๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 11:48:46



Konu Başlığı: Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele tarihi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 11:48:46
Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele tarihi
Gülten DİNÇ • 58. Sayı / DOSYA YAZILARI


İnsanlarda salgın hastalıklara yol açan ve bakteri ya da virüs denilen, gözle görülmeyen küçük canlıların yeryüzünde tarih öncesi dönemlerden beri var olduğu biliniyor. O dönem insanlarına ait iskelet kalıntıları, fosiller ve diğer buluntuların incelenmesinden bu küçük canlılara ilişkin kanıtlara ulaşılabiliyor. Tarih öncesi dönemde yaşayan atalarımız, bugün patojen mikrop adı verilen küçük canlıları tabii ki çıplak gözle görememişler ancak nedenini anlayamadıkları bir gücün kendilerini etkileyip hastalandırdığının farkına vararak onları kötü ruh olarak adlandırmışlardı.

Tarih boyunca hüküm sürerek salgınlara ve büyük oranda ölümlere yol açan bulaşıcı hastalıklar arasında; veba, çiçek, kızamık, kızıl, kolera, tifo, tifüs, dizanteri, suçiçeği, zatürre, hepatit, grip, tüberküloz, cüzam, şarbon, kabakulak, sarıhumma, boğmaca gibi hastalıklar sayılabilir. Tüm bunlara ek olarak günümüzde AIDS, kuş gribi, domuz gribi gibi adlar altında çeşitlenerek devam eden bulaşıcı ve salgın hastalıklar halen insanların korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Salgın hastalıkların yaygınlaşmasındaki en büyük etkenlerin başında insanların hayvanlarla yakın ilişkileri ve topluluklar halinde yaşamaları geliyor. Salgın hastalıklar büyük oranda ölüme yol açmaları ve tedavilerindeki güçlükler nedeniyle çağlar boyunca insanları en korkutan hastalıklardan olageldi. Bu korkular zaman zaman tecritlere ve göçlere kadar varan korunma önlemlerine yol açtı. Bu hastalıklarla mücadele konusundaki kazanımların en büyüğü ise aşıların ve antibiyotiklerin bulunmasıydı.

Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında
İnsanoğlu ilk çağlardan itibaren bu hastalıkları tedavi etmeye yönelik pek çok yöntem ve teori geliştirdi. Bu bağlamda eski uygarlıklardan günümüze insanoğlunun salgın hastalıklara yaklaşımına baktığımızda, Mezopotamya’da hastalık ve salgınların kanallara tükürmek, hasta birinin tabağından yemek, pis suya ayak sokmak gibi kişinin kendisinin, ailesinin ya da klanın işlediği bir günaha bağlandığını görürüz. Kil tabletlerde, Ekimmu, Pazuzu gibi cinlerin hastalık saçtığı, bir sinek olarak gösterilen Nergal’in vebanın tanrısı olduğu kayıtlıdır. Ancak Mezopotamyalılar salgın hastalıklarla ilgili olarak doğal gözlemler de yaptılar. Örneğin veba salgınlarından önce çok sayıda farenin öldüğünü belirlediler, cüzamın bulaşıcı bir hastalık olabileceğini sezerek hastaları toplumdan uzak tuttular, sivrisineklerin hastalık nedeni olabileceğini düşünerek onlarla mücadele ettiler.

Sümerliler kervan yolları üzerinde bulundukları ve tuvaletsiz ve penceresiz evlerde oturdukları için birçok salgın hastalığa maruz kaldılar.

Hititlerin halk sağlığı açısından içme suyu kaynaklarının temiz tutulmasını istemeleri ve hastalıktan korunabilmek için hastalıklı ortamdan yer değiştirerek, hastalık bulaşmadan kendilerini korumaya çalışmaları salgın hastalıkları tanıdıklarını gösteriyor.

Eski Mısır tıbbı ile ilgili kaynaklarda, Mısırlıların, sosyal hijyeni ilgilendiren yasalar getirdikleri, mezarların bakımı, evlerin temizliği, alınan gıdalar ve cinsel ilişkinin sıkı kurallara bağlandığı, günde bir kaç defa Nil sularında yıkandıkları, işçilere temiz elbiseler dağıtıldığı, tuvaletlerini çalıştıkları şantiyenin dışına yapmalarının sağlandığı, hasta olanların diğerlerinden ayrıldığı, işçilerin oturdukları kulübelerin yılda bir kere yakıldığı, yerlerine yenilerinin inşa edildiği, pira-mitler inşa edilirken şantiyede çalışan işçilere günümüzde streptokok, stafılokok ve koli basillere karşı bağışıklığı güçlendirici olduğu saptanan soğan, sarımsak ve yaban turpu dağıtıldığı anlatılıyor. Ancak Mısırlılar tüm bu hijyenik kurallara uymalarının yanında, sihir ve büyüye de başvurdular. Zira Edwin Smith Papirüsü’nde o yıl hüküm süren veba salgınının önlenmesi amacıyla yazılmış sihirli formüller yer alır.

Çin’den dünyaya yayılan bağışıklama metodu
Çin İmparatorluğu’nun tarih boyunca ağır Çiçek salgınlarına maruz kaldığı, salgınlar nedeniyle insanlar arasında çok miktarda ölüm ve kalıcı cilt lezyonlarının oluştuğu biliniyor. Çinliler bu salgınlardan korunma ve hastalığa karşı bağışıklık sağlamada çok eski zamanlardan beri bir tür çiçek aşısı uyguladılar. Bu aşı, bağışıklama konusunda bilinen en eski aşıdır. Çinliler bağışıklık oluşturma amacıyla hastalık geçiren kişilerin püstüllerinden aldıkları irini kurutup ezerek, az miktarını çocukların burun deliklerine bir kamış ile üflemişlerdi. Çinlilerin kullandığı ve variolizasyon adı verilen bu aşılama yöntemi giderek doğudan batıya doğru yayıldı. Bu süreçte aşının değişik varyasyonları Osmanlılar tarafından da kullanıldı. Osmanlılar’da bu uygulamayı genellikle aşıcı denilen yaşlı kadınlar yapıyordu: Çiçek geçiren kişilerin püstüllerinden bir iğne ucuyla aldıkları irini özellikle sağlam çocukların kolunda oluşturdukları bir çiziğe sürerek, üstünü ceviz kabuğu ya da bir yaprakla kapatıyorlardı. Avrupa bu yöntemden ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nda hekim olarak çalışan Emanuel Timoni (1713) ve Pylarini isimli iki hekim ile o sıralarda payitahtı ziyaret eden İngiliz büyükelçisinin eşi olan Lady Mary Montagu’nun 1718’de Avrupa’daki bir arkadaşına yazdığı mektuplarla haberdar oldu. Ancak o dönemde Avrupa’da Türk Usulü Çiçek Aşısı olarak adlandırılmış olan ve belli bir oranda bağışıklık sağlayan bu aşılama yöntemi tehlikeli bir yöntemdi. Çiçek için daha iyi, güvenli ve sonraki yıllarda çiçeğin yeryüzünden silinmesini sağlayan aşı yöntemi ise Edward Jenner tarafından 1796’da keşfedildi. Edward Jenner’in yöntemi hayvandan insana aşılamadır. Vaccinasyon adı verilen bu yöntemde aşı, inek çiçeği püstüllerinden elde edilmiş ve insanlara uygulanmıştır.

Hipokratik tıp anlayışı
Eski Yunan uygarlığına damgasını vuran Hipokratik tıp anlayışı, hekimliği tanrılardan uzaklaştıran, hastalığın ilahi bir ceza değil, doğal bir olay olduğunu savunuyordu. Hipokrat’la birlikte hastalık nedenleri arasına çevre şartları; soğuk, güneş, rüzgâr, giyecek, yiyecek ve içecekler gibi dış etkenler de eklendi. Hipokrat’ın Hipokrat Külliyatı olarak adlandırılan eserlerinin en önemlilerinden biri “Bulaşıcı Hastalıklar”a aittir. Hipokrat Külliyatı’nda kullanılan Difteri, Enterit, Malarya, Pnömoni, Tetanoz gibi tıbbi bulaşıcı hastalık terimleri günümüz tıbbında halen kullanılıyor.

Yine Eski Yunan dönemi hekimlerinden olan Empedokles’in bataklıkları kurutmak ve evleri tütsülemek gibi pratik bir hijyen yöntemiyle Selinus’taki bir sıtma salgınını önlediği rivayet olunur.
Yunan dönemi felsefe teorilerinden biri olan Miyasma (kirlenme, kokuşma) Teorisi ise bize o dönemde bulaşıcı hastalıklara yaklaşım konusunda fikir verir. Miyasma terimi, fiziksel ve ahlâki yönden bir kirlenme, pislenme ve lekelenmeyi ifade eder. Genel olarak kokuşmayı yapan şey; durgun su, bataklıklar, insan ve hayvanlardan çıkan buharlar, hasta insanlar, salgılar, bozulmuş yiyecekler, çürümüş bitkisel maddelerdir. Bunların Miyasma nedeni olduğu varsayılır. Burada varlığı kabul edilen şey kokuşmuş kötü havadır. Kokuşmuş kötü hava ile hastalık tohumlarının taşınması görüşü Galen tarafından da savunulmuş ve daha sonra İslam dünyası ve Avrupa’ya yayılmıştı. İnsanda salgın hastalık yapan dış etkenler konusunda miyasma teorisi 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürdü.

Roma dönemi önlemleri
Roma döneminde su taşıyan borulara filtreler yerleştirildi, sokakların içilecek suların, çarşılarda satılan gıda maddelerinin temizliğine ve tazeliğine büyük özen gösterildi, ölülerin şehrin içine gömülmesi yasaklandı, şehirlerin havadar yerlerde kurulmasına dikkat edildi, hastalar tecrit edilmeye çalışıldı, bataklıkların hastalıklara yol açabileceği düşünüldü, halka açık 150 tuvalet yaptırıldı. Romalılar hamam, suyolu ve kanalizasyonlarla koruyucu hekimliğe katkıda bulundular. Ayrıca ilk olarak Roma dönemi hekimlerinden Areteaus, “görülmeyen bulaşıcı organizmalar”la hastalığın bazen doğrudan doğruya temas yoluyla, bazen belli bir mesafeden bulaşma yoluyla mümkün olabileceğini söylemiştir.

Eski Türklerin mücadele yöntemleri

Salgın hastalıklar ve bulaşma fikrine Eski Türkler açısından baktığımızda günlük yaşayışları içinde temizliği esas alan yasak ve kaçınmaların önemli yer tuttuğu anlaşılır. Göçebe Türk kavimleri ve Uygurlar dönemlerinde hastaların sağlamlarla teması kesiliyor, ayrı bir çadırda tedavi ediliyorlar, eşyaları ateşten geçiriliyor (ütüleme) ve böylece bulaşıcı hastalıkların yayılmasına mani olmaya çalışıyorlardı.

Ortaçağ’ı başlatan ve bitiren salgınlar
Çoğu tıp tarihi yazarı Batı’da Ortaçağ’ı, 6. yüzyılda Bizans’ta yaşanan bir veba salgını ile başlatır ve 14. yüzyılda Avrupa’da “kara ölüm” olarak nitelendirilen bir diğer veba salgını ile bitirir. Bizans İmparatorluğu da Ortaçağ’ın karanlık dönemlerini yaşayan ve ardı ardına patlak veren salgınlara yenik düşen devletlerden biriydi. Nüfusunun neredeyse yarısını çiçek ve veba gibi tehlikeli salgınlarda yitiren ve salgınlara karşı korumasız olan halk büyü, sihir ve efsunların yanı sıra Azizlerden de yardım umar olmuştu. Bu süreçte Aziz Yunus’un (Job) cüzama, Aziz Roch ve Sebastian’ın vebaya şifa getirdiğine inanılıyordu. Ortaçağ’ın sonunu getirdiği iddia edilen büyük veba salgını ise 14. yüzyılda Orta Asya’dan başlayarak Avrupa’yı istila etti ve nüfusun hemen hemen dörtte birini ortadan kaldırdı. Halk vebaya karşı önlem olarak şehir meydanları ve evlerde ardıç ve aromatik maddelerle tütsüler yapıyor, hasta odalarını sık sık havalandırıyor, hastaları gül suyu ve sirke ile yıkıyorlardı. Hekimler kendilerini hastalıktan korumak için vücutlarını tamamen örten elbise ve eldiven giyerler, tarçın, karanfil ve sirkeye batırılmış sünger parçalarından oluşan burun kesesi denilen maskelerle hastaların yanına girerlerdi. Ortaçağ’da hastalık yıldızlara, işlenilen günahlara veya Yahudiler tarafından kuyulara atılan bir zehire atfediliyordu.

Ortaçağ’da Müslüman hekimlerin çalışmaları
Ortaçağ’da bulaşıcı hastalıklar açısından Doğu dünyasına yani İslam coğrafyasına baktığımızda Razi’nin (865–925) çiçek hastalığı ve kızamığa dair olan kitabında tıp tarihinde ilk kez çiçek ve kızamık hastalıklarını tarif ettiğini ve tedavi konusunda vebalı evlerde kızgın taşlar üzerine sirke döktürdüğünü görürüz. İslam döneminin en ünlü hekimi olan İbn Sina (980–1037) Kanun adlı beş ciltlik tıp eserinin 4. cildinde bulaşıcı ve salgın hastalıklar konusunu ele alır. İbn Sina eserlerinde suda ve havada bulaşıcı hastalık yapan küçük canlıların (cinnü’l-ma) bulunduğunu ve bazı hastalıkların bulaşıcı olduğunu yazdı. İbn Sina ayrıca salgın hastalıkların yayılma tarzı (örn. vebanın farelerle ilişkisi) ve tüberkülozun bulaşıcılığından da söz etti. İbn Rüşd’ün (1126–1198) bağışıklık konusunun farkına vardığı, bir kez çiçek geçirenin bir daha bu hastalığa yakalanmadığını belirtmesinden anlaşılıyor. 14. yüzyılda dünyayı kasıp kavuran büyük veba salgını hakkında Gırnatalı İbn Hatib bir eserinde “deneyim ve incelemeleri sonucunda bulaşmanın mutlak olduğunu, hastalığın elbiseler, çanaklar ve kullanılan eşyalar yoluyla insandan insana, evden eve geçtiğini ve vebalı bir ülkeden gelen bir geminin vebasız bir limana uğrayınca vebayı oraya da getirdiğini” belirtir. Hatib, “Bu afet ancak tecrit edilen kişiler ve Afrika’da yaşayan Bedevi kabileleri arasına sokulamamaktadır” diye yazar. O devirde dünyanın her yanında vebanın karşı konulamaz bir ilahi azap olarak bilindiğine ve ona karşı hiçbir şey yapılamadığına bakılırsa bu bilgilerin ne kadar büyük bir değeri olduğu anlaşılır. Faslı hekimlerden İbn Hatime (Ö. 1369) de İspanya’nın El-Merye kısmını harap eden veba hakkında 1348’de bir eser yazmış ve “Uzun deneyimlerim sonucunda hastalıklı bir kişiye temas eden bir kimsenin aynı hastalığa hemen yakalandığını ve aynı belirtileri gösterdiğini anladım. İlk hasta kan tükürmüşse ikincisi de tükürüyor. Birincisinde bir takım şişlikler oluşmuşsa ikincisinde de bu şişlikler aynı yerlerde ortaya çıkıyor. İkinci hasta da hastalığı aynı şekilde bulaştırıyor” demiştir. Batı Ortaçağı’nda yazılan kitaplarda henüz bu bilgiler yer almıyordu.

Karantina uygulaması
Avrupa’da Ortaçağ’ın sonlarına doğru artık salgın hastalıklara karşı geliştirilen tedavi yöntemleri ve alınan önlemlerin yeterli olmadığı anlaşılmış bulunuyordu. Salgınların yayılmasında kervan ve deniz yollarının etkili olduğu, bu yayılmayı önlemek amacıyla da bir çeşit tecrit yöntemi olan “karantina” uygulamasının artık zorunlu hale geldiği anlaşılmıştı. Tüm bu hastalıklara karşı korunma yöntemlerinin en önemlisi ve etkilisi olan Karantina uygulaması ilk kez 1377’de Adriyatik kıyılarındaki Ragusa (bugünkü Hırvatistan’ın Dubrovnik) şehrinde uygulanmaya başlandı. Karantina uygulamaları sırasında doğudan gelen ve şüpheli görülen bütün gemiler özel limanlarda tecrit edildiler, yolcuları da 40 gün (quaranta giorni / karantina) süre ile bu limanlarda bekletildiler. Aslında Ortaçağ’da Batı ve Doğu (İslam) dünyasında bazı hastalıkların bulaşıcı olduğu fikri daha önceden ortaya konulmuş, önlem olarak da hastalık bulunan yerlere girilmemesi ve çıkılmaması bazı yazarlarca önerilmiştir. Ancak karantinanın sistemli olarak ilk kez uygulanmasına Ragusa’da başlanmıştır.

Mayaların çöküşünün sebebi salgın hastalık mı?
Güney Amerika’da Kolomb öncesi yerliler de, diğer eski uygarlıklarda olduğu gibi ölümü doğaüstü güçlerin insanoğluyla amaçsızca oynaması olarak kabul ediyordu. Bu uygarlıklardan Mayalar’daki çöküşün, süregelen bulaşıcı bir hastalıkla, muhtemelen sarıhummayla ya da İspanyol savaşçıların ve Mayalar’ın tanımladığı kara kusmuk hastalığıyla ilgisi olduğu iddia ediliyor. İnkalar’ın kullandığı birçok bitki ve ilaç arasında özellikle cinchona (kına-kına) kabuğundan elde edilen ve sıtma tedavisinde etkili olan kinin Avrupa’ya buradan geçmiştir.

Rönesans’la gelen yeni anlayış
Avrupa’da Rönesans’la birlikte bilime de yeni bir anlayış gelecek ve artık bilimsel tıp egemen olacaktır. 16. yüzyılda Fracastorius hızla çoğalan ve gözle görülmeyen hastalık tohumlarından söz etmekte, Leeuwenhoek ise 17. yüzyılda kendi yonttuğu merceklerle oluşturduğu mikroskoplarla tıbbi önemi büyük olan sayısız keşifler yapmaktaydı. Leeuwenhoek araştırıcı bir ruhla gözle görülmeyen küçük canlıları bu mikroskoplarla görmüş, ancak bunların hastalıkların nedeni olduğunu anlayamamıştı. Aynı yüzyılda Redi kendiliğinden üreme (spontan jenerasyon) teorisinin yanlışlığını ispatlamıştır.
18. yüzyılda halk sağlığı ve koruyucu hekimlik gelişmeye başlamış, halk sağlığının kurucusu Johann Peter Frank nüfus, konutlar, kanalizasyon ve su tesisatı, salgın hastalıklar ve beslenme konularını ele almıştır. Bu yüzyılda Katolik kilisesinde rahip olan Spallanzani kendiliğinden üreme teorisini tamamen yıkmıştır. Spallanzani yaptığı deneylerle mikropların üremesini göstermiş ancak yine de onların öldürücü olabileceklerini anlayamamıştır.

Mikroplarla ilgili keşifler 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştı. Pasteur ve Koch’un araştırmaları bakterilerin varlığını ve oluşturdukları hastalıkları ortaya çıkarmış, bu mikroplara karşı vücudun kendini savunması sırasında ortaya çıkan belirtiler tanımlanmıştı. Lister ise mikropsuzlaştırma yöntemlerini yani asepsi ve antisepsiyi ortaya koydu. 18. yüzyılın sonunda Jenner ürettiği çiçek aşısından sonra 19. yüzyılda kuduz, difteri, tetanoz, şarbon gibi mikroplar tanınarak birçok yeni aşı üretildi. Aynı yüzyılda Batı’da bir yandan mikroplara karşı aşılar üretilirken, diğer yandan bulaşıcı hastalıkları önleme ve hastalık bakterilerinin yayılmasına engel olmada temizlik ve halk sağlığının önemi anlaşıldı.

20. yüzyıla gelindiğinde bulaşıcı hastalıkların önlenmesi konusundaki en önemli keşif olan antibiyotikler bulundu. 1929 yılında Alexander Fleming penisilinin antibakteriyel etkisi üzerine gözlemlerini yayınladı. 1941 yılında ise Howard Florey ve Ernst Chain penisilinin büyük tedavi edici gücünü ispatlayarak penisilinin ilaç olarak kullanılmasını sağladılar. 1944 yılında Selman Waksman, Streptomycin’i keşfetti ve bu ajan tüberkülozla mücadelede çok etkin bir rol oynadı. 1948 yılından sonra hızla diğer antibiyotikler keşfedildi, ancak mikroorganizmalar da direnç kazanarak canlılar arası yeni bir mücadele başladı.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e salgınlarla mücadele
Bulaşıcı hastalıklar ve salgınlar konusuna Osmanlılar açısından bakacak olursak, bu dönemde de birçok salgınlar yaşandı, hekimler genellikle hijyen, hava, mevsimler, diyet, sular, yani koruyucu hekimlik konularında eserler yazdılar. Osmanlı İmparatorluğu da diğer devletler gibi kuruluşundan itibaren çiçek, veba, tifüs gibi pek çok salgın hastalığa maruz kaldı. Özellikle büyük salgınlar yapan veba hakkında birçok risaleler yazıldı. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıla kadar tıp uygulamalarında geleneksel yöntemlere sadık kaldı. Batı’da Rönesans’la birlikte başlayan çağdaş ve bilimsel tıbbi gelişmeleri izlemeye ancak 19. yüzyılda başlayabilmişti. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıla gelindiğinde mikrobiyoloji ve bakteriyoloji alanlarında çağdaş gelişmeleri yakından takip etmeye başlamış, bu tekniklerin ülkeye getirilmesi için, Avrupa’ya hekim ve sağlıkçılardan oluşan ekipler yollamıştı. Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ne ve Koch’un Berlin’deki kliniğine giden tıp heyetleri, bu teknikleri yerinde öğrenmişler, ülkelerine döndüklerinde bunları uygulamak üzere açılan kurumlarda görevlendirilmişlerdi. O zamanlar Demirkapı’da (Sarayburnu) bulunan Mekteb-i Tıbbiye içinde 1887’de Kuduz Aşısı Kurumu (Daülkelp Ameliyathanesi), 1889’da Aşı Müessesesi (Telkihhane-i Şâhâne), 1893’te Bakteriyoloji Laboratuarı (Bakteriyolojihane-i Şâhâne) açılmıştı. Yine bu dönemde, Rieder Paşa tarafından, mezuniyet sonrası bir üst eğitim kurumu olarak faaliyet gösteren Gülhane Seririyat (Klinikler) Mektebi açıldı (1898). Bu okulda, tifo, dizanteri ve kolera aşıları üretildi. 19. yüzyıl başındaki korkunç kolera epidemisi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu’na karadan ve denizden gelenleri kontrol ederek salgınlara karşı önlem almak üzere Karantina Teşkilatı kuruldu (1838). Merkezi İstanbul’da bulunan Karantina Meclisi bu sistemle, payitahtta ve imparatorluğun bütün bölgelerinde gerekli stratejik noktalara kurulan tahaffuzhaneler (karantina istasyonları) aracılığıyla, Asya’dan Avrupa’ya ölümcül hastalıkların geçişini engellemek için çalıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın bir başka başarılı halk sağlığı organizasyonu ise dezenfeksiyon sistemiydi (Tebhirhaneler). Avrupa’da da bakteriyoloji devrimi öncesi (ve sonrasında da) işlevsel bir koruma tedbiri olan dezenfeksiyon yöntemi, giysileri, eşyaları, mobilyaları, her türlü iç mekân unsurunu, sıcak buharla ve çeşitli dezenfektan maddelerle, etüvler içinde temizleme yöntemiydi.

Cumhuriyet öncesi büyük sağlık sorunları ve toprak kayıplarının yanı sıra kolera faciası da yaşandı. Atatürk ve Cumhuriyet dönemi ile birlikte sağlık sorunlarına yalnızca bireysel bir sorun ve hastalıkların tedavisi olarak değil, toplum sağlığı sorunu olarak yaklaşıldı ve bu sorunların çözümüne devletin temel görevi olarak bakıldı. Bu dönemde büyük bir halk sağlığı sorunu olan sıtma, çiçek, trahom ve tüberküloza karşı mücadele edildi ve çok başarılı sonuçlar alınarak enfeksiyöz hastalıklarla mücadele sistemli bir şekilde yürütüldü.

Tarihten günümüze devam eden bu mücadeleye baktığımızda bulaşıcı ve salgın hastalıklar konusunda çok büyük ilerlemelerin olduğunu, çok büyük yol alındığını açıkça görüyoruz. Ancak tüm bu gelişmelerin yanı sıra, savaşın tam bir galibiyete ulaştığını söyleyebilmek de güç. Tarihte insanları ve toplumları sefalete sürükleyen azılı veba salgınlarının yerini günümüzde AIDS ya da SARS, Kuş gribi, Domuz gribi gibi çeşitli adlar altında ortaya çıkan ve her yıl binlerce can almaya devam eden enfeksiyon hastalıkları almış durumda. Bu da insanın doğaya karşı olan “çetin mücadelesinin” bitmediğinin, belki de hiçbir zaman bitmeyeceğinin açık bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Kaynaklar:

Adıvar A., Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), 5. bs., İst.: Remzi Kitabevi; 1994.
Atabek E., Görkey Ş., Başlangıcından Rönesans’a kadar tıp tarihi, İst.: İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay.; 1998.
Mayerhof M., İslam Medeniyeti Tarihinde Fen ve Tıp, Çev.: Ömer Rıza, İst.: Asarı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı; 1935.
Nasr SA., İslam ve İlim, çev.: İ. Kutluer, İst.: İnsan Yay.; 1989.
Unat EK., “Antibiyotiklerin Tarihçesi”, Tıp Tarihi Araştırmaları, 8: ss. 102-114; 1988.
Unat EK., Osmanlı İmparatorluğunda Bakteriyoloji ve Viroloji, İst: İ.Ü. CTF Yay.; 1970.
Unat EK., İnfeksiyonlar Bilimi ve Klinik Mikrobiyoloji, Tıp Dallarındaki İlerlemelerin Tarihi, İst.: CTF Yay.; 1988
Ünver AS., Tıp Tarihi, İst.: İ.Ü.Yay.; 1943.
Uzluk FN., Genel Tıp Tarihi, Ankara: A.Ü. Tıp Fak. Yay.; 1958.
Lyons S., Petrucelli RJ., Çağlar Boyu Tıp, Çev. N. Güdücü, İst: Roche; 1987
Dinç G., Ulman YI., “The introduction of variolation ‘A la Turca’ to the West by Lady  Mary Montagu and Turkey’s  contribution to this”, Vaccine, 2007; 25 (21): ss. 4261-4265.
Dinç G., “Orta Çağ’da İslam Tıbbı”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, İst.; 2007: İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay.: ss. 73-89.
Dinç G., “Osmanlı Tıbbı”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, İst.; 2007: İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay.: ss. 155-174.
Ülman YI., “Türkiye’de 19. ve 20. yüzyıllarda tıp tarihinin ana hatları (1827-1923)”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, İst.; 2007: İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay.: ss. 175-186.
Altıntaş A., “İslam öncesi Türklerde tıp”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, İst.; 2007: İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay.: ss. 139-146.