rray
ayten
Tue 28 September 2010, 10:55 pm GMT +0200
Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı
On iki mesele altında ele alınacaktır.
Birinci Mesele:
Ameller niyetlere göredir; hem ibadet hem de âdet türünden olan tasarruflarda önemli olan maksatlardır.
Konu ile ilgili deliller sayılamayacak kadar çoktur.
Maksat ve niyetlerin, âdetlerle ibâdetler arasını ayıran bir unsur olması, keza ibâdetler içerisinde vacibi vacip olmayandan ayırması, âdetler içerisinden vâcib, mendub, mubah, mekruh, haram, sahih, fâsid ve benzeri hükümlerin arasının yine maksatlarla ayrılması onların dikkate alındıklarını göstermeye yeterli bir delildir. Aynı amel işlenir ve onunla bir´durum kastedilir, ibadet olur[1]; başka bir durum kastedilir, ibadet olmaz. Hatta bir fiil işlenir ve onunla bir durum kastedilir ve sonuçta iman edilmiş olur; aynı fiille bir başka durum kastedilir ve kâfir olunur. ALLAH için ya da put için secde etmek gibi.
Aynı şekilde, fiil işlenirken hirkasıt bulunursa o fiile teklîfî hu-kümler taalluk eder; niyetten uzak olarak gerçekleşmişse, o fiile herhangi bir teklifi hüküm bağlanmaz. Uykuda bulunan, gafil olan, ya da cinnet geçiren (deli, mecnun) kimselerin fiilleri gibi.
Konu ile ilgili bazı nasslar: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız ALLAH´a has kılarak O´na kulluk etmekle emrolunmuşlardi[2]"öyle ise dini ALLAH için halis kılarak O´na kulluk et[3]"Gönlü iman ile dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra ALLAH´ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara ALLAH katından bir gazap vardır[4] "Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, ALLAH´ı ve peygamberini inkar etmeleri, namaza tenhel tenhel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir[5]"Kadınları boşadığmızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın, haklarına tecavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde tutmayın.[6] .Edilen vasiyyetten ve borcun ödenmesinden sonra zarara uğratılmaksızın (mirasta) ortak olurlar[7]"Mü´minler, mü´mınleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa ALLAH katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır.[8] Bazı hadisler de şöyle: "Ameller niyetlere göredir ve herkes için ancak niyet ettiği vardır[9]"Kim ALLAH´ın dininin yüce olması için savaşırsa, ALLAH yolunda cihad eden kimse işte odur"[10]Ben şirkten en müstağni olanım. Kim bir amel işler ve o amelde bana bir başkasını ortak koşarsa, ben payımı o ortağıma bırakır (ve o ameli kabul etmem.)[11] Bu mânâyı şu âyet de teyit eder: "Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[12] Hz. Peygamber ihramlıbirkimse için, eğer kendisi avlamamışyadakendisi için avlanmamışsa av etinden yemeyi helal kılmıştır.[13]Aslında bu konu gayet açıktır ve delillendirmeye de hiç ihtiyaç yoktur.
İtiraz: Niyet ve maksatlar kısmen dikkate alınmış olsalar da, mutlak surette ve her hal ve durumda dikkate alınmamıştır. İddiamızın doğruluğuna deliller vardır:
(1)
Şer´an yapılmaya zorlanılan ameller vardır. Bir fiili zorla yapan kimse, zoraki yaptığı o fiilde Şâri´in emrine uymuş olmayı amaçlamaz. Zaten zorlama da bunun için yapılmıştır. Böyle bir kimse, kendisine ulaşacak cezayı gidermek için o fiili işlediği zaman, bu haliyle emredilmiş fiili kastetmiş olmaz. Çünkü kabullenilen tez, amellerin ancak meşru niyetleriyle sahih olacağı şeklinde idi. Bu kişi ise böyle bir niyette bulunmamıştır. Dolayısıyla şer´î zorlama altında yaptığı bu amelin sahih olmaması gerekecektir. Sahih olmayınca da o ameli işlemiş olmasıyla işlememiş olması arasında bir fark olmayacaktır. Bu durumda o kimseden, söz konusu ameli ikinci bir defa yine işlemesi istenilecektir. İkincisinde de aynen birincisinde olduğu gibi olacak ve bir teselsüldür gidecek; ya da zorlama abes (beyhude) olacaktır. Her ikisi [326] de muhaldir. Ya da üçüncü bir şık olarak amel niyetsiz sahih olacaktır.[14]Bizim demek istediğimiz de budur.
(2)
Ameller iki kısımdır: Âdetler ve ibâdetler. Âdetlerin i şlenmesi sırasında emre uymuş olma için niyete ihtiyâç bulunmadığı, aksine onların sadece meydana gelmiş olmalarının yeterli olduğu fukaha tarafından belirtilmiştir. Meselâ, vediaların (emanetlerin) ve gasbedilmiş. malların iadesi, eş ve akraba nafakalarının ödenmesinde olduğu gibi. Bu durumda nasıl olur da mutlak olarak ´Her türlü tasarruflarda önemli olan maksatlardır´ diye genellemeye gidilebilir ! İbâdetlere gelince, bunlarda da niyet yine mutlak surette şart koşulmuş değildir. Aksine bu konuda da ilim adamları arasında tafsilat ve görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Meselâ ilim adamlarından bir grup abdestte niyetin şart olmadığım ileri sürmüşlerdir. Oruç ve zekat konusunda da durum aynıdır. Halbuki bunlar ibadetlerdir. Sonra gayr-ı ciddî (hezl) olarak azad ve adakta (nezir) bulunan kimseyi., yaptığı tasarruflarıyla ilzam etmişlerdir. Nitekim nikah, talâk ve ric´at konusunda da aynı tavrı göstermişlerdir. Hadislerde de: "Üç şey vardır ki onların ciddîsi de, ciddî şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ueazâd[15] "Kim oyun olsun diye nikah akdederse, ya da oyun olsun diye basarsa ya da oyun olsun diye azadda bulunursa tasarrufu geçerlidir" 16 buyrulmuştur. Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Dört şey vardır ki, konuşulduğu zaman geçerli olurlar: Talak, azad, nikah ve adak."
Gayr-ı ciddî bulunan (hâzil) bir kimse´nin şaka yolu ile bu gibi bir tasarrufta bulunması durumunda, onların hakikaten meydana gelmeşine yönelik bir kaselinin bulunmayacağı açıktır. Mâlikî mezhebinde bir kimse Ramazan ayında oruç tutarken, oruç niyetinden vazgeçse fakat bilfiil orucunu bozmasa o kimsenin orucu sahih olmaktadır.[16]Bir kimse öğlen namazını kılarken tamamladım zannıyla iki rekat sonunda selam verse ve sonra da iki rekat nafile namaz kılsa, sonra farzı tamamlamadığını hatırlasa, nafile olarak kıldığı iki rekat farzın kılmadığı diğer iki rekati yerine geçer. Niyetten vazgeçilmesi meselesinin aslı ihtilaflı bir konu olmaktadır.[17]Bütün bunlar gerçek anlamda niyetin bulunmaması durumunda ibadetin sahih olabileceği konusunda açık olmaktadır.
(3)
Bazı ameller vardır ki aklen onlarda emre uyma (imtisal) kasdı-nın bulunması imkansızdır. Yaratıcının varlığını bilmeye ulaştıran ilk düşünce, imanın tamamlanması için zorunlu olan şeyleri bilme gibi. Bunlarda emre uyma kasdının bulunması, âlimlerin de belirttikleri gibi muhaldir. Bu durumda nasıl olur da: ´Niyet olmaksızın hiçbir amel sahih olmaz´ denilebilir ! Bütün bunlar sabit olduğuna göre tezinizin doğru olmadığı ortaya çıkar. Dolayısıyla şu sonuca ulaşılır: Her amel niyet ile değildir; her türlü tasarrufta önemli olan mutlak surette niyet ve maksatlar değildir.
Cevap: Bu itiraza iki hususu belirterek cevap vereceğiz:
(1)
Amellere taalluk eden maksatlar iki türlüdür:
(a) Her fail-i muhtarda, hür irade sahibi olması açısından zorunlu olarak bulunması gereken maksatlar: Burada ´Her amel şer´an niyeti ile muteber olmaktadır´ demek sahih olur. Onunla Şâri´in emrine uymuş olmayı kasdetsin etmesin far-ketmez ve bu durumda teklîfî hükümler o amele taalluk eder. Daha önce belirtilen deliller bu hususa delalet etmektedir. Çünkü her akıllı ve hür iradeli (muhtar) fail, işlediği fiilde mutlaka bir amaç bulundurur. Bu amac iyi ya da kötü olması, yaptığı işin de şer´an yapılması ya da terki istenilen birşey olması ya da yapılmaması istenilen birşey olması Önemli değildir. Eğer fiilin ihtiyarı bulunmayan bir kimse tarafından işlendiğini farzedecek olursak, zor altında kalan, uyku halinde olan, cinnet geçiren ve benzeri mükellef olmayan kimselerin durumunda olduğu gibi, o takdirde bunların fiillerine,geçen delillerin gereği taalluk etmeyecektir. Bu tarzda olan şeyler, Sâri´ tarafından amaçlanmış şeyler değildir. Geriye, ihtiyar ile yapılan şeylerin mutlaka bir kasıt içermesi zorunluluğu kalmaktadır. O zaman da onlara hükümler taalluk edecektir ve getirilen genellemeden hiçbir amel geri kalmayacak; onun çerçevesi altına girecektir. İtirazda ileri sürülen herşey, bu iki kısmın dışına çıkamaz. Çünkü bu durumda olan ya kendisi gibiler için şer´an maksutbuîunan ikrah (zorlama) veya hezl veya delil talebi ya da benzeri durumların gereğinin kaldırılmasını kastetmiştir ve bu durumda o tasarruf o şer´î hüküm üzere indirilecek ya kabul edilecek ya da edilmeyecektir. Ya da hiçbir kasıt bulunmayacak ve o halde de ona hiçbir hüküm taalluk etmeyecektir. Eğer bir hüküm taalluk etmekte ise, bu teklif hitabı ile değil vaz´ hitabı ile olacaktır. Dolayısıyla biz uykudan ya da gafletten dolayı orucu bozacak şeylerden kendisini tutan bir kimsenin orucunu eğer sahih kabul edecek olursak, bu vazî hitabın bir neticesi olacaktır. Sanki Sâri´ Teâlâ aynı imsaki, orucun kazasının düşürülmesine ya da şer´an o orucun sahih kılınmasına sebeb olarak belirlemiştir şeklinde yorumlanacak; o onunla vücûben yükümlüdür mânâsı çıkarılmayacaktır, Diğer Örneklerde de durum aynıdır.
(b) İkinci kısım: Her fiil için zarurî olmayan, aksine taabbudî olan fiiller için taabbudî olmaları açısından zorunlu olan niyet ve maksatlar. Çünkü ihtiyar altına giren bütün fiiller, niyet ve kasıt bulunmaksızın taabbudî özellik göstermezler. Bu konuda namaz, hac vb. gibi aslî ibadet olarak konulanlar hakkında bir problem yoktur. Âdetlerle ilgili olanlara (âdiyyât) gelince, bunların niyet olmaksızın taabbudî fiillerden (taabbudiyyât) olmalarına imkan yoktur. Bu konuda amellerden hiçbiri de müstesna değildir. Sadece (ALLAH´ı bulma maksadını taşıyan) ilk düşünce bundan hariçtir; çünkü onda niyetin bulunmasına imkan yoktur. Ancak o da aslında, onda bulunan taabbud kasdı kendisine yönelmiş değildir anlamına gelir ve ona dair teklîfî birhüküm taalluku asla söz konusu olmaz. Çünkü takat üstü yükümlülük yoktur. Aynı amele [18](yani ilk düşünceye) vücûb hükmünün taallukuna gelince, onun sıhhati konusunda tereddüt yoktur. Çünkü onunla mükellef olan kimse onu yapmaya kadirdir ve onu gerçekleştirme imkânına da sahiptir. Aynı amelle taabbud kasdın-da bulunması ise böyle değildir; çünkü o muhaldir. Dolayısıyla da o, takat üstü şeylerden sayılır ve şer´an bu kasdm istendiğini ya da dikkate alındığını gösteren deliller, onu kapsamaz.
(2)
İtiraza mesned teşkil eden meselelere detaylı cevaplar vermek yoluyla:
Şer´an vacip olan amellerin işlenmesi için zor kullanılmasından başlayalım: Bunlardan taabbud ve emre uymuş olma niyet ve kasdına ihtiyaç göstermeyenler, ikrah neticesinde niyetsiz olarak yapılırlarsa ibadet olarak gerçekleşmezler. Şu kadar var ki, zorlamanın faydası gerçekleşmiş olur ve o kişiden şer´an talep hakkı düşer. Meselâ gasb fiilini işleyen kimselerden ellerindeki gasbedilmiş malları zorla almak gibi. Taabbud niyetine ihtiyaç gösterenler ise, zorlanan kimseye nis-betle bu fiilin sahih olabilmesi için mutlaka niyette bulunması zarureti vardır. Meselâ kişinin namaza zorlanması fve niyetsiz kılması) gibi. Ancak bu durumda dahi dış görünüşe göre talep hakkı düşer ve meselâ hâkim o namazın iade edilmesine hükmedemez. Çünkü işin içyüzünü fserâir) kullar bilemezler; kalbi yarmak ve içindekine bakmakla da emrolunmuş değillerdir.
Âdetlerden olan olan amellere gelince, her ne kadar sorumluluktan kurtulabilmek için bunlara niyette bulunmak zarureti yoksa da, bunların ibâdet halini almaları ve sevap almaya vesile olmaları için mutlak surette niyetin ve emre uyma maksadının bulunması gerekmektedir; aksi takdirde bunlar bâtıl olacaklardır. Bunların bâtıllığının anlamı Hükümler bahsinde geçmişti.[19]
Taabbudî amellerden olup da itiraz sadedinde ileri sürülen örneklere gelince, bunlarda niyetin şart bulunmadığı görüşünde olanlar, görüşlerini onların âdetlerden olan ameller gibi olduğu ve hikmeti/illeti akılla kavranılabilen türden olduğu esası üzerine bina etmektedirler. Niyet de zaten, hikmeti/illeti akılla kavranıiamayan konularda şart koşulmaktadır. Zekât ve taharet de bunlardandır. Oruçla ilgili itiraza gelince, sözü edilen görüş şunun içindir: Orucu bozacak şeylerden geri durulması zaten o vaktin hakkıdır; dolayısıyla başka bir oruç zaten olmaz ki, farklı bir niyet, onu oruçluktan çıkarsın.[20]Bu meselenin âdetlerle ilgili amellerde benzerleri bulunmaktadır. Şigâr nikâhı[21]gibi. Çünkü bu nikah Ebu Hanife´ye göre, taraflar (şigâr nikahı) kaslında bulunsalar[22] da sahih olarak inikad etmektedir.[23]
Adak, azad ve benzeri konulara gelince, daha önce de geçtiği gibi, sebebi gerçekleştirme kasdında bulunan bir kimsenin, müsebbebe yönelik bir kasdının olmamasının hiçbir önemi yoktur. Gayr-ı ciddî fhâzil) de aynı şekildedir. Çünkü şaka (hezl) ile bir tasarrufta bulunan kimsenin, sebebin[24]vukuuna yönelik bir kasıt bulundurduğunda kuşku yoktur. Sebeb üzerine gerekecek olan müsebbeb hakkında ise, ya müsbet veya menfî yönde onun vukuuna yönelik bir kasdı yoktur ya da onun vuku bulmamasına yönelik kasdı vardır. Her iki takdirde de müsebbeb meydana gelir; mükellefin dileyip dilememesi durumu değiştirmez.
Biz bu gibi tasarrufların bağlayıcı olmadıkları görüşünde olduğumuz zaman, bu görüşümüzü şu esas üzerine kurmuş olmaktayız: Lafzı telaffuz eden kimse onun mânâsını kastetmemektedir.[25] O lafızla sadece şakada fhezl) bulunmayı kastetmiştir. Gayr-ı ciddî bir tasarrufun, ciddiyetsiz bir davranışın hükmü dışında bir netice doğurmayacağı ise açıktır. Ciddiyetsizliğin hükmü de mübahlıktır ya da başka bir hükümdür (talâk, azad... vukuu değildir).
Yukarıda belirtilen tasarruflarda bağlayıcılıktan söz edilmesi ise şu şekilde izah edilir: Ciddiyet ve ciddiyetsizlik gizli bir iştir[26] dolayısıyla bu tasarruflarla ilgili sözler sarfedildiği zaman o sözlerin ciddî olduğu ve onların gereklerinin vuku bulmasına yönelik bir kasdımn bulunduğu kabul edilir. Yahut da şöyle izah getirilir: Bu kimse, şer´î ve ciddî olan bir akitle oyun oynamayı kastetmiştir. Bu haliyle Şâri´in maksadına ters düşmüştür. Dolayısıyla o tasarrufla ilgili ciddiyetsizliğin hükmü bâtıl olur ve tasarruf ciddîye dönüşür.
Oruç esnasında niyetin terkedilmesi meselesine gelince, oruç ilk niyet üzere sahih olarak başlamıştır. İlk niyet gerçek iftar (oruç bozma ) vuku buluncaya kadar hükmen var sayılır. Gerçek iftar ise gerçek-leşmemiştir; dolayısıyla oruç sahih olacaktır. Aynı şey, nafile olarak kılman iki rekatin farz yerine geçmesi örneğinde de geçerlidir. Çünkü namazı tamamladığı düşüncesi, Öyle düşünen âlimlere göre ilk niyet hükmünü kesmemiştir. Dolayısıyla arada meydana gelen selam ve nafile ibadet niyetine intikal lağv (boş, hükümsüz) kabul edilir ve (namazı bozucu) bir mahalde vuku bulmuş olmaz. Niyetin terki (atılması) meselesi de aynı yoruma tabidir.
ALLAH´ı bulmaya yönelik ilk düşünceye gelince, orada taabbud kasdının bulunması muhaldir. Birinci cevapta izah edilmişti. Tevfîk ancak ALLAH´tandır. [27]
İkinci Mesele:
Şâri´in mükelleften beklediği, onun amel sırasındaki kasdının teşri sırasındaki kendi kasdına uygun düşmesidir. Şeriatın konulusu açısından bu husus açıktır. Zira daha önce de belirtildiği gibi, şeriat mutlak ve genel olarak kulların maslahatlarının temini için konulmuştur. Mükelleften istenilen de fiillerini, şeriat doğrultusunda işlemiş olması ve Şâri´in kasdına ters düşen birşey amaçlamamağıdır. Çünkü mükellef, ALLAH´a kulluk için yaratılmıştır. Kulluk da, şeriatın konulusu sırasında dikkate alman ilâhî maksatlar doğrultusunda hareket etmek anlamına gelir. İbadetin esası da budur. Bu şekilde kul, dünya ve ahirette iyi ya da kötü karşılık görür. Keza daha önce de geçtiği gibi, Şâri´in kasdi, zarûriyyât ve ondan dallanan hâcî ve tahsînî esasların korunması olmaktadır. Bunlar ise, kulun yükümlü tutulduğu şeylerin bizzat kendisidir. Bu durumda mükellefin bunlara yönelik kasda sahip olması istenecektir. Aksi takdirde bunların korunması yolunda hareket etmemiş olacaktır. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bunun (yani kulun, zarurî ve onların tamamlayışı durumunda olan hâcî ve tahsînî esasları korumakla yükümlü olmasının) dayanağını, kulun gücü ve kapasitesi nisbetinde bu maslahatları gerçekleştirme yolunda ALLAH´ın halifesi (sorumlu kişi) olması oluşturur. Bu da en alt mertebede kulun kendi nefsi üzerinde halifeliği, sonra da sırasıyla ailesi ve ilgili olduğu kimselerin sorumluluğunu üstlenmiş olmasıyla olur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber [ al^fâ£"´] : "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur[28] buyurmuştur. Kur´ân´da da şöyle buyrulur: "Ey insanlar! ALLAH´a ve peygamberine inanın. Sizi halife kıldığı şeylerden harcayın[29]"Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim[30] âyeti de bu anlama çıkar. "Nasıl davranacağınıza bakmak için, sizi yeryüzünün halifeleri yapar[31] "Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan odur.[32]Hilâfet özel ve genel olmak üzere ikiye ayrılır. Nitekim bunu; "Emir (devlet başkanı) çobandır; erkek, aile fertlerinin çobanıdır; kadın, kocasının evinin ve çocuğunun çobanıdır. Dolayısıyla hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur"[33] hadisi açıklamaktadır. Hadiste örneklemeden´[34] sonra hükmün küllî ve genel olduğu ve belli bir kesime has bulunmadığı belirtilmiştir; dolayısıyla genel olsun özel olsun, velayet sahibi bulunan hiçbir fert bu genel kuralın dışında değildir. Durum böyle olunca, kuldan istenilen kendisini halife fnaib) tayin eden kimsenin yerine koyması ve onun hükümlerini icra etmesi ve onun gözettiği maksatları gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bu durum açıktır.
Fasıl:
Mükellefe nisbetle şer´î maksatları tahlil ettiğimizde, onların Hükümler bahsi[35] ile, mükellefin sebebler içerisine girmesi[36] meselesinde belirtilen esaslarla yönelik olduklarını görürüz. Zira orada beş vecih geçmişti ve kasdın uygunluğu ya da muhalifliği onlardan çıkarılıyordu. Bu konu üzerinde durmak isteyen kimsenin, konunun iyice açıklık kazanabilmesi için oraya müracaat etmesi gerekmektedir. [37]
Üçüncü Mesele:
Serî yükümlülüklerde, kendisi için meşru kılmandan başkasını arayan kimse, şeriata ters düşmüş olur. Kim de şeriata ters düşerse, onun ameli bâtıldır. Kendisiiçin meşru kılınmayan bir hakkı aramaya kalkan kimsenin ameli bâtıldır.[38]
Şeriata ters düşen amelin bâtıllığı açıktır. Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların temini, mefsedetlerin de uzaklaştırılması için konulmuştur. Şeriata muhalefet edildiği zaman, muhalif bulunan amellerde maslahatın temininden ya da mefsedetin uzaklaştırılmasından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Kendisi için meşru kılınmayan bir hakkı aramaya kalkan kimsenin şeriata ters düşeceği konusuna gelince, bunun doğruluğuna aşağıdaki hususlar delalet etmektedir:
(1)
Fiiller ve terkler haddizatında kendilerinden kastedilen şeye nis-betle aklen birbirlerine eşittirler. Zira aklın güzel/hayır ya da çirkini/şer (hasen ve kabîhi) belirleyici güç ve yetkisi bulunmamaktadır. Şeriat, birbirine eşit olan iki şeyden birisinin maslahat için, diğerinin de mefsedet için belirlendiğini bildirince, maslahatı gerçekleştirecek yön ortaya çıkmış oldu ve o şey ya emredildi ya da tercihe bırakıldı. Keza işlendiği zaman mefsedetin de ortaya çıkacağı yön belirlenmiş oldu ve kullara olan merhametin bir sonucu olarak da o yasaklandı. Buna göre, eğer mükellef, Şâri´in kastettiği şeyin aynını kastederse, en kamil mânâda maslahata yönelik bir kasıt bulundurmuş olur. Bu haliyle o, maslahatı elde etmeye layıktır. Eğer Şâri´in kasdı dışında başka birşey kastetmişse ki bu çoğu kez maslahatın kastedilen şeyde olduğu şeklindeki yanlış anlayıştan kaynaklanır; zira akıl sahibi bir kimse durup dururken mefsedet yönünü kastetmez, bu durumda Şâri´in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş; Şâri´in ihmal ettiği şeyi de, muteber bir maksat kabul etmiş olur. Bu ise şeriatla açık bir çelişkidir.
(2)
Bu kasıt sonuç itibarıyla şu noktaya çıkar: Şâri´in güzel gördüğü birşey, bu kasıt sahibine göre güzel değildir; Şâri´in güzel görmediği de o kimseye göre güzeldir.[39] Bu da şeriatla ters düşmektir.
(3)
Yüce ALLAH şöyle buyuruyor; "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." [40] Ömer b. Abdulaziz şöyle der: "Rasûlullah ve ondan sonra gelen yöneticiler bir sünnet ortaya koymuşlardır. Onların doğrultusunda hareket etmek, ALLAH´ın kitabını tas dik etmek, ALLAH´a olan tâati tamamlamak, ALLAH´ın dini üzere güçlü olmak demektir. Onlarla amel eden doğru yolu bulmuştur; onlarla yardım talebinde bulunan yardım görmüş olur. Kim de onlara muhalefet ederse, mü´minlerin yolu dışında başka bir yola girmiş olur, ALLAH da onu döndüğü yöne döndürür ve cehenneme sokar. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Şâri´in maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması açısından gözetmiş olduğu amaca zıt düşen başka bir amaç bulundurmak, apaçık bir muhalefettir.
(4)
Meşru olan birşeyi, Şâri´in o tasarrufla kasdetmediği bir amaçla işleyen kimse, aslında o şeyi gayrı meşru olarak işlemiş olur. Çünkü Sâri´, o şeyi bilfarz belli bir durum için meşru kılmıştır. Şimdi o tasarruf, kendisiyle kastedilmeyen başka bir amaca vesile kılınırsa, bu haliyle meşru kılınan o tasarruf gerçekleştirilmiş olmaz. Meşru olan işlenmediği zamanda, okonudaŞâri´emuhalefetedilmiş olur ve şeriatla ters düşülür. Çünkü bu haliyle o, kendisine emredilmeyen birşeyi yapan, emredilen şeyi de terkeden kimse durumuna düşmüştür.
(5)
Mükellefin amellerle yükümlü tutulması, sadece Şâri´in o amelleri emretme ya da yasaklamada gözettiği maksatlar yönünden olmaktadır. Mükellefin o fiillerle başka birşeyi kastetmesi durumunda, onlar kasıt sahibi kişinin takdiri ile amaçlar değil, kastedilen şeyler için araçlar haline gelirler. Zira, o fiilleri işlerken Şâri´in maksadım kastetmemiştir ki, amaç olsun; aksine o, başka bir kasıtta bulunmuş ve fiil ya da terki o amacına araç kılmıştır. Bu durumda Sâri´ katında amaç olan bir fiil, ona göre araç halini almış olur. Böyle birşey ise, Şâri´in koyduğunu bozmak, O´nun bina ettiğini yıkmak demektir.[41]
(6)
Bu kasdın sahibi ALLAH´ın âyetleriyle alay etmektedir. Çünkü Allah´ın âyetlerinden bazıları da, teşrî kıldığı hükümleridir. Yüce ALLAH, koymuş olduğu bazı hükümleri zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: "ALLAH´ın âyetlerini alaya almayın."[42] Âyetteki alaydan maksat, hükümleri konulmuş olduğu amaçlarından saptırmaktır. Müslüman olduklarını dışa vururken, ALLAH´ın müslümanlıktan gözettiği amacı kendilerinde bulundurmayan münafıklar hakkında "ALLAH´la, âyetleriyle, peygamberiyle mi alay ediyordunuz [43] buyrulmuştur. Ciddiyet üzere konulmuş olan şeylerle alay etmek, o şeyin hikmetine açık zıdhk teşkil eder. Bu mânâyı destekleyecek deliller pek çoktur.
Meselenin pek çok örnekleri vardır; Hak Teâlâ´nın birliğini ve Rabliğini tasdik için değil de, kanını ve malını korumak için kelime-i tevhid getirmek, iyi kimse desinler diye namaz kılmak, ALLAH´tan başkası adına hayvan boğazlamak, dünya menfaati ya da evlenmek istediği bir kadına ulaşabilmek amacıyla hicret etmek, kavmiyet (asabiyet) uğruna ya da ne kahraman insan desinler diye savaşmak, bir çıkar elde etmek için ödünç para vermek, vârislere zarar vermek amacıyla vasiyyette bulunmak, üç talakla boşanmış kadını, eski kocasına helal kılmak için nikah etmek (hülle nikahı) vb. gibi.
(Meselenin başında arzedilen bu küllî ve) mutlak kaideye aşağıdaki hususlar ileri sürülerek itiraz edilebilir:
(1) Birinci meselede geçen, gayr-ı ciddî bir kimsenin (hâzil) yaptığı nikah akdi, verdiği talak gibi hususlar. Şakaya (hezl) benzer diğer durumlarda da hal aynıdır. Çünkü bu kimse, nikah, talak vb. sözleriyle Şâri´in kastetmiş olduğu şeyin dışında başka birşey kastetmektedir. Bunun cevabı daha önce geçti. Bâtıl yolla zorlanan kimsenin (mükreh) durumu da aynı çerçevede değerlendirilir. Çünkü Hanefîlere göre, zor altında bulunan kimsenin tasarrufları, eğer ikâle[44]yoluyla feshe ihtimali bulunmayan türden ise, hür irade ile yapılmış gibi geçerli kabul edilmektedir. Nikâh, talak, azad, yemin, adak bu tür tasarruflardandır.[45]İkâle yoluyla fesh imkânı bulunan tasarruflar da aynı şekilde sahih olarak gerçekleşirler; ancak zor altında bulunan (mükreh) kimsenin rıza ve iznine bağlı (mevkuf) olurlar.
(2) Zekâtın vâcibliğini düşürmek ve üç talakla boşanmış kadının eski kocasına helal olması için başvurulan hiyel[46] yollarında, Şâri´in kasdı dışında başka amaçlar gözetilmektedir. Buna rağmen, bu gibi hiyel yollan bazılarına göre sahih olmaktadır. Serî hükümler üzerinde araştırma yapan kimseler, bu şekilde sayısız hüküm bulurlar. Hepsi de, aslında meşru olan bir amelin, işlenmesi sırasında Şâri´in amacının dışına çıkılması durumunda, bâtıl olması gibi bir neticenin lâzım gelmeyeceğini göstermektedir.
Cevap: Zor altında yapılan fiillerin şer´an sahih olarak gerçekle-şeceği görüşü, o fiillerin Şâri´ce maksud oldukları esası üzerine kurulmuştur. Nitekim bunun delilleri Hanefîler tarafından ortaya konu1 muştur. Bir kimsenin, bir fiilin Şâri´ce amaçlanmış olmadığını kabul lendikten sonra, o fiilin vuku bulması halinde sahih olacağı görüşünde bulunması mümkün değildir. Çünkü böyle düşünen kimselerin o fiili sahih kabul etmeleri ancak şer´î delil ile olmaktadır. Serî deliller bir şeyin Şâri´in maksadı olduğunu ortaya çıkarmanın en uygun yoludur Bir amelin meşru olmadığını söyledikten sonra, onun sahih olabileceğine hükmetmek nasıl mümkün olabilir Bu muhalin ta kendisi değil inidir Mutlak olarak hiyel yollarının caizliği görüşünü benimseyenler için de söylenecek söz aynıdır. Onlar bu görüşlerine şöyle bir mütalaadan dolayı ulaşmışlardır: Şâri´in maslahatların temini, mefsedet-lerin de uzaklaştırılması hususunda bir amacı bulunmaktadır. Hatta şeriat sırf bu maksat için konulmuştur. Bu görüşte olan bir kimse, meselâ hülle nikahını sahih kabul ettiği zaman, zann-ı galibine göre her iki eşin maslahatlarının temini açısından, böyle bir nikaha dair Sâri´ tarafından izin vardır düşüncesiyle bu görüşe ulaşmış olmaktadır. Diğer meselelerde de durum aynıdır. Bu konuda, ölüm ya da işkence korkusu olduğu zaman küfür kelimesini söylemenin sahih olması da delil olarak kullanılmaktadır. Genel ve Özel maslahatlarla ilgili diğer konularda uygulanan hiyel yollarında da durum aynıdır. Çünkü her hilenin bâtıl olduğuna dair şer´î bir delil getirme imkanı yoktur. Nitekim her türlü hîle yollarının sahih olduğuna dair delil ikamesi de mümkün değildir. Bunlardan, ancak Özel bir surette Şâri´in kasdına muhalif olanlar batı I olur ki, bunlar da bütün İslâm ümmetinin üzerinde ittifak ettikleri şeylerdir. Delillerin çeliştiği (tearuz) ettiği durumlarda ise ihtilaf bulunur. Hiyel bahsine bu kısım içerisinde inşallah tekrar dönülecektir. [47]
Dördüncü Mesele:
Bir fiili işleyen ya da onu terkeden kimsenin durumuna bakılır:
(a) Fiili işlemesi ya da terki şeriata uygun olabilir.
(b) Fiili işlemesi ya da terki şeriata muhalif olabilir.
Her iki takdire göre de;
(a) Ya Şâri´e muvafakat etmek istemiştir.
(b) Ya da muhalefet etmek istemiştir. Bu durumda dört ihtimal karşımıza çıkmaktadır:
(a) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdınm da Şâri´in maksadına uygunluk olması. Namaz, oruç, sadaka (zekât) hac vb. gibi. ALLAH´ın emrine uymuş olmayı, üzerine vacip olan şeyi eda etmeyi ya da mendub olan şeyi işlemeyi kastederek bu amelleri işlemesi gibi. Zina etme, içki içme ve diğer münker (kötü, günah) görülen fiillerden kaçınması ve bununla da yasağa uymuş olmayı amaçlaması gibi. Bu şekilde işlenen amellerin sıhhati konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
(b) Fiili işlemesi ya da terkinin şeriata muhalif olması, kas-dının da Şâri´e muhalefet anlamına geliyor olması durumunda ise, kasıtlı olarak vâcibierin terki ve haramların işlenmesi gibi bunların da hükmünün açık olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
(c) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdmın da Şâri´in maksadına muhalefet olması durumunda iki ihtimal karşımıza çıkar:
1) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmemesi.
2) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmesi.
Birinciye Örnek: Kişinin yabancı diye karısıyla cinsî ilişkide bulunması; şarap diye gül suyu içmesi; kıldığı bir namazı kılmadığı ve zimmetinde borç olarak bulunduğu düşüncesine rağmen kasıtlı ter-ketmesi, Bu türden fiillerde, muhalefet ile isyan kas di gerçekleşmiş olmaktadır. Usûlcüler bu türden olan ´Öleceği düşüncesiyle namazı erteleyen kimse´ meselesinde isyanın bulunduğuna dair ittifak olduğunu naklederler.
Bu tür fiillerde yasaktan beklenen mefsedet gerçekleşmemiştir; çünkü bu fiiller, işlendiği takdirde ortaya çıkacak mefs e deUerden dolayı yasaklanmışlardır. Yasağın illeti olan mefsedet gerçekleşmediğine göre, bu tür fiiller, gerekçe olan mefsedeti ortaya koyacak şekilde işlenen fiiller gibi olmayacaktır. Meselâ, şarap diye gül suyu içenin aklı başından gitmemiştir; kişinin yabancı diye karısı ile cinsî ilişkide bulunması halinde, erlik suyundan yaratılan çocuğun nesebi karışmamış, bu ilişki sebebiyle kadına da bir ar dokunmamış tır. Namazı kıldığı halde unutan ve borçlu olduğunu sandığı namazı kasten terkeden kimse, aslında namaz maslahatından mahrum kalmamıştır. Bu kısım altına giren diğer meselelerde de durum aynadır. Kısaca bu gibi fiil ya da terklerde, bir yandan şeriata uygunluk, diğer taraftan da muhalefet bulunmaktadır.
İtiraz; Fiil, uygunluk üzere mi, yoksa muhalefet üzere mi meydana gelmiştir Eğer uygunluk üzere meydana gelmişse, hakkında izm vardır demektir. Hakkında izin olan birşeyin işlenmesi durumunda ise isyandan bahsetmek mümkün değildir. Ancak böyle bir kimse ittifakla âsî olmaktadır. Bu bir çelişkidir. Eğer muhalefet üzere meydana gelmişse, onunhaldunda izin yoktur demektir. Bu dummdahad-aızatında bir başka açıdan uygun olmasının bir değeri yoktur. Hakkında izin olmayınca, haddizatında muhalif bulunan bir fiile hangi hüküm gerekecekse, ona da aynı hüküm gerekecektir. Bu durumda yukarıdaki örneklerde geçen karısıyla cinsî ilişkide bulunana had cezası, içki diye gülsuyunu içene ftazir veya had) cezası lazım gelecektir. Oysaki ittifakla bu cezalar gerekmemektedir. Bu da bir çelişkidir,
Cevap: Bu tür işlenen fiiller, ilk iki kısımdan da bir tarafın hükmünü almaktadırlar. Çünkü bu fiiller her ne kadar kasıt itibarıyla muhalif iseler de vakıada meşru olan fiile uygun olmaktadırlar. Biz bu tür işlenmiş fiillere ya da gerçekleştirilmiş terklere baktığımız zaman, bu fiil ya da terkler sebebiyle bir maslahatın ortadan kalktığını ya da bir mefsedetin ortaya çıktığını görmemekteyiz. Ama kasıt ve niyete baktığımız zaman, emir ve yasağa saygının çiğnendiğini görüyoruz. Bu durumda olan kimse, sırf bu niyetine baktığımızda âsî olmakta, sırf fiile baktığımız zaman ise âsî olmamaktadır. İşin esası şudur; Böyle bir kimse, ALLAH hakkı açısından günahkar olmakta, kul hakkı [48]açısından ise günah sözkonusu olmamaktadır. Meselâ aslında kendi malını, bir başkasının malı zannıyla gasbeden bir kimsenin durumunu ele alalım: Mal kendi malı olduğu için, kendisinden gasbettiği düşüncesinde olan kimse tarafından bir taleple karşılaşmayacaktır; ancak emir ve yasağa gösterilmesi gereken saygıyı çiğnediği için, ALLAH hakkı açısından kendisine bir talep yönelecektir. Kaide olarak ise, her yü-[339] kümlülük hem ALLAH hakkı, hem de kul hakkı içermektedir.
İtiraz: Eğer mefsedetin gerçekleşmemesi ya da maslahatın ortadan kalkmaması talebin mânâsım ortadan kaldınyorsa, o takdirde şarap içip de sarhoş olmayan veya zina edip de azil ya da başka bir yolla menisi rahime yerleşmeyen kimsenin durumunun da aynı olması ve bunlara had gerekmemesi lazım gelir. Çünkü bu yasaklardan beklenti halinde bulunan mefsedetler tahakkuk etmemiştir. Bu durumda bu suçlara had gerekmemesi uygun olacaktır ve bu kimselerin günaha girmesi de sadece kasıtları yönünden olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir ve böyle birşey söylemek doğru olamaz. Çünkü sözü edilen fiilleri işleyen kimse, mefsedet ya da maslahata neden olan sebebi işlemiştir.[49]Bu sebepler, sözü edilen örneklerde aslında haram olan içki içmek ile erkeklik organım girdirmektir. Bu iki sebeb, büyük ihtimalle aklın izalesi ve nesebin karışması neticesini doğuran şeylerdir (mazinne). Sâri´ Teâlâ, had cezasını aklın gitmesi ya da nesebin karışması karşılığında koymamıştır; aksine bunların sebebi karşılığında koymuştur. Yoksa bilindiği gibi müsebbeblerin var edilmesi, esbaba tevessül edenin (mütesebbib) işi değil, bizzat ALLAH´ın işi olmaktadır. Çocuğu meni, sarhoşluğu da içki içme sebebiyle yaratan ALLAH olmaktadır. Aynen yemek neticesinde tokluğun, içmek neticesinde suya kanmanın, ateşle birlikte yanmanın yaratılması gibi. Nitekim bunlar yerinde açıklanmıştır. Durum böyle olunca, erkeklik organını girdiren ve içki içen kimse, sebebi tam olarak gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumda mutlaka sebebin müsebbebinin ki had cezası oluyor gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sebeb işlenmekle birlikte sonuçsuz kalan bu türden diğer örneklerde de vaziyet aynıdır. Günaha gelince, o da buna uygun şekilde olacaktır. Burada bir soru var: Acaba bu tür meselelerden doğacak olan günah, sebebi sonucu (müsebbebi) doğuran fiillerin günahına eşit mi olacaktır Ya daeşit olmayacak mıdır Bu başka bir konudur ve burada izahaihtiyaç yoktur.
(2) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi; ancak uygunluğu bilmesi buna rağmen kasdınm muhalefet olması. Örnek: Dünya çıkarı elde etmek, insanların saygısını kazanmak, ya da kendisine dokunabilecek Ölüm vb. bazı eylemleri uzaklaştırmak amacıyla gösteriş için namaz kılması gibi. Bu kısım bir önceki kısımdan daha şiddetlidir/tehlikelidir. Bu kısmı kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bu tür fiillerde bulunan kimseler, makâsıd olarak konulan (vaz´) bazı şer´î muameleleri, Sâri´ tarafından kendileri için vesile kılınmayan başka işlere araç kılmaktadırlar. Bu kısım altına münafıklık, riya (gösteriş) ve ALLAH´ın hükümlerine karşı girişilen hiyel (kanuna karşı hile) yolları girer. Bunların tamamı bâtıl olmaktadır. Çünkü bu tasarruflarda gözetilen kasıt, bizzat Şâri´in kasdına ters düşmektedir. Dolayısıyla asla sahih olamazlar. Yüce ALLAH: "Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasmdadırlar"[50] buyurur. Bu mânânın açıklanması daha önce geçmişti.[51]
(d) Fiil ya da terkin muhalif, kasdın ise muvafık olması. Bu da iki kısımdır:
1) Muhalifliği bilmesine rağmen işlemesi.
2) Bilmeksizin işlemesi.
Eğer muhalif olduğunu bile bile işliyorsa,[52] bu durumda bidatten söz edilecektir. Sâri´ Teâlâ tarafından konulmuş bulunan ibadetler üzerine tür ya da adet bakımından yeni ilaveler getirmekte olduğu gibi. Ancak çoğu kez bunlara ancak tevil yoluyla cüret edilir. Bununla birlikte bu gibi davranışlar Kur´ân ve Sünnette de geldiği gibi verilmiştir. Konunun burada açılmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu konu ileride tekrar ele alınacak ve inşALLAH orada daha geniş bilgi verilecektir. Burada kısaca şunu demek gerekir ki, bütün bidatler verilmiştir. Çünkü konuyla ilgili deliller genel olmakta ve her türlüsünü içerisine almaktadır: Şu nasslarda olduğu gibi: "Ey Muhammedi Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin olamaz[53] "Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi ALLAH yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.[54] Hadiste de şöyle buyrulur: "Her bidat sapıklıktır." n[55] Bu mânâ hadislerde mütevatir gibidir.
İtiraz:Âlimler bidatleri şer´î hükümlerin mertebelerine göre bir sıralamaya koymuşlardır. Şöyle ki: Bidatlerden mutlak[56]olarak yeri-lenler haram olmaktadır. Mekruh olanlara gelince; bunlar, haklarındaki yergi mutlak olunmayan bidatlerdir. Bu iki kısım dışında kalan bidatler ise seran çirkin/kötü (kabih) değildir. Bidatlerden vâcib ve mendub olanlar, mutlak surette güzeldirler (hasen) ve işleyen ve onu ortaya koyan kişi övgüye layıktır. Mubah olan bidat da, göreli olarak güzel (hasen) olmaktadır. Kısaca bir kimsenin, ilk nesillerin güzel bulduğu bidatler hakkında ´Onlar yerilmiş bidatlerdir ve onlar Şâri´in kasdına muhaliftir´ demesi doğru değildir. Aksine onlar Şâri´in kasdına tam olarak uygundurlar. Meselâ, insanları Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen imam mushaf üzerinde toplamak, Ramazan gecelerini ihya etmek (teravih namazı) için camilerde toplanmak ve benzeri sonradan ihdas edilen ve insanların güzelliğinde görüş birliği ettikleri şeyler gibi. Burada insanlardan maksadım, selef-i salih ve müctehid imamlardır. "Müslümanların güzel gördüğü şey, ALLAH katında da güzeldir.[57] Bütün bu şeyler, konunun çerçevesine dahildirler. Zira onlar uygunluğunun yani o şeyin ibadet oiarak Sâri´ tarafından konulmuş olmadığının bilinmesiyle birlikte, kendi itikat ve ibadet kabul ettiği şeyler, Şâri´in hüküm belirtmemesi açısından muhalif fiillerdir; fakat uygunluk kasdı ile işlenmektedirler. Zira bunları işleyenlerin iyilikten başka bir kasıtları yoktur. Durum böyle olunca, bütün bidatlerin iddianın aksine aynı kefeye konulmaması ve tümden yerilmiş olmaması gerekecektir.
Cevap: Bunların hepsi, konunun çerçevesine dahil değildir. Çünkü burada söz konusu olan, işlenilen fiilin, Şâri´in koymuş olduğu fiile muhalif olmasıdır. Selef-i salihin ihdas ettikleri ve âlimlerin sıhhati üzerinde icma ettikleri şeylerin Şâri´in koymuş olduğu esaslara herhangi bir yolla muhalif düştüğü sabit değildir. Şöyle ki; Kur´ân´m mushaf haline getirilmesi Hz. Peygamber zamanında gerçekleştirilmemiştir; çünkü o zamanda buna ihtiyaç duyulmamıştır, zira ezber yoluyla o muhafaza ediliyordu[58] ve Kur´ân hakkında ümmetin gruplara bölünmesine sebeb olacak ihtilaflar da olmamıştı. Sadece iki ya da üç olay meydana gelmişti: Ömer b. el-Hattab ile Hişam b. Hakîm arasında; Übeyy b. Ka´b ile Abdullah b. Mesud arasında (okuma farklılığından ) meydana gelen ihtilaflar gibi. Bu konu ile ilgili olarak da Hz. Peygamber "Kur´ân hakkında tartışmaya girmeyiniz. Çünkü onun hakkında tartışmaya girmek küfürdür"[59]buyurmuşlardır. Kısaca Kur´ân´ın mushaf haline getirilmesi konusu Hz. Peygamber zamanında meskûtun anh (hükmü hakkında sükût geçilmiş) bir konu idi. Sonra Kur´ân üzerinde ihtilaflar meydana gelip çoğalınca, insanlar birbirlerinin okuyuş tarzı hakkında ´Ben senin okuyuş tarzını inkar ediyorum´ demeye başlayınca Kur´ân´m bir mushaf halinde toplanması (ve bütün insanların ellerinde bulunan yazılı Kur´ân malzemelerinin imha edilerek resmî yoldan çoğaltılan imam mushaf üzerinde birleştirilmesi) vacib ve daha önce görülmemiş bu hadise hakkında yerinde bir tedbir halini aldı. Dolayısıyla bu uygulamada şeriata ters düşme gibi bir durum yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman vahiy döneminden sonra meydana gelen her yeniliğin bidat olması gerekirdi. Böyle bir netice ise ittifakla bâtıldır. Bu gibi şeyler, haklarında belli bir esas bulunmamakla birlikte şer´î kaidelere uygun olarak icra edilen bir tür içtihadın konusu olmakta ve buna "mesâlih-i mürsele" (mürsel maslahatlar) adı verilmektedir. Selef-i sâlihin [3421 icrââtında yer alan örneklerin tümü bu kabildendir ve onlar mesâlih-i mürsele çerçevesinden asla dışarı çıkmazlar. Onlar içerisinde Şâri´in maksadına muhalif asla birşey yoktur. Nasıl olabilir ki, o şöyle buyurmaktadır: "Müslümanlar tarafından güzel görülen şey, ALLAH katında da güzeldir[60]"Ümmetim hata (sapıklık, dalâlet) üzere toplanmaz"[61]
Bu durumda üzerinde görüş birliği edilen (icmâ) şeyin Şâri´in kasdına uygunluğu sabit olmuştur. Sonuç olarak bu kısım,[62] fiil ya da terkin Şâri´e muhalif olması kısmının dışında kalmıştır. Yerilen bidatler ise, Sâri´ tarafından konulmuş bulunan fiil ya da terklere muhalif olan şeylerdir. Bu konu inşALLAH ileride tekrar ele alınacaktır.
Muhalif olan fiil, muhalifliği bilinmeden işlenmişse, o takdirde bunun iki yönü[63] olacaktır:
(1) Kasdın uygun olması ve bu yönden şeriata muhalif olmaması: Fiil, her ne kadar şeriata muhalif ise de, ameller niyetlere göredir. Bu fiili işleyen kimsenin niyeti, Şâri´in emrine uygun hareket etmektir; ancak bilgisizliği onu muhalif olarak işlemeye itmiştir, Şâri´e bilinçli olarak muhalefet etmek istemeyen kimse, bile bile ona muhalefet eden ve ameli de öyle olan kimse ile aynı tutulamaz. Bu açıdan bakıldığı zaman onun ameli, kısmen dikkate alınacak ve tümden atılmayacak şekilde değerlendirilecektir.
(2) Fiilin muhalif olması yönü: Şâri´in emir ve yasaktan amacı, itaattir (imtisal). Kişi emir ya da yasağa uymadığı zaman, Şâri´in amacına muhalefet edilmiş olur. Mükellefte bulunan ve onu amele iten itaat kasdı, muhalefeti muhalefetlikten çıkarmaz. Çünkü, o fiilde Şâri´in amacı bir açıdan gerçekleşmemiş; kasıd da amele uygun düşmemiştir.[64] Bu durumda bütün olarak ele alındığında fiil, muhalif bir durum almış ve her ikisinde de (fiil ve kasıtta) muhalefet edilmiş gibi olmuştur. Dolayısıyla itaat (imtisal) gerçekleşmemiştir.
Bu iki yönden her biri, haddizatında biri diğeriyle çelişmede, tercih durumunda da karşı karşıya gelmektedirler (tearuz). Çünkü eğer sen mesela bunlardan birini diğerine tercih edecek olursan, diğerinde onu tercihi gerektirecek bir yönle karşılaşırsın. Bu durumda bunlar birbirleriyle tearuz ederler. Bu yüzden bu konu şeriatta kapalı bir hal almıştır. Konu ile ilgili bazı açıklamalar sonucunda durum daha iyi anlaşılacaktır:
Şöyle ki: "Fiili işleyen, itaat ve emre uyma amacından başka asla bir niyet ve kasıt bulundurmamıştır ve bu haliyle Şâri´e karşı saygısını çiğnememiş tir´ gerekçesi ile uygun olan kasıt yönünü tercih edecek olursan, karşına´Uygunlukkasdi, meşru olana itaat ile kayıtlıdır; muhalefet ile birlikte uygunluk kasdı gerçekleşmez´ şeklinde bir esas çıkacaktır. Uygunluk kasdının böyle bir kaydı bulunduğuna göre, yerini bulmayan mükellefin kasdı abes gibi birşey olacaktır. Hem sonra yerini bulmayan kasıt uygun olamaz; çünkü fiillerde sözkonusu olan kasıt ve niyetler onlardan ayrı başlıbaşma meşru kılınmış şeyler değillerdir.[65]
İtiraz: Şerîatler gelmeden önce de kasıt ve niyetlerin muteber olduğu sabittir. Nitekim fetret devirlerinde iman eden ve tevhide ulaşan, aslında muteber olmayan[66] zira henüz onların meşruluğu sabit olmamıştı bazı amellerle ALLAH´a kulluk icrasında bulundukları belirtilmiştir,[67]
Cevap: Eğer bu gibilerin fetret zamanında oldukları ve eski şerîatlerden istifade imkanının bulunmadığı farzedilecek olursa, bu durumda onlar için sözkonusu edilen niyet ve maksatların mutlak olarak muteber olup olmayacağı tartışmalı bulunmaktadır.[68]Çünkü bu fiiller, kendileriyle kulluk kastettikleri amelleri gibidir. Eğer, nasıl olursa olsun niyet ve kasıt muteberdir dersen, bu amellerin de sahih olması lâzım gelir; eğer amellerin dikkate alınmaması görüşünü benimsersen, bu hüküm kasıt hakkında da lâzım gelir. Hem sonra bizim buradaki sözümüz, şerîatler gelmeden önceki zamanlarla ilgili olmayıp, şerîatler geldikten sonraki dönemler hakkındadır. Eğer fetret devirlerinde yaşayan bazı kimselerle ilgili nakledilen haberler, onların eski şerîatlerden kalan bazı amellere yapışmış olmaları ile ilgilidir dersek,[69] durum zaten açık olacaktır.[70]
İtiraz: Hz. Peygamberin; "Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu, muhalif de olsa, bu amellerin muteber olabileceğini ifade eder. Çünkü niyet ve maksatlar amellerin ruhu olmaktadır. Bu durumda amel, kısmen ruha sahip bulunmaktadır. Durum böyle olunca, amel dikkate alınır. Kasdın muhalif, amelin uygun olması ya da her ikisinin de muhalif olması durumunda ise, durum farklıdır. Zira öyle bir amel ruhsuz beden gibidir. Dolayısıyla "Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu kapsamına girmez; çünkü fiilde niyet bulunmamaktadır.
Cevap: Eğer ileri sürülenleri bir an için kabul etsek bile o takdirde karşımıza "Emrimiz (dinimiz) üzere olmayan her amel merdûttur (reddedilir)"[71] hadisi çıkacaktır. Sözü edilen amel, Hz. Peygamber´in emrine uygun değildir. Dolayısıyla muteber değil, reddedilmiş olacaktır. Hem sonra ruhsuz cesetten faydalanma mümkün olmayacağı gibi, ceset içerisinde olmayan ruhtan da faydalanılamaz. Çünkü burada sözü edilen fiillerin, şeriata muhalif oldukları farzedilmek-tedir; dolayısıyla onlar sanki yok hükmünde olacaklardır. Geriye amelî bir hükümde yalnız başına niyet kalacaktır; böyle bir niyetin de önemi yoktur. Bu konuda her iki yönden de çok sayıda çelişenler bulunmakta ve mesele gerçekten müşkil bir hal almaktadır.
İşte bu noktadan hareketledir ki, bir grup müctehid niyet ve kasıt yönünü ağır bastırmışlar ve ibadetlerden telafisi gerekenleri telafi etmişler, muamelâtla ilgili tasarrufları da sahih saymışlardır. Bir başka grup da mutlak fesat görüşüne meyletmiş ve şeriata muhalif düşen her türlü ibadet ve muameleyi batıl kabul etmişlerdir.[72]Bir üçüncü grup da orta yolu tutarak her iki tarafı da kısmen etkin kılmışlar; ancak niyet ve kasdın etkisini bir yönde, fiilin etkisini de başka bir yönde kabul etmişlerdir. Her iki tarafın da etkin kılındığına aşağıdaki hususlar delalet etmektedir:
(1)
Haram kılındığını bilmeksizin haram olan birşeyi yiyip-içen kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir fiilde, fiili işleyen o şeyin mubah olduğuna inandığı için işlediğinden hem niyet ve kasdın uygunluğu hem de, yapılması yasak olan birşeyi yaptığından fiilin muhalifliği bir arada bulunmaktadır: Uygunluk tarafı (niyet)[73] etkin kılınarak had ve ceza düşürülmüş; muhaliflik tarafı[74] etkin kılınarak da o fiilin üzerine hükümlerinin doğmaması ve başka hükümlere mesnet yapılmaması kabul edilmiş, böylece niyet ve kasıt tarafına meyledilerek telâfisi mümkün olup da tashihi gerekenler sahih kılınmış; telâfisi mümkün olmayan şeylerden olup da ihmali gerekenler de ihmal edilmiştir.
Bu meselede iki tarafın da, her birine uygun bir şekilde dikkate alındığı görülmektedir. Meselâ iki erkek tarafından nikahlanan bir kadının durumuna bakalım: Bu erkeklerden sonuncusu o kadının bir başkası tarafından daha önce nikahlandığını ancak gerdeğe girdikten sonra öğrenmektedir. Bu durumda kadın Hz. Ömer, Muaviye ve el-Hasen´in fetvaları gereğince (ilkkocanın nikâhından) bâin (ayrı) düşecektir.[75] Benzeri görüş Hz. Ali´den de rivayet edilmiştir. Benzeri bir mesele de mefkûdun[76] karısı ile ilgilidir. Bu kadın evlense de sonra kayıp olan kocası çıkıp gelse bakılır: Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse, ilk koca daha hak sahibidir. İkinci koca gerdeğe girdikten sonra gelmişse, ikinci kocası daha hak sahibidir. Akitten sonra fakat gerdekten Önce gelmişse, o takdirde iki görüş bulunmaktadır.[77] Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Herhangi bir kadın, velîlerinin izni olmadan evlenirse nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. [78]Eğer kocası kendişiyle gerdeğe girerse, kadın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır.[79] Namaz esnasında yanılma ile bütün meseleleriyle birlikte fâsid nikâh konularında da durum aynı şekilde olacaktır.
(2)
İmam Mâlik´in hatta sahabelerin görüşlerinin (konu ile ilgili) esasını şu oluşturur: İbâdetler bahsinde bilgisizin (cahil) hükmü, unutan kimsenin hükmü gibidir. Buna göre onlar, bilmeksizin fiil ya da sözlü tasarruflarında şeriata muhalif düşen bir kimsenin durumunu, unutanın hükmüne benzetmişlerdir. Eğer kasıt olmaksızın yapılan fi-illerdeki muhalefet, mutlak muhalefet olsaydı, o takdirde böyle bir kimseyi kasıt sahibi kimse yerine korlardı. Nitekim İbn Habib[80] ve onun görüşüne katılanlar böyle düşünmektedirler. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Şeriata uygun kasdm dikkate alındığı konusunda bu açıktır ve taharet, namaz, oruç[81] hac ve benzeri ibadetler bahsinde bu açıkça gözükmektedir. Keza nikah, talak, yiyecek ve içecek bahisleri gibi âdetlerle ilgili birçok konuda da durum aynıdır.
İtiraz: Bu dediğiniz, mâlî konularda tutmamaktadır; çünkü bilerek de bilmeyerek de olsa itlaf durumunda tazmin sorumluluğu bulunmaktadır.
Cevap; Mâlî konularda tazmin hükmü başka birşeydir; çünkü (mal heder olmadığından) itlaf durumunda tazmin hükmünün gerekmesi için hata ile olmasıyla kasıtlı olması arasında fark bulunmamaktadır.
(3)
Bu ümmetten hata (yanılma) hükmünün kaldırıldığını gösteren deliller. Bu meyanda Kur´ân´da şu âyetler vardır: "İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur[82]"Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.[83] Hadîste bu duaya cevap olarak Yüce ALLAH tarafından "Öyle yaptım" buyrulduğu belirtilmiştir.[84]"ALLAH kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[85]Hadiste de şöyle gelmiştir: "Ümmetimden hata, unutma ve tehdit (zor, ikrah) altında yapılan şeyler (in hükmü) kaldırıldı (yazılmadı)"[86]Sorumluluğun kaldırılması hükmünün taalluku konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bunun sadece âhiret alemiyle mi ilgili olduğu, yoksa her iki âlemi de mi kapsadığı tartışılmış olmakla birlikte bu mânâ üzerinde[87] genelde ittifak bulunmaktadır. Âlimler sorumluluğun mutlak surette (tamamen) kaldırıldığının doğru olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir.[88] Durum böyle olunca, iki taraftan her birinin kısmen de olsa aksini gösteren haricî bir delil bulunmadıkça dikkate alınmış olduğu ortaya çıkmaktadır. ALLAH´u a´lem! [89]
Beşinci Mesele:
Maslahatın temini ya da mefsedetin temini, eğer mubah türden ise, iki kısımdır:
(a) Bir başkasına zarar içermeyen kısım. ,
(b) Bir başkasına zarar içeren kısım.Bu ikinci de kendi arasında iki kısımdır:
(1)
Maslahatı celbetmekya da mefsedeti defetmek isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Meselâ geçimini temin etmek için ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu fiiliyle başkalarına da zarar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi.
(2)
Ya da başkalarına zarar vermeyi kastetmemektedir. Bu da iki kısımdır:
i) Verilen zararın genel olması. Malların pazar yerine ulaşmadan kapatılması, şehirlinin köylü için simsarlık yapması, kişinin geniş bir cami yapılması ya da benzeri kamu ihtiyacının gereği olarak istimlak edilmek istenen evini ya da bahçesini satmaktan kaçınması gibi.
Zararın özel olması. Bu da iki türdür:
(1) Bizzat maslahatı elde etmek ya da mefsedeti uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan dokunması, buna rağmen o fiili işlemeye ihtiyaç duyması. Meselâ kendisine dokunacak bir zulmü, şayetuzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına dokunacağını bile bile uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç duyduğu bir maddeyi almaya koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlamaya çalışması, odun, su ve benzeri mubah (serbest) malları bir an evvel kendisinin toplamaya çalışması ve bunları yaparken de eğer sözü geçen malları kendi eli altına geçirdiğinde, başkalarının o malların yokluğundan dolayı zarar göreceğini bilmesi; buna karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat kendisinin zarar görür olması.
(2) Kendisine bir zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:
(1) O fiili işlemesi durumunda doğacak zararın âdeten kesin olması. Konak kapısının arkasına karanlıkta giren kimsenin mutlaka düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazılması gibi.
(2) Zarara sebebiyet vermesi nadir olan fiiller. Genelde herkesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak, genelde yiyen kimseye zarar vermeyen[90]gıda maddelerini yemek vb. gibi.
(3) Zarara sebebiyet vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde olur:
i) Gâlib olur. Harbîlere (düşmana) silah satmak,[91] şarapçıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek haline
getirmiş kimselere, insanların kolayca aklanabileceği birşeyi satmak vb. gibi.
ii. Gâlib değil fakat çokça olur. ("Buyûu´1-âcâl"[92] ya da "îyne" adı verilen) örtülü riba satışlarında olduğu gibi.
Böylece tamamı sekiz kısım etmektedir. Şimdi bunları teker teker ele alalım:
Birinci kısım: Aslî izin üzere devam etmektedir ve bu konuda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla hakkında delil getirmeye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü daha başlangıçta (ibti-daen) bunlar hakkında izinin bulunduğu bilinmektedir.
İkinci kısım: Bu tür fiillerde bulunan başkalarına zarar verme kasdının engelleneceğine dair de bir tereddüt bulunmamaktadır, Çünkü "İslâm´da başkasına zarar vermek ve zarara zararla mukabelede bulunmak yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir. Ancak, hem kendisine fayda teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu içeren bu tür fiiller üzerinde durmak gerekmektedir; Acaba böyle bir fiil yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı Yoksa aslî ibaha hükmü üzere kalmaya devam eder ve kişi sadece kasdmdan dolayı mı günah kazanır Bu üzerinde ihtilaf bulunabilecek bir noktadır. Konu, gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesine benzemektedir. Bununla birlikte konu üzerinde durulurken aşağıdaki tafsilatın dikkate alınması mümkündür:
Sözkonusu amel terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaşmak ya da kendisinden uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtulmak için başka bir fiile intikal edildiğinde, amaçladığı şey ya gerçekleşecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer amaçladığı şey gerçekleşecekse, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde kuşku yoktur. Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde zarar veren yolu seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya çıkar. Eğer amacına ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi yoksa, bu durumda kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı uzaklaştırmaya çalışan kimsenin hakkı daha öncelikli olacak, başkalarına zarar verme kasdım bulundurmaması istenecektir. Bu bir takat üstü yükümlülüktür denilemez. Çünkü böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını bulundurmamakla yükümlü tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da kesb (irade, güç) altına dahildir.Yoksa yükümlü tutuldugu şey bizzat başkalarına zarar vermemesi değildir.
Üçüncü kısım: Bu kısımda da ya engellenmesi durumunda telafî-si mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme[93] sözkonusu olur ya da öyle olmaz.
Eğer kendisi için böyle bir zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kâfirler, bir müslümanıkalkan edinerek müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülmedikçe düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durumda kalkan yapılan müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurtarılmaya çalışılır.[94]Ancak kalkan meselesini delil olarak kullanarak konuya itirazda bulunmak zayıf olmaktadır.
Eğer zararın telafisi imkanı bulunur[95] ve tamamen onun ortadan kaldırılması mümkün olursa; genel olan zararın dikkate alınması öncelik arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda temini ya da kendisinden zarar defi için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan engellenecektir. Çünkü kamu maslahatları özel maslahatlardan Önce gelir. Malların pazara gelmeden kapatılması, şehirlinin köylü adına simsarlık yapması, selefin zenâatkarlarm ki aslında bunlar emin kimseler olmaktadır[96] tazmin sorumluluğu ile mesul tutulması konusunda görüş birliği etmeleri, Hz. Peygamberin mescidini genişletmeleri ve bunun için sahipleri razı olsun olmasın gerekli yerleri istimlâkte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar konunun sıhhatine delil olmakta, kamu maslahatının fertlere dokunacak zararı telafi etmek kaydıyla özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü getirmektedir.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:06 pm GMT +0200
Dördüncü kısım: Genel olarak ele aldığımızda konu iki bakış açısına sahip bulunmaktadır;
(a) Hazların isbatı yönü.
(b) Hazların düşürülmesi yönü.
Eğer biz nazları dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı bundan başkaları zarar görse dahi önce gelecektir. Çünkü maslahatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Sâri´ için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram olan şeyler zaruretten dolayı mubah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında veresiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir. Buna benzer daha pek çok mesele vardır ki, deliller onların Şâri´in amacı dahilinde olduğunu göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, kişinin (aslında mubah bulunan şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde, o şey üzerinde şer´an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değil onun mülkü altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şâri´e karşı bir muhalefet içermemektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri kalanın hakkını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer´an gözetilmiş birşey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşü-rürse o zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de bulunmamaktadır; hatta zarûrîyyât konusunda kendi nefsi için gerekli olan hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme gibi bir seçeneği yoktur. Çünkü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırılması konusunda açıktır. Maslahatın temini konusunda da eğer onun bulunmaması zarar verecekse durum aynı olacaktır.
ed-Davudî´ye soruldu; "Sultana haraç adı altında verilen angaryadan kurtulma imkanı olan bir kimsenin bunu yapması caiz midir " O: "Evet, başka türlüsü de helal olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle denildi: "Sultan haracı tek tek şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa,"[97]bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için ortaklardan birinden zekat alması hakkında: ´Bu bir zulümdür ve kendisinden alman ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin yarısını alamaz´ demiştir. Devamla: "Ben bu konuda Sahnûn´dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla kendisini zulüm altına sokması gerekmez. Yüce ALLAH şöyle buyurur: "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır."[98]ed-Davudî´nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer´in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasında bir sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda eğer zulüm açık bir haksızlık ise o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu´1-Ganî, el-Mü´telef ve´1-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebî Eyyub´dan nakleder: Hammad b. Ebî Süleyman´a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor. Benden kaldırınca da tabiî bir başkasına konuyor" dedim. O: "Sana sadece kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış etmezsin" dedi.
Başka türlü uzakl aştırıl amam ası halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere haraç vermek de bu kabildendir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya da bir zararı defetmek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir. Halbuki ci-hadda kâfirin küfrü üzere ölmesi veya kâfirin müslümanı öldürmesi gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber "Allah yolunda Öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçekten arzu ederim[99] buyurmuştur. Bunun tabiî sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Âdem´in iki oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim"[100] demiştir. Dahası, cezalarki bunların tamamı maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için bütün bunlar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Sâri´ tarafından gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra maslahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerinde daha önce durulmuştur.
İtiraz: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü sabit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu durumda kaide gereği onların meşru olmaması gerekir, Bunu şu örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse na-çar halde kalan bir kimseye kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını devlet başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar vermektedir. Daha başka benzeri konular da mevcuttur.
Cevap: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar verme, izin sırasında Şâri´ce maksûd değildir; izin sadece kişinin maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışması hakkındadır. Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve mâlike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da mâlik olmayan kimseye zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve mâlikin hakkı Önce gelir ve hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması açısından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. Nasıl gerektirebilir ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar olmaktadır ve o yaptığı şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştirmemektedir. Bu da göstermektedir ki, Sâri´ Teâlâ başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve mâlikin zarara uğratılmasıdır.
Yiyecek maddesine zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kimse ile ilgili mesele aslında bizi desteklemektedir. Çünkü yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, bizzat o yiyeceğe yokluğunda zarar göreceği ölçüde muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde onun da muhtaç olduğunu farzedecekolursak, o takdirde zorlanması zaten sahih olmayacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir. Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikâr (stok) yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve yasak olan birşeyi işlemiş ve bu haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra ihtikar meselesi, kamu yararı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu üçüncü kısımdan olmaktadır.
Bütün buraya kadar anlatılanlar nazların dikkate alınması durumuyla ilgili idi.
Onları dikkate almadığımız zaman ise iki durumla karşı karşıya oluruz:
(1)
Kendi nefsim düşünmeyi bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğer insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle buyurur: "Eş´arîler gazada yiyecekleri biter veya Medine´deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde eşitlik üzere taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım,"[101] Buradakendi hakkını düşüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte ve onu sanki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlükimse olarak görmekte; kendisini ALLAH´ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu haliyle o, hak sahibi olsa bile diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Durumu böyle olunca, o kimsenin artık o hakkı kendisine tahsis etme yoluna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı insanlar arasında paylaştırmakiçin kendisini görevli hissedecektir. Aynen şefkatli bir babanın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği gibi, bu kimse de Öyle olacaktır. İşte Eş´arîler bu mertebede bulunmaktadır ve Hz, Peygamber [ altömiul onlar hakkında; "Onlar benden, ben de on-lardamm" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber uyulması gereken en büyük Önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünmemiştir. Müslim´de Ebû Sa´îd´den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber ile beraber bir seferde iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun üzerine Rasulullah: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.
Ravi der ki: "Mal çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık. ´[102]Başka bir hadiste de "Şüphesiz malda zekâttan başka bir hak da vardır"[103]buyrulmuştur. Zekatın, ikrazın (ödünç verme), ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu mânâyı destekleyen hususlardandır. Bu tür örneklerin tamamı üstün ahlâk anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda, fiili işleyene, sadece diğer insanlara dokunacak zarar ölçüsünde ya da daha az bir zarar gelecektir. Böyle bir insan, kendi nefsini kesin bir zarar altına sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar beklenti halinde olan bir zarardır ya da başkalarından zararı gidermek uğruna tahammül edebileceği az bir zarardır. Bu bütün müslü-manları tek bir vücut gibi gören bir kimsenin bakışı olmaktadır. Nitekim bumeyandaHz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Mümin için mü´min, birbirini kenetleyen duvar gibidir[104] "Mil´-minler tek bir cesed gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün organlar uykusuzluk ve ateş (humma) ile ona iştirak ederler[105] "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe mü´min olmaz.[106] Bu mânâda daha pek çok hadis bulunmaktadır. Zira mü´minin mü´mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak bu mânâ ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla olacaktır. Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın herkes için eşit olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir. Nitekim vücutta da organlar gıdadan istifade ederken paylaşım, eksiksiz-nok-sansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır. Eğer bazı organlar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut normal halinden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur´ân´da zikredilen müminlerin birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşliğin gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden âyetler olmaktadır ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması ancak bu ve benzeri özelliklerin bulunmasıyla mümkün olacaktır.
İkinci durum: îsâr yani başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu nazlardan feragat konusunda daha köklü bir tavır olmaktadır. Burada kişi yakî5tTtnanına güvenle ve gerçek tevekküle ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine tercih etmekte, ALLAH´a olan muhabbetinden dolayı O´nun yolundaki kardeşine yardımcı olmak için meşakkatlere katlanmaktadır. Bu son derece üstün bir ahlâk örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber´in tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilâhî rızaya uygun ahlâkının bir tezahürü olmuştur. "Yüce Peygamber hayır yolunda insanların en cömerdi idi. Encömertolduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen rüzgardan daha cömertolurdu.[107] Hz. Hatice kendisine: "İşini görmekten aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire verir kimsenin kazandırama-yacağmı kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısında (halka) yardım edersin"[108] demiştir. Bir defasında kendisine doksan bin dirhem getirilmiştir. Onları birhasır üzerine koymuş ve dağıt-mayabaşlamıştır. İsteyen hiçbir kimseyi geri çevirmemiş ve tamamım tüketinceye kadar dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve istekte bulunmuş, ona: "Yanımda verecek birşey yok. Ancak benim adıma borçlan ve alacağını al; bize birşey geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer: "ALLAH sana gücünün yetmediğini yüklememistir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır. Ensardan bir adam: ´Ya Rasûlallah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından korkma" demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoş-nudluğu yüzünde belirmiş ve: "Ben bununla emrolundum" buyurmuştur. Hadisi Tirnıizî nakletmiş tir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey biriktirmez di" demiştir. Bu mânâda haberler pek çoktur. Sahabe de aynı şekilde idi. "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler"[109]âyetinin tefsiri sadedinde, keza Sahîh´te "Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar"[110] âyeti hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Âişe´den gelen rivayeti biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazlarm düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.
îsâr (başkalarını tercih) iki kısımdır:´ a. Maldan ve eşten vazgeçme yoluyla. Nitekim Sahîh´te muâhât (kardeşlik akdi) hadisinde zik-redildiği üzere Hz. Peygamber tarafından Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını boşamayı düşünmüştü.
(2)
Candan vazgeçme yoluyla. Yine Sahih´te geçtiği üzere[111] Ebu Tal-ha, Uhud gününde kendisini Hz. Pcygamber´e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine: "Bakma! Yâ Rasûlallah! İnsanların attıkları oklardan biri isabet edebilir. Canım sana feda olsun" diyordu. Hz. Pey-gamber´i korumak için elini oka siper etmiş ve bu yüzden çolak olmuştu.[112] BuörnektavrınHz. Peygamber´in davranışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o, savaşlarda düşmana en yakın kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya kapılmışlardı. Birtakım insanlar korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler. Hz. Peygam-ber´i o taraftan dönerken buldular. ´Korkmayın!´ diye onları karşılamıştı. Ebu Talha´ya ait çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış, haberin mahiyetini öğrenmek istemişti.[113]Bu kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır. Ali b. Ebî Tâlib´in de hicret gününde, müşriklerin Hz.Peygamber´i öldürmeye azmettikleri bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe bilinen bir olaydır. Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan geçinek, cömertliğin en son noktasıdır" denilmektedir. Sûfiyyeden bazıları sevgiyi tarif ederlerken ´O başkalarını tercihtir´ demişlerdir. Bunun doğruluğuna Kur´ân´dan delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı (Züleyha), Yusuf hakkında: "Ondan murad almak isteyen bendim; kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[114]demiş ve onun suçsuzluğunu ifade ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve böylece sevdiğini kendi nefsine tercih etmiştir.
Nevevî şöyle der: Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsânî hazlar hakkında başkalarını tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında âlimler icmâ etmişlerdir. ALLAH´a yaklaştıran fiiller (kurbetler, ibâdetler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda sözkonusu olan hak ALLAH´a aittir. Bu kendisinden önceki kısımla[115]birlikte çeşitli mertebelere ayrılır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakın mertebesine ulaşma yolundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete göre Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekir´den malının tamamını, Hz. Ömer´den de malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebû Lübâbe ve Ka´b b. Mâlik´ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İb-nu´1-Arabî, bu ikisinin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olmadıklarından, Hz. Peygamber´in kendilerine onlara davrandığı gibi davranmadığını söylemiştir. Onun sözü böyle.
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Burada îsâr, peşin zevklerden feragat etme anlamına gelmektedir ve bu yüzden doğacak meşakkate göğüs germe durumunda eğer şer´î bir maksat ihlal edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer´î bir maksadın ihlali sözkonusu olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey şer´an övgüye değer bir davranış da olamaz. Şer´an övgüye değer bir davranış olmaması şunun içindir: Bu durumda hazlardan feragat ya sırf emredenin (Sâri´) emri içindir ya da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu abestir ve akıllı bir kimse böyle bir davranışta bulunmaz. O fiili emredenin emri gereği olarak yapmış olması durumunda, o şeyin şer´î bir maksadı ihlal etmesinden söz etmek tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir. Durum öyle olmayınca da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin emrine muhalefette bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu durumda onun üçüncü bir durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. Hazların düşürülmesi meselesinde başka bir ihtimalin de bulunmadığı açıklanmıştı. Dördüncü kısımla ilgili söylenecek söz tamamlanmış oluyor. Hazların düşürülmesi konusuna nisbetle geçen üç kısmın hükmü buradan anlaşılır.
Beşinci kısım: Maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar içermeyen, ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan kısım. Bu kısmın da iki yönü bulunmaktadır:
(a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın şer´an kastedil-mesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmayacaktır.
(b) Kastedilen bu fiilin terki halinde zarar görmemesine rağmen işlenmesi durumunda zorunlu olarak başkalarına zarar dokunacağı neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığında fiil, başkalarına zarar verme kasdmin bulunduğu zannını içermektedir. Çünküfiili işlemesi durumunda: (a) Yazarûrî, hâcî ya da tekmili bir amaç bulundurmadan sırf mubah olduğu için fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana getirilmesi konusunda ise sırf meydana getirilmiş olma açısından Şâri´e ait bir kasıt bulunmamaktadır, (b) Ya da emredilmiş olan bir fiili başkalarına zarar verecek biçimde zarar vermeden işleme imkanı bulunmasına rağmen işleyen kimse dı^rumunda olacaktır. Fiilin bu şekilde başkasına zarar verilerek işlenmesi de Sâri´ tarafından amaçlanmış değildir.
Her iki duruma göre de, başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:
(a) Ya emredilmiş olunan şeyi araştırma konusunda ihmal
göstermektedir[116]ve bu yasak bir davranıştır.ya da başkalarına zarar vermeyi[117] amaçlamaktadır. Haliyle
bu da yasak olmaktadır. Bu durumda o fiili işlemekten engellenmesi gerekecektir. Ancak buna rağmen o fiili işlemesi durumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü neticesinde ortaya çıkan zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal konusunda her olaya uygun bir şekilde ele alınır ve fail tecavüz kasdı sabit olmadıkça asla kasıtlı olarak zarar vermiş kabul edilmez.[118] Gasbedilmiş yerde kîlınan namaz meselesi,gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama meselesi ve bunlara benzer olan aslında mubah olmakla birlikte başkasına zarar verme unsuru içeren diğer meseleler hep bu şekilde ele alınacak ve değerlendirilecektir. Meselenin iki yönüı15olduğu içindir ki, çoğunluk âlimlere göre bu şekilde kılman namaz sahih ve yeterli olmakta,[119] aslî fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı için de o fiili işleyen âsî ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa o zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır. Bu durumda yönler farklı olduğu için hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde fesâd görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhî değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta[120] olmaktadır. Bu nazların isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, nazlarından feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.
Altıncı kısım: Nadir olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar aslî izin üzere bulunurlar. Çünkü maslahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller dikkate alınmaz. Şöyle ki, âdeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir maslahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Sâri´ Teâlâ, teşrî esnasında maslahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale almamıştır. Böylece şer´î hükümler, varlık âleminde bulunan âdiyyât mesabesinde tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. Maslahatın teminine, mefsedetin de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren zararın da doğabileceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir sayılmayacağı gibi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul edilmez. Şu halde fiil, aslî meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.
Buna, meşru kılınan şeylerle ilgili kıstasların (davâbıt) bu şekilde bulunması delil olmaktadır: Meselâ, kan, mal ve ırz konularında şe-hadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta belirli bir mesafede namazı kısaltmanın mübahhğı hükmü doğmaktadır; halbuki konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözko-nusu olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat altında oldukları halde namazı kısaltmaktan menedil-
mislerdir.[121]Furû-ı fıkıhta vâhid haberle[122] ve cüz´î kıyaslarla[123] amel edilmektedir; oysa ki çeşitli sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilirler ve doğru olmayabilirler. Ancak bu gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla dikkate alınmamış, aksine galip bulunan maslahat yönü dikkate alınmış ve hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu bahis, bu kitabın ilgili yerinde izah edilmiştir.
Yedinci kısım: Mefsedete götürmesi zannî olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmünün mübahhk ve izin olduğu konusu açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır: Acaba burada zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda) sözü geçen iki yönden[124] dolayı menedilir mi Ya da bulunmama ihtimali[125] ki bu durumda zararın doğmaması ihtimali nadirdir dikkate alınarak menedilmez mi Zannın dikkate alınması aşağıdaki hususlardan dolayı daha ağır basmaktadır:
(a) Amelî konularda zan, kesin bilgi mesabesinde sayılır. Göründüğü kadarıyla burada da aynı durum geçerlidir.
Nasslarla belirlenmiş bulunan "sedd-i zerîa" da bu kısım çer-
çevesine girmektedir.[126] Örnekler: "ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah´a sövmesinler."[127] Bu âyet, müşriklerin: ´Ta bizim ilahlarımıza hakaret etmekten f sövmekten) vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine inmiştir. Sahîh´te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber "Şüphesiz en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesi-dir" der. Sahabe: "Ya Râsulallah! Adam ebeveynine küfrederim " diye sorarlar. Hz. Peygamber "Evet, o birinin babasına söğer; o da onun babasına soğer; o birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer"[128] buyurdu. Hz. Peygamber münafıkları öldürmekten geri dururdu. Çünkü onların Öldürülmesi kâfirlerin: "Muhammed adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmalarına imkan verirdi. Yüce ALLAH, mü´minlerden Hz. Peygamber´e ´Bizi gözet!´ anlamında hitap ederlerken ´çobanımız´ an-
lamına da çekilebilen "râinâ" kelimesini kullanmamalarını istemiştir.[129]Çünkü Yahudiler bu kelimeyi Hz. Peygamber´e hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür örnekler pek çoktur ve hepsi de aslî hükmü[130] üzere bulunmakla birlikte, kendisine zerîa yani vesile kılınmak istenilen şeyin hükmünü almıştır.
(c) Bu kısım yasak olan ´günahta ve düşmanlıkta yardımlaşma´ kapsamına girmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi durumunda zarar ve mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinmesi, zarar vermeye yönelmiş bir kasıt yerine geçmez. Asıl olan maslahatın celbi, mefsedetin de definin caiz olmasıdır ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan neticelerin dikkate alın-mamasıdır. Ancak maslahatın mefsedete sebebiyet vermesi, şeriata karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden olmaktadır ve yasak işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kaynaklanmamaktadır. Çünkü sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç bulundurmamaktadır. Eğer bu durumdaki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddî) şeklindeyorulmuşsa, bu taksir (ihmal) ihtimalini bulundurması yönünden olmaktadır. Bu kısım,mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır. Bu yüzden de hakkında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani bulunduğu zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yerine geçer mi Yoksa geçmez mi İşte problem budur.
Bu nazların isbatı açısından meselenin ele alınması olmaktadır. Hazlarm düşürülmesi açısından ele alındığında ise, bu kısımda onlar (yani nazlarından feragat edenler), beşinci kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü âdeten insanın ondan ayrılması kudreti dahilinde değildir.
Sekizinci kısım: İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nâdir olmayan, aksine çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asıl olan, iznin sahihliği esasına hamletmektir. Nitekim İmam Şâfîî ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır. Çünkü mefsedetin vukuu hakkında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde bilginin bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup bulmaması arasında satle (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki taraftan birini diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karine) de bulunmamaktadır. Mefsedet ve başkasına zarar verme kasdının bulunması ihtimali, bizzat kasdın kendisi yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun bulunup bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.
Sonra, burada maslahat temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi kesin bilgi ya da zan durumunda olduğu gibi taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul etmek de doğru değildir. Çünkü fiili, bu ikisine[131] birden yönelik kasdın bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini kastetmiş olmamaya hamletmekten daha evlâ değildir. Durum böyle olunca, hakkında izin bulunan sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır. Ancak İmam Mâlik, sedd-i zerâi´ konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe olarak da, vuku bakımından kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt haddizatında munzabıt (belirli ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle ilgili hususlardandır. Ancak onun burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık âleminde vukûunun çokluğudur ya da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen yer). Bulunmama ihtimaline rağmen mazinne dikkate alındığına göre,[132] çokluğun da dikkate alınması gerekecektir; çünkü kasdın alanı olmaktadır.[133]Bunun bir dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam´ın oğlunun anası ile ilgili hadistir.[134]Sonra bazen hüküm, çoğu zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Meselâ içki .cezasında olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza ile içkinin önünün alınması (zecr) gâlib[135] değil çoktur.[136] Buna rağmen hükümde asıl prensibe muhalif olarak çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, insanı zarara uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim konumuzda da asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin Önünün alınması hikmetine binaen asıl prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür endişesiyle (şedden li´z-zerîa) asıl olan iba-ha hükmünden çıkılmış olmaktadır.
Sonra, bu kısım, mefsedetin çokça meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla müştereklik arzetmektedir.[137]Dolayısıyla orada yasak için (mefsedetin) dikkate alınması gibi burada da alınması ve yasağa gidilmesi gerekir.
Hem sonra bu konuda pek çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygamber bu meyanda aşağıdaki tasarrufları yasaklamıştır:
— (Kuru hurma ve kuru üzümün ya da yaş hurma ile koruk hurmanın) karıştırılarak nebizinin (şıra) çıkarılması[138]
— Üzerinden üç gün geçen[139]şıranın (nebiz) içilmesi.[140]
— İçeri sin dekini şaraplaştırmayacağı bilinen kaplarda şıra tutulması.[141] Hz. Peygamber bu tür yasakların[142] bazılarını,haram olan şeylere vesile Czerîa) yapılmasını önlemek için (sedd-i zerîa) getirdiğini açıklamış[143] ve: "Eğer bunlara ruhsat verseydim, bunları öteki haram olanlar haline dönüşecek kadar onlarda (o kaplarda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani insanlar, bu gibi konularda mubah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar demek istemiştir. Halbuki böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip değildir.
Hz. Peygamber yabancı bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.[144]
— Yanında kocası ya da mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını yasaklamıştır.[145]
— Mezar üstüne mescid yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını yasaklamıştır.[146]
— Bir kadının halası ya da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve; "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık bağlarını kesmiş olursunuz" buyurmuştur.[147]
Dört ka chndan fazlasını nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira âyette: "Aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız... Doğru yoldan sapmamamız için en uygunu budur" [148] buyrulmaktadır,
— İddet içerisinde bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve ni-kahlanması haram kılınmıştır.[149]
— İddet içerisinde bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.
— İhramlı bulunan hacı adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır.[150]
— Bey ve selef[151]yasaklanmıştır.
—- Borçlunun hediye vermesi yasaklanmıştır.
— Katilin vâris olması yasaklanmıştır.
—Ramazan´dan bir ya da iki gün önceden oruç tutulmaya başlanması yasaklanmıştır.
— Fıtır bayramı gününde oruç tutma haram kılınmıştır,
— İftar etmede acele etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılınmıştır.
Bütün bu hükümlerde gerekçe yasağa götürecek yolun kapatılması ilkesi (sedd-i zerâi´) olmaktadır.149 Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu çok olmakla birlikte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir. Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır; muhtemelen mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat ettiği özelliklerden olmaktadır. Anahatlarıyla ve detaylarıyla bu bilindiğine göre, bunlarla amel etmiş olmak bir bid´at olmayacak; aksine onun esaslarından birisini oluşturacaktır. Bu esas zarurî, hâcî ya da tahsinî olan birşeyin tamamlayıcı unsuru olma Özelliği göstermektedir. İnşALLAH bu konu İctihâd bahsinde işlenecektir[152]
Altıncı Mesele:
Kişinin kendi maslahatlarını gerçekleştirmekle görevli tutulması durumunda, zaruret olmadıkça başkalarının onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü yoktur.
Deliller:
(1) Maslahatlar ya dînî-uhrevîdir ya da dünyevîdir. Dînî olan maslahatların gerçekleştirilmesi konusunda, bir başkasının kişinin kendi yerine ikame edilmesi imkanı yoktur. Nitekim daha önce geçmişti. Şimdi burada konu o değildir. Çünkü dînî konularda hiçbir kimse diğerinin yerini tutamaz. Burada sözünü edeceğimiz konu, niyabetin caiz olduğu dünyevî masla-
149. Konu işlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nadir olmayıp çok olan kısım idi. Buna gri re örnekler üzerinde düşünüldüğü zaman, onlardan bir kısmın işlenmesi durumunda zararın doğmasının âdete n kesin olduğu görülecektir; meselâ yakın akraba olan iki kadının aynı anda nikah altında bulundurulması gibi. Bazılarında ise zan ölçüsündedir. Kadının yakını olmaksızın yolculuk yapması, yabana kadın iie başbaşa kalınması (halvet) Örneklerinde olduğu gibi. Mefsedetin doğması için bizzat zinanın bulunması şart değildir. H aram lık hükmünün verilebilmesi için haram olan fiilin öncüllerinden olması da yeterlidir. Bey ve selef örneğinde de zarar galip bulunmaktadır. Borçlunun hediyesi de öyledir. Diğer Örnekler üzerinde düşün; belki ihram içerisindeki hacı adayının güzel koku sürünmesi Örneği kabul edilebilir; çünkü gâlib olan koku sürünmenin cinsî münasebete götürmesi yoluyla haccı ifsad etmeye bir sebeb olmamasıdır.hatlar hakkında olacaktır. Eğer biz mükellefin, o maslahatı gerçekleştirmekle yükümlü olduğunu farzedecek olursak, o takdirde onu gerçekleştirmek bir görev olarak onun üzerinde belirecektir. Belirmesi (taayyün) durumunda ise, diğerleri üzerinde aynı maslahatın gerçekleştirilmesine yönelik belirli bir yükümlülük asla sözkonusu olmayacatır.
(2) Eğer o maslahatın gerçekleştirilmesiyle başkaları da aynı anda yükümlü olsalardı, o zaman yükümlülük bu mükellef üzerinde belirlenmiş olmaz; hatta o, sözkonusu maslahatı gerçekleştirmeye asla muhatap da olmazdı. Çünkü o zaman önemli olan şey maslahatın gerçekleştirilmesi, mefsedetin de uzaklaştırılması olacaktır. Bir başkası bu (kifâî) yükümlülük hükmü ile onu gerçekleştirmiştir. Bu durumda o kişinin o şeyle yükümlü olmaması gibi bir netice lazım gelecektir. Halbuki biz, o kişinin o şeyi gerçekleştirmekle aynî olarak yükümlü olduğunu var saymış tık. Böyle bir sonuç çelişkidir va doğru olmaz.
(3) Eğer başkası da onunla yükümlü olacak olsaydı, bu yükümlülük ya aynî olacak ya da kifâî olacaktı. Her iki takdire göre de sonuç sahih olmayacaktır. Aynî olarak sabit olması halinde durum geçtiği gibi olacaktır. Kifâî olarak sabit olması haline gelince, biz meseleyi yükümlülüğün kişinin üzerine kifâî olarak değil aynî olarak bindiği şeklinde vaz´etmiştik. Bu durumda yükümlülük kişi üzerine aynı anda hem aynî olarak[153] hem de kifâî olarak[154] binmiş olacaktır. Bu ise muhaldir. Ancak kişi bir zaruret ile karşı karşıya gelirse, o takdirde o kişi üzerine o maslahatın gerçekleştirilmesi ile ilgili aynî olarak binen yükümlülük ondan tamamen ya da kısmen düşecek; öbür taraftan kişinin o maslahata olan ihtiyacı süreceğinden, bu durumda diğer insanların o maslahatı gerçekleştirmeleri gerekecektir. îşte bunun içindir ki zekat, sadaka, ödünç verme (ikraz), yardımlaşma meşru kılınmış, ölülerin yıkanması ve defnedilmesi, çocukların ve delilerin bakımlarının üstlenilmesi; onların çıkarlarının gözetilip kollanması istenmiş, bunlara benzer bizzat ihtiyaç sahibi kimselerin elde etmeye asla güç yetiremeyecekleri maslahatların gerçekleştirilmesi, mefsedetlerin de defedilmesi için hükümler konulmuştur. Buradan şu hükme varılacaktır: Bir kimse eğer kendi maslahatlarını gerçekleştirmekle yükümlü değilse, mutlaka bir başkası onunla yükümlü tutulacaktır; ancak o da bundan bir zarar görmeyecek şekilde olacaktır. Meselâ kölenin durumunu ele alalım: Onun bütün çabası efendisinin maslahatlarını gerçekleştirmek yolunda olduğundan, onun geçimi ile efendisi yükümlü tutulmuştur. Zevcenin durumu da aynı şekildedir; Şârf Teâlâ, kadını kocanın emrine vermiştir. Buhaliyle koca kadının hemcinselliğinden istifade gibi iç, hem de evine ve çocuğuna bakma gibi dış menfaatlerine mâlik bulunmaktadır. Bu durumda koca, kadına bakmakla yükümlü olacaktır. Yüce ALLAH: "Erkekler kadınlar üzerine kâimdirler[155] buyurmaktadır. [156]
Yedinci Mesele:
Başkasının maslahatlarını teminle yükümlü olan her bir kimse, ya aynı anda kendi maslahatlarını da temine kadirdir ya da değildir. Tabiî sözü edilen maslahatlardan ihtiyaç duyulan dünyevî maslahatları kastetmekteyiz.
Eğer meşakkatsiz buna gücü yetiyorsa, bu durumda bir başkasının onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü diye birşey yoktur.
Delili: Mükellefin hepsine kadir olması durumunda ki yükümlülük bu şekilde üzerine binmiş olmaktadır bu yükümlülükle gerçekleştirilmesi istenilen maslahatlar, sözü edilen mükellef tarafından meydana getirilmektedir; bu durumda aynı şeyin bir başkası tarafından gerçekleştirilmesini istemek sahih olmaz; çünkü bu tahsîlu´l-hâsıl yani zaten mevcut bulunan bir şeyin meydana getirilmesini istemek olur ki bu muhal olmaktadır. Aynı şekilde bir önceki meselede geçerli olan durum burada da sözkonusudur. Bunun örneği de cariye, köle , hanım ve çocuklara nisbetle efendi, koca ve babanın durumu olmaktadır. Çünkü bunlar, kendi maslahatları ile birlikte eli altında bulunan bu kimselerin maslahatlarını da gerçekleştirmeye kadir oldukları sürece, bir başkasının sözü geçen kişinin yükümlülüklerini yerine getirmesi gibi bir durumdan sözedilemez. Eğer biz bu kimselerin eli altında bulunan kimselerin maslahatlarım temine kadir olmadığını farzedecek olursak, o zaman onların maslahatlarını gerçekleştirmeye yönelik talep kendisinden düşecektir. Bu durumda diğer taraftan hanım, köle ve cariyeye dokunacak zarar üzerinde durmak gerekecektir.Ancak bu bakışın yönü farklı olacaktır[157] ve yükümlülüğün düşmesine bir etkisi olmayacaktır.
Eğer buna asla güç yetiremezse yahut da yükümlülüğü düşürebilecek ölçüde bir meşakkat altına girmesi sozkonusu olacaksa, bu durumda bakılır: Yerine getirmek zorunda kaldığı başkasına ait maslahat ya Özeldir ya da geneldir:
Maslahat eğer özel ise, düşer ve bizzat kendi maslahatları Öncelikli olur. Çünkü kişinin kendi hakkı başkalarının hakkından daha önce gelir. Nitekim beşinci meselenin dördüncü kısmında geçmişti. Çünkü o kısmında sözüedilen husus aynen burada da geçerli olmaktadır. Ancak kişi kendi hakkından feragat edecek olursa o zaman başka bir bakış açısından sözedilir, onun izahı da daha önce geçmişti.
Eğer kişinin yerine getirme durumunda olduğu maslahat genel ise, bu durumda maslahatla ilgili olan kimselerin, onun maslahatını gerçekleştirmeleri gerekecektir. Ancak bu, kendi maslahatlarının ihlaline sebebiyet vermeyecek, onları sozkonusu maslahata denk düşecek ya da daha baskın gelecek bir mefsedet içerisine düşürmeyecek şekilde olacaktır. Şöyle ki, mükellefe "Ya hem kendini hem de toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin; ya sadece kendi maslahatını gerçekleştireceksin; ya da sadece toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin"; denilecektir.
Birincisi sahih olamaz. Çünkü biz meseleyi her ikisini birden gerçekleştirmeye gücü yetmeyeceği ya da yükümlülüğü düşürecek ölçüde bir meşakkate maruz kalacağı şeklinde ortaya koymuştuk. Dolayısıyla her ikisiyle birden asla yükümlü olmayacaktır.
İkinci ihtimal de doğru değildir. Çünkü kamu maslahatı daha Önce de geçtiği gibi özel maslahattan önce gelir. Ancak maslahatın temini uğrunda mükellefin nefsine bir mefsedet peyda olacaksa, bu durumda kişi ancak kendi nefsini ilgilendiren maslahatı gerçekleştirmekle yükümlü tutulacaktır; kaldı ki bu konuda da ihtilaf bulunmaktadır.[158]Burada başkalarının özel maslahatı gerçekleştirmesi imkan dahilinde bulunmaktadır ve bu onlara vacip olmaktadır. Aksi takdirde özel maslahatın kamu maslahatı üzerine zaruret bulunmaksızın mutlak surette takdim edilmesi gibi bir netice lâzım gelecektir. Böyle bir sonuç ise, önceden ortaya konulan delillerle[159] bâtıl bulunmaktadır. Kişinin maslahatlarının temini diğerinsanlarüzerine vacip olunca, bu mükellef üzerine kamu maslahatını gerçekleştirmek için kendi meşgalelerinden arınması taayyün edecektir. Ortaya konulan ihtimallerden üçüncüsü de işte budur.
Fasıl:
Yükümlü tutulan kimse üzerine kendi maslahatlarını başkalarının üstlenmesi şartıyla bu üçüncü kısmın taayyün etmesi durumunda şu şart da aranacaktır: Diğerlerinin sozkonusu mükellefin maslahatlarını üstlenmesi, kendi maslahatlarının ihlal edilmemesi ve o kişiye de bir zarar dokunmaması şeklinde olacaktır.
Bu (şart) selef-i sâlih zamanında belirmiştir. Zira Sâri´ Teâlâ, inallar üzerine müslümanların genel maslahatları için bir tedarik olmak üzere bir görev yüklemiştir. Beytulmal malı dediğimiz bu mallarda, belirli bir yöne tahsisat bulunmamakta, bu mallar nasıl olursa olsun mutlak maslahatlar karşılığında tutulmaktadır. Bu durumda sozkonusu mükellefin maslahatının gerçekleştirilmesi bizzat tahsis ciheti olarak taayyün etmektedir. Bu tür yönlere tahsis edilen vakıflar da beytulmal hükmüne katılır. Bu durumda maslahatların gerçekleştirilmesi iki ayrı yönden olur ve iki taraftan herhangi biri için zarar da sozkonusu değildir. Zira bu şeklin dışında bir başka şekilde olması far-zedilecek olursa, bu durumdan kamu maslahatını gören de zarara uğrayacak; ilgili maslahat sahipleri de zarar görecektir.
Kamu maslahatını gören kimsenin zarar görmesi, belirli maslahatları gerçekleştirme durumunda kaldıklarında karşılaşacakları minnet yönündendir. Minnet (başa kakma), güzel âdetleri benimsemiş bulunan akıl sahiplerince çekilmez birşeydir. Şeriat da bu hususu çeşitli yerlerde dikkate almış bulunmaktadır: Bu yüzdendir ki fukaha, hibenin sahih olması için kabul şartını ileri sürmüşlerdir. Bir grup âlim de şöyle demişlerdir: Suyu olmayan bir kimseye abdest alması için su hediye edilecek olsa, (minnet altında kalmaktan kaçınarak) kabul etmesi şart değildir; teyemmüm yapabilir. Benzeri daha başka örnekler de vardır. Dayanağı da Yüce ALLAH´ın: "Ey iman edenler! Allah´a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmakla ve eza etmekle boşa çıkarmayın"[160] buyruğu olmaktadır. Bu âyette ALLAH, minneti, sadakanın sevabını boşa çıkaran şeylerden saymıştır. Bu da başa kakmanın, kendisine yardım edilen kimseye eziyet verme anlamı içermesinden-dir. Bu nokta, bu türden olduğu kabul edilen herşeyde mevcut bulunmaktadır. Bu birinci yön. İkinci bir yön daha var: Kamu görevini gören kimsenin kendi geçimini temin için belirli bir kimseden mal kabul etmesi durumunda çeşitli sûizanlar ve töhmetler ortaya çıkar. Bu nokta gözönünde bulundurulduğu içindir ki, kadının ve diğer idarecilerin, davada tarafların her ikisinden ya da sadece birisinden dava karşılığında ücret almaları ittifakla caiz görülmemiştir; tahsildarların halkın verdiği hediyeleri kabul etmeleri yasaklanmış ve Hz. Peygamber bu tür hediye kabulünü en büyük günahlardan biri olan devlet malına ihanet (zimmet, gulûl) olarak nitelemiştir.
Veren tarafının zarar görmesi ise, tayin durumunda, görevlerin yerine getirilmesi külfeti açısındandır. Bu külfet vakitten vakite, halden hale, şahıstan şahısa değişiklik arzedebilir (zorlaşır ya da) kolaylaşabilir. Bu konuda başvurulabilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Çünkü bu külfet, adam başına ya da mal üzerine konulması durumunda yükümlü tutulan kimseye nisbetle belli bir dayanağı bulunmayan cizyenin bir benzeri halini almaktadır. Mükellefin bizzat yerine getirmekle yükümlü tutulduğu asıl maslahata zıdlığmdan dolayı karşıla-cağı zarar da buna eklenecektir. Zira bu tertip, maslahatın yerine getirilmesi konusunda kişinin ağır basan tarafa meyletmesi için bir vesile (zerîa) olacaktır. Bu durumda da o, hakkın ibtali, bâtılın da gerçekleştirilmesi :çin bir sebep olacaktır. Bu ise maslahatın zıddıdır.
Birinci izah Kur´ân´da gözonünde tutulmuş ve onu nefyeden âyetler gelmiştir: "Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum[161]"De ki: ´Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; Benim ecrim ALLAH´a [369] aittir[162] "Ey Muhammedi De ki: ´Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden birşey iddia eden kimselerden de değilim´[163]Benzeri başka nasslar da mevcuttur. Davada taraf olanlardan ücret alınmasının yasakhğına dair icmâın bulunması da ikinci yön ile[164] izah (talil) edilmiştir. Bütün bunlar son derece açıktır, ALLAH´u a´lem!
Fasıl:
Bütün bunlar, kamu maslahatını üstlenmesi halinde kendisine dünyevî bir zarar ve mefsedet dokunması ve bir başkasının da onu üstlenmesinin sahih olması durumu ile ilgilidir.
Eğer dokunacak olan mefsedet dünyevî olur ve bir başkasının da o maslahatı üstlenmesi imkanı bulunmazsa müslümanm kalkan yapılması ve benzeri meselelerde olduğu gibi, o takdirde durum yukar-dakinin aksi olacaktır. Ancak takat üstü yükümlülüğün caiz olmaması, böyle bir yükümlülüğün olmayacağına; kamu maslahatının özel maslahat üzerine takdimi esası da böyle bir yükümlülüğün olabileceğine tanık olmaktadır. Bu durumda mükellef iki kaide arasında kalmakta ve iki ayrı yönden gelen hükümlerle karşı karşıya bulunmaktadır ve bu bir tenakuz da değildir. Bundan dolayı konu hakkında ihtilaf bulunmaktadır:
Eğer bu türde hazlardan feragat edildiği farzedilecek olursa, o zaman kamu maslahatı tarafı ağır basacaktır. Buna iki şey delalet eder:
(a) Daha önce geçen başkalarını tercih (îsâr) prensibi. Bu
gibi durumlar da o prensip çerçevesine girmektedir.
(b) Ebu Talha hadisi.[165]Bu zat kendisini Hz. Peygamber´e kalkan yapmış ve´Canım sana feda olsun (beni öldürmeden seni öldüremeyecekler)´ demiş ve çolak olması pahasına da olsa onu korumaya çalışmıştır. Hz. Peygamber onun bu tutumunu yadırgayarak tepki göstermemiştir. Hz. Peygamber´in diğer insanlardan önce davranarak düşmanı karşılamak üzere bizzat kendisinin gitmesi[166] ve böylece diğerlerini kendi nefsine tercih etmiş olması da bu kabildendir. Bunlar başkalarına doğacak daha büyük zararlar karşılığında kendisini meşakkat altına sokmanın örnekleri olmaktadır. Bizzat Hz. Peygamber´in herkesten önce davranarak koşturması örneğinde kamu maslahatının bulunduğu açıktır; çünkü o müslümanlar için bir kalkan mesabesinde bulunuyordu. Ebu Talha olayında ise, o kendi nefsini kalkan yapmak suretiyle, hayatı dinin ve onun müntesipleri için son derece önemli olan bir zatın vücudunu korumuş oluyordu. O zat Hz. Peygamber´di ve onun yokluğu dinin ve müs-lümanlann bekasıyla ilgili genel bir mefsedetti. Ebu´l-Hasen en-Nûrî de, bilinen olayda aynı tavrı göstermiş ve cellata doğru ilerlerken: "Bir anlık hayat karşılığında arkadaşlarımı feda edemem; onları tercih ederim" demiştir.
Sözkonusu olan maslahatlar, aynî olarak yapılması gerekli olan ibadetler, aynî olarak kaçınılması gereken yasaklar gibi âhiret hayatı ile ilgili ise, bu durumda bu tür maslahatları ifâ etmeye çalışması mutlaka şu iki ihtimalin dışında kalmayacaktır:
(a) Ya bunlar dînî olan bu emir ya dayasakların yerine getirilmesini ihlal edecekler.
(b) Ya da ihlal etmeyeceklerdir.
Eğer (kamu görevi dînî yükümlülüklerin yerine getirilmesini) ihlal edecek olurlarsa, bu durumda eğer ihlal kendi taksirinden değilse onların altına girmek caiz olmayacaktır; çünkü dînî maslahatlar mutlak olarak dünyevî maslahatlardan önce gelir. Bu kısmın bulunabileceğini zannetmiyorum. Çünkü güçlük (harec) ve takat üstü yükümlülük kaldırılmıştır; yoktur. Âdetlerle ilgili konularda bu gibi iki hususun (yani hem dînî, hem de dünyevî maslahatın) aynı anda bir arada karşı karşıya bulunması vâki değildir.
İhlal etmese, ancak aksi kemal kabul edilen bir noksanlığa sebebiyet verse, bu olsa olsa menduplar yönünden olacaktır; menduplarile vacipler arasında bir tearuzdan (çelişki) söz etmek mümkün değildir. Meselâ kamu görevini üstlenen kimsenin bu görevi sırasında kalbine bazı düşüncelerin doğması, onların önüne geçememesi ve böylece ibadetlerini kalbi bu gibi düşüncelerle meşgul olarak ifa etmesi gibi. Hz. Ömer´den buna benzer meselâ namazda iken ordunun teçhizi ile uğraşması gibi durumlar nakledilmiştir.[167] Hz. Peygamber´in: "Namazda çocukların ağlamasını işitiyorum ve kalbimi meşgul ediyor"[168] buyurması da bu kabildendir.
Kamu görevi, dînî görevlerini ihlal etme se ve bir noksanlık da doğurmasa ancak bu beklenti halinde olsa bu, başına gelen mefsedet ve karşılaşacağı engeller yerine konulur. Ancak, acaba bu dinde fiilen mevcut bulunan mefsedet kabilinden sayılır mı Yoksa sayılmaz mı [169]Meselâ riya, kendini beğenme ve riyaset sevgisi gibi şeyler korkusundan uzlete çekilen bir alimin durumu gibi. İdareye ve kamu görevini üstlenmeye ehil bulunan âdil devlet başkanı ya da valinin durumu da böyledir. Dünya çıkarları elde etmek ya da şöhret korkusuna kapılarak cihaddan geri kalmak gibi. Bu tür görevlerin terkedilmesi kamu maslahatlarının ihlaline sebebiyet verecektir ve bu durumda kamu maslahatının öne alınması görüşü daha uygun olacaktır. Çünkü kamu maslahatlarının ortadan kaldırılmasına asla müsaade yoktur. Zira gerek din ve gerekse dünya maslahatlarının onlar olmaksızın ayakta durması mümkün değildir. Oysaki biz, meselemizde dînî maslahatları yönünden endişe duyan kimsenin bunları yerine getirmekle muhatap olduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Bu durumda mutlak surette onları yerine getirmesi gerekecek, ancak bunu yaparken takat üstü yükümlülük ya da büyük bir meşakkat altına girmeyecektir. Fitne ve masiyetlere maruz kalmak sadece nefsin arzularına uymadan kaynaklanmaktadır. Özellikle de yasaklar konusunda bu böyledir; çünkü onlar mücerred terklerdir. Terk gerçekleştirilirken bir fiil bulunmaz. Fiiller içerisinde mükellef için gerekli olan sadece vaciplerdir. Vacip de azdır. Dolayısıyla boynundan kendi nefsi için tedbirli olma yükümlülüğü hiçbir zaman için düşmüş olmayacaktır. Eğer kamu maslahatım bir masiyet olmaksızın gerçekleştirmeye kadir bulunmuyorsa, bu onun terki için bir özür değildir. Çünkü o üzerine taayyün etmiş bir görevdir ve onu sadece arzu ve heveslerine tâbi olmasa durumu ortadan kaldırmaz. Zira bu (nefse uymamak) meşakkatlerden değildir. Nitekim kişi üzerine namazın veya zekatın ya da aynî olarak cihadın vacip olması durumunda, riyadan, kendini beğenmekten korkması onun vacipliğini bunların meydana geleceği farzedilse bile ortadan kayırmaz. Aksine o kişi, aynı zamanda kendi nefsi ile ci-hadda bulunmakla da memurdur.
Soru: Bu nasıl olabilir Kişinin bundan kurtulamayacağı bilinmektedir. Bu durumda kişi kendi nefsinin helak olmasına sebebiyet veren kimse gibi olmaz mı Halbuki, kişinin kendi helakini içeren bir fiil içerisine girmesine şer´an imkan yoktur.
Cevap: Kamu maslahatını gerçekleştirmesi taayyün etmiş bir kimsenin durumu eğer öyle olsaydı, aynı durumun aynî olarak taayyün etmiş bulunan diğer vaciplerde de caiz olması gerekirdi. Bu ise ittifakla bâtıl olmaktadır. Evet: ´Kamu görevi altına girmesi durumunda zulüm, gasb, tecavüz gibi başka bir masiyet bulunması halinde o görev altına girmemesi gerekir´ denilebilir. Bu, konumuz dışında başka bir husustur ve bu o kişinin ortaya çıkan adaletsizliği sebebiyle onun azledilmesi için bir sebep olur; yoksa bu korku sebebiyle düşmüş bir yükümlülük değildir. Yönleri farklıdır. İşin esası şu: Böyle bir kişi şeriata muhalefet göstermiş ve adalet vasfını yitirmiştir. Bu halde iken onun kamu görevini üstlenmesi ve yerine getirmesi sahih olamaz.
Yerine getirmemesi meselâ başka ehil kimselerin bulunması gibi hallerde kamu maslahatını ihlal etmeyeceği farze d ildiğin de ise, konu üzerinde durmak gerekecektir: Bu durumda:
(a) Bazen korkulan şeylerden kurtulma amacı ağır basar.
(b) Bazen de kamu maslahatı tarafı ağır basar.
(c) Bazen de kamu görevini üstlenmesi için varlığı ile yokluğu arasında fark bulunmayan kimse hakkında olmak üzere talebin kesinlik kazanmaması haliyle, maslahatın gerçekleştirilmesi konusunda gücü bulunan ve diğerlerinde bulunmayan bir ayrıcalığı olan ve bu yüzden de hakkındaki talebin kesinlik kazandığı ya da ağır bastığı kimse arasını ayırmak gerekecektir.
Bu durumda başvurulacak kıstas maslahat ve mefsedet arasındaki dengelemedir, İki taraftan hangisi ağır basarsa o taraf galip gelecektir. Her iki tarafın da eşit olması durumunda ise, konu problemliği-ni sürdürecek ve âlimler arasında görüş ayrılıklarına sebep olacaktır. Konu münasebetin (uygunluğun) eş değerde ya da daha ağır basan bir mefsedetle ihlal edilmesi meselesine dayanmaktadır.
Fasıl:
Bazen mefsedet, maslahatın büyüklüğü karşısında benzeri dikkate alınmayan cinsten olabilir. Bu, maslahatın mefsedet üzerine tercihine dair ittifakın bulunmasının uygun olduğu kısımdandır. Buna olmuş bir örnek verelim:
Kadı îyâz´m el-Medârik´te nakline göre şöyle bir olay olur: Adu-du´d-devle Fennâ Husrev ed-Deylemî, Ebu Bekir b. Mücahid ile Kadı İbnu´t-Tayyib´e, Mutezile ile münazarada bulunmak üzere huzuruna gelmeleri için haber gönderir. Mektubu onlara ulaştığında Üstad İbn Mücahid ve bazı arkadaşları şöyle derler: "Onlar kâfir va fâsık bir gürahtır. Çünkü Deylemliler râfızîdirler, bizim onların yaygıları üzerine oturmamız helal olmaz. Melikin bundan amacı da, ´Onun meclisi bütün âlimleri içine almaktadır´ desinler diye reklamdan başka bir-şey değildir. Eğer onun bu isteği gerçekten ALLAH için olsaydı onun bu davetini kabul ederdik." Kadı İbn Tayyib şöyle der: "Onlara dedim ki: el-Muhâsibî, Falan ve onların asrında bulunanlar da aynı şekilde: ´Memun fâsıktır; onun meclisinde bulunulmaz´ dediler. Hatta o, Ah-med b. Hanbel´i Tarsus´a sürmüş ve başına bilinen şeyler gelmişti. Eğer onlarla münazara yapsalardı, onlar bu yaptıklarını yapmazlardı ve görüşlerinin bâtıl olduğu delil ile ortaya çıkardı. Ey Üstad! Sen de şimdi aynen onların yolunu takip ediyorsun. Onların tavrı sonucunda İmam Ahmed´in başına gelenler ta Kur´ân´m mahluk olduğunu ve Allah´ın görülemeyeceğini soyleyinceye kadar fukahânm da başına gelmişti. İşte ben, sen gitmesen de onun huzuruna gidiyorum." Üstad ona: "Madem ki, ALLAH senin aklını buna yatırdı, o zaman sen git" dedi....
Bu gibi durumlarda maslahat karşısında, cüz´î olarak meydana gelecek mefsedetler ilga edilir ve dikkate alınmaz. Bunlar, dikkate alınması durumunda küllî olan bir aslı ortadan kaldıran ya da bozan cüzîlerin bir çeşidi olmaktadır. Bu hususun açıklanması bu kitabın (Makâsıd) başlarında geçmişti. Bu vesileyle ALLAH´a hamdederiz. [170]
Sekizinci Mesele:
Yükümlülükler işlenirken onlardan gözetilen maslahatların amaçlanması karşısında mükellef için şu üç durum söz konusu olur:
(1)
Fiille, Şârı´in onu meşru kılmasmdaki maksadından anladığı şeyi amaçlaması. Bunda birproblem yoktur. Ancak kulluk kastını ihmal etmemesi uygun olur. Çünkü kulların maslahatları sadece taabbud yolundan gelmektedir. Zira onlar yerinde[171] de açıklandığı gibi aklî değillerdir. Onlar sadece taabbud kasdma tabidirler.[172] Bu durumda onun dikkate alınması halinde bu durum, kulluğun gerçekleşmesine daha çok İmkan verecek, mükellef için o fiilin bir adet gibi işlenmekten daha uzak bir hal alacaktır. Nice maslahatı anlayan ve bunda da isabet eden kimse vardır ki, onu emredenin emrinden habersiz kalmıştır. Bu bir gaflettir. Pek çok hayırların yitirilmesi demektir. Kulluk kastının ihmal edilmemesi halinde ise durum böyle olmayacaktır.
Sonra göründüğü kadarıyla, maslahatların münhasırlığım gösteren bir delil bulunmamaktadır. Olsa da çok azdır. Nasslarla belirlenmiş illetlerin tesbiti konusunda durulduğu zaman bunların ne kadar az olduğu görülecektir. Zira Şari´in kelamında mesela: "Bu hük-mü sadece şu hikmetlerden dolayı meşru kıldım" denilmesi çok enderdir. Münhasırlık sabit olmayınca ya da bazı yerlerde bidüziyelik arzet-meyecek şekilde sabit olduğuna göre, o hikmete/maslahata yönelik kasıt bulundurmak, belki de o hükmün meşruluğunda gözetilmiş bulunan başka bir maksadın düşürülmesi demek olur. Bu durumda da kemalden uzaklaşilmış olur.
(2)
Vakıf olsun olmasın, Sari´ Teâlâ´nın kasdettiği umulan şeyi amaçlaması. Bu birinciden mükemmeldir. Ancak belki bunda da taabbud (kulluk icrası) düşüncesi ihmal edilebilir. Çünkü bu fiilin şu maslahattan dolayı meşru kılındığını bilen ve sonra da onu o kasıt için işleyen kimse, o fiili maslahata ulaşmak için işlemiş, fakat ilgili emre uyma düşüncesinden gaflet etmiş olabilir. Dolayısıyla o fiili emir gelmeden Önce işleyen kimseye benzer. Bu şekilde fiilde bulunan kimsenin fiili bir âdet sayılır, kulluk icrası ftaabbud) kasdı içermez. Bazen şeytan işe karışır ve bu fiille Yaratıcıya değil de bir yaratığa yaklaşma veya bir makam ve dünyalık elde etme ya da daha başka ecir ve sevabı düşüren bir amaç beslemesini sağlar. Bu gibi durumlarda kişi sadece kendi hazzı için çalışmış olur. Dolayısıyla onun fiili ve karşılığında alacağı mükâfatı, kulluk (taabbud) kasdı ile işlemiş bulunan kimsenin fiil ve mükafatının kemaline asla ulaşmaz,
(3)
Maslahatı anlasın anlamasın sadece emre uymayı (imtisal) amaçlamış olması. Bu ise daha mükemmel ve daha emin bir yoldur.
Daha mükemmel oluşu şöyle: Kişi burada kendisini emre uyan bir kul, çağırıya buyur diyen bir köle yerine koymuştur. Zira sade emirden başka birşeyi dikkate almamıştır. Hem sonra bu kimse emre uymuş olmakla maslahatın bilgisini herşeyi anahatlarıyla ve bütün detaylarıyla bilen ALLAH´a havale etmiş, böylece ameli, bir kısmını ihmalle sadece bazı maslahatlara münhasır kılmış olmamaktadır. ALLAH ise o amelden doğacak her maslahatı bilmektedir. Bu haliyle kişi bazı maslahatlar mülahazası olmaksızın yapılan çağırıya uymuş olur.
Daha emin oluşuna gelince, emre uymuş olmak için fiili işleyen kimse, onu kulluk gereği olmak üzere işlemekte ve hizmetin tam merkezinde durmaktadır. Eğer ALLAH´tan başkasına yönelik bir kasıt kendisinde belirecek olursa, kulluk kastı onu geri çevirecektir. Hatta fiili hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şeye gücü yetmeyen sahipli bir köle imiş gibi işlemesi durumunda böyle bir kasıt zaten çoğu kez doğmayacaktır. Fiili maslahatı elde etmek için işlemesi durumunda ise durum farklı olacaktır. Çünkü o zaman kendisini, bizzat kendi nefsi için de bir vasıta olduğu gibi, kullar ile maslahatları arasında bir vasıta görecektir. Bu durumda belki de kendisine bir pay biçme duygusu doğacaktır.
Hem sonra burada emir ve yasağın altına girmesi ve sınırlarında durmasının bir gereği olarak kendi hazzı kendi yönünden yok edilmiş olacaktır: Hazlara ulaşmak için amelde bulunmak bazı ifsad edici unsurların girmesine bir yoldur. Hazları düşürmek suretiyle amelde bulunmak ise, onlardan uzak olmaya bir yoldur. Bu bahis Hükümler bölümünde genişçe ele almyor. Tevfik ancak ALLAH´tandır. [173]
Dokuzuncu Mesele:
ALLAH haklarında mükellefin hiçbir şekilde müdahale ve tercih hakkı bulunmamaktadır. Kulun kendisine ait haklarda ise, tercih hakkı bulunmaktadır.
ALLAH haklarının, asla düşmeyeceği, mükellefin arzusuyla herhangi bir ilişkisi bulunmadığı konusunda deliller pek çoktur. Bunlar içerisinde de en üst seviyede olanı istikradır; Şeriatta yer alan bütün türleriyle taharet, namaz, zekat, oruç, hac, iyiliği emretme kötülüğü yasaklama ki en yüce mertebesi cihad[174]olmaktadır, bunlarla ilgili bulunan keffâret ve diğer muameleler, yeme, içme, giyinme ve ben- -zeri içerisinde ALLAH hakkı ya da başka bir kul hakkı bulunduğu sabit bulunan diğer konuların teker teker ele alınması ve incelenmesi sonucunda ulaşılan netice ALLAH hakkı ya da başkasına ait kul hakkı karşısında kişinin herhangi bir tasarruf yetkisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bütün cinâî hükümlerde de durum aynıdır ve bunlarda da ALLAH´a ait bir hakkın düşürülmesi imkanı yoktur. Meselâ bir kimse çıksa da namaz için gerekli olan taharet şartını hangi çeşidi olursa olsun veya farz olan namazlardan birini veya zekatı veya orucu veyahut da haccı... düşürmek istese, bu arzusu kursağında kalır; zira onun böyle bir yetkisi yoktur ve bu gibi yükümlülüklerle eda edip boynundan düşürmedikçe ebedî olarak muhatap kalır. Aynı şekilde mesela canlı bir hayvanı boğazlamadan yemeyi kendisine helal kılmak istese, keza Şâri´in kendisine haram kıldığı şeyi mubah kılmak istese veya velî ya da mehirsiz nikâhı helal kılmaya çalışsa veya riba ve diğer fâsİd alış-verişleri mubah kılmak istese veya zina, içki ya da yol kesme gibi had cezalarını düşürmeye yeltense veya mücerred iddia ile (delil getirmeksizin) başkalarına tazmin ya da ifa mecburiyeti getirmek istese ve bunlara benzer daha başka tasarruflara yeltense, bütün bu çabaları boşuna olacak ve yaptıkları bu gibi şeyler sahih olmayacaktır. Şeriatın bütününde bu son derece açık bulunmaktadır. Dahası bir hakkın ALLAH hakkı ile kul hakkı arasında dönmesi durumunda, kulun kendi hakkını düşürmesi eğer ALLAH hakkının da düşürülmesine sebep olacaksa, kulun kendi hakkını dahi düşürmeye yetkisi bulunmamaktadır.
İşte bu noktadan hareketledir ki, mesela şöyle bir itiraz serdet-mek mümkün değildir: Kişinin kendi hayatı, bedeni, aklı, malının elinde kalması gibi konular üzerinde hakkı sabittir. Bu durumda bir başkasını kendi üzerine musallat kılmak suretiyle bu haklarını düşürdüğü zaman ya bu caizdir denilecek ya da hayır denilecektir. Eğer hayır diyecek olursanız ki fıkıh da böyle diyor, o zaman bu koymuş olduğunuz esasa ters düşer; çünkü hakkıdır. Düşürebildiğine göre de, kendi hakkını düşürmesi konusunda muhayyer olduğu sonucunu gerektirir; fıkıh ise buna hakkının olmadığına hükmediyor. Eğer evet diyecek olursanız, şeriata muhalefet etmiş olursunuz. Zira hiçbir kimsenin kendisini öldürme ya da organlardan birisini veyahut da bir malım itlaf etme yetkisi bulunmamaktadır. Yüce ALLAH: "Kendinizi öldürmeyin, şüphesiz ki ALLAH size merhamet edendir[175]"Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.[176]buyurmaktadır. Kendisini öldürenler hakkında korkunç bir cezanın olduğu bildirilmiştir. Akıl maslahatını bir süre örttüğü için içki haram kılındığına göre, onu tümden izale etmenin hükmü ne olur dersiniz Malını savurganca harcayan kimseler kısıtlılık altına alınmış ve malın ziyan edilmesi Hz. Peygamber´ce yasaklanmıştır. Bütün bunlar, kul haklarında onun tercih hakkının bulunması gibi bir sonucun lazım gelmeyeceğini göstermektedir.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:10 pm GMT +0200
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü nefislerin ihyası, akılların ve bedenlerin kemali kulların kendi haklarından değil; Allah´ın kullar üzerindeki haklarından olmaktadır. Bu hususlarda kullara bir tercih hakkı tanınmaması bunun en büyük delilidir. Bu durumda Yüce Allah kulun hayatını, bedenini ve yükümlü tutulduğu şeyleri anlaması ve böylece yerine getirmesi için vasıta olan aklını tamamladıktan sonra, kulun kalkıp da bunları düşürmeye çalışması sahih olmayacaktır; onun böyle bir yetkisi yoktur.
Ancak, bazen mükellef, kendi kesb ve esbaba tevessülü bulunmaksızın belaya maruz kalır ve bu yüzden canı veya aklı ya da bir organı ortadan kalkabilir. Bu gibi yerlerde kul hakkı katıksız bir hal alır. Zira vuku bulan şey, ortadan kaldırılması imkanı bulunmayan şeylerdendir. Bu durumda kendisine tecavüzde bulunan kimseyi cezalandırma hakkında tercih hakkı bulunmaktadır. Çünkü o kişi (mütecaviz ) hakkında tahsil edilebilir bir hak şeklini almıştır. Aynen bir türlü borç gibi. Bu durumda mağdur hakkını dilerse terkeder. Daha uygun olanı da, küllî üzere bırakmış olmak için terki olmaktadır. Yüce Allah: "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu azmedilmeye değer işlerdendir[177] "Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah´a aittir"[178] buyurur. Bunun izahı şöyle: Kısas ve diyet, mağdurun canına ve bedenine ait maslahatların ortadan kalkması karşılığında bir telafi olmaktadır; çünkü bunlarda bulunan Allah hakkı ortadan kalkmış ve telafisi imkansız bir hal almıştır. Fıkhı konularda zikredilen tafsilat üzere tedaviye kalkışılması vacip olmaması halinde hasta olmayanı hasta etmek, kendinden vacip olmayan zâlimi uzaklaştırmak gibi konularda olduğu gibi ortadan kaldırılması mümkün olanlardan meydana gelen şeylerde de durum aynıdır. Mala gelince, o da aynı tarz üzere carîdir. Çünkü hakkın kul için olduğu belirdiği zaman, onun o hakkını düşürme yetkisi bulunacaktır. Allah Teâlâ: "Borçlu darda ise, eli genişle-yinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır"[179] buyurmuştur. Ancak kişinin elinde mal olur ve onun üzerinde şer´an mubah kılınmış bir maksat doğrultusunda olmaksızın bir tasarrufta bulunmak ya da onu itlaf etmek isterse, buna yetkisi yoktur. Bu kabilden olan diğer hususlarda da durum aynıdır. Helalin haram, haramın da helal kılınması vb. Allah haklarından olmaktadır. Çünkü bu yeniden bir teşrî (hüküm koyma), insanları gereği ile icbar edecek şer´îküllî bir esasın inşası demektir; halbuki onların buna yetkileri yoktur. Zira birşeyin helal ya da haram kılınmasına esas olan, o şeyin güzellik ve çirkinliğinin tesbiti, akıl yoluyla olmamaktadır. Bu durumda yapılan şey, Allah´tan başkası için bir pay bulunmayan bir alanda taşkınlıktan başka birşey değildir, haddi aşmadır. Bu yüzden, bu gibi konularda hiçbir kimsenin seçim hakkı bulunmamaktadır.
Soru:Daha önce, her kul hakkına mutlaka Allah hakkının da bir taalluku bulunduğu ve neticede içerisinde Allah hakkı bulunmayan hiçbir kul hakkının olmadığı geçmişti. Bu durumda kulun kendisine nisbet edilen hakkını düşürme yetkisinin bulunmaması gerekir. Bu izahtan sonra kulun tercihine bırakılmış bulunan hiçbir hak kalmaz. Sonuç olarak dakul hakkı gider ve geriye sadece bir kısım hak (yani Allah hakkı) kalır.
Cevap: İşte bu tek kısım iki kısma bölünmüş olmaktadır; çünkü kul hakkı olan şeyin haklığı Şâri´in tanıması sonucu olmuştur; yoksa esastan kul ona müstahak değildir. Bu husus bu kitapta daha Önce ge- [378] nişçe ele alınmıştı.[180] İşte bu noktadan hareketledir ki, hem kul hakkından, hem de Allah hakkından söz etmek mümkün olmuştur.
Sırf Allah hakkı olan[181] şeylere gelince, kulun onlar karşısında herhangi bir tavır göstermesi sözkonusu değildir.
Kul haklarına[182] gelince, kulun bu gibi haklarda Allah´ın kendisine verdiği yetkiye dayanarak tercih hakkı bulunmaktadır ve bu yetkiyi müstakil olarak kendi iradesinden almış değildir. Az önce verilen izahlardan, kulun kendisine ait haklarda kısmen muhayyer kılındığı[183] ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu konuda helal olmak kaydıyla yiyecek, içecek ve giyecek türleri[184] arasında bir tercihte bulunabilmesi; keza ahş-veriş, muamelât, hak davasında bulunma gibi konularda seçim yapması delil olarak yeterli olmaktadır. Kulun bu gibi hakları düşürme yetkisi olduğu gibi bunlar karşılığında bir bedel alma, elinde bulunan şeyler üzerinde eğer tasarrufu alışılmamış tür ve şekilden değilse herhangi bir kısıtlılığa uğratılmaksızın tasarrufta bulunma hakkı da bulunmaktadır. Burada bütün mesele, Allah hakkı ile kul hakkı arasını ayırabilmektedir. Bu hususa bu kitabın üçüncü nev´inin sonunda işaret edilmişti. Allah´a hamdolsun! [185]
Onuncu Mesele:
Dış görünüş itibarıyla caiz ve meşru bir şekilde ya da caiz olmayan bir biçimde, bir hükmün düşürülmesi ya da başka bir hükme"çev-rilmesi konusunda hileye başvurmanın hükmü ne olacaktır. Öyle ki o hükmün düşmesi ya da başka bir hükme dönüşmesi başvurulan bu yol olmasa gerçekleşmeyecekti. Bu durumda kişi amacına bu yollarla ulaşmak istemektedir. Halbuki, araç olarak kullandığı o şeyin amacı için meşru kılmmadığım da bilmektedir. Bu durumda hileye başvurma sanki iki unsur içermektedir: (a) Dış görünüşte fiillerin hükümlerini biribiri ile değiştirme, (bj Şeriatta belli bir amaç için meşru kılınmış bulunan fiilleri, o hükümlerin değiştirilmesi için bir araç ve vasıta kılma. Bu durumda acaba şer´an hileye başvurmak ve onun doğrultusunda amel etmek sahih olur mu Yoksa olmaz mı
Bu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Sahih olup olmadığına geçmeden önce de hilenin mahiyetini açıklamak gerekecektir:
Şöyle ki: Yüce Allah bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Bunu ya bir kayıt olmaksızın ve bir sebebe bağlamaksızm mutlak olarak yapmıştır. Nitekim namazı, orucu, haccı ve benzerlerini böyle vacip kılmıştır. Zinayı, ribayı, öldürmeyi ve benzerlerini de yine bu şekilde haram kılmıştır. Bazı şeyleri de sebeplere bağlayarak vacip ya da haram kılmıştır. Zekatı, keffaretleri, nezre vefayı, ortak için şufa hakkını vacip kılması; boşanmış kadının, gasbedilmiş ya da çalınmış mal ile faydalanmanın vb. haram kılınması gibi. Hal böyle iken kişi kalkar ve kendisine vacip kılman bir hükmün düşürülmesi ya da haram kılınan birşeyin mubah kılınması için herhangi bir yolla girişimde bulunur ve bunun neticesinde de zahir itibarıyla kendisine vacip olan şey vaciplikten çıkar ya da haram olan şey şeklen helal hale dönüşür.İşte böylesine bir girişime "hile" ya da "tahayyül" adı verilmektedir. Örnekler: Mukim halde iken namaz vakti giren bir kimse üzerine dört rekat namaz kılması vacip olur. Kişi bu namazın tamamını kendisinden düşürmek için şarap ya da uyku ilacı içer; böylece baygın gibi aklı başında yok iken namaz vakti çıkmış olur. Ya da dört rekatli namazı kısaltmak ister ve bunun için yolculuğa çıkar. Aynı şekilde Ramazan ayına yetişen bir kimse, orucu tutmamak için yolculuğa çıkar. Hacca gitmeye gücü yetecek kadar malı olan bir kimse, üzerindeki hac görevini düşürmek amacıyla elinde bulunan malını bir başkasına hibe eder ya da herhangi bir yolla elinden çıkarır. Başka birisine ait cariye ile cinsî ilişkide bulunmayı arzu eder ve onu gasbeder. Adam da cariye öldü zanneder ve ona cariyenin kıymetini Öder ve böylece cariye ile cinsî ilişkiye girer,. Yahut bir kimse, bakire bir kızı kendi rızasıyla nikahladığına dair yalancı şahitler dinletir ve hakim de şahitlere dayanarak o doğrultuda hükmeder ve böylece o kızla cinsî ilişkide bulunur. Peşin vereceği on dirhemkarşıhğında belli bir süre sonra yirmi dirhem almak ister ve buna şöyle bir kılıf bulur: Meselâ bir elbiseyi peşin ola-rakon dirheme satın alır. Sonra aynı elbiseyi almış olduğu satıcıya yirmi dirhem karşılığında veresiye olarak satar. Falanı öldürmek ister ve onun gideceği yola onun Ölümüne neden olacakmesela mızrak dikmek ya da kuyu kazmak gibi bir sebep hazırlar. Zekat yükümlülüğünden kaçmak ister ve bunun için elindeki malı bir başkasına hibe eder veya malı itlaf eder ya da nisap miktarına ulaşmaması için ayrı olan malları toplar ya da birleşik olanları ayırır.[186] Haramların helal kılınması ve vacibin düşürülmesi konusundaki diğer örnekler de bu şekildedir. Aynı şey helalin haram kılınması konusunda da geçerlidir. Meselâkadm, kocasına ait bulunan cariyenin ya da kumasının ona haram olmasını ister ve bunu temin için onları emzirir, Şer´an sabit olmayan bir hak is-batı için yapılan hileler de aynıdır: Meselâ, vârise vasiyet yasağını delmek için, ona karşı borç ikrarında bulunur ve böylece maksadına ulaşmak ister.
Bütün bu ve benzeri tasarruflar, şer´an sabit bulunan hükümleri, dış görünüşü itibarıyla sahih, esas itibarıyla ise batıl olan bir fiili (kılıf) araç olarak kullanmak suretiyle başka hükümler haline dönüştürme çabalarıdır (hile 1. Bunların teklîfî ya da vazî hükümlerden olması arasında bir fark bulunmamaktadır. [187]
On Birinci Mesele:
Bu anlatılan şekliyle hileler genelde[188] meşru değildir. Kitap ve sünnette bunu ortaya koyacak deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bunlar özel hallerle ilgilidir. Bununla birlikte bu delillerin tümü birden değerlendirildiği zaman hilenin seran menedildiği ve dinde yasak olduğu kesin olarak ortaya çıkar: Bunlardan bir kısmını burada arzedeceğiz:
Kitaptan deliller: Münafıkların özellikleriyle ilgili bulunan âyetler; "İnsanlardan inanmadıkları halde ´Allah´a ve âhiretgününe inandık´ diyenler vardır. Banlar Allah´ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir,[189]Bu ve devam eden âyetlerde Yüce Allah onları yermiş, şiddetli azapla tehdit etmiş, onları rezil rüsvay eylemiştir. Onların yaptıkları aslında şundan ibaretti: Kanlarını ve mallarını korumak için dilleriyle müslüman olduklarını söylüyorlar; şehadet kelimesiyle bizzat Sâri´ tarafından gözetilen gönüllü ve kalbî tasdikle onun gereği altına girme kasdını asla bulundurmuyorlardı.[190]Bu yüzden de onlar cehennemin en alt tabakasında bulunacaklardı. Onların Allah´ı ve inananları aldatmaya çalıştıkları belirtilmiştir. Onlar bu yaptıkları ile, kendilerinin sadece bir istihzada bulunduklarını[191] söylemekte idiler. Onlar Kur´ân´da şiddetle korkutulmuşiardır; çünkü bu halleriyle onlar Allah´ın dinini kendi hasis arzularına alet ediyorlardı.
Yüce Allah amellerini gösteriş için işleyenler hakkında şöyle buyurur: "Ey inananlar! Allah´a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle.boşa çıkarmayın, Onundurumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu, gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez[192] "Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah´a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez" [193]"Doğrusu münafıklar Allah´ı aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah´ı pek az anarlar. Allah´ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın."[194]Yüce Allah onların bu tavırlarını yermiş ve onları azapla korkutmuştur. Çünkü bunlar dünyevî amaçlardan dolayı tâat izharında bulunmuşlardır.Yüce Allah bahçe sahipleri hakkında da şöyle buyurur: "Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan bahçeyi devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti.[195]Bunlar yoksulların haklarını vermemek için bahçeyi normal vaktinden önce onların gelmeyeceği bir saatte[196] devşirmeyi kararlaştırınca, Yüce Allah da onların bahçelerini helak etmek suretiyle kendilerine azap etmişti.
Bir başka âyette de: "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz...."[197] buyrulmaktadır. Çünkü bunlar (İsrailoğul-ları) avlanmak yasak olan cumartesi gününde bolca gelen balıklan özel havuzlara alıyorlar ve sadece havuzun ağzını kapatıyorlar, ertesi gün de yakalıyorlardı.
xxx Bir başka âyette: "Kadınları boşadığınızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın. Böyle yapan şüphesiz kendisine yazık etmiş olur. Allah´ın âyetlerini de alaya almayın" [198] buyrulur. Bu âyet şöyle tefsir edilmiştir: Koca karısına zarar vermek amacıyla onu boşar. Kadın iddetini beklemeye başlar, sonuna doğru koca müracaat eder ve ikinci kez tekrar boşar, kadın yemden id-det beklemeye başlar ve sonuna doğru yaklaştığında koca tekrar müracaatta bulunur ve tekrar boşar. Onun bu müracaatlarında kadına zarar vermekten başka bir amacı bulunmaz. İşte böyle bir davranışı Yüce Allah haram kılmış ve bu davranışı Allah´ın ây etleriyle alay etme olarak nitelemiştir.
´´Boşanan kadınlar kendi kendilerine Üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah´a ve âhiret gününe inanmışlarsa rahimlerinde Allah´ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal değildir. Kocaları bu arada barışmak isterlerse karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler.... Boşanma iki defadır...."[199] Boşama İslâmın ilk yıllarında belli bir sayı ile sınırlanmış değildi. Koca boşadığı karısını iddeti bitmeden Önce tekrar dönmek suretiyle nikahı altına geri alıyor, sonra yine boşuyor-du, sonra tekrar müracaat ediyor ve yine boşuyor; böylece karısına zarar vermeyi amaçlıyordu. Bunun üzerine "Boşanma iki defadır" âyeti gelmiştir. Onunla birlikte "Kadınlara verdiklerinizden birşey almanız size helal değildir" âyeti de inmiştir. Bu da karıya işkence edip böylece onu fidye karşılığında kendi nefsini kurtarması gibi bir yola mecbur etme niyetinde bulunan kimselere karşı bir uyarı olarak inmiştir.
Bütün bu yasak davranışlar, hükmün kendi amacı doğrultusunda kullanılmadığı ve başka amaçlara ulaştırması için kullanıldığa hilelerdir. Yüce Allah şöyle buyurur: "(Mirasta) edilen vasiyetten veya borçtan arta kalan, zarara uğratılmaksızın (hak sahipleri arasında paylaştırılır).[200] Yani meselâ üçte birden fazla vasiyette bulunmak veya bazı mirasçıları mahrum bırakmak için diğer bazılarına vasiyette bulunmak suretiyle vârisler zarara uğratılmaksızm demektir. Bir başka âyette de: ´yetimleri evlenme çağı gelinceye kadar deneyin. Onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin[201] buyrulur. Yine bir başka âyette: "Onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın"[202]buyrulmaktadır. Bu anlamda daha başka âyetler de bulunmaktadır.
Hadislerden deliller: "Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat malı bir araya toplanmaz; toplu olanların arası da ayrılmaz.[203] Bu hadis, zekat yükümlülüğünü düşürmek ya da azaltmak için başvurulan hileleri yasaklamaktadır. "Yahudi ve hıristiyanların irtikap ettikleri şeyleri işlemeyin: Onlar Allah´ın haram kıldığı şeyleri en âdi hilelerle helal kılmaya çalışmışlardır[204]"Kim iki at arasına geçeceğinden emin olduğu bir atı katar (ve yarıştırırsa), o kumardır[205] "Allah yahudîleri kahretsin! Onlara içyağlan haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (tevil ettiler) ve onu sattılar ve parasını yediler"[206] "Muhakkak ki ümmetimden bir kısım insanlar başka adlar koyarak şarabı içeceklerdir.[207] Onların başlarında çalgılar çalınacak ve şarkıcılar şarkı söyleceklerdir. Allah onları yerin dibine batıracak; onlardan bir kısmını maymunlara ve hınzırlara çevirecektir.[208] Bu söz İbn Abbas üzerine mevkuf olarak rivayet edildiği gibi merfû olarak da rivayet edilmiştir. "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki o zamanda beş şey ile beş şey helal kılınmak istenir: Verdikleri çeşitli isimlerle içkiyi; hediye adı altında haramı (rüşvet gibi); korku (meşru müdafaa) adı altında öldürmeyi; nikah adı altında zinayı, bey (alışveriş) adı altında ribayı helal kılmak isterler"[209] ´İnsanlar dinar ve dirhemlerle cimrilik yapmaya başlayıp Örtülü riba muamelelerinde (îyne satışları, buyûu´l-âcâl) bulunduklarında; öküzün kuyruğuna yapışıp Allah yolunda cihadı bıraktıklarında Allah onların başına öyle bir bela indû´ir ki, dinlerine tekrar dönmedikçe o bela kaldırılmaz"[210] "Allah hülle yapana da yaptırana da lanet etsin[211] "Allah rüşvet alana da rüşvet verene de lanet etsin.[212]Hz. Peygamber [ aki«îdsm" 1 borçlunun hediye vermesini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz ödünç para verdiğinde, borçlu kendisine bir kediye verir yahut biniti üzerine bindirmek isterse ona binmesin ve o hediyeyi kabul etmesin, Ancak borç ilişkisinden önce aralarında bu tür muameleler normal olarak oluyor idiyse o bundan müstesnadır[213] "Katil vâris olamaz" [214] buyurmuş ve devlet yöneticilerine, tahsildarlara verilen hediyeleri zimmete geçirilen haksız kazanç fgulûl) kabul etmiştir.[215] Borç ya da ek bir menfaat (selef) karşılığında yapılan satış akdini yasaklamıştır.[216]Hz. Âişe: "Git, Zeyd b. Erkam´a söyle: Şüphesiz kio,eğertevbeetmezseRasûlullah ile yapmış olduğu cihadını iptal etmiştir"[217]demiş, riba anlamına gelen satış muamelesine tepkisini göstermiştir. Bu anlamda pek çok hadis bulunmaktadır ve bunların hepsi de açıkça hükmü tersyüz etme amacı taşıyan hilelerin caiz olmadığını göstermektedir.""
Sahabe ve tabiîn dönemlerinde ümmetin tamamı da bu doğrultuda düşünmekte idiler. [218]
On İkinci Mesele:
Hükümlerin maslahatlar için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi maslahat prensibi ile yapılacaktır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi Şâri´in amellerde gözetmiş olduğu şey, maslahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl meşruiyet üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacak-
tır, Eğer dış görünüş itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmazsa, o takdirde fiil sahih ve meşru değildir. Çünkü şer´î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaçlanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin meşruiyet sebebi olan maslahatlardır. Bu gibi fiillerin aslî meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz edilemeyecektir.
Meselâ, biz biliyoruz ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve diğer ibadetleri yerine getirmek sadece Allah´a yaklaşmak, O´na dönmek, O´nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İmana girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için kelime-i şehâdet getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde, meşruiyet amacı olan maslahat meydana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre meselâ zekat hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene içerisinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulunan cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir davranış olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri´ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bulunulmasını, zengin olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun daha da rahatlatılması anlamı taşır ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o zaman yardım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]
Dikkat edecek olursak, fiilde gözetilen meşru kasıt, şer´î olan başka bir kasdi ortadan kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer´î kasdı ortadan kaldırmaktadır.
Bir Örnek verelim: Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kılınması, hanımlık görevininin yerine getirilmesi konusundaki Allah´ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmıştır. Böyle bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltilmesi için fîdye vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıvermesi ile olacaktır. Bu şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220] sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı varsa, elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bulunmaktadır. Bu durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe korkusundan da olmayacaktır. Çünkü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Aynı şekilde diyoruz ki: Şüphesiz şer´î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da her bir meselede cüz´î bir maslahat içerirler. Cüz´î olan maslahat, ilgili delillerin özel olarak o meselede gözetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mezheplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun düşen görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıkarıp atmış olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri´in tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.
Fasıl:
Durum böyle olunca, şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer´î bir esası ortadan kaldıran ve şer´î bir masla-~ hatla ters düşen hileler olmaktadır. Eğer, şer°î bii´ esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa, o şer´î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası hileler´ üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:
(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler: Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,
(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat etmeksizin aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını korumak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şekilde aslî kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuması arasında fark yoktur.[221] Ancak bunun[222] hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer´an izin verilmiş bir davranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet olmaktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli olarak dikkate alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate alınması sahih değildir. Bilindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden birşey, Şâri´in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve münafıkların yerilmesi hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224] ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şâri´ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer´î bir amacın bulunup bulunmadığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kısım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer´î maslahata muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bunun aksini yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri´in kasdına muhalefet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri´in kasdımn araştırılması ve o meselenin Şâri´in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim hilelerden sayıldığı düşüncesi üzerine kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah´a karşı tavır almak, değil hidayet Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı görüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şâri´in kasdına muhalif olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden olan hilelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Allah´tandır:
(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile ol- . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah´ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış; dolayısıyla ikincinin boşamasından sonra birinci kocasına dönmesi şeriata uygun hal almıştır. Şâri´in nassları, şer´î maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygamberin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tat-madıkça hayır![226] buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Aranan bu şart da hülle nikahında gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle niyeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber´in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile (çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl olması gibi bir netice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi caiz olduğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması gibi bir netice lazım gelirdi.
Aynı şekilde işin maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı kalmayan iki eşin arasını bulma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde aralarının bulunması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza kadar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır Sonsuza dek beraberlik şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler, nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmaksızın sadece yemini yerine getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir yolcunun, orada bulunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten başka amacı bulunmasa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer örnekler de vardır.
Sonra, külîî bir kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması durumunda, bundan teker teker her bir cüz´îde o maslahatın aynen bulunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim bu konu daha önce geçmişti. Meselâ, İmam Mâlik´in görüşüne göre yemini çözmüş olmak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş olsun!" diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.
Burada, hileye başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimselerin delil olarak kullandıkları şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına gelince, onlar daha da açık bulunmaktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb´ın Risale şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.
(b) Büyûu´l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu tür
muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Sari´, belli şekiller üzere maslahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer´î yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler mesabesine düşecektir. Vesileler de vesile olmaları açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile olmaları açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konumuzda da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacaktır. Ancak onlar bir delil olmadıkça mutlak surette men edilmiş değillerdir. O zaman burada da delil olmaksızın yasaklama.yönüne gidilmeyecektir.
Dahası konumuzla ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri´in kasdımn bulunduğunu gösteren deliller vardır: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228] Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira Hz, Peygamber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.
Caiz olmadığı görüşü taraftarların ´Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur´ sözü, burada bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi´ (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki olarak Allah´a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başkasının ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat kendi ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela
İnsan kendi yiyeceği karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı derecede olanını almak ister. Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak için parasını mala yatırmak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka bir şey değildir.
(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar): Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer tarafın delilleri ise gayet açık ve yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma imkanının azlığıdır. Zira Hanefî kitapları bizim Mağrip[230] ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir mezhep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf olmadan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğuna, Şâri´in maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sahibi olduklarına dair görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü düşüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim Bunlar hiyel konusunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.
Fasıl:
Bu kısım gerçekten pek çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içerisinde açıklanan meseleler üzerine tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu kısımdan tefrî yoluyla ortaya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak burada, Makâsıd bölümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın tamamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerekmektedir.
Çünkü şöyle bir soru yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde verilen hususlar, hep Şâri´in maksadını bilme esası üzerine oturtulmaktadır. Peki, Şâri´in maksadı olan birşey, O´nun maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir
Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapılacak değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:
(a)
Birinci görüş olarak şöyle denilecektir: ´Şâri´in maksadı, onu bildiren bir delil gelinceye kadar bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî konuluşları (vaz´} İtibarıyla lafızların gerektirmediği mânâların (illetler) araştırılmasından ârî[231]bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yükümlülükler konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınmamıştır, görüşünün ya da maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır. Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin ve kıyasın yerilmesi doğrultusunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri´in maksatları konusunda elde edilebilecek bilgiyi, sadece şer´î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılarlar. İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmaktadır ve şeriat, mutlak surette durumun onların görüşü doğrultusunda olmadığına tanıklık etmektedir.
(b)
îkinci görüş de karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma ayrılmaktadır:
(1) Şâri´in m aks adının ne nassların zahirinde nede onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bulunanlar. Bunlara göre bu şerîatm tümü için geçerlidir ve bunun neticesinde zahirde, Şâri´in maksadını öğrenebileceğimiz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şerîatm dış görüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta´n etme yollunu tutmuşlardır. Bu görüşün varacağı yer, —Allah korusun!— küfürdür. Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate almamaktır.
(2) Şöyle diyen grup: Şâri´in amacı, lafızların mânâlarının dikkate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o zaman nass atılır ve nazari olan mânâ öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın vacipliği düşüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edilmesi dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait olmaktadır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmaktadırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstasların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu girişten sonra —Allah´ın inayetine sığınarak— diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:
Birincisi: Temelden açık olarak gelen soyut emir ve yasak kipleri. Emrin, fiilin işlenmesini gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin yapılmış olması Şâri´in maksadı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak olan şeyin vuku bulması da Şâri´in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapılması da onun emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate alan kimseler için, hem de illet ve maslahatları dikkate alan kimseler için açık ve genel bir yöndür, Konu iîe ilgili şer´i-esas da bu olmaktadır.
Temelden5 kaydını getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici durumlarla ilgili emir ve yasak kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Mesela, ´"Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah´ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233] âyetinde bulunan yasak temelden alışverişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir; aksine o Allah´ı anmaya koşma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş —riba ve zina yasağında olduğu gibi— birinci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul olma sebebiyle Allah´ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da geciktirmesi sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri´in maksadım kavramak ve tesbit etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesidir. Aslında alış-veriş mubahtır. Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik alış-veriş akdinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek f394] mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
´Açık olarak´ kaydını getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi yasaklamanın tazammun ettiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere göre sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum aynıdır. Bu konuda emir yada yasağın Şâri´in maksadına delaletetmesi tartışma konusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.
İkincisi: Emir ve yasakların illetlerine bakmak ve ´Bu fiil niçin emredildi ´ *Şu diğeri niçin yasaklandı ´ sorularının cevaplarını aramak yoluyla bilinir. İllet ya belli olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz. Üreme maslahatı için yapılan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için yapılan alışveriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve cezalar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti belirleme yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri´in maksadının o illetin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli değil ise o zaman mutlaka Şâri´in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da düşünce açısından iki yönü olmaktadır,
(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca nassla belirlenmiş olan sınırdan öte geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri´in bu doğrultuda bir kaselinin olduğunu bilmiyorsak B için de koymamız doğru değildir. Bizim Şâri´in kasdını bilmediğimize göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bulunmamasından kaynaklanmaktadır,
(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi bulundukları mahalde kalıp Şâri´in varlığına dair kasdı bilinmedikçe bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulunmadığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri´ katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti belirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli denenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri´în maksadı olmadığı ortaya çıkar.
Bunlar ayn iki yoldur ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol, sözkonusu sirayet işinin murad olmadığına dair kesin bir kanaat olmaksızın duraksamayı (tevakkuf) ve neticede onun murad olunabileceği imkanının bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri´in maksadı olması mümkün olduğu gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri´in muradı olmadığına kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün başka yere sirayet etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile onun Şâri´in maksadı olmadığına hükmetmek uygun olacaktır. Zira, Şâri´in maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle bir delil bulamadığımıza göre, bu onun şer´an amaçlanmış olmadığını gösterir. Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (tevakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de düşünce açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hükümleri birbiri ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de yöneli-nebilir
Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebilirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o takdirde birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mutlak bir tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz ki, Şâri´in gözettiği maksatlardan biri de ibadetler ile âdetler arasını ayırt etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta; âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere) iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin meydana gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bile maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz vermemiştir. Zekatta mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etmemiştir. Keffâretler konusunda hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep bu kabilden görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet) tarafını ağır bastırmış ve ´mesâlih-i mürsele´ ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği ´istihsan´ prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde yeterince duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında; duraksama (tevakkuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.
İbâdetlerle ilgili alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili konular taabbudî gibi ele alınır. Bu özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul edilir. Bu da Zahirîlerin yolu olmaktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip (umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238] prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.
Üçüncü Yön: Sâri´ Teâlâ´mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadetlerle ilgili hükümleri koyarken gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet, beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah´ın yaratmış olduğu kadında bulunan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisine, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kardeşlerine bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah´ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı daha fazla şükretme gibi dünyevî ve uhrevî maslahatları gerçekleştirebilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması sırasında Şâri´ce gözetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi hakkında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar, aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendiren, onu istenmesini ve sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yardımlaşma, şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri´in üreme şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de Şâri´in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ, Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib´in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilikle de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile akrabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket olacaktır.
Şimdi bu durumları ortadan kaldıran şeyler Şâri´in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü sayılan şeylerin zıddı davranışlar, sonuç olarak birlik ve beraberlik, birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla boşanmış bir kadını ilk kocasına helal kılmak için yapılan nikah akdinde (huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde olanlara göre. Sâri´ Teâlâ´nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikahtan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da durum aynıdır. Bu gibi nikahlar, Şâri´in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398] jin^eki kasdına daha da şiddetli bir şekilde[240] ters düşmektedir.
İbâdetlerde de durum aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî maksat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve her halükârda O´na yönelmek suretiyle O´nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu aslî maksadın arkasından âhirette dereceler kazanmak için, Allah´ın velî kullarından olmak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştirilmesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürülmesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değildir. Mesela kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların saygısını kazanabilmek gayesiyle kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve mürâilerin kulluk gösterisinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlarda, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekleyen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunmamaktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembelleştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak amacına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde Allah´a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara hir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler..."[241]buyurmaktadır.
Her ne kadar fiilin gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çıkıyorsa da fiilin gerçekleşme amacı olan böyle bir maksat, Şâri´in kasdına tersdir. Şöyle ki: Nikahın devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242] üzere Allah´a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde devamlılık göstermeye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.
İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli midir Şöyle ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta nikahının Şâri´in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demlemeyen kadına zarar verme yahut onun malım alma veyahut da ona kötülük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumunu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şâri´in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh vardır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir veyahut kocanın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.
Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa bile şer´î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah´a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince —kadına zarar verme kasdı ile, keza caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibi—hu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu durumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu kadına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çıkar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şeyde dayanışma kabilindendir. Nikahın başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi mümkündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:12 pm GMT +0200
Fasıl:
Bu bahis, Sâri Teâlâ´mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunuyor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.
Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi ALLAH Teâlâ´mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O´nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O´nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce ALLAH bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; ALLAH´ı anmak ne büyük şeydir."[244]Hadiste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.
Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unutmaya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber´in Biîal´e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste: "Gözümün aydınlığı namazda kılındı"[247] buyrulmuştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce ALLAH: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Birazdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçların giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kılanın ALLAH´ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o ALLAH´ın himayesinde olur"[249]buyrulmuştur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce ALLAH: "Ey Peygamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]buyurur. Yüce ALLAH, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.
Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapısından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korunmak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey gençler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- ´
meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısından davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar bunlar genel olmaktadır—yanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geçtiği gibi ALLAH´a itaat ve O´na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zikre dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultusunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bulunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncüsü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta ALLAH tarafından bahşedilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yüksek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele —ki onun esasını ALLAH´a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teşkil eder— itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sahih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O´na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kulluk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi yerinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.
Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde etmek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. ALLAH için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, ALLAH´a olan ihlas kasdını güçlendirici ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendirici bir özellik arzedecektir..
Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu ALLAH´tan istemelidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar görsün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan ALLAH´a saygı ve O´nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güçlendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce ALLAH´ın: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber ehlinin ALLAH´ın lutfuna ve rızkına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara namaz kılmalarını emrederdi.[254] Bu ALLAH için kılınan bir namazdır, ancak onunla ALLAH katında bulunan nimetler istenilmektedir.
İbnu´î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o kişi şer´an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer´an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaletinin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devamlılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.
Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesine ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulunmaktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi ALLAH´a karşı gelmekten sakınanlara önder yap"[257]âyeti ve mü´minin hurmaya benzetildiği belirtilen hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye´ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.
Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisini ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, keramet sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.
Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, ALLAH´ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulunmaktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çünkü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Allah´a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel ALLAH´a ibadetten kopmaya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce ALLAH´ın: "İnsanlar- içerisinde ALLAH ´a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetlerden kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de ALLAH Teâlâ´nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin sonuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sabah ALLAH için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilinde dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılmamış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; ALLAH için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri talepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yükümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber´e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgözüküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini alıyor diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260] âyeti iner. Yüce ALLAH bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi istemekteydi.
İtiraz: ALLAH´ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bilmek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah´a dair olan bilgi derecesini yükseltir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer´an ilim, sadece amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerindedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim´in: "Rabhim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir.
(1)
Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu ALLAH´a kulluğa başlayan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan kimse hakkındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda —eğer bir masiyet içermiyorsa— şer´an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak ALLAH´a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda huşu ile durmaktır ve asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer ALLAH için ihlas ile amel etme esas maksadını teyid etmeseydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara yönelik bir amaç bulundurulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek harikuladelikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin ibadette bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir Aralarında düşünen kimseler için ne kadar fark vardır.
(2)
Şayet biz bütün bunların hepsine[263] delil olarak kullanabileceğimiz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki ! Şühûd âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında bir kimse en basit bir âyete, en hor görülen bir yaratığa[264] bakacak olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleştirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu itiraf eder. Yüce ALLAH da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, ALLAH´ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mî [265]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı .[266] "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mı Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267] Malumdur ki, Yüce ALLAH, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmelerini emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yoluyla vakıf olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Meleklerin ve gayb âlemlerinin zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu zaman, onların, üzerinde düşünülmesi istenilen şeylerden olmadığı, onlara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf olunmasının istenmediği görülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer´an düşünme talebinin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer´an talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır.
(3)
Bu Özel isteğin arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar (mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiştir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle beslenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel riyazet şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan soyutlanma ve manevî alemlere dalma ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir.-Dolayısıyla bu durum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya ALLAH´ın izniyle ileride de temas edilecektir.
(4)
Gayb âlemi ile ilgili manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, ALLAH´ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma kasdıyla ALLAH´a kulluk icrasında bulunması caizdir demlemezse, duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır.
(5)
Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış olacak ve bunlar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak birer denemedir ve Yüce ALLAH nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için onlarla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması tarafı hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik erbabı olan kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta bazıları bu konuda aşırı gitmiş ve sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin en güçlüsü de, konum itibarıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb. gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler karşılığında haz talebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili bilgi talebinde bulunan kimse ya bunu ALLAH ve Rasûlünün emri olduğu için yapmaktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutkusundan dolayı yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler görmek ve yeryüzünün acaibliklerini müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet anlamı taşımaz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan katkısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.
İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o günahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki, tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir.[268]Aynı şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır yapamaz mı Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş olursun.
Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır işine ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce ALLAH bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz[269] "İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270] Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabildendir. Üzerinde durulan konu ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.
Buraya kadar arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksadı güçlendirmekte ve ona yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de değildir. İşte bunlar caiz ve makbul olan tâbi (talî) maksatlar olmaktadır. Böyle olmayanlar ise eaîz olmayacaklardır.
Aslî maksatlara tâbi olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml aştırılma sı m gerektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri´in kasdina uygundur ve dolayısıyla sahihtir.
(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi maksatlar.[271]Bunlara yönelik kasıt bulundurmanın aynen Şâri´in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir problem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmayacaktır.
(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak aslî maksatları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksatların bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat ibadetler konusunda sahih değildir.[272] İbadetlerde sahih olmadığı açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri´in kasdı tekit olmaktadır bu sebebiyet verme Şâri´in maksadına uygun olmaz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri´in kasdina uygun olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şâri´in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kastetmemi ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri´in maksadının da husule gelebileceği bir durumu kastetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şâri´in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikâle konulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri´in maksadına aynî olarak muhalif değillerdir. Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri´in nikahtan gözettiği aslî üreme maksadını gözetmemesi de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu daha Önce de geçtiği si-bi Şâri´in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen diğe"r örneklerde de durum aynı olacaktır.
Şâri´inkasdmamutlak surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir. Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvurmak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer´an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve asıl maksat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer´an sakat olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bozuk olmaması mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer´î maksada muhalif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye yasağın eşlik etmesi durumu[278] da ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti. ALLAH´u a´lem!
Dördüncü Yön: Şâri´in maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı mucibe) bulunnıasmarağmen sebebiyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya da amellerin şenliğinin[280]belirtilmesi konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri´in hükmü belirlemeden sükût geçmesi iki şekilde olur;
Esbâb-ı mûcibesi bulunmadığı için sükût geçmiş olabilir. ´Nevazil* denilen Hz. Peygamber devrinde bulunmadığı halde daha sonra ortaya çıkan olaylarla ilgili hükümler hakkındaki sükût gibi. Bu olaylar o zaman yoktu ve dolayısıyla var olduğu halde haklarında Şâri´ce sükût geçilmiş değildi. Daha sonra ortaya çıktı ve bunlar karşısında bulunan şeriat âlimleri bunlar üzerinde düşünmej´e ve külli kaide ve genel esaslar doğrultusunda onlara hukukî yapılar kazandırmaya ihtiyaç gösterdiler. Selef-i sâlihînin ortaya koj´muş oldukları şeyler işte bu kabilden olmaktadır. Meselâ Kur´ân´m mushaf haline getirilmesi, ilimlerin tedvin edilmesi, zenâatkârlara tazmin sorumluluğu getirilmesi[281] vb. gibi Hz. Peygamber zamanında ismi geçmeyen, onun zamanının olaylarından olmayan, onlarla amel için esbab-ı mûcibesi henüz bulunmayan olaylarda olduğu gibi. Bu gibi meselelerin şer´an konulmuş olan esaslar doğrultusunda yerlerini alacağı ve hukukî yapı kazanacakları konusunda bir problem yoktur. Bunlarda gözetilen şer´î kaaıd daha önce belirtilen yollardan anlaşılmış olacaktır.[282]
(b)
Esbâb-ı mûcibesi varken sükût geçme: Hükmü gerektirici sebeb bulunmakta, buna rağmen olayın meydana gelmesi sırasında daha Önce bulunan hükme ilave olarak yeni bir hüküm belirtilmemektedir. Bu kısımdan olan sükût, o konudaki hükmün artırılmam ası ya da ek-siltilmemesi hususunda nass gibi kabul edilmektedir. Çünkü amelî hükmün konulması için esbâb-ı mucibe varken konulmaması, o anda bulunan kısım üzerine ilavede bulunmanın bir fazlalık ve bidat olduğu ve Şâri´in kasdma muhalif bulunduğu konusunda sarih olacaktır.
Zira onun kasdmdan, ilgili konuda belirlenen sınırda durulmasının istendiği, ne ziyade ne de noksanlığa gidilmemesinin istenmediği anlaşılacaktır.
Buna örnek olarak Mâliki mezhebinde şükür secdesinin hükmünü verebiliriz. Utbiyye´de Eşheb ve İbn Nâfi´den nakille yer alan mesele şöyle: İmam Mâlik´e şöyle bir soru soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden ALLAH´a şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir " O şöyle cevap verir: "Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle birşey yoktur." Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebu Bekir, Yemâme gününde ALLAH´a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi " dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebu Bekir´e isnad edilen bir yalan olduğu kanaatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra´Bu aksini işitmediğim bir-şeydir´ demesi bir tür sapıklıktır" der Onlar: "Biz bunu sadece senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için soruyoruz" dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden İşitmediğin bir başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber´e ve ondan sonra da diğer müslümanla-ra ALLAH fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey [4ii] yaptığını işittin mi İnsanlar arasında ve onîar üzerinde cereyan eden olaylar hakkında bir mesele ile karşılaşmış ve o konuda onlardan hiçbir şey işitmemişsen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onların konuyla ilgili bir hükümleri olsaydı mutlaka zîkredilirdi. Zira daha önce geçen insanların durumlarını ilgilendiren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen onlardan hiçbirisinin secde yaptığını işittin mi Bu bir icmâdır. Sana bilmediğin bir durum gelirse onu bırak." Rivayetin tamamı böyle. Rivayet onun hem soru hem de cevap takdirinde bulunduğunu gösteriyor.
Problemin izahı şöyle: Meselâ bid´atler konusunda şöyle denilecektir:´Onlar, Şâri´in yapılması hakkında sükût ettiği şeyin işlenmesidir veya işlenmesine izin verdiği şeyin terkedilmesidir ya da bunun dışında başka bir durumdur.´ Birincisine örnekler: Yapılmasına dair bir delil olmaması sebebiyle İmam Malik´e göre şükür secdesi, namazların arkasında toplu olarak dua etme, Arafat dışında diğer yerlerde ara-fe gününde ikindiden sonra dua için bir araya toplanma. İkincisine Örnek: Konuşmamak suretiyle oruç tutma, belirli şeyleri yememe suretiyle riyazette bulunma. Üçüncüsüne Örnek: Zıhar keffâretinde köle azad etme imkanı bulunan kimsenin peşi peşine iki ay oruç tutmayı üstlenmesi.
Bu üçüncüsü şer´î nassa muhalif olmaktadır; dolayısıyla asla sahih olamaz. Onun çirkin bir bidat olduğu açıktır.
İlk iki kısma gelince, ki bunlar aslında Sâri´ Teâlâ´nın yapılması ya da terkedilmesi hakkında sükût geçtiği şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi olmaktadır— bunların Şâri´in kasdma muhalefetleri ya da onların meşru-olan şeylere muhalif olduğu nereden bilinmektedir Onlar meşru ile birlikte aynı mahalde varid olmuş değillerdir. Bilakis onlar mahiyet bakımından mesâlih-i mürsele[283] gibidirler. Bidatler, ehlinin iddiada bulunduğu maslahatlardan dolayı ihdas edilmişlerdir ve onlar bidatlerin ne Şâri´in kasdına ne de amellerin konuluş şekline muhalif olmadığını iddia etmektedirler. Kasda muhalif olmadığı bilfarz[284] kabul edilmekte; fiile gelince, Sâri Teâlâ, bu ihdas edilen amelle çelişme durumunda olan ne bir fiil emretmiş, ne de bidatçinin işlemiş olduğu şeyle çelişen bir terk talebinde bulunmuştur. Namazın terki ve içki içilmesi gibi. Aksine işin hakikati şudur: İhdas edilen şey, Sâri* katında-sükût geçilmiş birşeydir. Hakkında Şâri´ce sükûtgeçilen şeyin yapılması ya da terkedilmesi durumunda muhalefet gerekmez. Onun zıddına Şâri´e aitbirkasdm bulunduğunu da ifade etmez.[285]´ Durum böyle olunca biz o şeyin içerdiği maslahat üzerinde dururuz: Onlar içerisinde maslahat bulduklarımızı ´mesâlih-i mürsele´ prensibini harekete geçirerek kabul; nıefsedet bulduklarımızı da yine aynı prensipten hareketle terkederiz. Kısaca: Mânâ bakımından[286]kötülenmesi gerektiği farzedilen ihdas edilmiş şeylerle, övgü ile karşılanan ihdas edilmiş şeyler eşittir. Bu durumda övgü ya da yergiye Özel olarak delalet eden bir nass yok iken şunun övgüye, ötekinin de yergiye maruz kalması nasıl izah edilecektir
Cevap, İmam Mâlik´in zikrettiğidir. Burada esbâb-ı mucibe varken fiilden ya da terkten söz edilmemesi, sükût geçenin o konuda bir ziyadeye gidilmemesine dair azminin olduğunu gösterir. Sükûttan amaç budur. İbn Rüşd şöyle der: Bu konunun izahı şöyle olmalı: O (Mâlik) onu (yani şükür secdesini) ne farz ne de nafile olarak dinde meşru kılınmış şeylerden görmedi. Çünkü Hz. Peygamber onu ne emretmiş ne de uygulamıştır. Onun iyi birşey olduğuna dair müslü-manlar icnıa da etmemişlerdir. Serî hükümler, ancak bu yollardan biri
ile sabitolur. O devamla şöyle der:´Onu ne Rasûlullah,nede ondan sonra geîen müslümanlar yapmamışlardır; eğer yapsalardı mutlaka nakledilirdi´ şeklindeki delil getirme şekli yerindedir. Çünkü müslümanlarm tebliğ ile memur iken, şer´î konulardan birinin naklinin terkini doğuracak bir durum içerisine girmeleri mümkün değildir. Bu temel esaslardan biridir. Sebze ve baklagillerden zekatın düşürülmesi bu esasa dayanır. Halbuki Hz. Peygamber´in "Göğün ve pınarların suladığında; su istemeden yetişen ürünlerde onda bir vardır. Masraflı yapılan sulamalarda yirmide bir vardır"[287] hadisinin genel kapsamı içerisine onlar da girmektedir. Ancak bu konuda Hz. Peygamber´den bu ürünlerden zekat aldığına dair bir naklin bulunmaması, onlara zekatın gerekmeyeceğini ifade eden bir sünnet (nass) gibi kabul edilmektedir. Aynı şekilde şükür secdesi konusunda Hz. Peygamber´den [birşeyin nakledilmemiş olması (naklin terki) da, şükür secdesi bulunmadığına dair bir sünnet gibi kabul edilir. İbn Rüşd, sonra İmanı Şafiî´nin muhalefetini ve görüşlerini nakleder.
İmam Mâlik´le naklettiğimiz meseleden maksadımız, onun yolunu, meseleye yaklaşımını ve onun bidat oluşunun anlamını açıklamasını ortaya koymaktır. Yoksa onun mutlak surette bidat olduğunu söylemek değildir.[288]
Hülle nikahının haramlığı ve onun kötü bir bidat olduğu konusunda da bazıları aynı yolu izlemişlerdir. Şöyle ki: Hz. Peygamber zamanında eşlerin birbirlerine tekrar dönmelerini sağlamak için hülle nikahına cevaz vermek suretiyle hafifletme ve ruhsat tanımayı gerektiren gerekçe mevcuttu. Rifâa´nın karısının kocasına tekrar dönme konusundaki ısrarlı talebine rağmen böyle birşey meşru kı-lmmadığma göre, bu hülle nikahının ne onun için ne de başkaları için meşru olmadığını gösterir. Bu yerinde bir esastır ve dikkate alınması durumunda bidatlerle bidat olmayanlar arasındaki fark ortaya çıkacaktır ve esbab-ı mucibe varken teşrîe gidilmemesi, Sâri´ Teâlâ´nın maksadının o konuda mevcut üzerine bir ziyadeye gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Zâid bir fazlalık olduğuna göre, onun Şâri´in kasdına muhalif olduğu ortaya çıkacak ve dolay ısıyla o şey bâtıl
olacaktır. [289]
[1] Kul hakkı ağır basan âdetler bahsinde de geçtiği gibi bunlar niyetle ibâdet haline dönüşmektedir. Niyet unsuru bulunmadığı zaman ise ibadet olmaktan çıkmaktadır. Meselâ mubah olan fiillerin işlenmesi gibi. Bunlar sırf verilen izin ya da nefsin hazzı açısından işlendikleri zaman sıradan âdet olma özelliğini öte aşamazlar. Aynı şekilde namaz ve diğer ibadetler eğer ALLAH´ın emrine uyma amacıyla işlenirse ibâdet olurlar; ama riya ya da makam ve mevki elde etme niyetiyle yapılırsa o zaman da masiyet halini alırlar.
[2] Beyyine 98/5.
[3] Zümer39/2.
[4] Nahl 16/106.
[5] Tevbe9/54.
[6] Bakara 2/231.
[7] Nisa 4/12.
[8] Âl-imrân3/28.
[9] Daha önce geçti. bkz. [1/298],
[10] Hz.Peygamber´e (as) sorarlar: "Ya Rasûlallah! Bir adam vardır kahramanlık için savaşır, bir diğeri soy-sop için savaşır. Bir üçüncüsü de gösteriş İçin savaşır. Bunların hangisi ALLAH yolundadır " Karşılık olarak Hz. Peygamber yukarıdaki cevabını verir. bkz. Buhari, Tevhîd, 28; Müslim, İmâre, 150; İbn Mâce, Cihâd, 13; Tirmizî, Fedâiîu´l-cihâd, 16; Ahmed, 4/297.
[11] Müslim, Zühd, 46.
[12] Kehf l8/110.
[13] Yani niyetin helal ve haram konusunda da etkisi bulunmaktadır.
[14] Yani ya zorlamada teselsül lazım gelecek ya da zorlama helli bir yerde duracaktır ve buna rağmen Şâri´in fiilden beklediği imtisal (emre uyma) amacı gerçekleşmemiş olacaktır. Bu durumda meydana gelen zorlama Şâri´in amacını gerçekleşti rmeyen bir abes (beyhude şey) olacaktır. Şâri´i n beyhude şeylerle uğraşması muhaldir. Nitekim teselsül de haddizatında muhal olmaktadır. Şu halde geriye zor altında işlenilen bu amelin niyet olmaksızın sahih ve Şâri´in amacı m gerçekleştirmiş olması şıkkı kaim akladır vı; dolayısıyla iddia edilen tez doğruluğunu yitirmektedir.
[15] Ebu Davud, Talâk, 9. Eleşliriye konu olan hadis, Hafız tarafından hasen olarak nitelenmiştir.
İfi. Şevkânî hu anlamda bazı rivayetlere yer verm İştir. Abdurrezzak hu sözü.Hz. Âli´den, Hz. Ömer´den ve Hz. ebu Zer´den mevkuf olarak rivayet etmiştir. îs-nadmda inkıta (kopukluk) vardır.
[16] Bu görüş zayıf da olsa, meselenin desteklenmesi için yeterlidir.
[17] Niyetin atıldığı (rafd) zamana isabet eden kısım ibadet niyetinden hali olmaktadır. Aynı şekilde kıldığı iki rekatta da farziyete niyet etmemiştir. Nafile niyeti ise ona göre farz niyeti yerine geçmemektedir.
[18] ALLAH´a ulaşmak için yapılan tefekkür olmaktadır. Bu ilâhî marifete ulaştıran bir ameldir. Bu mümkündür ve dolayısıyla kendisine teklif hükmü taalluk edecektir. Ancak bu tefekkürde, emre uymuş (imtisal) olma kasdının bulunması mümkün değildir. Çünkü emre uyma kasdının olabilmesi için önce bu tefekkürle mutlaka Ailah´m bilinmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla ilk tefekkürde kasdm bulunması mümkün değildir. Mümkün olmadığı için de hitap konusu olmayacaktır.
[19] Yani butlan bahsinde geçtiği gibi bâtıl kelimesinin ikinci mânâsı olan ´üzerine âhirette sevap terettüp etmemesi´ anlamında bâtıl olur.
[20] Oruca niyet konusunda Hanefî mezhebi şöyledir: Ramazan orucu, muayyen nezir orucu gibi vakti belirti olan oruçlar için niyetin geceden yapılması ve şu oruca diye belirlenmesi şart değildir. Dolayısıyla meselâ Ramazan´da kazaya kalan başka bir Ramazan orucunu tutmaya veya adak orıtcu tutmak için belirlediği günde Ramazan orucunun kazasına ya da nafile oruçtutmay a niyet etse, bu niyetlerine itibar edilmez ve o oruçlar Ram azan y a da muayyen nezir orucu olarak sahih olurlar. Çünkü oruç, o vakitte tutulması gereken oruca hamledilir ve sahih olur.
[21] Mehirsiz değiş tokuş suretiyle yapılan nikaha şigâr nikahı denir. îki kişinin birbirlerine mehirsiz olarak kızkardeşlerini nikah etmeleri gibi. (Ç)
[22] Metinde olumsuz olmakla birlikte, sözün akışını ve Nâşir´in de dipnotunu dikkate alarak olumlu tercüme ettik. ´Akdİn sahih olmasını gerektiren şekli kasdetnıiş olmasalar da´ şeklinde asla sadık kalarak tercüme etmek de mümkündür. (Ç)
[23] Hanefî mezhebine göre, iki velî, kızlardan her birinin milk-i müt´ası diğerinin mehri olacaktır şeklinde tasrihte bulunsalarve kızları karşılıklı olarak nikahlanna alsalar (mehirsiz değiş-tokuş), akit sahih oiur ve kızlardan her birine emsal mehir gerekir. Çünkü Hanefi´lere göre, mehir yoktur diye meh-rin tümden reddedilmesi durumunda dahi akdedilen nikah sahih olmakta ve kadına emsal mehir gerekmektedir. Dolayısıyla şigâr nikâhı Ebu Hanife´ye göre mehrin reddi anlamına gelir. Bunu şöyle izah etmek mümkün: Şigâr nikahında bulunanlar şer´î olmayan bir akdi kasdetmişîerdir; buna rağmen akit bâtıl olmamıştır. Çünkü akdi şer´î bir hakikate hamletmekte ve bunun neticesinde de akit sahih olmakta ve kadına da emsal mehir gerekmektedir. Bu durumda ileri sürülen şart bâtıl olmaktadır.
[24] Sebeb, sözü edilen tasarruflarda sadece sözü söylemekten ibarettir.
[25] Müellif bu sözü ile, o sözden doğacak müsebbebin yani talak, azad... ve benzerlerinin meydana gelmesini kastetmemiştir, demeyi kastediyorsa, az önce izah edildiği üzere bu yerinde değildir. Yok iafizla o lafzın konulduğu mânâyı kastetmemiştir, demeyi kastediyorsa bu da açık değildir. Lafızla, şakaya niyet etmesi, kendisini o lafzın mânâsını anlamış olmaktan çıkarmaz. Olsa olsa gayr-ı ciddi bir tasarrufta (hezl) bulunan kimse, müsebbebin meydan a gelmemesini kastetmiş olabilir. Bu kasdm da bir önemi yoktur.
[26] Bu gibi meseleleler nesep, hürriyet, yükümlülükler gibi çok önemli konularda büyük etkileri olan tasarruflarda. Dolayısıyla Sâri´ onların korunması noktasında titizlik göstermiş ve zahir sebeplerinin bulunması durumunda hükümlerinin üzerine terettüp edeceğini bildirmiştir. Bu gibi tasarruflarda ciddiyetsizlik, şaka gibi yorumlar dikkate alınmamıştır. Çünkü bunlar gizli işlerdir ve bilinemezler. Dolayısıyla gerçekleştirilen .sebebler ciddî olarak işlenmiş kabul edilir. Aksi takdirde geniş bir fesat kapısı açılır ve namuslar çiğnenir, hürriyetler zai! olur, adak yolu iîe üstlenilen yükümlülükler ortadan kalkar. Bu gibi tasarruflarda bulunan bir kimse pişman olur ve hemen ben şaka yapmıştım der, istikrar bozulur.
[27] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/325-332
[28] Buharı, Ahkâm, İ; Müslim, îmâre, 20.
[29] IIadîd57/7.
[30] Bakara 2/30.
[31] A´râf 7/129.
[32] En´âm 6/165.
[33] Buharı, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 20.
[34] Hadiste zikredilenler sadece birer örnektir, yoksa sorumlu olanlar sadece emir, baba ve anneden ibaret değildir. Çünkü hadiste en kapsamlı olan velayetten söz edilmemiştir. En kapsamlı velayet, kişinin kendi nefsini, belirlenen istikamette gözetme ve: kollama velayetidir. Keza, başka rivayetlerde geçip da bu rivayette zikredilmeyen kölenin malı üzerindeki sorumluluğundan da .söz edilmemiştir. Bu da hadiste zikredilenlerin sadece birer örnekleme olduğunu gösterir.
[35] . Orada altıncı meselede, beş nevi olan hükümlerin fiil ya da terklere ancak maksatlar itibarıyla bağlı oldukları geçmişti, bkz. f 1/2011
[36] Mükellefın şer*i hükümler altına girmesi adîı dördüncü nevin altıncı meselesinde, bkz. [2/186],
[37] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/332-334
[38] Bu büyük önerme, küçük önerme ve sonuçtan oluşan mantıkî bir delildir. Müellif büyük önermenin açık olduğunu söylemiş ve "Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların temini, nıcfse deÛerin de uzaklaştırılması için konulmuştur...." diyerek uyanda bulunmayı da i hm a] etmemiştir. Küçük önermeyi ise altı delille temellendirmeye çalışmıştır. Ancak iyice düşünüldüğünde son sözü hariç aslında hepsi de büyük önermenin açıklanması ve izahı şeklindedir.
[39] . Bir önceki delile yakın olmaktadır. Çünkü Şâri´in kasdetmiş olduğu birşeyi ihmal etmek; ihmal ettiği bir şeyi de. dikkate aimak, çoğukez maslahat ve güzel olanın (hayrın) kendi kastettiği şeyde olduğu yanlış düşüncesinden kaynaklanır
[40] Nisa 4/115.
[41] Meselâ nikahı ele alalım. Şâri´Teâlâ nikahı insan nesîinin devamı ve onunla ilgili bulunan diğer amaçlar için meşru kılmıştır. Şimdi nikâh ile, Şâri´in bu kasdı değil de, üç talakla hoşanmış kadının eski kocasına heia] kılınması amaçlanırsa (hülle), sözkonusu nikah tahlil (helâl ki im a) için bir vesile (araç) yapılmış olur ve o, Şâri´in nikahtan gözettiği maksatla amaçlanmış olmaz. Bu durumda Sâri´ katı ada amaç olan nikah, hu kimseler yanında araç halini alır. Bu ise şeriata ters düşer ve onunla uyuşmaz.
Burada şöyle denilebilir: Nikah da ALLAH katında bir vesiledir; çünkü o hülle için değilse de neslin devamı maksadının aracı olmaktadır. Dolayısıyla bu delil, birinci delilin ´Şâri´in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş; Şâri´in ihmal ettiği şeyi de, muteber bir maksadı kabul etmiştir´ şeklindeki kapsamından dışarı çıkmaz. Bu delili, Şâri´ce amaçolan, niyet sahibince araç haline sokulmuştur şeklinde müstakil bir delil yapma çabasına gelince, açık değildir. Çünkü nikah zaten her hal ve durumda vesiledir; Şu kadar var ki maksatlar farklıdır.
Cevabı: Bu bazı yükümlülüklerde geçerli bir durumdur. Mselâ namaz, oruç ve hac gibi sırf ibadet ol an tasarruflarla ALLAH´ın kastettiği amaç değil de meselâ riya kastedilirse, dünyada ulaşmak istediği makam elde etme ya da terkinden dolayı gerekecek cezayı —namazı terkeden kimsenin öldürülmesi gibi— düşürmek gibi bir amaca vesile ki İmiş ulur. Oysaki Sâri´, bu ibadetleri, hizzat kendilerinde bulunan Özelliklerinden dolayı birer amaç kabu! etmiştir; bununla beraber kişi, onları dünyevî amaçlarına ulaşmak için bir araç kılmıştır. Bu şekilde müellifin sözü yerini bulacak ve delilin müstakilii-ği ortaya çıkacaktır.
[42] Bakara 2/231.
[43] Tevbe 9/65.
[44] Bîr tasarrufun/akdin gerçekleşmesinden sonra, tarafların rızasıyla bozulması. (Ç)
[45] Yani Şâri´in bu akitlerdeki amacı, akdi icra eden kimsenin hür iradesüle gerçekleşmesidir. Bu tasarruflar, zor altında işlenmeleri durumunda, meşru kılmışları doğrultusunda meydana gelmemeleri ve şeriata ters olarak gerçekleşmelerine rağmen sahih olarak vuku bulmaktadırlar.
[46] Hiyel´ kelimesi, hîle kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, çare, çıkış ya\u gibi anlamlara gehr. Kanaatimizce ilk çıkışı, îslâm şeriatının hükümlerini olabil diğince yürürlülükte tutabilin t! amacının bir sonucu olmuş; ancak zamanla çığırından çıkarak Türkçe´deki "hile" kelimesinin anlamına uygun bir mahiyet almıştır. (Ç)
[47] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/334-338
[48] Yani bizzat kendi hakkı açısından. Çünkü kişi zevcesinden istifade etmek, gül suyu içmek konularında yasaklanmış değildir, eda ettiği namazı tekrar kılmakla yükümlü değildir. Ancak emir ve yasağa saygı perdesini yırtınış ve onları onemsememiştir. Böyle bir kimse için, kendisine ait bir hakkı kullanmış o İması açısından kendisine herhangi bir ceza vb. gerekmeyecektir. ALLAH hakkını korumadığı için ise günahkar olacaktır.
[49] Bu kısımdan, muhalefet kasdıyla uygun olanı yapan kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü o kimse sebebi ortaya koymamıştır. Gerçi muhalif olan sebebi işlemeyi kastetmiştir ancak, hata etmiş ve sebebi hakikaten inememiştir.
[50] Nisa 4/145.
[51] Birinci meselede.
[52] Yani fiil gerçekte Şâri´in meşru kılmış olduğu şeye muhalif olmakta; kişi onun meşru kılının adığını da bilmektedir; bununla birlikte o şeyi tâat ve ibadet kasdı ile işlemektedir. Bunu yaparken de çoğu kez bu fiilin tâat Sayılacağı gibi bir yorumda bulunmaktadır. Fiilin muhalifiliğinin yani gerçeğe ters düşmesinin, kasdında uygunluğunun anlamı işle bu olmakladır. Burada: ´Bu kısımdan olan bir fiil akıllı bir kimseden sadır olamaz; zira bir kimsenin bir fiilin muhalif olduğunu bile bile ununla Şâri´in kasdına uygunluğu kastetmesi mafcu 1 değildir´d iye bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü bu-rada fiilin Şâri´in kasdına uygunluğu, sadece kişin in kendi kuruntusu nca olmaktadır.
[53] En´âm 6/159.
[54] En´âm 6/153.
[55] Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünne, 5; ibn Mâce, Mukaddime, 7; Ahnıed, 3/310.
[56] Kural olarak mutlak kemale yorulur. (Ç)
[57] Hadis olarak da rivayet edilen bu söz, İbn Mes´ûd´a aittir f mevkuf)- bkz. Ah-med, 3/379. (Ç)
[58] Öbür taraftan Kur´ân son şeklini de almış değildi ve her an,yenibir vahiy gelebiliyordu. fÇ)
[59] Ebu Davud, Sünne, 4; Ahmed, 2/286, 300, 424; 4/170.
[60] Müellif tarafından hadis olarak rivayet edilen bu söz, aslında İbn Mes´ûd´a aittir (mevkuf), bkz. Ahmed, 1/379. (Ç)
[61] İbnMâce, Fiten, 8.
[62] Yani mesâlih-i inürsele prensibine dayanılarak uygulamaya konulan örnekler. (Ç)
[63] Yani bir açıdan bakıldığı zaman fiil sahih olacı ktır; diğer açıdan bakıldığında da fasit ve bâtıl olması gerekecektir.
[64] Yanı mükellefin itaat kasdı amele mutabık düşmemiştir. Çünkü amelde itaat bulunmamaktadır. Zira itaat ancak meşru olana uymak suretiyle gerçekleşir. Halbuki burada, işlenen fiilin gayr-ı meşru olması durumu üzerinde durulmaktadır. Bu durumda muhalefet mevcuttur ve ve mükellefin yerini bulmayan itaat kasdımn o muhalefeti muhalefetlikten çıkarabilecek bir gücü de yoktur.
[65] Yani, kasıt ve niyetin muteber olması için meşru bir fiil üzerinde vuku bulması gerekmektedir. Bu durumda meşru kılınan şey, niyet ve fi ilin bütününden oluşmaktadır.
[66] Yani o amelleri işledikleri sırada henüz o ameller meşru kılınmış değildi. Şeriatın o amelleri dikkate alıp emrettiği ya da dikkate almayarak emretmediği belli olmayan bir dönemde onlarla amel etmişlerdi.
[67] Meselâ Zeyd b. Anır b. Tufeyl, aklı ile ALLAH´ın varlığım ve birliğini bulmuştur. Müşriklere hayvan boğazlama konusuyla daha pek çok noktada muhalefet etmiştir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesine karşı çıkniiştır. Boğazlama konusunda şöyle derdi: "Koyunu ALLAH yaratmış, onun için gökten yağmur indirmiş, yeryüzünden ot bitirmiştir, lîütün bunlara rağmen siz, onları ALLAH´tan başkalarının adına boğazlıyorsunuz."
[68] Yani bu konuda nıüctehidlerin farklı yaklaşımları bulunmaktadır Bir kısmı onları sahih görürken, bir diğer kısmı sahih görmemektedir. Hu fiiller, kendisiyle taabbud (kuHuk) kastettikleri amelleri gibi şeylerdir ve bu konuda maksatları iîe amelleri arasında bir fark yoktur. Onların maksatlarını sahih görenler, aynı zamanda amellerini de sahih görmekte; aksine onların maksatlarım sahih görmeyenler amellerini de sahih görmemektedirler.
[69] Nitekim Zeyd b. Amr´dan´ALLAHım! Seni şahit tutarım ki, ben şüphesiz İbrahim´in dini üzereyim´ dediği rivayet edilir.
[70] Çünkü bu durumda mesele, konumuz haricinde kalacaktır. Zira öyle bir kişinin ameli de, niyet ve kasdı da uygun olacaktır.
[71] . Buhârî,îtisam,20;Müslim,Akdiye, 17; EbuDavud,Sünne, 5; İbnMâce,Mukaddime, 2; Ahmed, 2/146.
[72] Yani bunlar fiil, her ne zaman şeriata muhalif olarak gerçekleşirse —niyet uygun da olsa— bâtıl olur, görüşüne meyletmişlerdir
[73] Kasdın uygunluğunun gereği, dünyada had cezasının, âhirettede azabın gerekmemesidir.
[74] Muhaliflik tarafı nın gereği konusunda müellif tafsilata gitmiş ve telâfisi im -kanı bulunmayan fiillerin ihmal, telâfi imkanı bulunan fiillerin de tashih edilerek kasıt tarafının dikkate alınacağını belirtmiştir. (Ayrıca 74. dipnota bkz.).
[75] Bu ikinci nikâhın tashihi gerekecektir; çünkübirinci nikahtan haberi olmaksızın zifafı gerçekleştirmiştir ve bu haliyle kasdı uygun bulunmaktadır. Meselede işte bu kasıt tarafına meyledilmiş olmaktadır.
Buna şu şekilde itiraz edilmiştir: Gerdeğe girmeyen kimsenin, nikahı ilk defa akdeden olduğunun ortaya çıkması durumunda, ikinci kocanın kadınla gerdeğe girmesi, başka birinin zevcesiyle gerdeğe girmek anlamına gelecektir. Bu durumda onun hata etmiş olması ve başka birisinin hanımı üzerine ikinci bir nikah kıyması o nikahın devamını naşı! mubah kılabilir ve şer´an mahalline isabet etmeyen bir akdi nasıl tashih edebilir, sıhhati üzerinde görüş birliği bulunan bir nikah akdini nasıl iptal edebilir ! Kaldı ki, hata başkasının zevcesini mubah kılmayı ve onu kocasına haram kılmayı değil, sadece o fiili işleyen kimseden günah ve cezanın kaldırılmasını gerektirir.
[76] Kayıp olan ve hayatta o!up olmadığı bilinmeyen kimse. (Ç)
[77] Mefkûd meselesinde iki durum vardır: Muhalif olan fiil üzerine binada bulunma ve ikinci kocanın gerdeği sonrasında ilk kocanın gelmesi durumunda bu ikinci nikahın tashihi. Tashihin iki gerekçesi vardır: t V Kasdın sahih olması (2) İlk kocanın hayatta olduğunu bilmeksizin gerdeğin gerçekleşmiş olması. Gerdekten önce çıkıp gelmesi durumunda ise üzerine binada bulunulmaması ve ikinci nikahın ihmali durumu sözkonusudur. Yalnız burada müellifin ifadelerinde bir kapalılık vardır: ´Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse´ sözünden maksadı sadece akitten ibaretse, o zaman konuya ters düşecektir. Yok nikahtan maksat gerdekse o zam an´Akitten sonra fakat gerdekten önce gelmişse´ şeklinde ifade ettiği üçüncü ihtimalle aynı olacaktır. Ancak metinde geçen´evlenmek´ tabirinden kasıt ´hakimin hükmü ile evlenmesinin helal olması´ denilirse o zaman problem kalmaz. Nitekim müellifin yine kendisine.ait bulunan el-t´tisâm adlı eserine aldığı ifade de bu doğrultuda bulunmaktadır.
[78] Yani, meşru nikâh şekline muhalif olduğu için o nikah feshedilir ve kadın için mehir hakkı doğar, had ve ceza düşer. Mehrin isbatı gibi telafisi mümkün olan hükümler isbat edilir. Ancak bu örneğin bizim şh andaki konumuzla ilgili olabilmesi için, velînin izninin şart olduğunu bilmeyen bir kimsenin şeriata uygunluk kasdı ile evlenmiş olması gerekmektedir. Ancak velî şartının bulunduğunu bile bile böyle bir akde gir işm işse o zaman mesele, konu dahiline, girmez. Bu durumda hükmü de aynı olur mu Eğer bile bile yapmamn hükmü, bilmeden yapmanın hükmü gibi olacaksa, o zaman mesele her iki taran da etkin kılma şeklinde belirtilen konumuza açıklık getirmeyecektir. Bu durumda mesele bu kaide üzerine değil, başka bir esas üzerine, oturtulacaktır. Kitabın sonlarına doğru ihtilaflara ri ay ette buiunm a bahsinde vukûdan sonra bina ve mevcut hali dikkate alma hakkında bunu anımsatan ifadeler gelecektir. Buna göre nikah, her ne kadar esas itibarıyla sahih olmasa da, meselâ mirasa hak kazanma ve daha benzeri konumuzla ilgili olmayan bazı haklar gibi hükümler doğacaktır. Orada mesele, muhalefet ve uygunluk açısından ele alınmamakta ve başka bir esas üzerine oturtulmaktadır.
[79] Ebu Davud, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 14; Dârimî, Nikâh, 110.
[80] Abdulmelik b. Ha´oibb. Süleyman es-Sülemî el-Kurtubi, Kndülüs Mâliki fu-kahasmdandır. o. 238/853. (Ç)
[81] Ramazan ayının hürmetini ya da o ayda oruç tutmamanın haramhğını hü-meyen kimseyi unutan kimsenin hükmüne tâbi tutmuşlar ve ona keffareti gerekli görmemişlerdir. Yakın (makul) tevillerle ilgi li zikrettikleri şeyler de. bilgisizlik türünden sayılmıştır. Bu tür bir tevil sonucunda orucunu yiyenlere keffaret gerekmeyeceği ve unutan kimsenin hükmüne tabi tutulacağı belirtilmiştir. Yiyecek ve içecekler konusunda da durum aynı olup, haram olduğunu bilmeksizin haram birşeyi yemesi ya da içmesi durum unda ona unutan kimsenin hükmünü vermişlerdir. Meselâ gülsuyu zannıyla şarap içen, temizdir diye necis olan birşeyi yiyen bir kimsenin durumunda olduğu gibi.
[82] Ahzâb 33/5.
[83] Bakara 2/286.
[84] bkz. İbn Kesir, 1/342.
[85] Bakara 2/286.
[86] Daha Önce geçti. bkz. [1/149].
[87] Yani sorumluluğun kaldırıldığı konusunda. (Ç)
[88] Yani, bir tür sorumluluğun bulunması gereği üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Genelde sorumluluğun kaldırıldığı konusunda ittifak etmiş olmakla birlikte bir tür sorumluluğun hâiâ devam etmekte olduğunu kabul etmeleri, her iki tarafın da dikkate alındığını göstermektedir.
[89] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/338-349
[90] Nadir olarak bazı insanlar zarar görebilir. Nadir olan bir zararla birlikte o şeyin kullanılması, ileride de hükmü geleceği gibi, nıübahlık üzere bakî kalmaktadır.
[91] Konu, zararın genel değil özel olması ile ilgili idi. Düşmana silah satmanın zararı özel mi ki, bu kısma örnek olarak vermiştir. Halbuki, malların pazar yerine getirilmeden kapatılmasını genel zararlar için örnek göstermişti. Diğer örnekler için de aynı şeyi söylemek mümkündür
[92] Bunun birçok örneği vardır. Meselâ biri şöyle cereyan eder: Krediye ihtiyacı olan dükkan sahihi A, dükkanındaki malları düşük fiatla ve peşin olarak fi´ye satar ve parayı teslim alır. Dükkandaki mallar henüz yerini değiştirmeden A fi´ den o mallan veresiye olarak yüksek fiatla geri alır. Böylece A istediği krediyi, R de parasına karşılık açıkça isteyemediği bir fazlalığı (faiz) elde etmiş olur. (Ç)
[93] Meselâ, hayatın ya da bir organın ortadan kalkması gibi
[94] Burada şöyle denilebilir: Burada sözü edilen, kişinin hakkını kullanmaktan engellenmesi durumunda kendisine telafisi mümkün olmayan bir zararın ulaşması, hakkını kullandığı zaman ise başkalarına zararın dokun ması şeklinde idi. Dolayısıyla zarar ya sadece kendisine ya da birçok insana dokunacaktır. Konu bu. Şehirlinin köylü adına simsarlık yapması gibi. Burada sözü edilen müslümanın kalkan edilmesi meselesi ise farklıdır. Çünkü o meselede kalkan edilen kişinin hakkının korunması ve öldürül memesi, bütün müslü-inanların öldürülmesi neticesini doğuracaktır. Yani hem kalkan yapılan müslüman hem de diğer müslümaniar veya en azından ordunun tamamı zarar görecektir. Bu durumda her halükârda zarar ferdin kendisine de dokunmaktadır. Bu yüzden de zararın sadece kalkan yapılan müslüman üzerinde kalması amaçlanarak diğer müsiümanlarınyada ordunun kurtarılması temin edilir. Mesele bu şekilde ele alındığında iki mesele arasındaki fark açıktır. Ama meseleyi, ya kaikaıı yapılan müslü manın yok olması ya da İslâm ordusunun yok olması şeklinde düşünürsek, o zaman konuya uygun olacaktır,
[95] Meselâ mâlî konularda olması gibi.
[96] Dolayısıyla yanlarında bulunan müşteriye ait malların kusurları olmadan zayi olması durumunda tazmin etmemeleri gerekmektedir. (Ç)
[97] el-mezâlimü´l-müştereke adı verilen bu tür vergiler için İbn Teymiye´ni Hisbe adındaki eserine bakılabilir. (Ç)
[98] Şûra 42/42.
[99] Buhârî, İmarı, 26; Müslim, İmare, 103, 107; Nesâî, Cihad, 18; tbn Mâce, Ci-´ had, 1; Muvatta, Cihad, 27; Ahmed, 2/231.
[100] Mâide5/29.
[101] Müslim, Fedâilu´s-sahabe, 167.
[102] Müslim, Lukata, 18.
[103] Tirmizî, Zekât, 28; Dârimî, Zekat, 13.
[104] Müslim,Biir,65.
[105] Müslim,Biir,66
[106] Buhari,iman, 7;Müslim,iman,71,72
[107] Buhari,Savm, 7;Müslim,Fedail,50
[108] Buhârî, Bed´u´I-vahy, 3; Müslim, İman, 252.
[109] İnsan 76/8.
[110] Haşr59/9.
[111] Daha önce geçmişti, bkz. 12/108].
[112] Buhârî, Menâkıbu´1-ı-rısâr, 18; Meğâzî, 18; Müslim, Cihâd, 136; Ahmed, 3/105.
[113] Buhârf, Cihâd, 82 (3/228).
[114] Yusuf 12/51.
[115] Bu ihtimal, failin emredilmiş olan şeyi işleyen birisi kabul edilmesi takdirine göre olacaktır.
[116] Bu ihtimal ise her iki takdire göre de muhtemel bulunmaktadır. Ancak burada şöyle denilebilir: Her iki takdire göre de zarar verme kasdınm bulunması bu beşinci kısmın özüne ters düşer. Buna şöyle cevap verilebilir: "Ya da başkalarına zarar vermeyi amaçlamıştır...´ sözünden amacı, muhtemelen kasdı bulunduracak şeyi (mazinne) işlemesi demektir; bu durumda bilfiil kasıdbu-lunmasa bile kendisine, muhtemelen kasdı barındıran şey ile (mazinne) muamele edilecektir. Nitekim müellif de bunu daha Önce geçen Bu açıdan bakıldığında fiil, başkalarma zaar verme kasdının bulunduğu zannım içermektedir* sözüyle belirtmiş bulunmaktadır.
[117] Yani diyet ve itlaf edilen malların tazmini konusunda hatalı bir kimse gibi muamele görür.
[118] Yani bir yönü ile fiilin caiz olması ve diğer caiz olmayan unsurdan ayrı olarak düşünülmesinin mümkünlüğü
[119] bkz. sıhhat ve butlan bahsi. [1/292].
[120] ikinci bakış açısınayanifıili işlemesi durumunda zorunlu olarak hirbaşkası-na zarar verme gibi bir neticenin doğacağını bilmesi ve zarar vermeye yönelik bir kasıt bulundurma zanııının kuvvetlenmesi. Bu açıdan ele alındığı zaman fiil, yasaklanmış olmayı gerektirmekte, Şâri´in kasdma muhalif ve ters düşmektedir. Şâri´in kasdına ters düşen şey ise bâtıl olacaktır.
[121] Bu gibi işlerde çalışan kimseler için bu meşakkatler (nisbi olarak) normal bir hal alır ve tabiî hallerde alışılmışın dışında bir meşakkatin ortaya çıkması nadir olur. Dolaısıyla nâdir olan bu gibi haller dikkate alınmaz. Nitekim bu husus daha önce mutat olan ve olmayan meşakkatler bahsinde açıklanmıştı.
[122] Mütevatir olmayan haberlerde (vâhid haber) ravilerin yanılma ve yalan söyleme ihtimalleri her an için mevcuttur. Ancak onların mü´min, müslüman, adalet ve zabt sahibi olmaları bu ihtimali azaltır ve böylece doğruluk payı güçlenir ve böylesi bir haber zan ilade eder. Zan ise feri meselelerde amel etmek için yeterli olmaktadır. (Ç)
[123] Meselâ, kefen soyucunun (nebbâş) hırsıza kıyas edilmesi gibi. Bu cüz´î bir kıyastır, hata ihtimali içermesine rağmen kendisiyle amel edilir. İleride kıyasa itirazlar bahsinde de geleceği gibi kıyas pek çok yönden yirmi beş kadar noktada tenkide açıktır ve hata ihtimali içerir. Buna rağmen cüz´î konularda kıyasla amel caizdir. ´Cüz´î´ kaydının getirilmesinde zaruret vardır; zira kıyasın keza vâhid haberin delilliği ve onlarla amfi etmenin gereği dinde kesin olan esaslardan olmaktadır.
[124] Yani emredilen şey üzerinde gereğince durmamak suretiyle değerlendirmede kusur göstermesi ve başkasına zarar verme kasdınm bulunması.
[125] Bu ifade, beşinci kısım ile arasındaki farkı belirtmek için getirilmiştir. Çünkü beşinci kısımda fiilin mefsedete götürmesinin genelde kesin olduğu söylenmiştir.
[126] İlk bakışta "sedd-i zerîa" da ondanyaniyedinci kısımdan bir nevi gibi gözükmektedir; dolayısıyla delil olarak kullanılması yerinde değildir. Ancak biraz dikkatlice düşünüldüğünde görülecektir ki, bu kısmın tamamı, işlenmesi durumunda mefsedet doğuracağı zan ölçüsünde bilinen şeylere zerîa (vesile) olmaktadır. Belki de müellifin amacı şudur: Bunların cüziyyâtmdan olup da bilfiil âyet ve hadislerde belirtilenler bunun çerçevesi içerisindedirler. Diğer cüziyyâtı ise, hakkında nass bulunanlar üzerine kıy as yoluyla hamledilirler. Bu durumda getirilen izah bir delil olabilir ve müellifin ´Nassla la belirlenmiş bulunan sedd-i zerîa da bu kısım çerçevesine girmektedir´sö-züde açıklık kazanmış olur.
[127] En´âm 6/108.
[128] Müslim, İman, 145; Tirmizî, Birr, 4; Ahmed, 2/164.
[129] Bakara 2/104.
[130] Mubahtık ya da aksi olabilir. Meselâ hadiste sözü ediîen sövme fiili zaten aslında mubah değildir. Bu durumda asıl olan fiilin yasak olması gibi zerîa (vesile) olarak da hükmü aynı şekilde yasak olacaktır. Diğer örneklerde ise durum böyle değildir; çünkü onlar aslında mubah olan fiillerdir, ancak üzerine doğacak olan şeyin hükmünü almışlardır.
[131] Yani başkasının zararı sözkoııusu olmayan nıasiyet gibi mefsedet ile başkalarına zarar içeren fiiller.
[132] Yani yedinci kısımda.
[133] Açık olmayan bir izah şeklidir. Bu ilim ya da zan mertebesine ulaşmayan bir ihtimalden öte geçmez şeklinde yapılan itirazı defedecek durumda değildir.
[134] Ümmü Yunus rivayet etmiştir: Zeyd´in oğlunun anası, bir cariyeyi ataların (maaş) verileceği zamana kadar veresiye olarak sekizyüz dirheme satmış ve ona (sattığı kimseye) eğer satacak olursa kendisine satması şartını koşmuştu. Sonra süre dolmadan önce altıyüz dirheme (peşin olarak) tekrar ondan satın almıştı. Bunun üzerine Hz.Âişe´den fetva istemiş, oda: "Ne kötü bir alışveriş!" demiştir. Çünkü satış akdine muhalif şart içermektedir. Hz. Âişe mübalağalı bir ifade ile bu tasarrufun yanlışlığını belirtmiştir. Çünkü çoğu zaman böyle bir akitte gözetilen kasıt, az verip çok alma (örtülü riba) olur. Cariyenin aracı yapılması ise bir hiledir. Süre için ikiyüz fark biçilmiştir. Bu çokça kastedilen şeylerden olmakla birlikte galip halde değildir. Müellifin amacı bu. Ancak bu kendi zamanına has idi. Bugün ise, bu düşünce kesin olarak kasıtta galip bulunmaktadır.
[135] Gâlib kelimesi, nâdir kelimesinin mukabili olarak; çok ise, az değil anlamında kullanılmaktadır. (Ç)
[136] Müellifin bu görüşüne katılınmayabilir.
[137] Her iki kısımdan da "çokça" diye söz edilmesi, onların hükümde de müşterek olmalarını gerektirmez. Çünkü aralarında fark vardır; burada sadece ihtimal varken orada zan ölçüsünde bir bilgi ile zarar ya da mefsedetin doğacağı bilinmektedir. Bu durumda böyle bir delillendirme yoluna başvurmak kelime oyunu gibi bir hal alacaktır.
[138] İbn Mâce, Eşribe, 11; Ebu Davud, Eşribe, 8. Yasağın illeti için bkz. Neylu´l-evtâr, 8/210.
[139] Müellifin bu örneği galip kısımdan değil de çok olan kısımdan göstermesi tartışılabilir. Göründüğü kadarıyla üç gün hatta iki gün bekleyen bir nebizin özellikle de sıcak ülkelerde sarhoşluk verici bir hale ulaşması çok değil galip bir durumdur.
[140] Ebu Dâvud, Eşribe, 10 (3/335).
[141] Ebu Davud, Eşribe, 7.
[142] Hz. Peygamber (as) dübba´, hantem, nekîr ve mukayyer denilen kap larda şıra tutmadan yasaklamış ve "Lâkin tulumundan iç ve ağzını bağla" buyurmuştur. (Müslim, Eşribe, 33)
[143] bkz.Neylul-evtâr, 8/208.
[144] Buharı, Nikah, 111; Müslim, Hac, 424; Ahmed, 1/278,299.
[145] Buhârî, Taksir, 4; Müslim, Hac, 412-424; Ebu Bavud, Menâsik, 2. Hadislerde böyle bir durumda üçüncü kişinin mutlak surette şeytan olacağı belirtilmiştir.
[146] Müslim, Cenâiz, 97, 98; Ebu Davud, Cenâiz, 73; Tirmizî, Cenâiz, 57; Ahmed, 4/135
[147] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33-36; Ebu Davud, Nikâh, 12.
[148] Nisa 4/3.
[149] Bakara 2/235.
[150] Mâide5/96.
[151] Selefin bir anlamı karz demektir. *Bana şu kadar borç vermen karşılığında şunu sana sattım´ demek suretiyle yapılan bir satış akdi yasaklanmış olmaktadır. (Nihaye, 2/390).
[152] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/349-367
[153] Aslî kabulle.
[154] Başkalarının da kifâî olarak yükümlü olduğu varsayımıyla. Yükümlülüğün kifâî olduğundan bahsedildiği zaman, sözü edilen kişinin de aynı şekilde kifâî olarak onunla yükümlü olması gerekecektir. Aynı yükümlülüğün bazı mükelleflere kifâî olarak, diğer bazılarına da hem kifâî hem de aynî olarak
binmesi sahih değildir.
[155] Nisa 4/34. Mübalağa sîgası ile ´kavvâm´ şeklinde kullanılan bu kelimeyi müellif sözün gelişme bakılırsa "onların yükümlülüklerini de yerine getirmekle görevlidirler" şeklinde anlamıştır. (Ç)
Koca, karısının nafakasını vermekten acze düşerse, karısı üzerindeki kâimlik vasfı sona erer ve kadının kendisini boşamasını isteme hakkı doğar. Nitekim İmam Mâlik ve Şafiî´nin görüşleri de bu doğrultudadır.
[156] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/367-369
[157] Kocanın karısının nafakasını temin edememesi durumunda, aralarının ayrılmasına hükmetmek gibi. Aynı durum efendi-köle ilişkisinde de geçerlidir ve efendi, kölenin nafakasını tomin edememesi durumunda köleyi satmaya mecbur edilir.
[158] Bir müslünıanın düşman tarafından, müslüman ordusuna karşı kalkan olarak kullanılması Örneğinde olduğu gibi.
[159] Pazara varmadan yolda maüarı kapatmayı yasaklamak, zenâatkârlan tazminle sorumlu tutmak gibi konularla ilgili deliller.
[160] Bakara 2/264.
[161] Şuarâ 26/109.
[162] Sebe 34/47.
[163] Sâd 38/86.
[164] Meyle neden olması. Müellifin sözünde başka bir izah daha geçmişti: Kamu maslahatını üstlenen kimsenin suizan ve töhmet altında kalması ve bunun sonucunda hem ona hem de diğerlerine birden zarar dokunması. Burada •Müellifin sözünden de ilk bakışta anlaşıldığı gibi, İcmâın ületi sade bu zerîadır, birinci ise bu icmâı gerektirmez´ denilebilir. Ancak buna, ´Onu ona eklemesi icmâın senedini güçlendirir´ diye karşılık verilebilir.
[165] Konu ile ilgisi açık. Çünkü burada Ebu Talha´nın hayatı tek bir kişinin hayatı iken, Hz. Peygamber´in vücudu İslâm toplumunun bekası demekti.
[166] Bu örnek üzerinde durulabilir: Bunun konu ile ilgisi olabilir rai Hz.Peygam-ber´le ilgili olan tercih örneği, Medine ahalisi için genel karşılığında özel bir maslahat olmakta mıdır Buna evet denilecek olursa Ebu Talha olayında geçen izahın aksi olmuş olur. Ancak müellif, her iki olayı da farklı açılardan ele almış ve Hz. Peygamber´in Medine halkım kendi nefsine tercih etmesini konu ile ilgili hakikat mânâda ve genel mukabilinde özel bir îsâr örneği olarak; Ebû Talha´nm tercihini de genel maslahat için yapılmış bir îsâr saymıştır; çünkü dinin ve bütün müslümanlarm bekası Hz. Peygamber´in hayatına bağllıdır.
[167] Onun bu şekilde kalbinin meşgul olması tabiî ki elinde olmayan birşey idi; aksine kamu maslahatı için yapması gereken şeylerin düşüncesi kendisine istemeyerek hakim oluyordu.
[168] Buhârî, Ezan, 65; 163; Müslim, Salât, 191; Ebu Davud, Salât, 123. Hz. Peygamber bu yüzden namazı hafif tutmuştu.
[169] Yani beklenti hali güçlü bir ihtimal olmaktadır; bu haliyle o gerçekten mevcut bulunan birşey kabul edilebilir mi Yoksa edilemez mi
[170] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/369-377
ayten
Tue 28 September 2010, 11:13 pm GMT +0200
[171] Usûl kitaplarının hüsün vekubııh m «selesinde; m üellif de çeşitli yerlerde konuya temas etmiş bulunuyor.
[172] Yani Şâri´in maslahat olarak belirlediği maslahat, mefsedet. olarak belirlediği de mefsedet olur, bunlar akıl yoluyla bilinmez. (Ç)
[173] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/377-378
[174] Çünkücihad kötülüğün, hatta en büyük kötülüğün önlenmesi iğindir ve. o kötülüğü önlemenin e.i ile yapılan şekli «Imaktadır. Çünkü cilısıd Allah´m dininin en yüce olması için konulmuştur. Buna kim karsı çıkar ve çalışırsa, boyun eğip inadı terkedinceyt: kadar nıüslümanlanıı onlarla çarpışması bir görev olacaktır.
[175] Nisa 4/29.
[176] Bakara 2/188; Nisa 4/29.
[177] Şûra 42/43.
[178] Şûra 42/40.
[179] Bakara 2/280.
[180] Dördüncü nev´in on dokuzuncu meselesinde, fiillerin üçe taksim edildiği fasılda.
[181] Ve Allah hakkı galip bulunan haklara.
[182] Yani kul hakkı galip olan haklara. Müdebberin satılmaması hakkı gibi, mâlî haklar gibi. Bu tür haklarda kul hakkı tarafı ağır basmaktadır. Dolayısıyla onu düşürme yetkisi vardır.
[183] Yani her ne kadar içerisinde Allah hakkı bulunsa da, kul hakkı tarafı galebe çalmaktadır.
[184] Yani yeme ve içme konusunda değil, yenilecek, içilecek ya da giyilecek şeylerin seçimi konusunda kulun seçim hakkı vardır. Yeme, içme gibi konular î^e Allah haklarından bulunmakta ve hayatın ikamesi için zaruri bulunmaktadır.
[185] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/378-382
[186] bkz 1/275
[187] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/382-383
[188] On ikinci meselede gelecek fasıl da bu an latılanş ekliyle kendisi m: hile demek mümkün olan bazı şekillerin sahih ve meşru olduğu belirtilecektir. O yüzden buruda ´genelde´ kaydı getirilmiştir.
[189] Bakara 2/8.
[190] Münafıklarla ilgili bu örnekte hilede aranan her iki unsur da bulunmaktadır: Şöyle ki: a) Kanlarının ve mallarının dokunulmazlığı yok iken, bu hükmü dokunulmazlığa çevirmişlerdir, b) Gönüllü Allah´a itaat için konulmuş bulunan bir hükmü, kendi emellerine âlet etmişlerdir.
[191] Bakara 2/14.
[192] Bakara 2/264.
[193] Nisa 4/38.
[194] Nisa 4/142.
[195] Kalem 17-19.
[196] Öyle anlaşılıyor ki, onların şerîatlerine göre, hasat esnasında hazır bulunmayan yoksulların hakkı düşüyordu. Onlar da işte bu noktayı yoksulların haklarım düşürmek için bir hile olarak kullanmışlardı.
[197] Bakara 2/65.
[198] Bakara 2/231.
[199] Bakara 2/228-229.
[200] Nisa 4/12.
[201] Nisa 4/6.
[202] Nisa 4/19.
[203] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275.
[204] Kaynağını bulamadık.
[205] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275
[206] Daha önce geçti. bkz. 11/289].
[207] Buraya kadar olan kısmı hk. bkz. Ruhârİ, Esri be, fi; Kim Davud, Eşribe (v İbn Mâce, 8, Fitun, 22; Ahmed, 5/318.
[208] Bu söz.Muhammedtsa) ümmetinin mesh (yani hayvan şekline çevirme), yere batırma gibi azaplardan emin kılındığını belirten haberlere ters düşmektedir. Kaldı ki mevkuf olarak rivayet edilmiş olması onun tearuz için yeteri i olmadığını gösterir. Müellifin buna rağmen bu ve benzerlerini bumda zikretmesinin sebebi güçlü olan delilleri daha da Küflendirmek içindir.
[209] Daha önce geçti. bkz. [1/290].
[210] Ahmed, 2/28.
[211] Daha önce geçti. bkz. 11/276].
[212] Tirmizî, Ahkâm, 9; Ebu Davud, Akdiye, 4; İbn Mâce, Ahkâm, 2; Ahmed, 2/164.
[213] İbn Mâce, Sadakat, 19(2/813).
[214] "Daha Önce geçti. bkz. [2/305].
[215] Ahmed, 5/424.
[216] Daha önce geçti. bkz. [1/276].
[217] Daha önce geçti. bkz. [1/296].
[218] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/
[219] Meşru hibe, Şâri´iıı zekatta gözetmiş olduğu cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması, insani ara yardımcı olunması, onlara iyilikte bulunulması amacına ters düşmez. Şeklî hibe ise,— müellifin arzettiği şekilde gerçekleşen hibe gibi— Şâri´in hibeden gözetmiş olduğu amaca ters düşer.
[220] Çünkü talak hakkı kendi elindedir.
[221] Yani her ikisi de, dünyevî bir amaca ulaşabilmek için mânasını kastetmedikleri bir sözü söylemektedirler.
[222] Yani zor altında küfür kelimesi söylemek. (Ç)
[223] Daha önce de geçtiği gibi bu bir alaya almadır; Allah ve Rasûlünü aldatmaya yeltenmedir. Rııradft dünyevî mefsedetten söz edilmemektedir. Çünkü münafiğın böylesi davranışları neticesinde nıahnı ve canını koruması gibi dünyevî maslahatı bulunmaktadır. Ancak dünyevi maslahatlar ne uiır maslahatlar karşı karşıya geldiği zaman, dünyevî maslahatlar ihmal olun. ve dikkate alınması batıl olur.
[224] Yani birinci kısmın caîzliği, ikinci kısmın ise caiz olmadığı. (Ç) "
[225] Bakara 2/230.
[226] Buhâri, Talak, 7, ;37; Ebu Davud, Talak, 49;Nesâî, Talak, 9; Muvatta, Talak, 17-18;Ahme(i. 1/214.
[227] Tarifleri daha Önce geçmişti.
[228] Buharı, Büyü, 89; Vekâle, 8; Müslim, Müsâkât, 65; Muvatta, Büyû, 20-21.
[229] Yani iyi cins hurmayı, katkılı hurmayı sattığı aynı kişiden atabileceği gibi, bir başkasından da alabilir. (Ç)
[230] Müellif, Endülüslüdür. (Ç)
[231] Bu görüşe göre, şer´îkaynaklann istikrasından elde, edilen mânâlar, hikmetler, sırlar ve maslahatlar; ttğer bunlara lafızlar, lügavî konuluşları itibarıyla delalet, etmiyorlarsa, o zaman bunlar temel alınamaz ve ulaşılan neticeler Şâri´in maksatlarından sayılamaz.
[232] Yani maslahatlar bidüziyelik arzetmezler; ayrılmaz değiller, sırları da kav-ranamaz. Meselâ nikahta nesil maslahatını ele alalım: Bunun Şâri´in maksadı olduğunun izahı nasıl olacaktır Diğerlerinde de durum aynı.
[233] Cuma 62/9.
[234] Nitekim bu görüş İmanı-ı Gazzâlî´ye ait olmaktadır. Bunlar "tirşeyi emretmek onun zıddmı yasaklamış ohnak anlamına gelmez; aklen bunu tazam-m un da etmez" diyorlar. Birinci görüş el-Kâdî ve ona tâbi olanların görüşü olmaktadır.
[235] Yani bu durumda bunlar üzerine bir hükümde bulunulamaz ve bir neticesi olmaz. Çünkü her ikisi de birbirine eşit olmakla birîikte tearuz halinde bulunmaktadırlar ve aralarında birini tercihte bulunmaya da imkan yoktur. Bu durumda her ikisi de düşecektir. Bu haliyle onlardan istifade nasıl olacak ve nasıl gereği ile amel edilecektir
[236] . Gülsuyu, üzümsuyu, meyvesuyu gihi sıvılarla (mukayyed su) temizlik yapılamayacağı; temizliğin ancak mutlak su ile yapılacağı görüşünü ileri sürmüştür. Hanefî mezhebinde maddî pisliklerin izalesi için mutlak su ile olması şartı yoktur. (Ç)
[237] On sekizinci meselede.
[238] "Istıshâb", aksi bir delil olmadıkça birşeyin eski hali üze.re bulunduğuna hükmetmektir. (Ç)
[239] Bu illeti belirleme yollarından münasebet yolu olmaktadır. Sağduyu sahipten böyle bir yolu kabul ile karşıiam aktadırlar. Geriye bu üçüncü yolun, geçen ilk iki yönden farklı olup olmadığı konusunu ele almak kalıyor. Orada "Burada münasebet, İlleti belirleme yollarıyla bilinir" diyor, illeti belirleme yollarından birinin münasebet olduğu ise bellidir. Eğer bu münasebetten ise, o 2aman bunun üçüncü bir yön olarak takdimi izaha muhtaç kalacaktır.
[240] Çünkü muta nikahında mutlak surette süre belirleme vardır. Hülle nikahında ise böyle bir süre belirleme yoktur ve nikahlayan ikinci koca eğer dilerse kadını hiç boşamayabilir de. Bu yüzden müellif muta nikahmdaki muhalefetin daha şiddetli olduğunu söylemiştir.
[241] Hacc 22/11.
[242] Meselâ cennete girmek, Allah´ın sevgili kulu olmak gibi amaçlarla. (Ç)
[243] Tâ Hâ 20/14.
[244] Ankebût 29/45.
[245] Mu vatta, Nida, 29; Ahmed, 2/67.
[246] Daha önce geçti. bkz. [2/1.39].
[247] Daha önce geçti. bkz. [2/139].
[248] TâHâ 20/132.
[249] Müslim, Mesâcid, 261; Tirmizî, Salât, 51; IbnM&ce, 6; Ahmed, 4/312; 5/10
[250] İsrâ 17/79.
[251] Daha önce geçti. bkz. [2/220],
[252] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 161. 244- Buharı, Savm, 4; Müslim, Zekât, 85.
[253] Tâ Hâ 20/132.´
[254] Daha önce geçti. bkz. [1/209].
[255] Bunlar övülme, saygı görme ve kendisine mal verilmesi kasdı ile hakkında bir mani olmayan kasıt.
[256] Öbür kasdın men edilmesi konusunda ihtilaf bulunmamaktadır.
[257] Furkân 25/74.
[258] Hacc 22/11
[259] bkz. Keşfu´1-hafâ, 2/310. (Zayıf senedle rivayet edilmiştir.}
[260] Bakara 2/189.
[261] Bakara 2/260.
[262] H/.. İbrahim, bu talebini ibadetle değil dua ile yapmıştır.
[263] Yani Allah´ın kemal sıfatları ve onun noksanlıklardan m ünezzehliği, sonsuz kudreti hakkında.
[264] Arı, karınca, kelebek ve mikroplar gibi. Runl ar hakkın da elde edilen bilgiler-den koca koca ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. Bununla birlikte bu işin mütahıssısları henüz daha işin başında olduklarını itiraf etmekledirler.
[265] A´raf7/185.
[266] Gâşiye 88/17 vd.
[267] Kâf 5O/6.
[268] bkü. İbnMâce, Kittm, 18; Ahrned, 3/7.
[269] Bakara 2/45.
[270] Mâide 5/2.
[271] Bu iki kısımda ibadetlerle ya da âdetlerle ilgili konular arasında fark yoktur.
[272] Meselâ ibadetlerle manevî âlemlere muttali olmayı kastetmek gibi. Orııçia şehveti teskin etmek gibilerine gelince, bunlar da bu kabilden olmakla birlikte, müellif bunu daha önce geçen ibadetlerle haz talebinde bulunma konusuna havale etmiş olmaktadır. Oraya bakılsın.
[273] Cinsî ilişki sırasında meniyi dışarı alma. (Ç)
[274] Böyle bir kimse nikahta Şâri´in maksadını gözetmemekte, aksine başka bir durum kastetmektedir. Bu kasdı da şehvetini gidermek olmaktadır. Bu kasıt, Şâri´in kasdina aynî olarak muhalefet etmemekte; dolayısıyla da sahih olmaktadır. Burada verilen misallerde de (yani kadına zarar verme, kadının malını alma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunma gibi) durum aynı olacaktır.
[275] Yani anlatılanlarla caizliği teyid edilen kısımdan.
[276] Zekat yükümlülüğünden kaçmak için hibe yoluna başvurmak gibi, îyne (örtülü riba) satışlarında olduğu gibi. Eu gibi örnekler sözünü ettiğimiz kısımdan yani aslî maksadı teyid de etmeyen, ortadan da kaldırmayan kısımdan sayılmazlar. Çünkü bunlar sonuçta, aslî maksadı ortadan kaldırmaya sebebiyet verir.
[277] Yani burada sözü edilen üçüncü kısımdan.
[278] Gasbedilen yerde namaz kılma meselesi oluyor.
[279] Yani âdetlerle ilgili konularda. Zenaatkarların tazminle sorumlu tutulmaları gibi.
[280] Yani Kur´ân´m mushaf haline getirilmesi gibi ibadetlerle ilgili konularda.
[281] Hz. Peygamber (as.) zamanında zenâatkâr yok muydu ki Vardı. Dolayısıyla bu Örnek açık değildir. Çünkü esbâb-ı mûcibtı mevcut olduğuna göre Sâri´ den ya daha önce geçerli olmayan yeni bir hüküm alnı ıştır ya da almamıştır. Her iki haiegörc de söz konusu olan ya eski hükmün olduğu üzere bırakılması ve Öylece kabulü ya da tadilidir. Dolayısıyla bu örneğin konumuzla ilgisi açık değildir. Ancak Hz. Peygamber zamanında hükmün bağlanacağı şeyden hali olması durumu bundan müstesna olur ki; o da son derece uzaktır. (N)
Nâşi r´in bu notu yerinde değildir. Çünkü zenâai.kârl arın tazminle sorumlu tutulmasının gerekçesi Nâşir´in dediği gibi zenâatkârlarm mevcudiyeti değil; bunların sanat ahlâkının bozulması ve ellerindeki mallara karşı hiya-netlerinin artması olmaktadır. Eğer mutlak varlık kastedilecek olursa aynı şeyi Kur´ân´ın mushaf haline getirilmesi olayı için de söylemek mümkün olurdu. Çünkü Kur´ân da Hz. Peygamber (as) zamanında vardı. Genel ahlâkın bozulması ve zenâatkârlarm tazminle sorumlu tutulması hk. bkz. Erdoğan, Mehmet, Ahkâmın Değişmesi, İst. 1990, s. 183 vd. (Ç)
[282] Hakkında nass bulunmayan ve nassîann istikrası sonucunda hükmü elde edilen kısımdan.
[283] Yani hakkında kabul ya da reci edildiklerine dair özel olarak nass bulunmayan maslahatlar.
[284] Çünkü farzedilen köz, fiil ya da terkin gerekçesinin bulunduğu ile iigili idi. Mesela şükür secdesinde, gerekçe olan nimetin bulunması gibi. Bu halde kasda muhalefet durumu yoktur. Nitekim daha (inci! ikinci yönde, izahı geçmişti.
[285] Bu ziyade.ye burada ihtiyaç yokta. Çünkü, her ne kadar sükût geçilen şeyde Şâri´e ait belli bir kasıt olduğu anlaşılmaz ise de-, ancak asıl mesele bu gibi meselelerde Şâri´in kasdının bidatlere uygun olduğunun kabul edildiğidir. Meselâ tşü kür secdesi meşe fesinde nimete şükür etmek genel bir şekilde istenilmiş olmaktadır. Gerekçe de mevcuttur: ancak Şârİ bu konuda bir hüküm meşru kılmayınca bu, a konuda bir ziyadeye gidilemeyeceğine delalet etmiş olmaktadır, üstelik mesâlih-i mürsele prensibinin geçerli olduğu sahanın ibadetlerin dışında kaldığını da hatırdan çıkarmamak gerekir
[286] Yani maslahat ve hikmet açısından. Çünkü farzedilen şey, hepsinin de içerisinde! Sâri7 tarafından dikkate alındığı bilinen maslahatın bulunduğudur. Şükür secdesi ile Kur´ân´ın muskaf haline getirilmesi arasında veya namazın akabinde topluca dua etmek ile, ilmin tedvini arasında ne fark vardır \lv.r ikisi de hayra yardımdır.
[287] Buharı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Kbu Davud, Zekât, 5, 12.
[288] . Müellif bu mesele üe, burada esas olarak koymak istediği genel kaideyi çıkarmak istemektedir. O da sudur: Gerekçesi Hz. Peygamberi as.) zamanında mevcut iken hükmüne dai r söz edilmemiş olan bir bidatle karşı lastiği mı , zaman, onun hakkındaki bu sükut, Şâri´in maksadının belirlenen sınırda durulması ve. herhangi bir ziyadeye gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Yoksa müellifin maksadı bizzat şükür secdesinin bidat olduğunu belirlemeye yönelik değildir. Onu asıl ilgilendiren şey, İmam Mâlik´in sözlerinden prensibi yakalamaktır.
[289] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/383-415