- Zekât

Adsense kodları


Zekât

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Fri 24 August 2012, 10:31 am GMT +0200
Zekât

Kur'ân-ı Kerim, maddî imkânların insanlığın, toplumun temelini, hatta hayatta kalabilme­nin başlıca çaresini oluşturduğunu belirtir (4: 5). O yüzden, zekât vermenin Hz. Peygamber tarafından dinin dört temel ibadetinden biri haline getirilmesine asla hayret etmemeliyiz. İslâm'da devlet başkanına lüksü ve şanı için "haraç" ödenmez; özellikle muhtaçlar gözeti­lerek toplumun hakları ödenir ve bu ödeme her zaman Allah'ın lütfunun artması ve malın temizlenmesi gayesiyle yapılır. Zaten Hz. Muhammed, "Bir halkın lideri, gerçekte, onun hizmetçisidir" buyurmuştur. Bu sözün doğruluğunu ve halkının yönetimini -gerek manevi kılavuz gerekse devlet başkanı ola­rak- nasıl hiçbir çıkar gözetmeden yaptığını ispatlamak için, İslâm devletinin Müslüman­lardan gelen gelirleri, dinen kendisine ve bü­tün ailesine yasaklanmış olduğunu resmen ilân etmiştir. Şayet, devlet başkanı kamunun güvenini kötüye kullanmazsa, vatandaşları vazifelerini yerine getirmede çok daha titiz davranacaklardır.

Günümüzde sıradan insanlar, zekât denilince, yaptıkları tasarruflardan her sene fakirlere vermeleri gereken bir yüzdeyi anlıyorlar. Fa­kat Kur'ân'da, Hadiste ve İslâm'ın ilk yüzyıl­larının uygulamasında zekât (2: 43)-Kur'ân'da zekât ile aynı anlamda kullanılan diğer kelimeler şunlardır: hakk (6: 141), nasîh (16: 56), infâk (2: 267), sadaka ve sadakat (9: 60)-, İslâm devletinin Müslüman vatandaşlardan aldığı her tür vergiyi ifade ediyordu (gayrimüslimlerden alınan vergilere başka ad veriliyordu). Bu vergiler, tarım ürünlerinden, yeraltı işletmelerinden, ticarî sermayeden, genel otlaklarda otlayan küçük ve büyükbaş hayvanlardan, altın ve gümüş tasarruflarından, vb. alınıyordu. Başlangıçta bütün bu vergiler hükümete Ödeniyordu, fa­kat daha sonra, Hz. Osman devrinde (644-654), hükümet tasarruflar üzerinden alınan verginin, Kur'ân'da belirtilen (9: 60) listede yer alan kimselere vergi yükümlüsünün ken­disi tarafından verilebileceği kararını aldı.

Derin ekonomik sebeplerden ötürü Kur'ân, millî servetin durmadan dolaşması ve verimli hâle gelmesi için, yığıp biriktirmeyi ağır bir vergi koyarak "cezalandırdı". Halife Hz. Os­man'ın direktifi, idareyi basitleştirmek gayesi güdüyordu. Çünkü o dönemde Müslümanlar genel nüfus içinde sadece küçük bir azınlık idiler, fakat Endülüs'ten Çin'e kadar üç kıta üzerine yayılmış bulunuyorlardı. Gerçek biri­kimlerin denetimi, bu daldan alınacak vergi­lerin getirişinden çok daha fazla götürüşü olan bir idari mekanizmayı gerektiriyordu. İş­te bu teknik düzenlemenin asıl sebebi ve arka planı açıkça budur.

Hz. Peygamber ve İlk Dört Halife döne­minde, İslâm devletinde Müslümanlardan zekât'tan başka alman vergi yoktu. Bir sadaka olmaktan kesinlikle uzak olan zekât, ödeme zamanı ve miktarı sabit, ödemeyenlere karşı ceza ve zorlama uygulanan, hukukî bir vergi, mecburi bir yükümlülük idi. Bu ödemelerin önemini müminlerin zihinlerine iyice yerleş­tirmek için, Hz. Peygamber, bunların da Al­lah'ın birliğine iman, namaz, oruç veya hac gbi ibadetlerle eşit değerde dinî bir vazife ve ilâhî bir emir olduğunu belirtti. İman ruhi bir görev, namaz, oruç ve hac bedenî vazifelerse, zekât da mâlî bir vazifedir. Hukukçular ona "ibâdet-i mâliye" (mal ve servet yoluyla Al­lah'a ibadet) adını verirler. İşte, insanî yapıyı oluşturan unsurlardan hiçbirini diğerinden üs­tün veya Önemsiz tutmadan, ruh ile beden arasında ahenkli bir denge kurmak için, İslâm'ın insan hayatının tamamını tek bir bü­tün içinde düzenlediğinin, eğer gerekiyorsa, bir başka delili de budur.

Daha önce görüldüğü gibi, Kur'ân bu vergiyi belirtmek için aralarında fark gözetmeden birçok terim kullanır: Pek çok ayette rastla­nan zekât (hem artma hem de arınma anlamı­na gelir; onun İçin de artan servetin bir kısmı­nın temizlemesi gayesiyle verilmesi gerekir), sadaka (doğruluk ve hayır anlamına gelir; onun için, dine bağlı olunduğunun doğrulu­ğunu ispatlamak üzere, hayır yapmak gere­kir), hakk (hak anlamındadır, çünkü zekât başkasının hakkıysa, sahip olanın da görevi­dir, hak ve görevler her türlü sosyal İşleyişin temeli, işbirliğinin zaruri tamamlayıcılarıdır), nasib (katılma payı ve sabit şey demektir) ve infâk (harcamak ve -servetin toprağa benzeti­lerek, altından- bir tünel kazmak anlamı ta­şır).

Böylece tasarruflar, mahsuller, ticaret, otlak­larda otlayan hayvan sürüleri, madenler, de­niz ürünleri vb. zekâta tâbidir. Bunlardan alı­nan zekât oranlan değişir, fakat bunlar aynı anlamı ifade eden zekât, hakk veya sadaka gibi adlar alırlar.

Hz. Peygamber zamanında uygulanan tari­felerin değiştirilemez olduklarına hükmedilmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in Taif (ve aynı şekilde diğer bazı bölge) sakinlerini zekât verme yükümlülüğünden muaf tuttuğu­nu biliyoruz. Aynca büyük Halife Hz. Ömer, Ebu Ubeyd'in belirttiği üzere, Medine'ye yi­yecek ithalinden alınan vergileri düşürmüş­tür. Hz. Peyamber kendi hayatında yeri geldiğinde, ülkenin sözgelimi dış tehdide kar­şı korunması için, olağanüstü vergilere baş­vurmak zorunda kalmıştır. Bütün bu uygula­malar İslâm hukukçularına, yönetimin yeni geçici vergiler (bunlara nevâib adı verilmiş­tir) koyabileceği veya kriz dönemlerinde tari­felerin yükselebileceği hükmünü vermelerine imkân sağlamıştır. Kur'ân'ın vergilerin konu­ları ve tarifeleri üzerinde sessiz kalması da hukukçuların bu hükme varmalarını teyid eder.

Buna karşılık Kur'ân, kamu harcamalarının, devlet bütçesinin belli başlı sarf yerlerinin ayrıntılarını verir:

"Zekât (Müslümanlardan gelen devlet gelirle­ri), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekât toplama görevlilerine, kalp­leri İslâm'a ısındırılmak istenenlere, kendini efendisinden satın alıp hürriyetine kavuşma durumunda olan kölelere, borcunu karşılaya­cak durumda olmayan borçlulara, Allah yo­lunda cihad edenlere ve çaresiz kalmış yolcu­ya verilir. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bi­lendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (9: 60). Ayetin Arapçasında geçen sadaka kelimesi, daha önce belirttiğimiz gibi zekât ile eş anlamlıdır ve Müslümandan alman her türlü vergi demektir. Bir gayrimüslim vatandaştan alınan harâc, cizye, ganimet gibi vergiler zekâta dahil değildir. Her iki vergi gelirinden yararlananlar da büyük ölçüde farklılık göste­rir.

Diğer kanun koyucuları, daha ziyade gelirler için hükümler koyarken, Kur'ân özellikle harcama ilkelerini belirlemeye özen gösterir. Ayetin sözünü ettiği zekâttan yararlanan se­kiz sınıf içinde, Hz. Peygamber'in bulun­madığına dikkat etmek gerek.. Başka âyetlerden farklı olarak, vergiden yararlanan­ları bir bir sayan bu âyetin önemini daha iyi kavramak için, biraz açıklamada bulunmak faydalı olacaktır.

Halife Hz. Ömer gibi büyük bir otoriteye gö­re, "fakirler"den kasıt İslâm dininden olan fa­kir ve muhtaçlar, "mesâkİn"den kasıt da ko­ruma altındaki gayrimüslim kimseler arasın­daki fakirlerdir (bkz. Ebu Yusuf, Kİtabü'l-Harâc, bl. "Fimen tecib aleyhi ez-zekât"). Burada dikkate şayan bir husus vardır ki, İslâm, gayrimüslimlerden alınan vergileri sadakâ'ya dahil etmediği halde, Müslüman­lardan alınan vergilerden istifade edenler ara­sına gayrimüslimleri de sokmaktadır.

"Zekâtı toplayan memurlar", -bunlar vergi tahsilinde, muhasebesinde, sarfedilmesinde, denetiminde ve hesap tasfiyesinde çalışan kimselerdir-, uygulama bakımından devletin sivil ve askerî bütün yönetimini oluşturur. Şu halde, bu vergiden istifade edenler, devletin idare mekanizmasını oluşturan bütün bölüm­lerde çalışan memurlardır.

"Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler" çok Çeşitlidir. Büyük hukukçu Ebu Ya'lâ el-Ferrâ bu konuda şöyle demektedir: "Kalbleri kaza­nılacak olanlara gelince, bunlar dört sınıfa ayrılır:

a- Müslümanlara yardım etsinler diye gönülleri kazanılanlar,

b- Müslümanlara kö­tülük yapmasınlar diye gönülleri alınmaya çalışılanlar,

c- Müslümanlığa girmeleri iste­nenler.

d- Kendileri aracılığıyla halklarının veya ka­bilelerinin fertlerinin İslâm'a girmeleri iste­nenler.

Şu halde, ister Müslüman ister putperest ol­sunlar, kalbleri kazanılacak olan kimselerin hissesine düşen paydan saydığımız bu sınıf­lardan herbirini yararlandırmak caizdir." (el-Ahkâmus-Sultânîyye, s. 116).

"Köleler" teriminden her zaman, kölelerin azat edilmeleri ve düşman tarafından -İslâm devletinin Müslim veya gayrimüslim vatan­daşlarından- tutsak edilmiş olan savaş eserle­rinin fidye Ödenerek kurtarılmaları anlaşıl­mıştır. Burada kölelerle ilgili birkaç cümle söylememiz yerinde olacaktır: İslâm'dan önce hiçbir din, kölelerin durumunun düzeltilmesi kaygısını duymuş görünmemektedir, Serahsî'nin belirttiğine göre, İslâm Peygam­beri, Arapların köle edilmesini kesinlikle yasaklamıştır. Arap olmayanlara gelince, Kur'ân'm (24: 33) emrine göre, şayet bir köle efendisine kurtuluş parasını ödemeye hazırsa ve bu kölede bir hayır (iyi niyet) görünüyor ise, sahibi bu teklifi geri çeviremez. Aksi tak­dirde mahkeme, sahibini, kölesine hürriyetini satmalmak için gerekli parayı kazanma ve bi­riktirme imkânı vermeye zorlayacak ve bu sı­rada da efendisine hizmet etmekten muaf tu­tacaktır (Mebsûî, X, s. 40 ve 118). Ayrıca daha önce de dikkat çektiğimiz gibi, Müslü­man hükümet, hürriyetlerine kavuşmaları için ülkedeki kölelere yardım etmek üzere her yıl bütçesinden belli bir miktar ayırmak zorun­dadır. İslâm'da köleliğin meşruluğunun ama­cı, bizim gibi zavallı bir varlığı asla sömür­mek değildir. Sömürmek şöyle dursun, asıl gaye, her şeylerini kaybetmiş ve şu veya bu sebepten ötürü yurduna dönememiş savaş esirlerine ilk Önce bir yuva temin etmektir. Ayrıca onları eğitmeye ve İslâmî ortamda ve Allah'ın hükümetinin idaresi altında onlara en iyi kültürü edinme fırsatı verilmeye çalışılır. Köleler ancak devletin hükümeti tarafından girişilmiş meşru bir savaşta edinilebilir. Özel baskınlar, adam kaçırıp fidye almak için yapılan akınlar veya hatta anne ve babaları tara­fından yapılan çocukların satışı mutlak suret­te hiçbir meşru değere sahip değildir. Bu tür yollarla asla köle edinilemez.

"Borçlular"a yardım etmek, değişik şekiller­de gerçekleştirilebilir. Sözgelimi, Halife Hz. Ömer'in faizsiz borç veren resmî bir büro kurduğunu görüyoruz.

"Allah yolunda cihad edenler" ifadesi, her tür iyilik ve yardımı içerir ve hukukçular bunlar arasında İslâm'ın savunması için askerî araç ve gereçlerin teminini en başa koymakta hiç tereddüt etmemişlerdir.

Son olarak, "yolda kalanlara" (yolcuya) yar­dım edilebilir. Bu yardım, sadece ona barın­ma İmkânı sağlanarak değil, aynı zamanda kendisine sağlık ve konfor da temin edilerek yapılmalıdır: İster yerli ister yabancı, gerek Müslüman gerekse gayrimüslim olsun, bir yerden gelip geçenlerin huzuru için alınması gerekli her türlü tedbir ve yol güvenliği gibi.