๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Temmuz 2012, 21:20:02



Konu Başlığı: Devletin basireti
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Temmuz 2012, 21:20:02
Devletin basireti, sokağın sağduyusu, sanatçının duyarlılığı
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ • 59. Sayı / KÖŞETAŞI


Türkiye’nin bir gerçeği tekrar yaşandı ve bir siyasal parti daha kapatıldı. Artık “Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı bilmem kaçıncı parti” gibi numaralandırma işlemleri de anlamsızlaştı. Çünkü hakikaten parti kapatma işi anlamsız hale geldi; bunun sonucunda parti kapatmak kadar parti açmak da sıradanlaştı.

Partiler, toplumsal tabanı bulunan hareketler olarak ortaya çıktığına göre, belirli bir kesimin duyarlılığını, taleplerini temsil ediyor demektir. O halde, siyasal parti, temsil edilen kitlenin sistem içinde kalması anlamına da gelmez mi? Parti çatısı altında suç işleyen varsa, o, yaptırıma maruz kalmalı; fakat bir kurumu toptan ademe mahkûm etmek demokratik temsil sorunundan başka, kitlesel ümitsizlik, terör ve şiddete de davetiye çıkarıyor. Kapatılan, birtakım formaliteleri yerine getirmediği için siyasi hayatı sona erdirilen bir tabela partisi değil ki! 2 milyona yakın oy alan bir partiden söz ediyoruz.

Parti kapatma işlemi, her şey bir yana, özgürlükçü niteliği kimi çevrelerce yere göğe sığdırılamayan 1961 Anayasası’nın yürütme üzerinde oluşturduğu vesayet kurumlarının gücünü gösteriyor. Topluma ve demokrasiye yönelik bu güç gösterisi, aslında, yürütme erkinin tek başına siyasetçiye bırakılmadığının bir ispatı sayılabilir. O yüzden, kapatılan partinin görüşü ne olursa olsun, yapılan işlemin usulüne her şeyden önce, siyasetçilerin ve toplumun itiraz etmesi beklenir.

DTP gitti, söz sokağın…
DTP’nin kapatılmasına da siyasilerden çeşitli tepkiler geldi. Haklı olarak, bu tepkiler, hem kapatılan partinin bu konudaki sorumluluğuna, hem de parti kapatma mekanizmasının yanlışlığına vurgu yapması bakımından önemliydi. Bundan sonra dikkat edilmesi gereken nokta, bu süreçte provokasyona açık hale getirilen sokakların hissiyatı…

Nitekim Kasım’ın son haftasından itibaren başlayan sokak gösterileri DTP’nin kapatılmasıyla hızını arttırdı. Artık söz sokaklara geçmişti. Bu noktada, kapatma kararından birkaç gün önce SETA Vakfı’ndan Hatem Ete’nin yazdıkları taraflar açısından uyarıcı mesajlar taşıyordu:
“DTP sokağı yönetmiyor, sokak DTP’yi yönetiyor. Oysa sokağın uzun vadeli bir stratejisi yoktur. Sokak, soğukkanlı analizler yapmaz. Sokak, doğası gereği, çatışmaya, öfkeye, aceleciliğe, radikal kararlar almaya, pire için deve yakmaya yatkındır. Tam da bu özelliği dolayısıyla, siyasal bir aracılığa, bu öfkeyi politikaya çevirecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyar. DTP tam da bu işlevi yerine getirmek için var. Bu işlevi yerine getirmek bir yana, sokağa uyum gösterdiği için, DTP bir siyasal parti gibi davranmıyor.”

Bugün, adında barış ve demokrasiyi taşıyan bir siyasal partiden beklenen, sokağın dilini kullanmak değil, o dili siyasete tercüme etmek olmalı. Şiddet gerçekten bir çözüm yolu olsaydı, 25 yıldır devam eden silahlı çatışma ortamı çözüm olurdu. Oysa hak arama talebinin “dağ” ile “sokak” arasında sıkışmış bir yapı tarafından dile getirilmesi şimdiye kadar hiç de olumlu sonuçlar doğurmadı. Ve bu yüzden, demokratik açılım projesi, toplumsal bir fırsat olarak devlet eliyle yürürlüğe konuldu. Ancak Habur’da yaşanan sıkıntı ve açılımın içeriğinin, en azından çerçevesinin bir türlü belirgin hale getirilememesi tartışmalara yol açtı.

Başbakanlıkta yapılan zirve sonrası İçişleri Bakanı Beşir Atalay, kameraların karşısına geçti ve demokratik açılım konusundaki kararlılığı vurguladıktan sonra 4 somut adımı gündeme getirdi:
1.     İnsan Hakları Kurulu Yasası çıkarılacak.
2.     Ayrımcılıkla Mücadele Kurulu oluşturulacak.
3.     Bağımsız Kolluk Şikâyet Komisyonu kurulacak.
4.     Halen Meclis gündeminde bulunan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tasarısının bütçe görüşmelerinin akabinde yasalaşması için gayret sarf edilecek.

Ve sanatçı konuya dokundu
Elbette sadece çözüm yolunda siyasal irade yetmiyor. Bu toplumsal fırsatın toplumsal çatışmaya çevrilerek heba edilmemesi konusunda, başta MHP ve BDP olmak üzere, muhalefet, Sivil Toplum Kuruluşları, basın, aydınlar ve sanatçılara da büyük görev düşüyor.
Örneğin, “Hakkâri’de doğdum. Ankara’da büyüdüm. Türk olarak da, Kürt olarak da meselenin nerde durduğunu görüyorum” diyen Sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın sözleri bu bakımdan çok çarpıcıydı: “Canımız yanıyor ama sakin olmalıyız. Bu sefer çok ciddi bir irade var. Bu süreci baltalayacak her söz veya eylem provokasyondur. Her evde sağduyulu biri vardır. Biz onların sayesinde ayakta duruyoruz. O iradenin ‘Bu işi bitirin’ dediğini duyuyoruz.”

Erdoğan’ın şu kıyaslaması ise sanki bütün meselenin can alıcı bir özetiydi:
“25 yıllık çatışmanın üstüne bu tıkanma normaldir. 25 yılımızı çatışmaya harcadıysak, 5 yılımızı da barışa harcayalım.”

Belki de çatışmak, kimilerine barış yapmaktan daha kolay geliyordur. Fakat sanatçı duyarlılığına kulak verip, 25 yılı çatışarak geçirdikten sonra 5 yılı da barış için harcamaya değmez mi?

İşte Türkiye’nin bu sancılı demokratikleşme sürecinin yolu biraz siyasetten, biraz kanaat önderlerinden, biraz medyadan, ama en çok da toplumdan geçiyor. Ve orada, devletin basireti kadar, sokakların sağduyulu davranmasına ve sanatçının dokunuşuna da iş düşüyor.