmeyi ve O'na bağlanmayı en güzel şekliyle ortaya koymuştur. Böylece o, uzun davet yol­culuğunda sabırlı her davetçı için gerçek bir azıktır:

Hz. İbrahim, Rabbının yoluna devam etti. O'nun yolunda herşeyden vazgeçti. Allah'tan, kendisine salih bir oğul vermesini diledi. Allah da onu akıllı ve bilgin bir oğul ile müjdeledi. [268]Bu oğul hayat yolunda babasıyla henüz yeni yola koyulmuştu ki, en şiddetli eziyyete maruz kalmış ve tered­düt etmeden sabrederek teslim olmuştu. Hz. İbrahim rüyasında oğlunu bo­ğazladığını görmüş ve bunun Rabbından ona bir işaret olduğunu idrak et­mişti. Onun için gönlü mutmain olarak icabet etti. Rüyasını oğluna söyledi. Oğlu sabrederek kabullendi. Lâkin oğlunu kesmek üzere yüzü koyun yatı-nnca Aİlah oğlunun yerine kurban etmek üzere ona cüsseli bir koç bağışla­dı.- Ve onu, ahdini yerine getiren, görevini edâ eden vefalı bir kul olarak-kabul edip şöyle hitap etti: «Yâ İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. Şüphe­siz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükafatlandırırız.» [269]

Bu Kur'anî kıssalar silsilesinin sonbulmasmdan sonra «es-Saffat» sû­resi Allah'ın birliğini pekiştirmek ve kendisini cahillerin kendisini tavsifle­rinden tenzih etmek için Arapların melek ve şeytan hakkındaki mitolojileri­ne yönelerek onu eleştirir. En sonunda da tam bir uyum sağlayarak Allah'a hamd ve O'nu teşbih ile son bulur: sûrenin başlangıcında Allah, bir olduğu­na, zatında ve mülkünde ortaktan münezzeh bulunduğuna dair yemin et­miştir. Sûre yine Allah'ı ortaktan tenzih ederek teşbih ve tahmid ile son-buimaktadır. Bu ise, sûre ne kadar uzun ve cüziyyatı ne kadar da)~budak salarsa da tek sûrede bir konu birliğinin mevcudiyetine susturucu bir de­lildir.

Kur'an Arapların melekler ve şeytanlar hakkındaki mitolojisine saldırır­ken bu saldırının en hoş tarafı, Arapların Kendi mantıklarına göre onlara hitabetmesidl1". Tâ ki kendiliklerinden, ileri sürdüklerinin ve inançlarının ne kadar saçma olduğunun farkına varsınlar. Arap ve ümmî olan Peygamber, ümmî olan Araplardan, kendileri erkek çocukları kız çocuklara tercih ettik­leri halde Allah'a neden kızları nisbet ettiklerinin sebebini sorması tavsiye ediliyor. Yoksa Allah erkek çocukları kız çocuklara tercih mi ediyor? Ya­hut onlar meleklerin doğumunu müşahade ettiler de mi cinsiyetlerini tesbit ettiler? Ya da bile bile Allah'a iftira mı ediyorlar?

Allah ile cinlerin arasında bir akrabalık bağının olduğunu söylerken gönülleri nasıl buna rıza gösteriyor? Kaldı ki cinler - Allah'ın diğer yaratık­ları gibi - kıyamet günü hesap vermek üzere çağırılacaklarını ve dünya ha­yatında ne yapmışlarsa karşılığını göreceklerini biliyorlar. Arapların bu saç-ma-sapan sözleri, ancak kalbinde hastalık bulunan ve bozuk tabiatı ce­henneme girmesine onu müstehak kılanları aldatabilir.

Keşke bu cahiller meleklerin, ahmakça mitolojilerine verdikleri cevabı duysalardı. Onlar yüce âlemde hal ve kal lisanlarıyla devamlı olarak Al­lah'a dua ederek şöyle demektedirler: Ey Rabbımız, senin huzurunda saf durmuş bekliyoruz. [270] Sana şükrederek seni her türlü eksiklikten tenzih ediyoruz. Seni her türlü ortaktan ve çocuğu olmaktan tenzih ederiz! ,

Cahİliyetin bu ahmakça mitolojisine yapılan bu alayeı ve çetin saldırı­dan sonra.sûre bu masalı uyduranları, kötü akıbet ile tehdit etmekte ve samimi erlerine yardımı konusundaki sünnetini onlara hatırlatmaktadır. Güç ve şeref tamamen Allah'ındır. Emniyet o peygamberlerdedir.




[246] Bk. Burada er-Razî 8/259 vd. Müracaat et.

[247] el-Kıyame sûresinin tefsiri ipin bk, et-Taberi, 29/108. Ayrıca karş. el-Keşşaf, 4/IP3 ve en-Nesefî, 4/235.

[248] Sûrenin yemin matlaının tefslriyle ilgili olarak ot-Taberî. 29/140 ile er-Razî, 8/288 v© ez-Zamahşerî arasındo bir karşılaştırmaap. Bizim seçtiğimiz görüş,ez-Zamahşerî'nin görüşüne yakındır.                                                                   

[249] Anlattığımız bu tabloya şu öyet-i kerime işaret etmektedir: «O gölgenin saçtığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir, konak gibi de büyüktüm (Bk. el-Keşşâf, 4/174.}

[250] el-Murselât sûresinin tefsiri için bk. et-Taberi, 29/140; en-Nesefî, 4/241. Kars. el-Bey-zâvî, 2/377; ez-Zamahşert

[251] Kölelerin âzâd edilmelerine çağrının, islâmin çok erken döneminde başladığı ve he-nûz o zaman Müslümanların baskı altında ve zayıf durumda oldukları dikkat çeki­cidir.

[252] el-Beled sûresinin tefsiri için bk. et-Taberî, 30/123. Ayrıca karş. er-Râzî, 8/403.

[253] el-Hicr sûresinin tefsiri için bk. et-Taberî, 14/1; er-Rözî, 5/253.

[254] Bununla Allah'ın şu âyeterine işaret ediyoruz:  «İnkâr edenler, keşke müslüman ol­saydık temennisinde bulunacaklardır. Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit on­ları avundursun; ilerde öğrenecekler.»

[255] Müşrikler, Peygamberden meleklerin inmesini İstedikleri zaman  Kur'an-ı  Kerim on-iara şu cevabı vermiştir: cBiz o melekleri ancak gerekince veririz. O zaman da ken­dilerdi  (ne) mühlet verilmez»  Melekler, yalancılara ancak azab vermek üzere    iner­ler, indikleri zaman da ne mühlet verme vardır ve ne de beklomo. (Kars.   eMabe-ri, 14/6).

[256] el-Keşşâî'ın, 2/312 deki şu sözüyle karşılaştır: «Yani o müşrikler inatlarında o kadar

aşırı gittiler ki, şayet onlara göğün kapılarından biri açılsa, onlara bu kapıdan göğe yükselme müyessir kılınsa ve gözleriyle birtakım şeyleri görseler yine şöyle diyecek­lerdir: O gördüklerimiz gerçek değil ki, bize öyle geldi, bir

hayaldi o kadar. Aslında Muhammed bizi büyüledi.*

[257] Abdullah b. Mesud. tBiz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik» âyetiyle ilgili olarak şöyle de­mektedir: «Rüzgâr

gönderilir ve bu rüzgâr gökten suyu yüklenir, sonra da    bulutun harekete geçişi gibi harekete geçip yürür ve kartalın (havada) tur atışı gibi tur atar.* İbnu Abbas, İbrahim en-Nah'î ve Katade ayni şeyi söyler. (Tefsîru'bnu Kesîr, 2/549}.

[258] Kars. et-Taberî. 14/24.

[259] «Tekrarlanan Yecii»nin te'vili ile ilgili olarak bk. et-Taberî, 14/35-41; Ayrıca karş. İb-nu Kesîr, 2/557. Tercih edilen, et-Taberî'nin görüşü olup şöyledir: Tekrar edilen Ye­diden inaksal, Fatiha sûresinin âyetleridir: Onlar da yedi olup namazın her rekâtında tekrar edilmektedirler.

[260] O halde ilk merhale ile orta merhale arasındaki fark, orta merhalede delillerin taf­silatlı bir şekilde sıralanmasıdır. Allah'ın tevhidi, vahiy, kıyamet, ölümden sonra di­riliş ve ceza yahut mükâfat, bütün bunlar vahyin başlangıcında da sözkonusu edil­miş lâkin tafsilata girilmemiştir. O halde maksat, düşünmeyi tahrik ve îevhid akide­sine dikkatleri çekmektir. Tâ ki müşrikler bu konuda mukaddime olabilecek şeyler Öğrensinler ve Kur'an ondan sonra delillerle bunları isbatlasm.

[261] Bu faslın başka bir yerinde Mekkı merhalelerin sonuncusuna ait sûreieri serdettik: es-Sâffât, ez-Zuhruf, ed-Duhân, ez-Zâriyât, el-Kehf, İbrahim ve es-Secde sûresi. Mu-fessirie tarihçiler bu sûrelerin Mekkî son dönemlere ait olduklarına dair ittifak halin­de oldukları için onlaria yetindik.

[262] âyetinin tefsirinde et-Toberî'nin seçtiği görüş budur. Bk. et-Taberî, 23/22.

[263] Burada geçen «zikir»  kelimesi umûmî bir mona ifade eden  bir kelime olup onunla Allah'ı hatırlatan ve Allah'ın Peygamberlerine gönderdiği vahyi kapsayan, semavî ki­taplar kastedilir. Bu lafzın kapsamına öncelikle Kur'an-ı Kerim girdiği halde onu Kur'-an'la tahsis etmek için bir sebep yoktur. Kars. Ibnu Kesîr, 4/2.

[264] es-Saffât: 5. et-Taberî bu âyetin tefsirinde (23/23.) şöyle demektedir: «Doğuların Rabbı» sözünden maksat; Allah'ın, kış ve yaz aylarında güneşin doğuş ve batış yerlerini ve bunlar neticesinde doğan faydaları düzenlemesidir. Âyette batıların (güneşin battığı yerlerin) zikredilmemesi, sözün gelişinden anlaşılmalarından dola­yıdır.

[265] et-Taberî, «Onda ne bir başağrısı var ve ne de ondan dolayı sarhoş oiacaklar» âye­tinin tefsirinde şöyle demektedir. Bu içkiler dünya içkileri gibi sarhoş etmeyecek­tir. Onun için ondan diledikleri kadar içebileceklerdir... (et-Taberî, 23/35.)

[266] İbnu Kesîr şöyle demektedir: «Kur'an-ı Kerim bu ağacın meyvelerini - muhatapiarca bilinmiyorsa bile- Şeytan başlarına benzetmektedir. Çünkü herkesin kalbinde şeytan­ların çok çirkin olduğu hükmü kesindir.» (Bk. ibnu Kesîr, 4/10).

[267] Hz. Yunus kıssasının tefsiri için bk. et-Taberî, 23/63.

[268] Âlimlerin vs müfessirlerin coğuniuğunca meşhur olan kavle göre kurban edilmek is­tenen Hz. İsmail'dir. Ancak müfessirlerin önderi et-Taberî, Hz. İshak olduğunu söyle­yenlerin delillerini zikrettikten sonra Hz, ismail olduğunu söyüyenlerin getirdikleri de­lillere itiraz eder ve Hz. İshak olduğunu söyleyenleri destekler. Getirdiği deliller için bk. et-Taberî, 23/51-55.

[269] es-Saffât: 105.

[270] Kur'an'm hayret verici bir durumudur ki -değişik yerlerde - melekleri muennes   ço­ğulun nitelendiği şekilde nitelenmektedir. Nitekim bunu, es-Saffât sûresi İle el-Mur-selât sûresinin baş taraflarında  müşahede ediyoruz.  Müfessirler te'nis    alametleri kullanılmış olmasını, bu sıfatlarla tavsif edilen melekler guruplarıyla izah etmekte­dirler. Aslında bu izah uzak bir ihtimal değildir. Arap dilinde benzeri durumlar pek çoktur. Lâkin bize öyle geliyor ki - Allahu a'lem - Kuran-ı Kerim, zikrettikleri sırdan daha derin bir gaye gütmektedir. Arablann, meleklerin  müennes olduklarına    dair masallarının temelsizliği isbatlandıktan sonra, düşüncenin özüne saldırıp onu teme­linden yıktıktan sonra artık lafız olarak onları müonnes lafızla yahut müzekker lafız­la zikretmesi önemli değildir. Ayrıca Kur'an-ı Kerimin meleklerin müennesliğini red­detmesinden hareketle onların müzekker olduklarına dair kesin hüküm    veremeyiz. Çünkü melekier gayb âleminden olup bu alem hakkında kesin hüküm verebilmemiz için Kur'an'da veya Rasûlüllah'ın hadislerinde sarih bir ifadeye rastlamamız gerekir. Ayrıca ne Allah ve ne de Rasûlü meleklerin cinsiyetini tesbit etmemizi emretmiyor.

Kur'an'm hayret verici bir durumudur ki -değişik yerlerde - melekleri muennes   ço­ğulun nitelendiği şekilde nitelenmektedir. Nitekim bunu, es-Saffât sûresi İle el-Mur-selât sûresinin baş taraflarında  müşahede ediyoruz.  Müfessirler te'nis    alametleri kullanılmış olmasını, bu sıfatlarla tavsif edilen melekler guruplarıyla izah etmekte­dirler. Aslında bu izah uzak bir ihtimal değildir. Arap dilinde benzeri durumlar pek çoktur. Lâkin bize öyle geliyor ki - Allahu a'lem - Kuran-ı Kerim, zikrettikleri sırdan daha derin bir gaye gütmektedir. Arablann, meleklerin  müennes olduklarına    dair masallarının temelsizliği isbatlandıktan sonra, düşüncenin özüne saldırıp onu teme­linden yıktıktan sonra artık lafız olarak onları müonnes lafızla yahut müzekker lafız­la zikretmesi önemli değildir. Ayrıca Kur'an-ı Kerimin meleklerin müennesliğini red­detmesinden hareketle onların müzekker olduklarına dair kesin hüküm    veremeyiz. Çünkü melekier gayb âleminden olup bu alem hakkında kesin hüküm verebilmemiz için Kur'an'da veya Rasûlüllah'ın hadislerinde sarih bir ifadeye rastlamamız gerekir. Ayrıca ne Allah ve ne de Rasûlü meleklerin cinsiyetini tesbit etmemizi emretmiyor.