๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 09 Mayıs 2011, 10:29:42



Konu Başlığı: Dedeler nineler nereye gittiler?
Gönderen: Zehibe üzerinde 09 Mayıs 2011, 10:29:42
Dedeler, nineler nereye gittiler?



(Emin Demir ve Mahmut Said Günder kardeşlerime…)

   
Erkenden kalkar, abdestlerini alıp, seccadelerinin istikametinden bakarlardı dünyaya. On parmağı, tesbihi tutardı hep. Böyleydi daha düne kadar. Evlerde baş tacıydı dünyamızın yaşlı misafirleri. Odalarda ışıklar erkenden onlar için yanardı, uyanırdı. Hiç konuşmazlardı. Ayak seslerinden, gıcırdayan tahtaların seslerinden anlardık, mırıl mırıl duâlarından anlardık namazda olduklarını. Gelecek günü ilk onlar karşılardı evlerde.
Hayat, insanda fikirle uyanır. Fikir, zikirle; zikir, şükürle tamamlanır.
Bir bardak suyun, bir yudum çayın, bir lokma ekmeğin, o aziz ekmeğin kırıntısını dahi kıymetini bilirlerdi. Serçeler, kuşlar, daha nice erkenci sesler karışırdı zikirlerine. Yapılacak ne kadar çok şey olursa olsun, dünyanın ve insanın yapması gereken en önemli işi onlar yapardı önce. Fikrederler, zikrederler, şükrederlerdi.
Kolay değildi öyle evlerden çıkmak. Cesaret isterdi. Kalabalıklara karışmak, çıkıp gitmek evlerden, kolay değildi. Dışarısının, çarşı pazarın tekin olmadığını bilirlerdi. Besmelesiz, Âyete'l- Kürsî'siz çıkmazlardı yollara. Duâları giyinmeden çıkmazlardı asla. Ve yolların hakkını verirlerdi. İnsanları selâmlamadan geçmezlerdi.
Birçoğunun sırtında hafif bir kambur vardır. Dik yürümekten çekinirlerdi. Gözlerini haramdan korumak için itina gösterirlerdi. Başları hep hafif öndeydi onların. Nereye giderlerse gitsinler, hangi topluluğa girerlerse girsinler, onları bir seven çıkardı, onlara bir yer açan olurdu. Akşamları eve erkenden dönerken, elleri hiç boş dönmezlerdi. Keselerine uygun mutfaklarımıza bir katkıyla hayatımızın içine giriverirlerdi. Az veren candan, çok veren maldan derlerdi.
Şimdi ne oldu bu insanlara? Nerdeler? Bulutları çekilip gitmiş mavi göklerdeler mi?
Selâmın en hasını, merhabanın en içtenini dolu dolu söyleyen ağızlar, onlarınkiydi. Çalışmak için çalışmaz, yürümek için yürümez, yaşamak için yaşamazdı onlar. Çalışmayı, yürümeyi, konuşmayı, yaşamayı ibadet bilirlerdi.
Bir günlerini anlatmak için bir ay da yetmez onların.
Hatırlarım, dükkânımıza teşrif ettiklerinde, rahmetli babam hemen ayağa kalkardı bu saygıdeğer ihtiyarlar için. El bilmez, yabancı bilmezdik onları. Dede bilirdim, dede derdim. “Hüsnü Dede”, “Hüseyin Dede”… Hâlâ hatırladığımda onları, gözlerim buğulanır. Dedemden farklı değildir gönlümdeki yerleri.
Nasıl bir ağaç çiçek açtığında, sevindirirse insanları, onlar da karşımıza çıktığında ya da hanemize misafir olduğunda, öyle sevinirdik. Her adım atışlarında, her davranışlarında bin hikmet vardı onların. O küçücük ellerimi sıkarken pamuk elleri, sırtımı sıvazlarken, başımı okşarken o yumuşacık elleri, bir yandan da duâlıydı hep dilleri. Üzerimizde bir zırh gibi, sıcak bir iklim gibi, hâlâ dolaşır durur duâları. Hissederim.
Güneşin doğuşuyla güne başlamak, sonra akşam olunca eve dönmek değildi onların işleri. Böyle yaşamak, herkesin işi. Onların hayatı, sanatlı yaşamaktı. Fikirli, zikirli, şükürlü yaşamaktı. Bir baktılar mı, içiverirlerdi gözlerinin siyahlarıyla. Allah için ne varsa, bir nefes gibi çekerlerdi içine baktıkları şeyi. Fikirleri, zikirleriydi. Zikirleri, şükürleriydi. Kahramanımızdı bizim o ihtiyarlar, kahramanımız.
Hayatta her şey, düşünceyle başlar, fikirle. Onların ağır hareket eden o dudakları, bir şeyler konuşmaya başladı mı, kulak kesilirdik hemencecik. Ah, o en basit hatıralar bile, ne kadar da değerli olurdu o zaman. Gökyüzü genişlerdi birden. Ağaçlar uyanırdı hemen. Kederler, dertler, varla yok arasıydı onlar konuşurken. Acılar da öyle, soğuklar da öyle. Kahramanlarımızdı onlar. Güneş gibi adamlardı onlar.
Ey mübarek ihtiyarlar! Girdikleri mekânı ısıtan insanlar... Gölgelerinden bile sessizdi attığı adımlar.
Bir değişim geçiriyor şimdi dünyamız. Nereye gitti bu mübarek insanlar, nereye? Şimdi ne oldu bu insanlara? Nerdeler? Bulutları çekilip gitmiş mavi göklerdeler mi?
Güller sararıp solar; geriye tohumları kalır. Güneş söner gider; içimizde ışıkları kalır. Bu insanlar nereye gittiler, nereye? Bir koku, bir renk yok mu onlardan geriye? Biri çıkıp gelse de, onlardan biri, bir selâm verse, bir merhaba dese… Selâmıyla dolsa, taşsa evlerimiz, sokaklarımız… Aşk içinde, iman içinde, ümit içinde yaşardı onlar. Ne bitti, ne gitti de, kayboldu onlar?
Bilmem hangi canlının dünyadan çekilip gidişine bu kadar kafa yoran aklı evveller, kendi türünden bu mübarek insanların nereye gittiğini niye merak etmezler ki, niye arayıp sormazlar ki? Anlamak zor. Dinozorları incelemekten, bu mübarek insanların neslinin niye tükenmek üzere olduğunu araştırmaya vakit yok hâlâ. Yaşadılar, bitti ve gittiler mi? Hepsi bu kadar mı?
Bırakın ağacı, koparılan bir dala bile ağlardı onlar. Düşen çocukların yaralarını en evvel onlar sarardı. Yağmur gibi insanlardı onlar. Rahmet, onlarla beraber inerdi ve ardından güneş... Geceye, gündüze doğan güneşti onlar evlerimizde. Güneşe karşı güneştiler.
Bir çaresi, bir yolu yordamı olmalı bu işin. Nereye gittiyse o mübarek ihtiyarlar, eğer eski bir odanın, ya da eski bir ihtiyar kahvesinin içindeyse, hangi mescidin, hangi caminin hangi köşesindeyse, çıkıp gelsinler artık. Bekliyoruz yıllardır. Limonlu çaylar, ıhlamurlar da onları bekliyor. Gül kokan, karanfil kokan odalar, cam önleri de.
Bırakın konuşmayı, bir bakışları yeterdi bazen her şeyi anlatmaya. Farkında mısınız? Yalnızız artık. Yapayalnız… Kuşatırlardı etrafımızı şefkat dolu, rahmet dolu tavırlarıyla bir orman gibi. Ormanlardaki ağaçlar, ağaçlardaki cıvıl cıvıl sesler gibi…
Onlar, bizim için yaşarlardı. Söylemeseler de bakışlarından anlardık.
Bir çocuk, bir de ihtiyar… Hayatın iki ucu. Onlar susadığında, yağmur yağardı. Onlar üzüldüğünde, güneş açardı. Onlar konuştuğunda, kuşlar susardı. Fikirleri, zikirleri, şükürleri vardı. Sıra sıra uğurladık. Bir büyük yolculuğa çıktı onlar. Ve dünyamız onlar gitti gideli, yapayalnız kaldı, ıpıssız kaldı. Bir de bakmışsınız, gelivermiş onlar bir sabah uyandığımızda, yine aramızdalar. Ya da biz gözümüzü açıvermişiz onların diyarında… Her şey mümkün. Kim bilir? Kim bilebilir Allah’tan başka?
Şimdi anlıyoruz, insan sadece sofradaki nimetlerle beslenmezmiş. Ruhun da gıdası varmış. İhtiyarlar, o mübarek insanlar, hayatımızı besleyen sebillermiş, çeşmelermiş. Rahmet, oradan yayılırmış, onların üzerinden inermiş, evimize öylecene gelirmiş.
Ey evinde ihtiyarlar, yaşlı insanlar, analar, babalar, teyzeler, nineler, dedeler bulunan şanslı aileler! Kıymetlerini bilin. Aman ha, elinizden kaçmasın bu hazineler. Bir tay gibi hızlıdır gidişleri. En çok çocuklar, torunlar üzülecek. Bizim için normal her şey. Alışmak kolay gidişlerine. Ama torunlar, çocuklar için değil.
En güzel bakışlar onlarındı. En güzel duâlar, en güzel şükürler de. Şükrü güzel olanın fikri çirkin olur mu, zikri çirkin olur mu hiç?
Can eriğimizdi bizim onlar, can eriğimiz. Sevgili dedelerimiz, ninelerimiz… Bir karışlık köşelerinde yolculuk için kefen paraları hazırdı hepsinin. Sıralı, sayılı istasyonlardan, nefes nefese ama hiç israf etmeden geçişleri ne harikaydı. Ve bir gün bizi çağırıp yanlarına, o mevsim ki, vasiyet gibi konuşmaları yok mu, tozumuzu, toprağımızı alırlardı üstümüzden. İlk defa bakardık gerçeğin penceresinden. Gözlerimiz büyür, kocaman açılırdı.
Konuştular mı, Allah adına, Allah namına konuşurlardı. Ağızlarından ilk çıkan söz, duâlı bir söz olurdu. Ve sonra kesintisiz bir deniz gibi… Söyledikleri bizim sahillerimize de vururdu. Kendimize gelirdik, biz olurduk. Gül kokar, güneş olurduk. Boşluk yok, karanlık yok, ölüm yok olurdu. Onları dinlemek, ibadet olurdu.
Şimdi hiç kimse kendi acılarına bile katlanamazken, onlar değil bir ailenin, bir mahallenin bile acılarına derman olurlardı. Biz en iyisine ulaşalım, biz en güzeline kavuşalım diye geride duran duâ yüklü çınarlardı onlar. Boşuna yaratılmamıştılar. Hayatı, içindeki hikmeti keşfetmişti onlar.
Attar dükkânıydı onlar. Her korkunun, her derdin ilâcı vardı sözlerinde, dillerinde, fikirlerinde, zikirlerinde ve şükürlerinde. Bir dal gibi uzayıp giderlerdi onlar içimizde. Boşuna yaşamazlardı. Lâf olsun diye karışmazlardı dünyamıza.
Allah için yaşamak… İşte onların işi buydu. Yaşamak bir san'attı, Allah için yaşamak, en büyük bir san'attı onlar için.
Yollar, evler, kapılar, pencereler, onlarla güzeldi. Oturdukları yerlerde yeşillikler biterdi. Siz gökyüzündeki bulutların öteye beriye boşuna mı koşuştuğunu zannedersiniz? Onlar nöbet beklerlerdi. Sıcak bir günde bir ihtiyarın başını gölgelemek için yolunu gözlerlerdi.
Onların bulunduğu sofralar ne güzeldi. Peygamber âdeti diye başlardık besmeleyle, sonunu elhamdülillahla bitirirdik. Onlar ise, her lokmada, her yudumda ‘bismillah’ çekerlerdi.
Er ya da geç, ansızın gideceklerini bilirlerdi. Hazırlıklıydılar. Onun için kolları hep açıktı. O kollara sığacak kaç gönül, kaç insan vardı... Şimdi bir yanımız üşüyorsa, şarkılar, sözler içimizi ısıtmıyorsa, bu duâlı ağızların yokluğundandır, boşluğundandır.
Nereye gitti bu insanlar? Nereye gitti bu ihtiyarlar, nereye?
Baktıkları yere doğru gittiler. Bakın bakalım, aynı yerden onların gözüne gözüken, size de gözükecek mi?
Ey imanlı ihtiyarlar, dedeler, nineler, babaanneler, anneanneler, nerdesiniz? Nerelerdesiniz? Özledik! Kalbimizin kapısı gibi açık. Size bütün kapılar açık. Kıymetinizi bilemedik. Gittiğiniz yerden duâlar gönderiniz. Unutmayınız bizleri. Ey mübarek ihtiyarlar... Yine avutunuz, uyutunuz bizi. Fikrinizle, zikrinizle, şükrünüzle sizi hatırladıkça mes’ud her şey. Dün öyleydi, bugün de öyle. Hayata yeniden başlardık sizleri görünce. Şimdi yine öyle. Hayata yeniden başlayacağız sizleri anınca.
Ne bereketli insanlarsınız sizler. Bitmek tükenmek bilmeyen hazineler bıraktınız geride. Gelecek günleriniz güzelliği, iyiliği, ümidin, neş’enin en dolusu, en hası, sizleri anınca, yine doluyor dünyamıza. Özledik hayat şekerlerinizi. Özledik pamuk ellerinizi. Zikirlerinizi, şükürlerinizi, fikirlerinizi özledik.
Soğuk evlerde niye üşümezdik, şimdi anlar olduk. Siz sadece evleri değil, sokakları, şehirleri bile ısıtıyordunuz. Peşiniz sıra rahmeti götürüyordunuz. Ya gelin yine dünyamıza, buraya, ya da bizi de alın yanınıza, oraya...
***
Bediüzzaman Hazretleri’nin Yirmi Birinci Mektub’u şöyle başlıyor:
“Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur. (İsrâ Sûresi: 23-24.) âyeti, beş ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne şefkati celb ettiğinin sırrını gösteriyor. Hânesinde ihtiyar vâlideyni veya akrabâsı veya Müslüman kardeşleri bulunan zâtlar, bu Mektubu okumaya pekçok muhtaçtırlar.” (Mektubat, 484)
Tekrar, bilvesile, bu bahsi yeniden okumaya ne dersiniz?


Selim GÜNDÜZALP