๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 07 Eylül 2011, 20:29:16



Konu Başlığı: Yaşama Sanatı
Gönderen: Zehibe üzerinde 07 Eylül 2011, 20:29:16
Yaşama Sanatı



Eylül 2008 - 117.sayı

Ayşe İZCİ kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Hayat bu, her şey olur. Bazen yüzümüze güler, bazen gülmez. Bu onun işi. Gülerse de başımızın üstüne, gülmezse de. Bize düşen hep gülmek. Gülün dikeni batarken de, gonca olup kokusunu yayarken de...

Dünyaya gelen her insanın yaşamasını, yaşama sanatını öğrenmesine ihtiyacı var. Nasıl ki bir organizma doğar doğmaz içinde bulunduğu çevre şartlarında hayatta kalabilmek için bir çaba sarfediyorsa, insan da ruhuyla, kişiliğiyle aynı çabayı sarfederek hayatına devam etmelidir. Her ne şartta olursa olsun insan olduğunu hatırlamak ve insan gibi yaşamak gerekir.

Bunu başarmak gerçekten bazen sanatkârâne bir çabaya ihtiyaç duyar. Çünkü dünya hayatının insanlara bir vaadi yok. Kesintisiz bir mutluluğa ulaştırmak, işleri yoluna koymak gibi bir gaye taşımıyor. Hatta işleri zorlaştıran
sürprizleri var.

Fakat insan, sahip olduğu manevi donanımla insan olma sanatını sergiler ve hiçbir kötülük, başarısızlık, olumsuzluk onun yılmasına, yenilmesine yol açmaz. Bunu başarmanın tahsille, parayla pulla alakası da yok. İnsanın hayata doğru bir bakış açısına sahip olmasıyla ilgili.

Hep iyi bir hayat temennisinde bulunuruz ama hayatta akla hayale gelmeyen, istenmeyen birçok hadise olur, zor durumlarda kalınır. Bizim bir suçumuz, dahlimiz olmasa bile üzen, utandıran, öfkelendiren işler olur.
Fakat ne yapacağız? Vaz mı geçeceğiz? Sitemkâr, isyankâr mı olacağız? Elbette hayır. En dibe düşsek de gözümüz en tepeyi aşmakta olacak. Yılmayacak, gayret edecek, hep çabalayacağız. Çabalarımızın kesinlikle istediğimiz sonuca bizi ulaştırması gibi bir beklentiye de hapsolmayacağız. Bütün mesele insan olarak ayakta durmak.

Biraz daha sabır


Hani kader mahkumları deriz ya, normal şartlarda suç işlemeyi aklının köşesinden bile geçirmeyen, lakin günün birinde olmayacak bir sebeple suç işlemiş insanlar...

Adamın yüzüne baksanız halim selim, mülayim, asla bir katil izlenimi edinemeyeceğiniz bir simaya sahip. Köyünde hayatını sürdürürken, bir yaz sabahı hanımı ve çocuklarıyla kahvaltısını yapıp rızkı için çalışmak üzere tarlasına gider. Lakin akşam evine dönemez. Çünkü katil olmuştur. Nasıl mı? Çok basit, sudan bir sebeple.

Tarla komşusu olan baba oğul ile kanaldan su sulama sırası hususunda münakaşa ederler. Ortam gerilir. Baba bu adamın üzerine yürür, o da elindeki küreği savurur, adamın ölümüne sebep olur. Uzunca bir boğuşmadan sonra diğerini de öldürür. Sonra evine bile uğramadan jandarmaya teslim olur.

İşte güzel bir yaz gününün uzun bir eleme dönüşmesi... Mahkumiyeti bittiğinde evlatları askerlik çağına gelmiş, hanımı ise bir yılı iki yaş yaşarcasına yıpranmış olacak. Adam içerde, ailesi dışarıda ayları, yılları sayacak. Peki ya karşı taraf? Orada da öksüz çocuklar, iki dul kadın ve zorun da zoru olan bir hayat. Bu mahkum, onlar için de vicdanen çok acı çekmiş.

Kötü olmak kime yarar


Bir başka olayda bir adam halk ekmek kuyruğuna giriyor. Önüne birisi gelip “benim yerim buradaydı” diyerek araya girmek istiyor. İtirazın bedeli ise falçatayla öldürülmek oluyor. İki katil, ama biri istemeden diğeri ise psikopatlığından dolayı suç işlemiş oluyorlar.

Bunlara benzer nice akıl almaz misaller her gün televizyonlarda gazetelerde yer alıyor. Kader mahkumu veya kader kurbanı. Adına ne dersek de bir; istemeden elini kana bulayanlar, suç işleyenler var, bir de hasta ruhların cürümleri var.

Kader sözcüğünü iradî hataları masum göstermek için suistimal edenler de bir hayli fazla. Kocasını fakir diye horlayıp hali vakti yerinde komşusunu ayartmaya çalışan bir kadın; ana-babasına restini çekip çantası omzunda bilinmez yollara düşüp evini terk eden bir genç kız ne ölçüde kader kurbanıdır? Bir de televizyonlara çıkıp yaptıklarını savunuyorlar, programları dolduruyorlar. TV kanalları da reyting için bu duruma çanak tutuyorlar. Neyi besleyip güçlendirdiklerinin farkında olamıyorlar mı?

Allah başa vermesin, bütün kötü durumlarda, yaşayanıyla, yapanıyla, maruz kalanıyla insanların psikolojileri ciddi manada bozulur. Böyle durumlarda sosyal yardım şarttır. Mesela bir köyde veya kasabada katil çocuğu damgasını taşımak okul çağındaki çocukları ne kadar ezer. Canından kanından insan. Hem bir yandan sevip özleyeceksin, diğer yandan da içten içe kızgınlık besleyeceksin. Bizi hem sensiz bıraktın, hem başımızı öne eğdin! Çocuklar, toplumun değer yargılarından fazlasıyla etkilenirler.

İşlenen suçların insanların ruhunda yarattığı yıkımı onarmak en öncelikli işlerdendir. Aksi takdirde kişiler daha hırçın, daha kavgacı olabilir, yoldan çıkabilirler. Velev ki bir insan canice suçlar işlemiş, ıslah edilebileceğinden ümit kesilme noktasına gelinmiş bulunsa, hatta yakınları tarafından reddedilmiş olsalar dahi nasıl bir tavır sergileyeceğiz? El mi uzatacağız, yoksa biz de dil uzatıp dışlayacak mıyız?

El uzatabilme erdemini gösterebilirsek hem onları kazanabiliriz hem biz kazanırız. Aksi durum suçun yetiştiği ortamı besler, vebal altında kalırız. İyi düşünüp, iyi davranmalıyız. Kınamak, dışlamak, kötülemek bize yakışmaz.

Başa gelenler


Hayatta neler olmuyor ki. Civan gibi bir genç trafik kazasıyla veya diyelim ki mayına basarak tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşar hale gelebiliyor. Evladımız asileşiyor; eşimizin nefsi burnuna halka takıp onu sürüklüyor; biz veya en sevdiğimiz kişiler amansız hastalıklara düçar olabiliyor; akşam zengin yatıp sabah fakir uyanabiliyoruz. Dün veren el iken bugün muhtaç oluyoruz. Daha nicesi...

Bütün bunları, felaket beklentisi içinde olup panik ataklar geliştirelim diye söylemiyoruz. Psikolojimizi, her durumla karşılaşma ihtimaline karşılık dayanıklı olmaya hazırlamak ve nasıl baş edebileceğimize dair uyum becerileri geliştirebilmek için söylüyoruz. Zira yaşama sanatını öğrenemeyenlere iyi kötü her durum birer mutsuzluk kaynağı olur.

Hatta öyle insanlar oluyor ki sahip oldukları nimetleri görmezlikten gelip mutsuz olmak için bahane arıyorlar, buluyorlar da. Örneğin genç bir çiftin nur topu gibi sağlıklı bir evlatları dünyaya geliyor, ancak çocuğa verilecek isim konusunda neredeyse iki sülale meydan muharebesi yapıyor. Garip bir hırsla mahkemelere düşecek hale geliyorlar. Bir baksınlar, hastane hastane dolaşıp kapı kapı dua talep edip yıllarca bir evlat sahibi olmak için çabalayan insanlara! Bir bebek patiğine gözyaşı dökenlere. Acaba onlar neler hissediyorlardır? Yokluğu çekilmeden varlığın kıymeti bilinemez mi?

Bize sunulan onca lütuf ve ihsana saygıyla, ihtiramla karşılık vermek varken, daha yok mu dercesine bir nankörlük ne kadar çirkin olur. Toplamın içindeki iyiyi görme becerimizi geliştirmek zorundayız. İnsan içinde bulunduğu koşulları iyi yorumlayıp her halde hayatı doyum alarak yaşayabilir.

Gerçek ve beklenti arasında

Hani bazı insanlarla aramızda henüz tanışmamıza rağmen bir yakınlaşma olur, birbirimize kırk yıllık dostmuşuz gibi davranır, özel sırlarımızı dahi paylaşırız ya, işte böyle bir tanışma oldu hastanede karşılaştığım bir hanımla. Pejmürde bir haldeydi. Kendi tabiriyle, eşini kaybedince her şeyini kaybettiğini düşünen, yaşamanın anlamını unutmuş işkolik biriydi. Kendi kendini işine mahkum etmişti.

“Emekli olma yaşım geldi ama ben emekli olmaktan korkuyorum, çünkü başka ne yaparak yaşayacağımı bilmiyorum..” diyordu. Üç yıl olmasına rağmen hâlâ gözyaşı döküyordu.

– Benim eşim var ya, dedi, yaşamayı o kadar çok seviyordu, hayata o kadar bağlıydı ki ölmese o ölmezdi. Dalyan gibi adam üç ayda eridi gitti. Beni de böyle yapayalnız bıraktı.

İnsan, ayaküstü bir sohbette böyle hassas bir konuda nasıl teselli vereceğini şaşırıyor. Ölüm Allah’ın emri, bizim işimiz o emir gelinceye dek yaşamak, hayata bağlı kalmak. Fakat bu sözü söylemek ve muhatabın algılarına ulaştırmayı başarmak da her durumda kolay olmuyor.

Bir yandan da hayata bağlanma konusunun abartılı bir hal almaması gerekiyor. Çünkü öyle parıltılı hayat hayalleri de kuruluyor ki, olacak iş değil. İtidal üzere olmak lazım. Kimileri bir hayalin peşinde mutluluğu, mutluluğun ayak basmadığı yerlerde ararlar. Bir serap gibi hiçbir zaman bulamazlar.

Mesela yıllarını cezaevinde geçirmek zorunda kalan bir kişi, o mekanda kalması gereken yıllarını oradan çıktıktan sonra yaşayacağı hayatı hayal ederek tüketmesi ne derece doğrudur? Allah kimseyi düşürmesin, fakat hayalle gerçeği ayırt etmelidir. Öyle bir kişinin çetin fiziki ve sosyal koşullarda yaşama becerisini öğrenmesi, ulaşılması imkansız beklentiler edinmek yerine makul bir şekilde hayatını yeniden yapılandırması, ruhunu manen donatarak doygunluk kazandırması en doğrusu olur. Yaşama sanatı böyle bir çabayı içerir. Hastanede de olsa yaşamak, hapiste de yaşamak, cephede de yaşamak, esarette de yaşamak, sefalette de yaşamak... Yaşayabilmek!

“Hayata kırkından sonra yeniden başladım hocam!” dedi orta yaşlı bir adam. Hâlâ bağımlı yaşamaktan sıkıldığı depresyon ilaçlarından artık kurtulmak istiyordu. Gözleri geçmişe dalarken hanımıyla göz göze geldik. Kadının kocasından evvel gözleri buğulanmıştı. Birkaç söz söylememi bekler gibiydiler. Çünkü onlar kader ve sabır kelimelerini o kadar çok duymuşlardı ki. Kuru söze ne hacet. Gençlik yıllarını doya doya yaşayamadan bu iki kelimeyi envayi çeşit acılar yaşayarak tecrübe etmişlerdi.

İçimden kırkından sonra doğmak nasıl olur diye düşündüm. Genelde insanoğlunun kırkından sonra dünyaya bakışı, hayat felsefesi değişir. Kiminin bir gözü yükseklerde olurken diğer gözü toprağa bakar. Kimi hesaba kitaba inanmaz, ölümü aklına bile getirmek istemez. Kimi ise ahireti aklından çıkarmayıp dünyaya sırt çevirir.

Bunun bir orta yolu olmalı, değil mi? Yere konup, yere basmalı ve gideceği yere kadar yürümeli. Ne zaman kadar? Ta ki bu emanet canı güzel bir şekilde sahibine teslim edinceye kadar. Ondan sonrası sahibinin, sahibimizin işi.