๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 21 Haziran 2012, 17:33:43



Konu Başlığı: Türk basınında mahalle baskısı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 21 Haziran 2012, 17:33:43
Türk basınında “mahalle baskısı”
Hakan ÇOPUR • 69. Sayı / MEDYA


Son yıllarda gündemimize giren en ilginç kavramlardan biri de “mahalle baskısı”. Bu kavram 2007 yılında Şerif Mardin tarafından ortaya atıldı ve daha çok muhafazakâr Türkiye’nin kendisi gibi olmayan Türkiye’yi hoşgörüsüz bir şekilde görünür-görünmez yöntemlerle baskı altına almaya çalıştığı ana fikrine dayanıyordu. Belki önemli bir sosyal bilimci olarak Şerif Mardin doğrudan böyle bir içeriği ifade etmek istememiş olsa da, sonuçta medyanın ve bazı siyasilerin sarıldığı içerik bu oldu. Bugün biri başörtülü diğeri başı açık iki arkadaş, basit bir nedenden dolayı Taksim’de kavga etse ve MOBESE kameraları bu görüntüleri çekse, akşam haberlerine mahalle baskısı diye haber olabilirler. Örneğin, son günlerde Tophane ve Mardin’de gündeme gelen iki farklı olay üzerinden ve YÖK’ün üniversitelerde başörtülü olarak derse girilip girilemeyeceği konusunda rektörlere gönderdiği yazıdan yola çıkarak yeniden bir mahalle baskısı tartışması ortaya çıktı. Varılan nokta genelde aynı: Türkiye siyasi yapılanması sebebiyle muhafazakârlaşıyor ve bu durum toplumun belli kesimleri üzerinde baskı oluşturuyor. Ben gerçeğin zaten böyle olmadığını en baştan kabul ve ifade edip esas Türkiye’de belli konular üzerinden bir “medya baskısının” olup olmadığını tartışmaya açmak istiyorum.

Medya yazılı ve görsel bir arena olarak toplumun duygu ve düşünce dünyasına imge ve semboller yoluyla mesajlar gönderir. Yazılı arenada kullanılan kavramlar, görsel arenada ise seçilen görüntüler önemlidir. Mahalle baskısı kavramı entelektüel bir maskeye sahip olması sebebiyle medyanın çok güzel kullanabileceği bir kavram; çünkü bu kavramı ortaya atan herhangi bir köşe yazarı değil, Türkiye’nin en önemli sosyal bilimcilerinden biriydi. Dolayısıyla rahat bir biçimde ve itirazları göğüsleyecek kuvvette kullanılabilirdi. İkincisi siyasette son yıllarda belirginleşen kutuplaşmanın bazı küçük yansımalarını seçip büyüteçle ekrana taşımak ve “Türkiye muhafazakârlaşıyor ve kültürel olarak bölünüyor” demek, iktidara “sizden dolayı bunlar oluyor” demenin bir başka yoluydu. Keşke gerçekten toplumsal ve kültürel anlamda Türkiye’de nasıl bir dönüşüm olduğunu tartışıyor olsak; hangi toplumsal kesimlerin nasıl yeniden biçimlendiğini konuşuyor olsak! Ama durum bu değil. Zaten medyamız böyle entelektüel konuları tartışmaktan aslında pek zevk almaz. Üstelik böyle konuşmalar fazla reyting de toplamaz. Kestirme yargılar, klişe ama keskin cümleler, tek bir örneklemden yola çıkarak yapılan genellemeler iş başındadır çoğunlukla. Böylelikle hem ateşli tartışma ortamları oluşturularak reyting yakalanır, hem de bu “mahalle baskısı” tartışmaları üzerinden bir yerlere mesaj göndermek için daha çarpıcı bir yoldur.

Türkiye’de ihtiyacımız olan asıl şey yapıcı eleştiriler ve düzeyli tartışmalar. Zira eleştiren neyi niçin eleştirdiğini biliyorsa ve bunu yapıcı bir üslupla yapıyorsa o zaman karşısındakinin düzeysizleşmesini belki de en baştan engellemiş olur. Bir kısım medya ise yapıcı eleştiri yerine yıkıcı ve düzeysiz bir habercilik yaklaşımını tercih ediyor. Bu da sadece ve sadece bir biçimde mevcut olan ayrışmış/kutuplaşmış toplumsal kesimlerin daha da ayrışmasına zemin hazırlıyor. Yıllarca sağcı/solcu dikotomisi üzerinden bu ülkede aileler bölündü; şimdi artık dindar/laik dikotomisine bel bağlayanlar var. En üst siyasi tabakadan başlayarak medyaya ve oradan da halka yansıyan bu ikili yapının Türkiye toplumunda öyle söylendiği kadar geniş yer bulmadığını biraz akl-ı selim ile bakan herkes görebilir.

Yıllardan beri bu toplumun bölündüğünü savunanlar var. 80 öncesi dönemde ülkede bir sağcı-solcu kavgası vardı; aileler bölündü bu fırtınanın ortasında. Ancak şimdi çok daha net olarak biliyoruz ki o dönemin toplumsal bölünme diye bize yutturulan kavgaları gerçeği değil bir oyunu yansıtıyormuş. Bugünkü her şey de bir oyundur demiyorum; ancak ülkenin kültürel olarak bölündüğü tezini Tophane’deki sokak kavgasından ve Cemil İpekçi’nin Mardin defilesinden yola çıkarak savunanların, bu ülkenin tarihinde neden hiç iç savaş yaşanmadığını anlamaları gerekiyor. Bu toprakların mayasındaki derin bağlar, bizi en zayıf anımızda dahi birbirimize bağlayan tarihî, manevi ve kültürel kodlarla örülmüştür. Bu kodların Türkiye’de zayıflayıp zayıflamadığını tartışabiliriz; ama ülke sosyolojik olarak bölünüyor ve iktidarda olanlarla onların tarafında olanlar diğer toplumsal kesimlere mahalle baskısı ile baskı kuruyor demek en hafifinden kötü niyetliliktir. Siyaset ve medyadaki kutuplaşmaya bakarak toplumda da aynı kutuplaşmayı aramak, herkesi kendi gibi bilmek şeklinde yorumlanabilecek bir akıl tutulmasına işaret ediyor. Bu akıl tutulmasından önce Türk aydınının, sonra da medyamızın vazgeçmesi gerekiyor.

Esasen bir kez daha görülüyor ki Türkiye’de asıl tartışılması gereken konu mahalle baskısı değil, belki de medya baskısıdır. İktidar mücadelesinin medya üzerinden yürütüldüğü ülkemizde günün sonunda olan sokaktaki vatandaşa olmaktadır. Gerçekten anlamasa bile kendini bir tarafta hissetmeye zorlamakta ve akşam iki farklı kanalda izlediği, örneğin, Tophane’deki kavgada neyin gerçek olduğunu çözememektedir. Uzun yıllar özellikle Türk-Kürt meselesi üzerinden yaşanan birtakım toplumsal gibi görünen olayların daha sonra nasıl provokasyon olduğunu artık biliyoruz. Bu bakımdan mahalle arasındaki küçük bir olaydan kent meydanındaki ciddi olaylara kadar her olayda en çok da medya dikkatli olmak ve dikkatli bir dil kullanmak zorundadır. Buradaki vurgum sadece “merkez” medyaya değil, aynı zamanda “yandaş” medyayadır. Her iki medya sıfatını da tırnak içinde kullanıyorum; çünkü böylesine net çizgilerle medyayı ayırmak kimsenin işi olmamalı. Sonuç olarak tüm gazete ve TV kanallarının dikkatli, hassas ve tarafsız bir dile ve üsluba sahip olması gerekiyor. Aksi halde toplumda olmayan bölünmelere medya üzerinden alışmaya başlar ve “kendini gerçekleştiren kehanetlerle” baş başa kalabiliriz. Toplum olarak bize düşen her haber getirene hemen inanmamak, olayların perde arkasını görebilmeye çalışmak olmalı.