๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 27 Ağustos 2010, 20:45:10



Konu Başlığı: Aşkın Halleri
Gönderen: Eflaki üzerinde 27 Ağustos 2010, 20:45:10
Aşk’ın Halleri


‘Ben’i arayan Beni bulur. Ben’i bulan, Ben’i tanır ve bilir. Ben’i bilen Ben’i sever. Ben, Ben’i sevene aşık olurum. Ben, aşık olduğumu öldürürüm. Benim öldürdüğümün diyetini ödemek yine Bana düşer. Ben’im öldürdüğümün diyeti ise, bizzat Ben’im.’


ibn arabi

“Aşk, içimizdeki yangını söndürmeksizin taşımaya çalışmaktır.”


Rainer Maria Rilke




Tanımı hatırlayalım : ‘Aşk, en az üç saat en çok üç yıl süresi olan, insanın fizyolojik doğasını sarsacak denli ruhsal bir değişimi içeren, ben’den, ben’likten vazgeçildiği, öteki’nde yokolunduğu, öteki bilincinin hem en ünsiyetli hem de en vahşi biçimde üretildiği, üzerinde en çok konuşulan ama en az tanınan, belirtileri ve sonuçları en çok bilinmesine karşın doğası hala en çok gizemli olan bir haldir.’ Varlığın pek çok görünümünü yansıtan bir hal. İnsanın ve eşyanın bir hali.

Aşk insanın hallerinden bir haldir ve aşkın halleri de, insanın hala kavramak için uğraştığı birer muammadır.
el-Vedud’dan, er-Rahman’dan ve er-Rahim’den süzülen feyzin bir belirtisi.
İnsanın sahiplik dürtüsünün bir yansıması.
Ben’liğin kaptırıldığı bir tuzak.
Ben’likten vazgeçmenin bir yordamı.
Çoğalmanın bir yolu.

Bir varolma biçimi, kendini gerçekleştirme şekli. Bir tutku savaşı. Bir duygular sağanağı. Bir hazlar deryası. Bir tutkular kuyusu. Bir engeller koşusu. Bir aşkınlaşma vasıtası. Bir küçülerek büyüme savaşı. Bir varetme cehdi. Bir yokolma çabası. Bir yok ederek varolma kavgası. Bir varlığın yokluktan geçtiği iddiası. Bir mutlu ederek mutlu olma sinsiliği.
Bir ene cengi. Bir varederek varolma muharebesi. Bir sarhoşluk. Bir karışarak durulaşma. Bir nefis tezkiyesi yöntemi. Bir manevi güçlenme ve yücelme merdiveni. Bir alçalma ve barbarlaşma Bir yitirerek bulma oyunu. Bir varlık yokluk muhasebesi imkanı. Bir diğergamlık acısı. Bir ruh sızısı. Bir kabararak dinginleşme gayreti. Bir gayr edinme ve gayrı tanıma ve gayrı üretme yolu. Bir sonsuzluk iştiyakı…Bir bir…

Bu birler aslında çokluğun kaynağı olan birliğin yansımasından başka bir şey değildir. Ve varlığa ilişkin soru soran herkesin rahatlıkla sorabileceği ve kendi ruhsal tecrübelerinin ışığında kimi zaman aydın kimi zaman loş kimi zamansa alacakaranlık cevaplarını bulabileceği bir hali işaret eder.

Allah sever ve her türden sevginin kaynağıdır.
Allah güzeldir ve tüm güzelliklerin menşeidir.
Aşk, sevgi, cinsel tutku, ilgi, eğilim, arzu, haz, zevk, keyf, iştiyak, birleşme, bütünleşme, çoğalma, ayrılma, savrulma, teklik, tenhalık, yalnızlık, beraberlik hemen tüm hallerin kaynağı Allah’ın bu isim ve sıfatlarıdır.

Aşk da insanın Allah’ın bağışladığı bir varlığıdır. Bir varlıktır çünkü, aşkla insan, varolandan zihnini sıyırma ve varlık’a yönelme imkanları bulabilir. Aşk, insanın yaşadığı olağan alemden olağanüstü aleme geçişi sağlar. Bu sağlama, aynı zamanda, insanın kendiliğini ve kendiliğinin kaynağını farketme yönünde yapılan bir sağlamadır. Bunu insan ister veya istemez. Bir kuyuya düşer bir dağa çıkar gibi ansızın, farkında olmaksızın, başına bir yıldırım düşmüşcesine veya bir rüyada sanki gerçeğin görünümleri bağışlanmışcasına yaşar. Aşkın, cinsle, cinsiyetle, makam mevkiiyle, kültürle, toplumla, işle aşla o kadar ilgisi yoktur kanımca. Bu aşkın hem bir yokoluş hem de altında en iddialı varoluşu taşıyan bir yokediş oluşundandır ki bunun da cinsiyetle milliyetle vs. bir ilgisi olmaz. Olmaz çünkü aşk, olunmazı olduran veya oldurma telaşında olan bir şeydir. Aşkta ben’likten vazgeçme gibi, insanın yapabileceği en fedakar eylem gizlidir.

Aşık olunca insanlar ben’liklerini çalarlar birbirinin. Kadın erkeğin erkek kadının varlığını alır. Böylece karşılıklı veririrler. Verme tüm anlamlarıyladır ve aslında ben’likten geçme diye adlandırılabilir. İnsan aşk dışında hangi hallerde benliğini verebilir öteki’ne. Burada öteki’nin benliğini istediğine göre, bu gerçekte fedakarlık sayılır mı?
‘Al aşkını ver beni’ diyen, daha önce, ‘ver aşkını al beni’ demiştir.
Yani aşık, aşkını verirken karşısındakinin benliğini almış, benliğini vererek de aşkını çalmıştır. Aşk çalınan bir şey değildir ama benlik de öyle kolay verilebilen bir şey değildir.
Kadınla erkeğin-eşcinsel aşkın patolojik olduğunu düşünüyorum-birbirini çekmesi ve birleşmesi her zaman aşk değildir lakin aşkın düzeylerindendir.
Aşk da sanat gibi insanla Allah arasında bir sırdır.
Sırların sırrına doğru insanı hareketlendiren bir ateştir.
Ateş olunca düştüğünü yakar aşk.
Yakınca öteki’ne yöneltir ve yöneltince sonunda mutlaka birleşme arzusuyla veya birleşmeden birleşme umudunu yok ederek dolayısıyla birleşme hazzını tersine çevirerek ayırır ve o dolayımdan geçen insan, varlığının anlamını kavrama yolunda bir sıçrama yaşar.
Bu sıçramalar aşk gibi insana uğrayan başka belalarla da gerçekleşebilir.
Bu yüzden bela-yı aşk der şair ve aşkı bir bela yani hem bir sınav hem bir ağırlık hem de bir ‘evet’ olarak görür.

Aşk beladır. Çarptığı insanı paramparça eder. Sınavdır, paramparça olan varlık kendini yeniden kurmakla karşı karşıyadır. Ağırlıktır, dünyanın ağırlıklarından daha ağırdır veya dünyanın en büyük ağırlığıdır, ağırlıklara karşı hafifleyebilmenin bir yoludur.
Evet’tir, insan acı çekmeksizin ben’liğin buyurucu boyunduruğundan başka türlü nasıl kurtulabilir veya uzaklaşabilir?
Evet, insanın özünden gelen ve insanı özüne yeniden çağıran, O’na yönelten, yolunu doğrultan bir bağıştır.
Aşk, hem bağışlama hem de bağışlanmanın yeridir.
Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir.
Yerin göğün Sahibi ortadayken, insan nasıl bir yerden veya yersizlikten sözedebilir?
İşte aşk, bunu öğretendir.
Aşk bir öğretmendir. Güzellik’le Aşk’ın öğretmeni gibi Cünun’dur yani çılgınlıktır.
İnsan çılgın bir varlığa sahiptir ve gerçekte hiçbirşeye sahip olamadığını bilebilmesi için çılgınlaşması gerekendir, çılgınlaşarak çılgınlığın yıkımlarından kurtulabilendir.
Aşk bize yetinmeyi öğretir.
Aşk gelicek cümle kusurlar biter miydi o dize?
Aşksız insanın tembelliği içinde, divan’dan o dizeye bakmadan diyebilirim ki, aşk kusursuzluk arayışının adıdır.İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir.

Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben’liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz?
O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs’e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor.

Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi bir boşluğa fırlamayı bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en ‘çirkin’ yanları görünüyor. Adem’in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor.

Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Aşk, ölümden de güçlü bir şeydir bu bakımdan. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki’nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki’yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık’ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor.

İşte tam da burada, öteki’nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr’ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr’ı bir put olarak üretip Allah’ın gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif’le hatta nokta’yla simgeleniyorsa, insan da elif’in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da derketmenin eşiğine gelmiştir.

Yani tüm harfleri mündemiş elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki’ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz.

İnsanın merkezi kalptir. Bu yani selim kalp aynı zamanda insandaki ilahi merkezdir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen manevi halin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah’ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki’ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. Acılar, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Acılardan egosuna kaçan kişiyi ise, oradan en kalleş silahları kuşanmış olarak yeniden sipere dönmüş görürüz. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa inkılab etmiştir. İşte aşkların taşıyıcılarını çürüten örneği tam da budur.

Burada, ‘aşkını verip benliğini isteyen’in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen vicdanın tepkisidir kanımca.

Bu duyarlığı taşıyan bir şarkıcıyı da düşüncelerime alet ederek diyebilirim ki, geri isteyecek benliğimizi gerilerde bırakabilecek bir ahlaki aşk yaşantısı için kalbimizi ve zamanımızı koruma cehdimizi yitirmemeliyiz.

O zaman aşk gelir ve cümle çirkinlikler biter.

Sadık Yalsızuçanlar