- Yüzde yüz keşif

Adsense kodları


Yüzde yüz keşif

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ezelinur
Sun 26 September 2010, 11:22 am GMT +0200
Yüzde yüz keşif

Birkaç yıl önce, bir gece tefekkürünün dünyama yansıyan ışıltılarını ifadelendirmeye çalışırken hepimizin içinden gelip geçtiği ama çabucak unuttuğumuz en tehlikeli serüvenimizden söz etmem gerekti. Her birimiz bu dünyaya kimliğimizin var-yok arasında gidip geldiği, varlığımızın ölüm-kalım arasında sarkaçlandığı sessiz bir yolculuktan sonra gelmiştik. Öyleyse o günlere gidip ‘şimdi sahip olduklarımız’ı yeniden düşünmek ilginç olabilirdi. Derin bir yokluğun içinden varlığa doğru yolculuk gerçekten ilginç bir anlatıma da yol veriyordu. Örneğin, “Gözlerim yoktu, gözlerimin olmadığını görecek gözlerim de yoktu” gibi bir ifade, verilene henüz verilmeyenle tanıklık ederek, verilenin bizim malımız olmadığını açıkça ifade etmeye yetiyordu: “Gözlerim yokken, gözümüzün olmadığını da görecek olan ben değildim; öyleyse gözlerimin olmadığını bir Sen gördün.” Her birimizi varlık-yokluk arasındaki keskin çizgiye taşıyan bu ifadeler diğer verilenler için de dillendirilebilirdi. Ellerim için: “Elim yoktu, Senin ‘kudret eli’ne tutundu ellerim. Ben, ellerim ve elde edeceklerim, öylece ele avuca geldi.” Kulaklarım için: “Sağırdım, bana bir Sen kulak verdin. Herşeyi her an işiten Sen, ben kulak sahibi değilken, işitmek istediklerimi işittin.” Dilim için: “Dilim dönmüyordu, Sen bana söz verdin.” Dudaklarım için: “Daha dudağım dudağıma değmedi. ‘Ağzı var dili yok’ bile değilim. Bana rahmetinle bir Sen tebessüm ettin. İki dudak verdin, bir dil. Cümle dudakları gül eyledin. Gülücükler verdin, güller gönderdin.” Ayaklarım için: “Ayaklarım yoktu, beni varlığa Sen yürüttün. Yokluktan varlığa yürüttün Sen bedenimi. Hiç yoktan ayağa kaldırdın beni.”

Bir gece yarısı heyecanıyla kaleme aldığım (daha doğrusu, tuşa getirdiğim) “Bir Ceninin Hatıra Defteri” başlıklı makalede yüzüm için söyleyeceklerimi en sona bırakmıştım: “Gelmeye yüzüm yoktu, Sen bana yüz verdin. Beni tanımıyordu annem babam bile. Varlığımdan bile haberli değillerdi. Ben de bilmiyorum var olduğumu. Var olma arzumun bile farkında değilim. İnsan olduğumu da bilmem. ‘Anılmaya değer bir şey’ değilim. Kimse saymıyor beni. Adım yok, adam yerine koyulmuyorum.

“Yüzüm yok. Çatık bir kaşım, gamzeli bakışlarım yok. Saçlarım, kirpiklerim yok. Kaşlarım kirli bile değil; yok. Yüzüme çamur bulaşmamış; çünkü yok! Şekilsiz, biçimsiz, kaba, belirsiz ve korkunç görünüyorum. Böyle görseydi beni annem, belki yüz vermezdi bana. Yüzüme bakamazdı.

“Yüzüme bir Sen baktın. Bana Sen yüz verdin. Yokluğun kirli, çirkin maskesini yüzümden indirdin. Rahman sûretini indirdin yüzüme. Annemin gözlerine değesi ‘bebek yüzlü’ tenler giydirdin ete kemiğe. Kirpiklerimin ucuna gamzeli bakışlar düşürdün. Ve yanaklarıma gülücükler saldın. Saçlarımı verdin, ‘zülf-ü yâr’ olası çizgiler çizerek; kaşlarımı eğri kıldın, yay gibi; bakışlarıma nur verdin, ay gibi. Karşısına vurulası aşıklar koydun. Güneşi gözucuma Sen getirdin.

“Bilmezdiler oysa varlığımı. Tanımazdılar beni. Sen yüz vermesen, yüzümü kalblerine âşina eylemesen, yüz süremezdim annemin yüzüne. Hayatı yitirdiğimde de, bana yeniden hayat verecek Sensin. Bir gün toprağa yüz sürdüğümde de…”

Daha sonraki ‘yüzde yüz keşif’ okumalarım ışığında, bu yazımda yüzün en sona kalmasının anlamlı olduğunu farkedecektim. Çünkü, sessizce geçip geldiğimiz bu ölüm-kalım serüveninden, varlık-yokluk seferinden ‘bu taraf’a taşıdıklarımız arasında, yüzümüz en açık varoluş kimliğimiz, en vazgeçilmez varlık sembolümüzdü… İhtimal ki, var sayılmak da, adam yerine konulmak da, hatırı bilinmek de yüzümüzde gerçekleşiyor, yüzümüzle mümkün oluyordu.

Çok geçmeden, sadece Türkçe’ye değil, farklı ifadelerle de olsa her dile yerleşmiş olan, ‘yüz’ ve ‘var olmak’ arasındaki derin ve yakın anlam akrabalığını da farkedecektim. Örneğin, birşeyin yüz göstermesi, belirmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, var olmak anlamına gelirken; yüzsüzlük ya da yüzü olmamak, yüze gelememek, utancın insanı yokluktan yana küçülttüğü, alçalttığı durumlara denk düşüyordu. En azından her sabah, kendi kişisel varlığımızı aynaya düşen yüzümüzle doğrulama ihtiyacı hissediyorduk: Her sabah ayinede gördüğümüz kendi yüzümüzdür. İnsan kalbinin zamanları aşan, sonsuzluğu kucaklayan sevdası da gelip yüze dayanıyordu: Her daim yüz yüze geldiğimiz/gelmek istediğimiz sevdiğimizdir. Dost meclisine yüz süreriz; dosta karşı hatalıysak varmaya yüzümüz yoktur. Gün olur, yüze geliriz; gün olur, yüz buluruz. Yüz çevirdiğimiz de olur, yüzüstü kaldığımız da. İşin içinden yüzümüzün akıyla da çıkabiliriz, yüzkarasıyla da kalabiliriz.

Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da ‘yüz’den yüz çeviremiyor olmalıyız ki, algılamak istediğimiz herşeye mutlaka bir ‘yüz’ bulmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Meselâ, ayağımızı bastığımız ‘yer’ her zaman vardır da; biz ona ‘yeryüzü’ deyince daha bir tanıdık gelir. ‘Gök,’ her daim başımızın üzerindedir, ancak ‘gökyüzü’ deyince daha bir tanıdık olur yıldızlar. ‘Yer,’ ne de olsa, biraz soğuk, biraz ilgisiz durur; ancak ‘yeryüzü’ hemen ayağımızın altına uzanıverir, kucaklar, sarar, sarmalar. ‘Gök,’ yukarıda ve uzaktadır belki; ancak ‘gökyüzü’ mütebessimdir, tanıdık çehrelidir, kardeşimizdir.