seymanur K
Sat 9 July 2011, 02:12 pm GMT +0200
Yol Ayırımı
Muhâsibî: "Otuz yıl boyunca aklımın emirleri dışında hiç birşey dinlemedim. Sonra bir otuz yıl da Allah'ın emirleri dışında hiçbir emir dinlemedim" demektedir.[43]
Hâris'in hadis ve kelam ilmi ile alimlerinden ve bütün bu mezhep ve fırkalardan ayrılarak kendi mezhebine yöneldiği kavşağı belirlemek açısından bu ifade son derece önemlidir. Şayet biz onun H. 165 yılı civarında doğduğunu göz önünde bulundurursak, bu yol ayrımı'nın H. üçüncü asrın başlarına kadar götürülebileceğini söyleyebiliriz.
Bu dönemin başlarında hocalarından rivayet ettiği ve özel önem verdiği hadislerin türünü dikkate aldığımızda; bu tezi destekleyen bir başka delil daha karşımıza çıkacaktır: Muhâsibî'nin et-Tayalusî ve Yezid b. Harun'dan yaptığı bütün rivayetler, Kur'ân'ı anlama sorunu ile ilgili rivayetlerdir. Ayrıca onun, yaklaşık bu yıllarda hukema ismini verdiği tasavvuf ehli, sonradan müslüman olan yahudî müellif Vehb b. Münebbih, el-Akvalu'l-Ğarabe fı'l-Kur'ân isimli eserin müellifi Mücahid ve er-Riaye isimli eserinde bir çok sözüne yer verdiği el-Hasanu'l-Basrî gibi önceki kuşaktan bazı alimlerin görüş ve düşünceleri üzerinde yoğunlaştığı sonucuna ulaşabiliriz.
Muttaki ve dindar olarak nitelenmeleri mümkün olan başka birçok düşünür gibi Haris b. Esedi'l-Muhâsibî'nin de içinde yaşadığı psikolojik ortam ile sosyal çevrenin taban tabana zıt olduğunu görmekteyiz. Biraz geriye gidecek olursak, arazi ve mesken alımı için yapılan harcamalar, mal ve yaşam standartları artmakta, bu yeni medeniyetle birlikte gelen yeni davranış ve alışkanlık türlerinin toplumun değişik kesimlerine doğru hızla yaygınlaşmakta olduğunu görebiliriz. Bu ve benzeri nedenlerle es-Seffah (H. 132-136) ve el-Mansur'un (H. 136-158) tesis ettiği otorite sarsılmış ve el-Mehdî (H. 158-169) döneminde toplumsal dokuda yer yer çözülme ve çürümeler baş göstermiş, bütün bu olumsuzluklar geriye toplumsal doku ve takvayı koruma amaçlı canhıraş feryatlar bırakmıştı. Ülkenin her yanma hakim olan istikrar ortamı servet artışına, devlet hazinesinin dolup taşmasına neden olmuştu. Halife içki içiyor, cariyelerinden şarkı dinliyor ve özel hayatın mahremiyetine özen göstermiyordu. Halife'ye ve lütf u ihsanları, cömertlikleri efsaneleşmiş olan Bermekî vezirlere (H. 187) methiyeler söylemekte bir biri ile yarışan şairler, bu sayede ölçüsüz ihsanlara garkoluyorlardı. Bu yıllarda refah zirvede idi. El-Emin İbn-i er-Reşid (H. 193-197) hilafete gelince bütün bunlarla yetinmemiş, daha önce görülmemiş oranlarda servet vergileri alarak israfta sınırı aşmış, el-Mansur'un şehri (Bağdat); devasa bir eğlence, ölçüsüzlük ve hedonizm kenti görünümüne bürünmüştü. El-Mansur'un devlet hiyerarşisinde sağladığı otorite ve denge bozulmuş, meşhur temizlik hareketi ile Harun er-Reşid'in yönetimden temizlediği Fars nüfuzu genişlemiş ve oğlu el-Emin'in şahsında adeta Harun er-Reşid'ten intikam almaya başlamışlardı. Halife el-Emin ile -veliahdlığı terke zorlamasına karşılık veliahdlığını korumaya çalışan el-Emin'in varisi ve kardeşi- el-Me'mun arasında yok edici savaşlar bir kaç aylık bir zaman dilimi içerisinde bütün dengeleri alt-üst etmişti. Bağdat'ın yazlık ve kışlık mesire yerleri yoksul düşmüş, el-Emin'in savunduğu ve Tahir b. Hüseyin tarafından kuşatılan başkent Bağdat üzerine ölüm ve felaket bir karabasan gibi çökmüş; sonuçta ise el-Emin öldürülerek Tahir b. Hüseyin Bağdat'a hakim olmuştu. Ülkede bir yandan bu olaylar başdöndürücü hızla gelişirken diğer yandan Mutezile gücünü gün geçtikçe artırıyor ve yeni yeni taraftarlar kazanıyordu.
Mutezile'ye karşı olan hadisçiler ise Mutezile'yi fısk, küfür ve bid'at ehli olmakla itham ediyorlardı.
Öte yandan sufiler sosyal hayattan gün geçtikçe uzaklaşarak kendi dünyalarına çekiliyor, sosyal ve siyasî hayatta yükselen çığlıklardan habersiz Irak çöllerinde, sağa sola itilmiş, serseri bir hayatın cenderesinde yitip gidiyorlardı.
El-Me'mun Bağdat'a girer girmez Mutezîhler hemen onun sancağı altına girmeye ve meclislerine katılmaya başladılar. Çünkü el-Me'mun'un hocası el-Yezidî kendilerinden biriydi.
Sonra Halife'nin de tiryakilerinden biri olduğu entellektüel refah (et-Turafu'l-Aklî) ile o dönemde yalnız onlar yetinebilirdi.
Çok geçmeden hadisçilerin baş düşmanı olan Bişr el-Müreysî'ye (H. -219) olan aşın bağlılığı kendisini çeşit çeşit utanmazlıklara iten ve çok sayıda insanı öfkelendiren Sümame b. Eşres ile İbn-i Ebu Duad, el-Me'mun'un meclislerinde baş köşeyi işgal ettiler. Sonraları bunlara Ebu Huzeyl el-Allaf (H. 227) da katılmıştır ki bu meclisler çok değişik tartışmalara sahne olan ilim ve politika meclisleriydi. Böylece el-Me'mun iki zümrenin etkisi altına girmişti kî bunlardan biri Mutezile, diğeri ise İranlılar ve onların Şia etkisi idi. Şia'nın bir telkini sonucu Hz. Ali soyundan Ali b. Musa er-Rıza'yı kendisine veliahd tayin eden el-Me'mun, Mutezile'nin bir telkini sonucu da akılcıların (ehlu-t-te'vil), kelamcıların, Süryanice ve Yunanca'dan tercüme yapan mütercimlerin devlet kademelerinde etkin mevkilere gelmelerini sağlamıştı.
el-Me'mun açık fikirli ve dengeli bir Mutezilî idi. Muruc'tâ yer alan bilgilere göre o, İbn-i Şekle diye meşhur amcası İbrahim b. el-Mehdî'yi hicvetmişti; çünkü el-Me'mun'un Şia'ya olan eğilimleri nasıl belirgin ise amcasının da Sünnî eğilimleri açık ve belirgindi. [44] Daha sonraları İbn-i Duad'ın el-Me'mun üzerindeki etkileri artmış ve bu etkiler sonucu el-Me'mun Mutezile inancını zorunlu hale getirerek son adımını da atmıştı.
H. 212 yılında dellal, el-Me'mun adına: "Muaviye'yi hayırla yadeden, ona Hz. Peygamberin diğer ashabından daha fazla itibar eden ve Kur'ân ayetleri hakkında konuşarak onların mahluk olmadığını savunanlardan zimmetimi kaldırdım" [45] diye ilan etmiş; bununla da yetinmeyerek, Muaviye'ye minberden lanet okumuş, buna karşılık bu durumdan rahatsız olan halk da el-Me'mun hakkında bir takım dedikodular üretmeye başlamıştı.[46]
Daha sonra H. 218 yılında Bizans'a karşı sefere çıktığı bir dönemde ulema ve halkı Mutezile'ye katılmaya zorlamak sureti ile ikinci bir adım daha atmış, polis müdürü İshak b. İbrahim'e hadis ve fıkıh alimlerini Bağdat'a getirmesini emretmiş, halkı da Kur'ân'ın mahluk olduğu iddiasını tartışmaya davet etmişti. Ahmed b. Hanbel ve Nuh dışında alimlerin çoğu biraz sıkıştırma neticesinde bunu kabul etmişlerdi. Bu iki alim ise zorla el-Me'mun'un huzuruna getirilirken yolda el-Me'mun'un öldüğü bildirilmişti. Bu haber üzerine geri dönerlerken Nuh vefat etmiş, Ahmed b. Hanbel ise alelacele serbest bırakılmıştı.
el-Me'mun'dan sonra Mutezile doktirinini hemen hiç bilmeyen, buna karşılık ağabeyi el-Me'mun'a hayran olan el-Mu'tasım halife olmuş (H. 218-227) ve el-Me'mun'un, Ebu Duad'ı danışman olarak alıkoyması ile ilgili tavsiyesi doğrultusunda hareket etmiş, o da halkı Kur'ân'ın mahluk olduğunu kabule zorlamıştı. H. 219 yılında bizzat kendisi Ahmed b. Hanbel'e Kur'ân'ın mahluk olduğunu söyletmek için otuz kırbaç vurdurmuş, buna rağmen Ahmed b. Hanbel kendisine boyun eğmemişti. Bu dönemde Kur'ân'ın mahluk oluşu etrafında kopan fitne yaygınlaşmış ve her köşeye sıçramıştı. Halkın diline düşen bu sorun H. 229 yılında el-Mu'tasim'ın ölümü sonrasında da herhangi bir gerileme ve gündemden düşme belirtisi göstermemiştir.
Böyle bir ortamda tahta çıkan el-Vasık, bu kez Mutezile'nin 'adl' ilkesi ile ilgili olarak baba ve amcasını izlemiş ve H. 231 yılında Kur'ân'ın mahluk olduğu iddiasını kabul etmeyen Ahmed b. Nasru'l-Huzaî'yi katlettirmişti.[47]
Basra valisine gönderdiği bir emirle alimlerin (imamların) Kur'ân'ın mahluk oluşu ile ilgili olarak imtihan edilmelerini isteyen el-Vasık'ın H. 231 tarihli bir de fermanı bulunmaktadır.[48]
Bu konuda el-Vasık da babasının izinden giderek, Ahmed b. Hanbel'in evinde gözetim altında tutulmasını, dışarı çıkarılmamasını ve insanlarla görüşmesinin engellenmesini emretmiştir.[49]
Bu sorun H. 231 yılında el-Vasık'ın ölümüne kadar sürmüştür.
H. 195-213 yılları arasındaki bu dönemde Haris el-Muhâsibî de düşünce ve eylem itibarı iie sürekli değişim gösteren bir çizgi izliyordu. Bu dönemde kaleme aldığı eserlerinde Haris, refahın yaygınlaştığını ve toplum ahlâkının bozulduğunu savunuyordu. Ayrıca o, kendi ideallerini hayata geçirmek isteyen Mutezile elinde aklın kendi mecrasından çıktığını düşünüyordu. Hâris'e göre Mutezile irade Özgürlüğünü savunduğu halde kendi iddialarını halka kılıç ve kırbaç zoru ile kabul ettirmeye çalışıyordu.
Haris, el-Emin ve el-Me'mun arasında patlak veren kahredici fitne yıllarında Allah (c) katında masun ve mahrem olan insan hayatının ne denli aşağılandığını görmüştü. Yine kindar hadisçilerin kendilerini devlet kademelerinden uzak tutarak ortaya koydukları tepkinin de Mutezile'ye karşı koyma söz konusu olduğunda herhangi bir anlam ifade etmeyeceğini anlamıştı. Yine bu dönemde Haris kendi bilgi ve kabullerini yeniden gözden geçirmeye (muhasebe) başlamış ve bunu kendisi için bir hayat felsefesi haline getirmişti. Fehmu'l-Kur'ânda Mutezile'nin tezlerini ortaya koyarken ve tam bir dirayetle bunlara cevap verirken aynı zamanda konuya ne denli vakıf olduğunu da görtermektedir. Ayrıca o, uzun etüd ve incelemeler yaparak hadisçilerin düşünce ve görüşlerine de vakıf olmuştu. Bağdat ve diğer eyaletlerde kadılık yapan Hanefîlerden re'y fıkhını öğrenmişti ki er-Riaye isimli eserinde İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin en büyük öğrencisi olan Ebu Yusuf’tan rivayette bulunmaktadır. Şafii'den hem kendi mezhebini, hem de hocası İmam Mâlik'in mezhebini öğrenmişti. Bu arada o, el-Hasanu'l-Basrî (H. 110), İbrahim b. Ethem (H. 162), Davut et-Taî (H. 166) ve Fudayl b. İyaz (H. 187) gibi sufilerin sahip oldukları irfana vakıftı.
Aynı zamanda Haris; Şakik el-Belhî (H. 195), Ma'ruf el-Kerhî (H. 200), Bişru'l-Hafî (H. 227), Zünnun el-Mısrî (H. 245) ve Sırr-ı Sakati (H. 251) gibi kendisi ile çağdaş sufilerin de görüş ve düşüncelerine vakıftı. Sufiler üzerindeki derin etkileri, birçok konuda onların görüşleri ile kendi görüşleri arasında var olan benzerlikler ve özellikle el-Mesail ve er-Riaye gibi eserlerinde ele aldığı bütün sorunlarda onların görüşlerini dikkatle ve ayrıntılı olarak serdetmesi onun sufi ekolleri de ne denli tanıdığını göstermektedir.
Gençlik yılları boyunca kendilerine yakın olduğu hadisçilerin; onun gerçeği daha içten tanıma ve daha fazla aydınlanma özlemini gideremiyeceklerini anladıktan sonra Haris yaşadığı dönemin önde gelen alim ve düşünürlerinin savundukları fikirlere olan derin vukufiyeti sayesinde açık bir nass tarafından desteklenmedikleri sürece bu düşünce ve iddialara karşı eleştirel bir gözle bakmaya başlamıştır.
El-Halve, el-Vasaya ve Adabu'n-Nüfus'u bu dönemde kaleme almış olmalıdır.
Hadisçilerden, fıkıh ve kelamcılardan oluşan bu çevreyi terketme sürecinde Hâris, biraz da radikal bir tavır ortaya koymuştur ki bu tavır az kalsın Hâris'i karşı cepheye itecekti. Babası ile Hâris'i karşı karşıya getiren kader konusundaki bir tartışma sonucu yaşadığı psikolojik krizden kaynaklandığı anlaşılan bu kritikçi yaklaşım bu dönemde yeniden nüksetmiştir.
Bütün bu mezhep ve fırkalar arasında Hâris'in yerini belirleyebilmek için el-Vasaya ' isimli eserinin giriş kısmındaki ifadelere yenîden dönmemiz gerekir: Haris yaşadığı dönemi Hz. Peygamber'in: "Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacak, biri hariç bu fırkaların hepsi cehennemdedir" hadisi ile, "İslâm garip geldi, garip olarak dönecektir. Gariplere ne mutlu" hadisleri ışığında değerlendirmiş ve sayıları sürekli artan ve sürekli birbirlerini öğütmeye çalışan bu fırkalar arasında garip olan ve kurtuluşa eren fırkayı aramaya koyulmuştu:
Ömrümün bu döneminde ben hala ümmetin içine düştüğü anlaşmazlıkları düşünüp, ilim ve ameli kişiliğinde bir araya getirmiş olan alimlerin klavuzluğunda ahirete giden yolu aydınlatan, açık ve anlaşılır bir yöntem ve güvenilir bir metoda ışık tutmayı arzu ediyorum. Kıyas ehlinin (fıkıhcılar) yorumlarından yola çıkarak Allah (c) kelamını uzun uzun düşündüm. Onların görüş ve yöntemlerini inceledim ve kendi payıma düşeni almaya çalıştım. Sonuçta kıyas ehli'nin içine düştüğü anlaşmazlıkların, otuz kırk civarında çok az insanın kendisini kurtarabildiği bir girdap olduğunu anladım. [50] Bu engin vukufiyeti Hâris'in kritikçi yönünü zaafa uğratmamış, aksine o, gerekli elemeyi yaptıktan sonra eleğin üstünde azın azı dışında hiç bir şey kalmadığını görmüştü.
Bu arada Hâris, önemli bir noktaya dikkat çekmeyi de ihmal etmez; yukarıda alıntı yaptığımız satırları kaleme aldığı dönemde o, hâlâ bir adım ileri bir adım geri giden hadis ve fıkıh uleması ile aynı ortamı paylaşmaktaydı.
Yaşadığı döneme ilişkin düşüncelerine gelince: Aşağıdaki paragraf Hâris'in kendi dönemine ilişkin düşüncelerine açıklık getirmektedir:
Çağımızı, bizim kendi durumumuzu uzun uzun düşündüm. Çok çetin bir dönemden geçtiğimizi anladım. Bu çağın, iman esaslarının değişime uğradığı, islâmî dokunun çözüldüğü, dinî belirtilerin değiştiği, sınırların çiğnendiği, hakkın ortadan kalkıp haklının helak olduğu, batılın yüceldiği, batıl ehlinin sayıca arttığı bir çağ olduğunu gördüm; akıl sahiplerini hayretler içinde bırakan fitneler gördüm; galip bir heva ve hevese, sırnaşık, köpekleşmiş bir düşmana, düşünme yetisini yitirmiş, riyakar ve ahireti unutmuş bir seçkinler topluluğuna tanık oldum; bizim çağımızda insanların davranış ve iç alemleri ile önceki kuşaklarınki tamamen çelişiktir.[51]
Özetlemek gerekirse Hâris bu dönemin; Hz. Peygamber'in: "İslâm garip geldi, garip olarak dönecektir" hadisi ile anlattığı dönem olduğunu düşünüyordu.
Büyük ihtimalle Haris bu son paragrafta el-Emin ile el-Me'mun arasındaki fitne ile el-Me'mun'un Mutezile mezhebine yönelmesine atıfta bulunmakta, "önceki kuşakların durumu ve iç-alemleri" ifadesi ile de bu konuda hadisçilerden neler aldığına ilişkin bize nefis bir örnek sunmaktadır. Bir sonraki paragrafın ise el-Me'mun ile birlikte düşünce aleminin tamamen Mutezile'nin kontrolüne girdiğini anlatmak istediğine kesin olarak inanabiliriz. Paragrafı birlikte okuyalım:
Hz. Peygamber'den gelen bir rivayet şöyledir: "Bir dönem gelecek, o dönemde insanlardan dine tutunanlar kor ateş tutan biri gibi olacaklar".
Yine Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuştur: "İnsanların sünnetimden yüz çevirdiği bir dönemde sünnetime sarılanlara yüz şehit sevabı vardır".
Bize gelen bir habere göre -en doğrusunu Allah bilir- kişinin imanı çalınır da farkına bile varmaz.
Yine Rasûlullah, "Kişi evinden dini ile çıkar da din adına hiç bir şeyi olmaksızın döner" buyurmuşlardır...
Allah (c), o dönemde dünyayı gariplerden tamamen boşaltmamış olduğuna göre garipler Hz. Peygamber'in fırkasına, kurtuluşa eren fırkaya mensup olanlardır... Kullarına karşı son derece merhametli olan Allah (c) bana, gönüllerinde vera ve takva izleri bulunan ve dünyaya karşılık ahireti tercih eden garipler arasına katılmayı nasib etti.
Daha sonra Haris bu zümrenin niteliklerini ayrıntıları ile ortaya koymaktadır ki biz Hâris'in sıraladığı niteliklerden hareketle bu zümrenin sufiler olduğunda tereddüt etmeyiz. Muhâsibî'nin gariplerin vasıflarını sıralarken kullandığı üslup bize el-Münkız’ın önsözünde el-Gazali'nin kullandığı üslubu hatırlatmaktadır:
Onlar hidayet önderleridirler. Çile ve sıkıntıyı kabullenirler, kazaya rıza gösterirler. Nimetler karşısında sabırlı, Allah'ın dîni konusunda derin feraset sahibidirler (fukaha). Bid'atten, heva ve heveslerine esir olmaktan, dünyaya dalıp Allah'ı unutmaktan ve haddi aşmaktan sakınırlar. Tartışma ve riyadan hoşlanmaz, dedikodu, gıybet ve zulümden uzak dururlar. Heva ve heveslerine karşı çıkar ve kendilerini hesaba çekerler. Yiyecek ve giyecekleri şeylerde, her türlü hareket ve davranışlarında takva ölçülerini gözetir ve şüpheli şeylerden kaçınırlar. Kendilerine mubah kılınanın çok azı, ölmeyecek kadarlık bir gıda ile yetinirler. Gelecekten endişe ederler... Ahiret gerçeği ve diriliş saatine ilişkin (ilahî) haberlerin bilincindedirler... Bu onların sahip oldukları sürekli hüzün ve endişe halinin bir sonucudur. Dünya mutluluğu ve öteki dünya nimetleri karşısında tamamen ilgisizdirler.
Haris, el-Vasaya isimli eserinde sözünü ettiği örnek insanı kendi hayatında somutlaştırmaya çalışmış ve "nefsini hesaba çekmek, şüpheli gıdalardan ve şüpheden sakınmak, kaba giyecekleri tercih etmek" gibi niteliklerin takva sahipleri için ayırdedici özellikler olduğunu söylemiştir.
Bütün bunlar Muhâsibî'den dolayı bilinen ve Muhâsibî'nin kendileriyle şöhret kazandığı davranış biçimleridir.
Muhâsibî -üstad el-Gazalî- burada sözü kendi durumuna getirmekte ve şöyle devam etmektedir:
Ben onların mezheplerini beğenir, temel prensiplerinden yararlanır, ahlâk ve davranışlarını benimser, Allah'a (c) itaatlerine hayran kalırım; hiç bir şey onları yollarından döndüremez, hiç kimse onları olumsuz etkileyemez.... Allah (c) bana bir ilim kapısı açtı, bu kesin bilgi içimdeki şüpheleri dağıttı, ilahî lütuf beni aydınlattı, bu mezhebe mensup olup gereğince amel edenlerin kurtulacağını, karşı çıkanların ise yollarını kaybedeceklerini anladım, gönülden inandım, güvendim, bağlandım ve kendi iç-alemime çekildim, dinimi ve amellerimi bu bilgi ışığında temellendirdim. Bana lütfettiği bu bilgi için yüce Allah'a duacıyım.[52]
Tasavvufa intisab, nefis ile cihad ve kavuşma (vuslat)... Tasavvuf ehline göre hayat budur. Muhasibi içinden gelen sese kulak verip, tasavvuf ehlinin takva ve şüpheli şeylerden kaçınma gibi ana prensiplerini kendi hayatının vazgeçilmez ilkeleri olarak belirlemiş ve Allah'ın bir lütfü ve kendi basireti ile hiç kimsenin etkisinde kalmaksızın kendi seçkin kişiliği ve kritikçi yeteneği ile tasavvufa intisab etmiştir. [53]
[43] Tezkiratu'l-Evliya, s. 225-229. 24
[44] Murucu'z-Zeheb, c. 2/317.
[45] Murucu'z-Zeheb, c. 2/341 veya İbn'ül Verdî; Tetimmetü'l-Muhtasar, s. 218.
[46] Murucu'z-Zeheb, c. 2/342.
[47] Murucu'z-Zeheb, c. 2/356-363.
[48] ez-Zehebî; el-İber, 1/408.
[49] el-Mes'udî, el-Muruc, aynı sayfalar.
[50] en-Nasaih evi'l-Vasaya, s. 28, Bas. Ata.
[51] en-Nasaih evi'l-Vasaya, s, 33, Bas. Ata
[52] el-Vasaya ve'n-Nasaih, s. 31-32. 32
[53] Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 24-32