๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2010, 14:45:19



Konu Başlığı: Kalbi Taşlaştıran Hevâ Putları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2010, 14:45:19
Kalbi Taşlaştıran Hevâ Putları

“Bende olma nefsine iki cihâna şâh iken
Hayfdır, puthâne kılmak kalbi beytullâh iken.” (Üsküplü Atâ)


[İki cihana şah iken nefsine köle olup da kalbini,
(yani) Allah’ın evini puthane haline getirme; yazıktır!]

Üsküplü Atâ, ecdadı vazifeli olarak Mavera-ünnehir’den Rumeli topraklarına gelmiş, Yesevî torunlarından bir derviş şair. Üsküp’e yerleşmiş ve 1522’de burada ölmüş. Aynı ismi taşıyan diğer şairlerden ayırt etmek için Üsküplü Atâ diye anılıyor. Nakşibendiyyedendir. Biraz da bu sebeple olmalı, yukarıya aldığımız beytinde hayıflandığı bir büyük zulümden dolayı insanları ikaz ediyor. Bu ikaza bugün daha çok ihtiyacımız var. Kulak verelim:

Allah Tealâ “insanları yeryüzünün halifeleri kıldı” (En’am, 165). Yani ilim, irade ve akılla nimetlendirerek arz üzerinde tasarruf yetkisi bahşetti ona. Yeryüzü halifeliğini layıkıyla ifası halinde insan, eşref-i mahlûkat olarak bu dünyada, cennet ve Cemâl nailiyeti ile de ahirette en yüksek mevkiye çıkabilme imkanına sahip oldu böylece. İki cihan şahlığı budur. Fakat mademki esası hilafet tarzındadır, kendisine bu yetkiyi verene bağlılık ve itaat gibi, asıl olanın talimatı doğrultusunda hareket etmek gibi şartları vardır.

Asıl ile “O’nun adıyla” tasarruf eden halef veya vekil arasındaki bağ “kalp” vasıtasıyla kurulur. Kalp, bizi şerefli kılan âdemiyetimizin yahut ruhumuzun merkezi, vücut ülkesinin başşehridir. Bütün ilâhî sıfatların yegâne tecelligâhı olduğu için de beytullahtır, yani Allah’ın evidir. Kalbi sahibine verenler, idare merkezini Rabbü’l-Âlemîn’in talimatına açanlar, alâ-yı illiyyîne çıkarak iki cihan şahlığına erişirler. Enfal suresinin 40. ayetindeki “O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır” teminatıyla hür ve müstağnidirler. Artık bu dünyada hiçbir şey onları mağlup edemez, esir alamaz, zelil kılamaz.

İki cihan şahlığının yolu kitaplar ve peygamberler aracılığıyla apaçık tarif edilmekle beraber, bu yola yönelme ve istikamette ısrar hususu, imtihan gereği insanın cüz’î iradesine bırakılmıştır. Beşeriyeti ile âdemiyeti arasında sınanan insan bazen yanlış bir tercihle iki cihan saadetini teper, üç günlük dünyanın geçici hevesleri peşinde kendini küçük düşürür. Yanlış tarafa sapmakla Allah Tealâ ile irtibatını koparanlar, kalbini O’ndan gelen mesajlara kapatanlar, insan için en şerefli statü olan “kulluk” makamını kaybetmiş, mutlaka fani ve kendisinden daha değersiz bir şeylerin kölesi olmuşlardır. Kalpleri kararmış, basiretleri bağlanmıştır. Hakikatleri göremez, kendilerine zulmettiklerini anlayamaz, heba olur giderler.

Böyle bir hüsran kâfirlere ve inkârcılara mahsus değildir. Birer beşer olarak müslümanlar da bu tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Bilindiği üzere, işlenen her günah kalpte siyah bir leke bırakır. Günahların çoğalması kalbi karartır, vazife yapamaz hale getirir. Dil ne söylerse söylesin, kalp arızalanmışsa asıl ile irtibat kesilmiştir. Asıl ile irtibat kesilince vekalet de, bunun getirdiği şeref ve statü de ortadan kalkar.

Fakat Üsküplü Atâ mutlaka kaçınmamız gereken küfür, inkâr, günah gibi masiyetler dışında, daha çetin bir tehlikeye dikkat çekiyor. Madem ki kalp beytullahtır, oraya meşru bile olsa dünyalık bir şey koymamak gerekir. Kalp yahut gönül sadece sahibine, Mevlâ’sına tahsis edilmelidir. Tasavvufun “el kârda, gönül yarda” prensibidir bu. Zahirimiz meşru dairede bir işle meşgul olacak, dünya geçimliği için çalışacak ama bu çaba yahut onunla ulaşılmak istenen maksat kalbe alınmayacaktır. Kolay değildir, çünkü her an nefsle mücadele etmek gerekir.

Nefs bazen daha iyi hizmet etmek adına, bazen kendimizin yahut evlad ü ıyalimizin geleceği adına, mal mülk sahibi olmak, çok para kazanmak, tanınıp bilinmek, yüksek bir makama gelmek gerektiğini fısıldar durur kulağımıza. Böyle meşru arzuları dahi hırs haline getirip kulluk vazifemizin önüne geçirmek, nefse boyun eğmektir. Zira mümin beşerî ihtiyaçlarını nefsin istekleri doğrultusunda değil, Allah Tealâ’nın koyduğu ölçüler dahilinde karşılar.

Nefsin güzel, faydalı ve gerekli gösterdiği hedeflere ulaşmada takdire muhalefet eder tarzda ısrarcı olmak, sadece bu hedeflerin icaplarına uymak, bütün mesaisini böyle şeylere harcamak, nefsinin oyuncağı haline getirir insanı. Zamanla onun her dediğini yapmaya başlar. Nefs, dünyalık vesile, sebep ve imkânları çok ön plana çıkarır. Rızkın, hayrın, saadetin, muvaffakiyetin bunların eseri olduğuna inandırarak insanı dünyevî sebep ve imkanlara ram eder. Bu, herhangi bir beşerî arzunun ve onu gerçekleştireceğine inanılan vesilenin putlaştırılması demektir. Cenab-ı Hakk’ın ilâhlığına ortak edilen her şey puttur. Dolayısıyla olmazsa olmaz diyerek, herhangi bir dünyalık ihtiyacı sadece onunla karşılayacağımıza inanarak beşerî bir maksadı kalbe almak, Kâbe’nin içine put dikmek gibidir. Nefsin tükenmeyen hevasına uydukça putlar çoğalır ve nihayet beytullah yani kalp, bir puthane haline gelir.

Bu birçok bakımdan hayıflanılacak bir zulümdür. Öncelikle Allah Tealâ’ya mahsus bir merkeze, oraya ait olmayan şeyler konulmuştur. Zulmün tam tarifi “bir şeyi yerli yerine koymamak”tır. İkincisi Allah’a ortak koşularak şirke düşülmüştür. Şirk en büyük zulümdür. Nihayet insan kendine zulmetmiş; Allah’a kulluk şerefinden, iki cihan şahlığından mahrum kalarak fani varlık ve heveslere kölelik zilletine razı olmuştur.

Put, daha ziyade taşı yontmak suretiyle yapılır. Netice itibariyle taştır. Puthane haline gelmesi, kalbin taşlaşmasıdır aynı zamanda. Nefislerini ilâh edinip dünyalık peşinde koşan insanların uygarlıklarına şöyle bir bakın: Silahları, paraları, teknolojileri, her türlü konforları vardır ama merhametleri yoktur. Sevgiyi bilmezler, hakikati göremezler. Çünkü kalpleri taşa kesmiştir.