๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 01 Temmuz 2010, 14:08:56



Konu Başlığı: Mazeretler, hataları büyütür
Gönderen: Sefil üzerinde 01 Temmuz 2010, 14:08:56
Mazeretler, hataları büyütür     
Şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına mazeret aramaya itmesi ve yaptığı yanlışları içtihâdî bir kısım görüş farklılıklarının neticesiymiş gibi göstermek suretiyle, meseleye bir mazeret bulma yoluna sevk etmesidir.

Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, "şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım" diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez. Hatalarını telafi edemediği gibi, günahtan uzaklaşma ve ukûbet endişesiyle Hakk'a sığınma kurnası olan "tevbe" ile temizlenemez, makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O'nda fâni olma manasına gelen "inabe" kapısına kat'iyen yönelemez ve O'ndan başka her şeye kapanma da diyebileceğimiz "evbe" serasına asla giremez.

İşlediği kabahat küfür çerçevesinde ise küfür karanlığındaki karalığı devam eder; suçu bir dalâlet çerçevesinde ise yolunu yitirmişliği sürer gider; büyük bir günah işlemişse o kebire arkasına başka büyük günahları da katar ve o insanı sonunda küfür bataklığına kadar iter. Dolayısıyla, bir kabahate mazeret aramak, daha büyük bir kabahattir. Hata bir hatadır; o haliyle kalsa ve telafi yolları aransa basit bir hata sayılır. Fakat o hataya bahaneler ileri sürmek ve başkaları nezdinde onu mazur göstermeye çalışmak mürekkep ve katlanmış bir hatadır. Hatayı hata olarak görmeme, onu bir kabahat kabul etmeme ve onun bir suç olduğuna inanmamaya gelince, o da mük'ab (katmerli) bir hatadır. "Bana şunu ettiler, şöyle yaptılar; beni anlamadılar" türünden sözler şeytanın ve nefsin hırıltılarından başka bir şey değildir. Allah Resûlü'nden kopup giden kim olursa olsun, onun mazeret adına bir şey söylemeye hakkı yoktur. Ne sebeple olursa olsun, iman ve Kur'an yolundan sapan bir kimsenin bahaneleri geçersizdir.

Bugün, kalbinde azıcık insafı olan herkes, gönüllüler hareketinden bahsederken, "Bunlar, millî ve manevî değerlerimizin temsilciliğini yapıyorlar, dünyanın her yerinde bizim eşsiz kültür mirasımızı tanıtıyorlar; öyleyse hiç olmazsa kalben destek vermeliyiz" şeklinde duygularını seslendiriyorlar. Böyle bir hakkaniyete mazhar olmuş bir gönüllüler hareketine karşı yıkıcı ve tahrip edici davranışlarda bulunan kimsenin "Kıymetimi bilemediler, sözlerimi dinlemediler, yüksek fikirlerimden istifade etmediler" türünden sözleri de sadece nefsin mırmırları ve şeytanın hırıltılarıdır.

DİNE İHANETİN MAZERETİ OLMAZ

Kur'an'da Nebiler Serveri'ne "Rabb'in seni kat'iyen terk etmedi ve sana darılmadı." (Duha, 93/3) mealindeki hitabı, hakiki manasıyla Peygamber Efendimiz'e mahsus olsa bile, zıllî keyfiyetiyle onun yolunda olan insanlar için de geçerlidir. Allah Teâlâ, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmadığı gibi, Peygamber Efendimiz de, kendisine "Efendim" diyenlere daima "ümmetim" cevabı verecek ve sahip çıkacaktır.

Efendimiz'in ümmetine küsmesi ve darılması söz konusu olamaz. O'nun kendi hakları açısından hiç kimseye küsüp darılmayacağından emin olabilirsiniz. Fakat Allah Resûlü'ne karşı yapılan bazı hatalar ve cinayetler vardır ki, doğrudan doğruya O'na karşı yapılmış olsa da, belki umumun hukukuna bir tecavüz ya da hukukullah adına bir saygısızlık sayılır. Siz kalkıp deseniz ki, "Ben şu kötülük yapanı da bağışladım, bu kötülük yapanı da affettim..." Fakat yapılan o kötülükler içinde, Kur'an'a hakaret yer alıyorsa, Efendimiz'e saygısızlık bulunuyorsa, dine-diyanete karşı bir tecavüz söz konusu ise bir asırdan beri insanlığın hayrına ortaya konulan bir hizmet çizgisine ve o eşiğe baş koyan insanların sa'yine ihanet varsa, bunlar öyle büyük cinayetlerdir ki, bu konuda affetme ve bağışlama hakkı hiç kimseye verilmemiştir. O cinayetleri işleyenler, Kâbe'yi tavaf etmiş ve beş vakit namazlarını aksatmamış olsalar bile, yaptıkları kötülüklerin hesabını ötede mutlaka verecek ve cezalarını çekeceklerdir. Hatta siz onları affedip her gün dualarınızda yâd etseniz de, onlar bu hesaptan ve cezadan kurtulamayacaklardır.

Üstad Hazretleri gibi hak dostları da, kendi hizmet dairelerinde olan insanlara hiç darılmayacak ve asla küsmeyeceklerdir. Fakat unutulmamalıdır ki, Kur'an'a ihanet affedilemez; Resûlullah'ın davasına hıyânet bağışlanamaz; binlerce insanın sa'y u gayretleriyle ortaya konulan bir hareket hakkındaki hainlik, mazeret olarak ne denirse densin, mazur görülemez. Siz ve biz o büyük cinayetleri işleyenler hakkında "Allah'ım onları affet" diye duada da bulunamayız, onlar hakkında af dileme, Allah'a, Efendimiz'e ve dine karşı saygısızlıktır, günahtır. Onlar için söyleyebileceğimiz tek söz; "Allah hidayet eylesin" cümlesidir.

VİCDANININ SESİNİ DİNLE

Bu hususta her insan kendi gönlünden fetva istemeli ve vicdanının hükmüne kulak vermelidir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam), "Müftüler fetva verse de sen kalbine sor." buyurmuşlardır. Bu konuda, bin tane müftü size rahatlatıcı bazı şeyler söylese de, siz kendi vicdanınıza bakıp onun hükmünü esas saymalısınız. Nerede duruyorsunuz? Durduğunuz yerin hakkını veriyor musunuz? Verdiğiniz söze vefalı ve yaptığınız mukaveleye sâdık mısınız? Vaadlerinizi yerine getirmeye âmâde bulunuyor musunuz? İşte bütün bu soruların cevabı vicdanınızda saklıdır. Terk edilip edilmediğiniz, size küsülüp küsülmediği hususu da onun vereceği cevaplarla netlik kazanacaktır. Öyleyse, kendi vicdanınıza, hâlihâzırdaki tavır, davranış ve faaliyetlerinize bakın; çünkü Allah'la münasebetinizin seviyesini, İnsanlığın İftihar Tablosu'yla alakanızın derinliğini, Hazreti Bediüzzaman gibi dava adamlarıyla olan bağınızın kuvvetini, iman ve Kur'an hizmetine karşı vefa ve sadakatinizin derecesini belirleyecek olan mercî sizin kendi vicdanınızdır.