- Yıl 2009

Adsense kodları


Yıl 2009

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 19 June 2012, 04:02 pm GMT +0200
YIL 2009
Ali AYÇİL • 47. Sayı / DİĞER YAZILAR


Büyükbabam, yanı başındaki pencere önünden hiçbir yere oynatılmasına müsaade etmediği Grundig marka radyodan akşam haberlerini dinlerken, bir anda odanın içi garip bir sessizliğe boğuldu. Kabataslak hatırlayabildiğim çocukluğumun en berrak anlarından biridir o akşam. Haberlerde, Ruslar’ın Afganistan’a girdiği söyleniyordu. Yine ben ilk o akşam, bizden çok uzakta başka dünyaların da bulunduğunu, bu dünyalardan kimini kendimize yakın, kimini de uzak hissettiğimizi kavradım çocuk hâlimle. Demek yalnızca kendi evimiz, mahallemiz için değil, hiç tanımadığımız ötedeki insanlar için de sevinip üzülebiliyorduk. Büyüklerimiz, aslında her yaşanan olayda taraflardan birini tutuyor, ötekinin yenilgiye uğramasını istiyorlardı. Büyükbabamın ve annemin yüzüne oturan ifadeden, bizim Afganistan’ın yanında olduğumuzu anlamam hiç de güç değildi. Ninemin yüzünde belirgin bir ifade değişikliğine rastlayamadım; bana öyle geliyor ki o ölünceye kadar dünyayı da siyaseti de hiç ciddiye almadı. Kime canı sıkılsa, “kefen param hazır” der, keser atardı…

Afganistan işgalinin yaşandığı yıllarda Türkiye’nin bütün şehirlerinde kol gezen terör ve ardından gelen askerî darbe, çocukluk hafızamın elde kalan son izleridir. Afgan savaşçıların Ruslar’la vuruştuğu yıllarda artık yalnızca radyodan duymuyor, televizyondan da izleyebiliyorduk başka dünyalarda neler olup bittiğini. Günler, bir yandan kendi küçük dünyamızı yaşarken, öte yandan bizden daha büyük hâdiselere dikkat kesilmekle geçti. Sürekli nelerin olup bittiğini dinliyor, sürekli nelerin olup bittiğini izliyor ve hiç farkına varmadan bir kulak kabartıcıya, bir izleyiciye dönüşüyorduk. Siyasetin insanları hep dinç tutan bir yanının olduğunu ilk gençlik yıllarında kavradım. Demek biz yalnızca bir tarafı tutmuyorduk; tutuğumuz tarafı ateşli bir biçimde savunuyor, onun uğruna kavgaya bile girebiliyorduk. Kavga, nihayetinde bazı hayatların sonu demekti. Ama ölüm de tıpkı kavga gibi insanları daha fazla biliyor, içlerindeki mücadele arzusunu kızıştırıyordu. Ölen yeni öleceklere bir davetiye gönderiyordu sanki…

Halkın oğullarının halkın oğullarını vurduğu o kanlı günler bir gecede bitti: 12 Eylül 1980. Sanki taraf tutanlar, kızıştıranlar, adres gösterenler, örgütlere ayrılanlar ve oyuna gelenler kendileri değilmiş gibi, pişkinlikle, koca bir halk kurtarıcısını alkışlamaya başladı. Kurnazcaydı bu elbette. İnsanlar içten içe yine bir tarafı tutuyor, asıl cezalandırılması gerekenin, asıl ipe çekilmesi icap edenin öbür tarafın oğulları olduğuna inanıyordu. Yıllar sonra bu durumu düşündüğümde, yeni bir hakîkati daha keşfedecektim. Ahalinin taraflara bölünmüş olması, muktedirlerin bir arzusuydu. İçimizde, başka birileri tarafından yok edilme korkusu taşımadıkça, bir kurtarıcıya da o oranda az ihtiyaç duyuyorduk çünkü. İşin garibi, kurtarıcı hâdiselere müdahale ettiğinde, gerçekte kimin tarafını tutuğu, kimi kimden kurtardığı asla belli olmuyordu. Eğer taraflardan birini daha fazla hırpalamışsa, hırpalanan, kurtarıcının karşı tarafın yanında olduğu kanaatine kapılıyordu. Vahim olan da buydu: Çünkü kendinden başka bir tarafı yoktu onun…

Ölüm oyunu kentleri terk etti sonra. Sokak aralarında, basit kumpaslar, kahvehane taramaları olarak kendini ortaya koymaktan usandı belli ki! Dağları mekân tuttu. Başlangıçta abartılacak gibi değildi dağlardan gelen haberler. Ölümlerden, olağanüstü hâllerden, sıkıyönetimlerden uzak kaldığımız birkaç yıl içinde dinlenmeye çekilmiş, kansız siyasetin taraftarları olmuştuk. Türkiye yavaş yavaş siyah beyaz günlerden çıkıyor, radyolardan, gazetelerden, tek kanallı televizyondan az buçuk haberdar olduğu büyük dünyanın esaslı bir parçası hâline geliyordu. Artık kaçak Marlboro içmeye gerek yoktu; sınırlar yumuşamış, ecnebi mamulleri tezgâhları doldurmaya başlamıştı. Aynı anda iki hayatın birden boy atacağını kimse düşünemezdi o yıllarda, ama öyle oldu. Bir taraftan dağlardan gelen ölüm haberleri, öbür yandan renkli dünyamızın eğlencesi büyüdükçe büyüdü. Şimdi hem taraf tutuyor, cenazelerin ardı sıra kuyruklar oluşturuyor, acılar içinde kıvranıyorduk hem de yas günlerimiz biter bitmez kendimizi dizilere, şölenlere, eğlencelere kaptırıyorduk. Yaşadığımız her dönemde, günlerin siyaseti kendine göreydi nihayetinde. Sonunda ölüm ve şölen günlerine geldik. Garip olan yalnızca bu değildi elbette. Bundan da garibi, ölüm ve eğlencenin birbirini dengeleyerek ömürlerini uzatabilme kabiliyetiydi. Yüzümüzü ölümlere döndüğümüzde biraz ciddileşiyor, bu ciddiyetten bıktığımızda hemen eğlenmeye başlıyorduk. Nihayet yeni hayatımızın adı oldu “ölüm ve eğlence” : Yıl 2009.