- Zühd Ve Takvası

Adsense kodları


Zühd Ve Takvası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 26 July 2012, 09:29 am GMT +0200
Zühd Ve Takvası

İnsanların Allah'a en çok bağlı, en muttakisi, en doğru ve hayırlısı şüphesiz ki Hz. Muhammed'dir. Medine Devleti'nin başkam oldu­ğu zaman dahi Beytü'l-mal'(devlet hazine­sinin bütün gelirlerini halka dağıtmış, kendi­si ve ailesi ise fakirliğe yakın, sâde ve mütevazi bir hayat sürmüştür. Ebû Hureyre'den ri­vayet olunan bir hadîslerinde Rasûlullah; "Allah'ım, beni yoksul olarak yaşat, yoksul olarak canımı al ve yoksullarla haşreyle" diye dua etmiştir. Bir başka duası da; "Ey Rabbim! Âl-i Muhammed'e geçinecek kadar nzık ver!" şeklindeydi. (Buharî ve Müslim).

Hz. Aişe şöyle söylemiştir: "Biz âl-i Muhammed, ateş yakıp üzerine tencere koyarak sıcak yemek pişirmeden ay geçtiği olurdu. Bizim başlıca gıdamız hurma ve su idi." (Buhari). Yine Hz. Aişe'nin anlattığına göre Hz. Muhammed'in ailesi onun vefatına dek hiçbir zaman ardarda iki gün kâfi miktarda arpa ek­meğine sahip olmamıştır. Rivayetlerde daha çok hurma ve sudan ibaret bir yemeği dahi doyasıya yiyemedikleri, Rasûlullah'in ve­fatına kadar onun ve ailesinin yemeklerinden artakalan bir şey olmadığı belirtilmiştir (Buharî, Müslim ve Tabakat-ı İbni Saad).

Nu'mân b. Beşîr "Arzu ettiğiniz yiyecek ve içecekleri bulamadığınızdan mı yakınıyorsu­nuz? Ben, peygamberimizin karnını doyur­mak için hurma bulamadığını gördüm" de­miştir (Müslim). Sa'îd Makbûrî, Ebu Hureyre'nin Önlerinde kuzu kızartan kişilerin yanın­dan geçerken davet edildiğinde bunu red­dederek "Allah Rasûlü dünyayı karnını arpa ekmeği ile bile doyurmadan terketti" dediğini rivayet etmiştir (Buhari). Enes, Hz. Peygam­ber'in ailesinin akşamları bir sâ' buğday veya bir başka tahılları olmadığını rivayet et­miştir (Buhari).

Ebu Hureyre, Hz. Peygamber'in açlık se­bebiyle karnına taş bağladığını rivayet etmiş­tir (Tabakat). Mesrûk b. el-Ecdâ bir gün Hz. Aişe'nin hadîs rivayet ederken aniden gözyaş­larına boğulduğunu rivayet etmiştir. Ümmü'l Müminin neyin ağlattığını sorduğunda Hz. Aişe "ben yiyecekle doymadım, fakat Allah Rasûlü'nün 4 ay ardarda buğday ekmeği ye­mediğini hatırlayınca ağladım" dedi (Tabakat).

Ebû Hureyre, bir ay boyunca ekmek veya ye­mek pişirmek için olsun ateş yanmadığım ri­vayet etmiştir. Bunun üzerine dinleyenler, "Ey Ebû Hureyre! Bu insanlar nasıl yaşıyor­du?" diye sorunca, o da "hurma ve su ile. Bir de -Allah onları mükâfatların en iyisi ile mükâfatlandırsın- sağmal hayvanları olan bir Ensârî komşuları vardı, o biraz süt verirdi." dedi (Tabakat).

Nevfel b. İyaz el-Huzlî, Abdurrahman b. Avf m yakın arkadaşı olduğunu rivayet etmiş­tir. Bir gün onu evine götürdü. Misafir evde yıkanıp çıktıktan sonra beraber oturdular. Ön­lerine bir tepsi içinde ekmek ve et getirildi. Abdurrahman b. Avf gözyaşlarına boğuldu, el-Huzlî "Ey Ebu Muhammedi Seni ağlatan nedir?" dedi. Abdurrahman b. Avf "Allah Rasulü ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle tam doymadan vefat etmişti. Bilmiyorum, ge­ride bırakılan bizler için bu et ve ekmek ha­yırlı mıdır?" dedi (Tabakat).

İbni Şihâb'dan rivayette Ebu Hureyre Mugîre b. Ahnas'ın yanından geçerken ona yemeği­nin ne olduğunu sordu. O da nekiy ekmeği ile iyi et dedi. Ebu Hureyre "nekiy nedir?" dedi. O da "elenmiş buğday ekmeği" dedi. Ebu Hureyre hayretle; "Ey Mugîre! Sana şaşıyorum; Rasûlullah (vefatına kadar) ekmek ve zey­tinyağı ile bile olsa bir günde iki öğün yeme­miştir, halbuki sen ve arkadaşlarınız burada dünyayı israf ediyorsunuz" dedi. Ve kendi çocukları imişçesine parmaklarına vurdu (Ta­bakat).

Hz. Aişe, Allah Rasûlü'nün hiçbir vakit kar­nında iki çeşit yiyeceği bir arada bulundurma­dığını rivayet etmiştir. Et, hurma veya ekmek yemişse onlara başka bir şey eklemez, çeşitlemezdi (Tabakat). Hamd b. Hutel, Hz. Ai­şe'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Bir gece (babam) Ebu Bekr bir keçi butu getirdi. Onu Rasûlullah ile birlikte doğradık. Birisi 'onu yağ kandili olmadan mı doğradınız?' de­di. Ben de 'eğer yağımız olsaydı onunla ek­mek yerdik' dedim." Hz. Muhammed'in ailesinin hiç ekmek veya yiyecek pişirmeden geçirdiği aylar olurdu. Hamd b. Hutel bunu Süfyan'a söylediğini, bunun da arka arkaya iki ay vaki olduğunu anlattığını rivayet eder (Tabakat).

Ümran b. Zeyd el-Mednî babasından rivayet­le şu olayı anlatmıştır: "Hz. Aişe'nin yanına gittik ve es-selâmû aleykûm ya ümmü'l mü'minîn!' dedik. O da aleykûmu's-selâm dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Ağlamasının sebebini sorduk. O da 'sizlerden bazısı pek çok çeşit yiyecek yiyor ve sonra da yedikleri­ni eritmek için ilaç arıyor. Bundan sebep Rasûlullah'i hatırladım; bu hâtıra beni ağ­lattı. O bu dünyayı terkettiğinde bir günde iki kere yemek yemiş değildi. Hurma yediğinde ekmek yemez, ekmek yediğinde hurma ye­mezdi. Beni ağlatan işte budur' dedi." (Taba-kat).

Enes, (annesi) Ümmü Süleym'in Rasûlullah'a gönderdiği bir tepsi hurmayı hanımlarına dağıttığını, kendisinin ise çömelerek ancak açlığını giderecek kadar yediğini rivayet et­miştir (Tabakat). Ebu Hureyre, Hz. Peygam­ber'in aç durduğunu söyledi. Râvi bunun sebebini sorduğunda Ebu Hureyre şöyle ce­vapladı: "Daima etrafından bulunan insanla­rın çokluğu, misafirleri ve onunla sadece bu gayeyle beraber bulunanlar sebebiyle. O as-habdan veya mescidden onu takib eden muh­taçlar olmaksızın hiçbir öğün yemek yeme­miştir." Allah ona Hayber'de zafer nasib ettiği zamandır ki insanlar biraz rahatladılar. Fakat bundan önce geçim zor ve kazanç azdı. Ara­bistan kum, taş ve kayalarla kaplı ve dolayı­sıyla ziraate elverişli olmayan bir yer idi. Halk genellikle hurma yerdi. Allah Rasûlü Medine'ye hicret ettiğinde insanların durumu buydu. O günden Hz. Peygamber'in vefatı­na kadar Sa'd b. Ubâde'nin cömert eli O'na daima uzanmıştı; pekçok ensârî de. aynı yardı­mı yaptı. Hz. Peygamber'in ashabı çok yu­muşak başlı idi. Buna karşı Hz. Peygamber'in mükellefiyetleri pek fazla idi ve Medi­ne'ye hicret edenlerin sayısı da devamlı artı­yordu; hayat zordu. Esas mahsûl, insanların omuzlarında ve develerde taşman meyvalar ve hurma idi. Kuraklık olduğu zaman meyva ve hurmanın bile kıtlığı oîurdu. (Tabakat).

Ömer b. Hattab şöyle rivayet eder: "Rasûlul­lah'ı görmeye gittim ve onu hasır üzerinde uzanırken buldum. Hasırla arasında bir örtü yoktu ve hasırın izi vücudunda görülüyordu. 'Ey Allah'ın Rasulü! Ümmetini zengin etmesi için Allah'a dua et; Allah'a inanmamalarına rağmen, Allah Rumları ve Acemleri zengin kılmıştır' dedim, O da: 'Böyle mi düşünüyor­sun ey İbn-i Hattab? Onlar mükâfatları bu dünyada verilenlerdir.' buyurdu." Bir başka rivayete göre ise şöyle buyurmuştur: "Onların bu dünyaya, bizimse anirete sahip olmamız­dan hoşnut değil misin ey Hattaboğlu?" (Bu-hari ve Müslim).

Ebu Talha, "Biz Allah Rasulüne açlıktan şikâyet edip, açlığımızı bastırması için karnı­mıza bağladığımız taşları gösterince Allah Râsulü elbisesini kaldırdı ve karnı üzerine bağladığı iki taşı gösterdi." dedi. (Tirmizi). Bu hadîs Hz. Muhammed'in sâde, zâhidâne ve yüksek faziletlerle dolu hayatım yansıtır.

Ayakkabısı: Hz. Peygamber'in çarığının iki tasmalı olduğu (Buhari) ve çift bağı oldu­ğu (Tirmizi) rivayet edilmiştir. Hz. Peygam­ber dikilirken ayakkabı giyilmemesini söy­lemiştir (Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace). İbni Abbas, bir kişinin otururken ayakkabıla­rını çıkarması ve yanma koymasının sün­netten oduğunu söylemiştir (Ebu Davud). Hz. Peygamber'in "Sizden biriniz ayağmda tek çarığı olduğu halde yürümesin; ya yalın ayak yürüsün ya da bir çift çarık giysin" buyurdu­ğu rivayet edilmiştir (Buhari).

Ebu Hureyre'den rivayetle Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi çarıklarını giyer­ken önce sağ tekini giymeli, çıkarırken de ön-, ce sol tekini çıkarmalı" (Buhari ve Müslim). Habeş hükümdarının Hz. Peygamber'e bir çift siyah mest hediye ettiği ve O'nun da onla­rı giydiği rivayet edilmiştir (İbni Mace).

Hz. Peygamber'in saçlarını taraması:

Hz. Peygamber saçlarını tarardı. Başkaları­nın da saçlarını dağınık vaziyette bırakmala­rından hoşlanmazdı. "Saçı olan ona baksın" buyurmuştur (Ebu Davud). Hz. Peygamber sıklıkla saçlarına yağ sürer ve sakalını tarardı (Şerh-üs Sünne). Ümmü Hani şöyle rivayet etmiştir: "Bir keresinde Mekke'de iken Allah Rasûlü bize geldğinde saçlarında dört örgü vardı." (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace). Hz. Aişe, kendisi âdet halindeyken Hz. Peygamber'in saçlarını taradığını riva­yet etmiştir (Buhari ve Müslim).

Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in saçlarım kendişinin ayırdığını ve ortadan ayırıp perçemini gözlerinin üstüne düşürdüğünü rivayet etmiş­tir (Ebu Davud).

Meclis âdabı: Hz. Peygamber meclislerde izzet ve incelik eseri tavırlarla otururdu. Bü­tün ashabı bu edep ve nezaketi müşahade ederdi. Birşey söylediği vakit ashab ilgiyle ve sessizce Hz. Peygamber'i dinlerdi. Bir kişi konuştuğu vakit konuşmasını bitirmeden bir başkası konuşamazdı. Bazen fakir ve muhtaç olanlar dertlerini anlatmak için gelir ve mecli­sin usûlünü bozarlardı. Fakat Hz. Peygamber yine de onları sessizce ve rahatsızlık belir­tisi göstermeden dinlerdi. Hz. Peygamber kimsenin sözünü kesmezdi ve eğer bir kişinin konuşması hoşuna gitmezse onu sadece na-zar-ı itibara almaz ve asla sözle reddetmezdi.

Daima meclisteki konuşmaya katılırdı. Meclistekiler ne konuşuyorsa O da onu konu­şurdu. Ashabın neşesine ve edep dahilindeki latifelerine katılır ve kendisi de latifeli şeyler konuşurdu. Kendisini ziyarete bir kabile reisi geldiği vakit onu mevkii ve makamına uygun olarak ağırlardı. "Her kavmin saygıdeğer in­sanlarına itibar gösterin" buyurmuştur. Daima insanların ihtiyaçlannı soruşturmuştur. "İhti­yaçlarından beni haberdar etmemiş olanlar bana durumlarını bildirsinler" buyurmuştur. İnsanların bir başka insana tazim için ayağa kalkmasını hoşlanmazdı (Ebu Davud). Ancak sevdiği insanlar için ayağa kalkmıştır. Kızı Fâtıma O'na geldiğinde sevgi ile kalkar ve onu alnından öperdi. Süt annesi Halime için de kalkmış ve oturması için yere bir Örtü ser­miştir. Yine süt kardeşi geldiğinde muhabbe­tinden dolayı kalkmış ve onu önüne oturtmuş­tur (Ebu Davud).

Herkesin mecliste durumuna göre yeri vardı, ancak kimse kimin kendisine üstünlüğü oldu­ğunu hiçbir zaman anlayamazdı. Bir kişi gü­zel bir şey söylediği vakit onu takdir ederdi. Uygunsuz veya abes birşey sarfedilirse söz veya fiilin sahibine bunu söylerdi (Şemail-i Tirmizi). Enes b. Mâlik'in rivayetine göre, "bir keresinde Rasûlullah'ın yanında iki kişi (ayrı ayrı) aksırmıştı da Rasûl-i Ekrem bunlardan birisine hayır ve bereketle dua {teşmît) buyurmuş, öbürüsüne dua etmemişti. 'Buna niçin dua buyurulmadı?' diye soruldu­ğunda Rasûl-i Ekrem; 'Şu (birinci) Allah'a hamdetti, (Elhamdü W ilâh dedi) ben de mu­kabele ettim, şu (ikinci) Allah'a hamdetmedi (ben de dua ile karşılamadım!) buyurdu." (Buhari).

Hz. Peygamber, başkalarının kusur ve ek­siklerini araştırmamaları ve kendisine söyle­memeleri konusunda ashabını sık sık ikaz et­miştir (Ebu Davud).

Konuşması ve tavırları: Hz. Peygamber ne hızlı ve ne yavaş, fakat ikisinin arasında bir hızla konuşurdu; dinleyenler kendisini ko­layca anlayabilir ve dediklerini hatırlayabilir­di. Hz. Aişe; "Allah'ın Rasûlü sizin gibi hızlı konuşmazdı. Söylediği kelimeleri saymak is­teyenin bunu yapabileceği tarzda konuşurdu" dedi. (Buhari, Müslim ve Tabakat). Câbir, Hz. Peygamber'in yavaş ve tane tane ko­nuştuğunu rivayet etmiştir (Ebu Davud ve Ta-bakat).

Enes, Allah Rasûlü'nün bir adamla musafaha yaptığı vakit diğeri elini çekene kadar elini Çekmediğini ve diğeri yüzünü çevirinceye ka­dar yüzünü çevirmediğini ve bareber oturdu­ğu bir kimseye dizlerini değdirdiğinin görül­mediğini rivayet etmiştir (Tİrmizi).

Sohbetlere katılma konusunda bir kısıtlama yoktu; sık sık kaba tavırları içinde bedeviler gelirler ve serbestçe sorularını sorarlardı. Hz. Peygamber, ashabının arasında otururdu; öyle ki yeni gelen biri çoğunlukla 'Muhammed kim?' diye sorardı. Ashab ona Hz. Pey­gamber'i gösterince, o da "Ey İbn-ü Abdülmuttalip! Sana çetin sorular soracağım, sa­kın öfkelenme!" derdi. Hz. Peygamber iştiyakle onun soru sormasına izin verirdi (Buhari).

Sadeliğine ve mütevâziliğine rağmen O'nun meclisleri peygamberliğin izzet ve edebi ile dolu idi; konuşulan konular genelde din, ahlâk ve insanların hayatını, ahlâkını ve ka­rakterini terbiye ve tezkiye edecek şeylerle il­gili olurdu; bazen insanlar hayatın sıradan meseleleri ile igili sorular da sorarlardı. Fakat Hz. Peygamber bundan hoşlanmazdı.

Hz. Peygamber, meclisin genel kuralı ve edebi dairesinde sorulan bir soruyu cevaplar ve mesele çözülünceye kadar başka soru so­rulmazdı. Ancak bazen Hz. Peygamber ko­nuşurken meclisin edebinden habersiz bir be­devi gelir ve hemen birşeyler sorardı. Hz. Peygamber konuşmasına devam eder ve sonra ona yönelerek sorusunu cevaplardı. Ebû Hureyre'nin rivayetine göre meclisin birinde Rasulullah huzurundakilere söz söylerken birdenbire bir bedevi gelip "Kıyamet ne za­mandır?" diye sordu. Rasulullah, sözünü kesmeyip devam buyurdu. Oradakilerin kimi (kendi kendine) 'Bedevinin ne dediğini işitti, ama sualinden hoşlanmadı.' kimi de; 'Belki işitmedi.' diye hükmetti. Nihayet Rasulullah sözünü bitirince; "O Kıyameti soran nere­de?" diye sordu. Bedevi: "İşte ben, yâ Rasulullah!" dedi. Bunun üzerine: "Emânet zayi edildi mi, Kıyamete intizâr et" buyurdu. Yine bedevî: "Emâneti zayi etmek nasıl olur?" diye sorunca: "îş ehil olmayana tevcih edildi mi, Kıyamete intizâr et" buyurdu (Buhari).

Meclis zamanı: Hz. Peygamber'in meclis­leri için sabit bir zaman söz konusu idi. Ge­nelde sabah namazından soma olurdu. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber her na­mazdan sonra bekler ve bir meclis toplanırdı. Bazen sabah meclislerinde vaaz ederdi (Tir-mizi ve Ebu Davud).

Namaz sonrası toplantılarda bir vaaz ve nasi­hat olur; konuşmalar daha çok çeşitli mesele­lere ilişkin ayrıntıları ihtiva ederdi. Fakat di­ğer zamanlarda Hz. Peygamber meclisi meselelerin hakiki mana ve mahiyetleri (hakaik) ye bilgi ve eğitim (maarif) için toplar­dı.

Bu meclisler halkın genel menfaati ve hayrı için toplandığından, Hz. Peygamber hiç kimsenin bunlardan mahrum kalmasını iste­mezdi. Bu sebeple bu meclislere geldikten sonra hemen ayrılanlara çok öfkelenirdi. Bir keresinde meclise üç kişi geldi. Onlardan bi­risi yer bularak oturdu, diğeri ortaya oturmadı en sona oturdu, fakat üçüncü kişi geri döndü. Hz. Peygamber konuşmasını bitirdikten sonra "birisi Allah'a sığınmak istedi. Allah da ona izin verdi; birisi utangaç ve mütevâzİ, Al­lah da ona karşı mütevazı; birisi yüzünü Al­lah'dan çevirdi, Allah da yüzünü ondan çevir­di." buyurdu (Buhari).

Çok fazla sayıda yapılan vaaz ve nasihatler ne kadar etkili verilirse verilsin sıkıcı olur ve etkisini kaybeder. Bu sebeple Hz. Peygamber vaaz ve nasihat için toplanan meclisleri bir vesile oldukça ve belirli zaman aralıkları ile toplardı. İbni Mesud, Hz. Peygamber'in halkın sıkılmaması için belli zaman aralıkla­rında vaaz ettiğini rivayet etmiştir (Buhari).

Bu meclislerden genelde erkekler faydalanı­yordu; kadınların istifadesi için daha az fırsat doğuyordu. Bu yüzden kadınlar Hz. Peygam­ber'in kendilerine özel bir gün ayırmasını istediler. Hz. Peygamber de bunu kabul etti (Buhari).

Eğitim ve öğretim metodu: Bazen Hz. Pey­gamber kendisini dinleyenlere sorular so­rardı. Aldığı cevaplar cemaatin düşünceleri­nin samimiyetini ve fikirlerinin olgunluğunu gösteriyordu. Abdullah b. Ömer şöyle rivayet etmiştir: "Bir keresinde Hz. Peygamber 'yap­raklan dökülmeyen ve müslümanlara benze­yen ağaç hangisidir?' diye sordu. İnsanlar or­manın ağaçları olduğunu zannettiler. Fakat ben hurma ağacı olduğunu düşündüm, lâkin yaşım küçük olduğu için söylemeye cesaret edemedim. Sonunda orada bulunanlar Hz. Peygamber'e bunun ne olduğunu sorunca hurma ağacı olduğunu söyledi." Abdullah b. Ömer bunu hayatı boyunca hatırlamış ve "Yazık! Ne olurdu fikrimi söyleme cesaretim olsaydı" demiştir (İbni Mace). Birgün Hz. Peygamber mescide geldiğinde iki grup sahabe gördü. Bir halkada zikir yapılıyor ve Kur'an okunuyordu, diğer halkada ise ilim konşuluyordu. Hz. Peygamber "her iki hal­ka da hayır işliyor; lâkin ben Allah tarafından öğretici olarak gönderildim" buyurdu ve ilim konuşan halkaya dâhil oldu. (İbni Mâce).

Bu meclisler ashabı, dînin ayrıntılı meselele­rinden haberdar etmek ve bu meseleler hak­kında aralarındaki farklılık ve şüpheleri izale etmek İçin toplanırdı. Hz. Peygamber as­habına, halkm anlayışının ötesindeki abes ve çok İncelikli meselelerle meşgul olmayı ya­saklamıştır. Meselâ, Allah'ın zâtı ve kader gi­bi konular... (İbni Mâce).

Ebû Hureyre, bizzat işittiğini beyanla şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah şöyle buyur­du: 'Sizi her neden nehyedersem ondan kaçı­nınız. Size her neyi emredersem gücünüz yet­tiği kadar yapınız (da nasıl yapacağınızı sor­mayınız). Zira, sizden önceki ümmetleri helak eden, ancak onların çok çok sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri ol­muştur." (Buharî, Müslim).

Bu meclisler insanların bilgi kaynağı idi. Sa­habe bu meclislerde kendilerini serbest irade­leriyle ifade edebilir ve şüphelerini izale eder­lerdi. Bu serbestiyet Allah yolunun doğru bir görüntüsünü vermenin ve onu diğer dar mânadaki dinlerden ayırdetmek için oldukça tesirli bir yoldu. Bir keresinde Ebû Hureyre, Allah Rasûlü'ne gelerek "Senin yanında oldu­ğumuz zaman dünya bize bir hiç geliyor ve mânâsız görünüyor, fakat evde hanımlarımız ve çocuklarımızla oturduğumuzda durum ta­mamen değişiyor" dedi. Allah Rasûlü bunun üzerine "Eğer durumunuz aynı kalsaydı me­lekler sizi görmeye gelirlerdi" buyurdu (Tir-mizi).

Bir keresinde Hanzele, Hz. Peygamber'e gelerek "Ey Allah'ın Rasulü! Ben münafık oluyorum. Senin yanında iken ve sen cennet ve cehennemden bahsedince, bu şeyler gözü­mün önüne geliyor. Fakat ailemin yanına git­tiğimde bunları tamamen unutuyorum" dedi. Hz. Peygamber "Eğer dışarıya çıktığınızda da durumunuz aynı kalsaydı melekler sizinle musafaha ederdi" buyurdu (Tirtnizi).

Belagat: Belagat bir Allah vergisidir, kabili­yettir. Bir öğretici ve vaiz için paha biçilmez değeri vardır. Hz. Musa aleyhisselâm, Allah'a bu nimeti kendisine bağışlaması için niyazda bulunmuştur: "Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki ne dediğimi anlasınlar!" (20:25-28) Hz. Pey­gamber bu kabiliyete haizdi ve kendisi de bunu "ben Arapların en beliğ kişisiyim" (Taberânî) diyerek belirtmiştir. Hz. Peygam­ber Kureyş kabilesinde doğmuş ve Benî Hevazin kabilesinde yetiştirilmişti. Her iki Arap kabilesi belagat konusunda diğer kabile­lerden ayrı ve üstün bir yere sahipti. Bu se­beple Hz. Peygamber bir keresinde, "Ben Arapların dili en fasih olanıyım. Şu kadar var ki, ben Kureyş kabilesindenim ve Sa'd oğul­lan içinde büyüdüm." Hz. Peygamber çok sâde fakat çok tesirli bir tarzda konuşurdu. Kabilesini ikaz etmek ve onları Allah yoluna davet etmek üzere emrolunduğu zaman bir­kaç cümlelik çok kısa, fakat şümullü bir ko­nuşma yaptı. Halkına şöyle seslendi: "Ey Ku­reyş, size şu tepenin ardında bir ordu var de­sem bana inanır mısınız?" Hepsi "evet" dedi­ler. Çünkü o zamana kadar kendisinden yalan sâdır olmamıştı. O vakit Hz. Peygamber "Sizi önünüzdeki çetin azabla uyarıyorum" dedi (Buhari).

Huneyn savaşının sonunda ganimetler Kureyş'in yeni Müslüman olmuş şahıslarına da­ğıtılmış ve Ensar'a bir şey verilmemişti. Bazı genç kişiler bundan hoşlanmadılar ve Hz. Peygamber 'e her şeyi Kureyş'e verdiğini söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle bir hutbe irad etti: "Ey Ensar (cemaati)! Siz yolunu şaşırmış müşriklerdiniz. Allah sizi be­nim delâletimle hidayette kılmadı mı? Siz bö­lünmüştünüz. Benim hicretimle Allah sizi bir-leştirmedi mi? Siz fakir idiniz, benim size gelmekliğimle Allah sizi zengin kılmadı mı?" Ensar her bir sözden sonra "Ey Allah'ın Rasûlü! Bütün minnet, nîmet Allah ve Rasûlü içindir" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah; "Ey Ensar! Siz isteseydiniz bana şöyle derdi­niz: 'Seni kavmin yalanladı, biz tasdik ettik. Seni kavmin terk etti, biz yardım ettik. Kav­min seni kovdu biz seni sinemize bastık. Sen yoksuldun, ftiz seni malımıza ortak kıldık!" Sonra şöyle devam etti: "Ey Ensar! Herkes aldıkları mallarla, koyunlarla, develerle evle­rine giderken siz de Peygamber ile evlerinize gitmek istemez misiniz? Allah'a yemin ede­rim ki sizin aldığınız, onların aldıklarından çok daha hayırlıdır!" Bunun üzerine bütün Ensâr; "Biz aldığımızdan razıyız!" diye bağ­rıştılar (Buhari).

Mekke haram şehir idi ve orada kan dökmek yasaktı. Mekke'nin fethi bu durumu zahiren bozmuştu. Bu nedenle bu savaşın sebebi ve hikmeti Kabe'nin haram oluşunun siyak ve si­bakına göre insanlara anlatılmalıydı. Hz. Pey­gamber onlara şöyle buyurdu: "Allah bu Mekke'yi gökler, yerler halk olunduğu gün­den beri vacibul ihtiram bir şehir kılmıştır. Bu belde-i haram Allahu Teala'nın hürmeti sebe­biyle Kıyamet gününe kadar vacib-ül ihtiram olmuştur. Bizden evvel burada kıtal edilmesi helâl kılınmamıştır. Benim için de yalnız bir günün gündüzünden bir saat helâl kılınmıştır. Allah'ın bu şehre hürmeti vacip kılmasından dolayı bu mukaddes şehrin bir ağacı da baltalanamaz." (Buhari ve Müslim).

Veda Haccındaki hutbesi bir belagat şaheseri­dir, tnsan haklanın ve diğer meseleleri öz ve beliğ bir şekilde beyan etmektedir. Allah'a hamdettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha bhieşmeyeceğİm." Bundan sonra yapacağı tebliğin ciddiyetine dikkati çekerek şöyle devam etti. "Bugün nasıl bjr eün bilir misiniz?" İnsanlar "Allah ve Rasulü bilir" dediler. Rasûlullah; "bugününüz mu­kaddes bir gündür. Bu şehrin nasıl bir şehir olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. As-nab "Allah ve Rasulü bilir" dediler. Nebi; "bu mukaddes (haram) bir şehirdir" buyurdu. "Bu ay nasıl bir aydır bilir misiniz?" dediğin­de ashab "Allah ve Rasulü bilir" dedi. Rasû­lullah "bu ay mukaddes bir aydır" buyur­du. Bu konuşmalar insanları kendilerini hut­beye iyice verme ve onu iştiyakla dinleyerek gerçek mesajını almaya tamamıyla hazırladı. Sonra Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah si­zin kanınızı, malınızı, ırzınızı bu şehri, bu ayı ve bu günü mukaddes kıldığı gibi mukaddes kılmıştır. Sakın benden sonra eski sapıklıkla­ra dönüp de birbirinizin boynuna vurmayınız" daha sonra şöyle buyurdu: "Allah birdir. Si­zin atanız birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısı­nız. Adem de topraktandır. Allah katında en değerliniz takvaca en ileri olanınızdır." Sonra kadın ve köle haklarına değinerek en son şu sözleri söyledi: "Ey insanlar! Size söyledikle­rimi iyi dinleyiniz..." Sonra şöyle buyurdu: "Tebliğ ettim mi?" Orada bulunanlar "Evet" deyince Rasûlullah "Şâhid ol Yâ Rab!' dedi (Taberi, İbni İshak).

Hz. Peygamber daima özet şekilde ve kısa bir zaman için konuşurdu. Hiç bir vakit uzun hitaplarda bulunmamıştı. Ancak her hitabının insanlar üzerinde muazzam etkisi olurdu. Bir keresinde insanlara bid'atı reddetmeleri ve sünnete sarılmaları konusunda bir konuşma yaptı: "İki şey vardır, söz ve amel. En iyi söz Kelimetullah'dır ve en iyi yol Muhammed'in yoludur. Dinde yeni şeylerden sakının. Zira yeni şeyler kötüdür. Her yeni bid'attir, her bıd'at dalâlettir. Uzun emelli olmayınız, yok­sa kalpleriniz katılaşır." (İbni Mâce).

Ebu Hureyre ve Ebu Saîd el-Hudrî bir kere­sinde Allah Rasûlü'nün bir konuşmaya "nef­sim yed-i kudretinde olan Zât'a yemin ederim ki", diyerek başladığını ve bunu üç kere tekrar ettikten sonra eğildiğini rivayet etmişlerdir. Bu insanlarda öyle etki yaptı ki olduk­ları yerde kalakaldılar ve gözyaşlarına boğul-dur. Râvi insanların neredeyse şuurlarını kay­betmiş hâle geldiklerini ve Hz. Peygamber'in ne için yemin ettiğini unuttuklarını söy­ledi (Nesei).

Enes, bir gün Hz. Peygamber'in bir hutbe irâd ettiğini ve bu hutbenin çok etkili olduğu­nu, öyle ki, daha Önce hiç böyle hutbe işitme­diğini rivayet etmiştir. Hutbesi esnasında Hz. Peygamber "Ey insanlar! Benim bildikleri­mi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız" bu­yurdu. Bu cümle söylenir söylenmez insanlar öyle bir duruma geldiler ki, yüzlerini elbisele­ri ile kapayıp gözyaşlarına boğuldular (Buha­rı).