- Yenilenme

Adsense kodları


Yenilenme

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Wed 24 March 2010, 05:02 pm GMT +0200
Kendini Yenileme İhtiyacı 

Bir canlının doğumu, sperm ve yumurtanın varlığına, bunların döllenmesine,
çoğalmasına ve gelişmesine bağlıdır. Doğduktan sonra da büyümeye ve gelişmeye devam eden canlı sistemde, bazı hücreler sürekli çoğalırken, bazıları ölür, bazıları da farklılaşır. Aksi takdirde, sistemin canlılığını devam ettirmesi mümkün değildir. Aynen öyle de, bir toplumun hayatında benzer hadiseler ve süreçler kaçınılmazdır: Büyüme, gelişme, kokuşma, çürüme, ölüm ve yenilenmeler birbirini takip eder. Sürekli yenilenen bir toplum veya kurum, bir bahçe, bir orman veya bir göl gibi bir ekolojik sistem bütünüdür.

Çürüyen bir toplumda çürümeye rağmen son derece canlı ve büyüyen unsurlar bulunabilir. Bazı insanlar bu canlı unsurlara bakarak, her şeyin iyi olduğu inancını da taşıyabilir. Ne var ki, çürüyen parçalara müdahale edilmez ve çürümeyi önleyici gerekli tedbirler belli bir zaman dilimi içinde bütün sistem çökebilir.

Bugün, Türkiye iç ve dış olaylar itibariyle tarihinin en önemli değişimlerinden birini yaşamaktadır. Değişim sürecindeki Türk toplumunun kalkınmasını veya kokuşmasını hızlandıran veya engelleyen faktörler, fertlerin ve kurum hayatında tesirlerini, çok karmaşık ilişkiler içerisinde ortaya koymaktadır.

Tarih, bir dev r-i daimler manzumesidir. Arkeologlar, eski bir uygarlığı kazılarla ortaya çıkardıklarında zihinlerde şu soru belirir : “Toplumlar niçin çökerler? Şimdi sıra bizde mi veya sıra bize de gelecek mi?” Çürümeye karşı oldukça bağışıklık kazanmış, kendini sürekli yenileyebilen bir toplumun var olduğunu kabul edelim. Acaba böyle bir toplumu çürümeye ve kokuşmaya karşı koruyan bağışıklık sisteminin elemanları neler olabilir? Fertlerin, kurumların, toplumların, medeniyetlerin ömrünü uzatan veya kısaltan sebepler nelerdir?

Ekosisteme benzer şekilde sürekli yenilenen bir toplum oluşturabilmek için, “Teşhis edilen hastalığı nasıl tedavi edebiliriz?” sorusunun yanında, “Teşhis edilebilen mevcut sosyal hastalıklardan yola çıkarak, bunların gerçek sebeplerine inip hasta olmadan kendini yenileyebilecek bir sistemi ne şekilde kurabiliriz?” noktasından işe başlanmalıdır.

Her nesil yaşadığı toplumun değerlerini yeniden yorumlamak ve sahip çıkmak zorunda olduğu için, Türkiye’nin bugün yaşadığı ciddi meselelerden biri, ferdin inandığı, önem verdiği değerlere sahip çıkmaması, onların aşınması karşısında tavır koymamasıdır. Bir toplumun ilerlemesine ya da gerilemesine sebep olan değişim gel-gitleri, yaşadığımız günlük olaylar girdabının çok derinlerinde vücut bulur. Gazetelerin sürmanşet başlıkları bu değişim dalgasının köpüklerini oluşturur. Bugün Türk insanı, üzerindeki uyuşukluğu ve tembelliği atmak istiyorsa, öncelikle aşağıdaki soruların cevabını bulmak zorundadır:

İnsanlarımızı alternatifli düşünmekten alıkoyan alışkanlıklarımız nelerdir? Bunlar nasıl giderilebilir? Eğitim ve öğretim sistemimiz, yenilikçi ve problem çözme kabiliyetini artırıcı bir yapıya nasıl dönüştürülebilir? Hatalara ve yanlış yapmaya niçin toleranslı değiliz? Türk insanı niçin doğrudan temasta olmadığı insanlara daha kolay tolerans ve hoşgörü gösterirken, kendi yakın çevresindeki ve grubundaki insanlara tolerans ve hoşgörü göstermede zorlanıyor? Neden bir işin nasıl yapıldığına, o işin niçin yapılıp yapılmadığından daha çok önem veririz? Toplumu sade, esnek ve kolay yönetilebilen bir sistemden, ayrıntıya, katılığa, tembelliğe ve yolsuzluğa götüren bürokrasiyle nasıl başa çıkılacaktır? Bunlar gibi bir yığın soruya yol açan temel meseleleri toplumdaki miskinliği, bağnazlığı, vurdumduymazlığı azaltmak oldukça zordur. Çünkü meseleler çözülemez, ancak onlara yol açan sebepler giderilebilir. Sebeplerin de ne kadar köküne inersek o kadar köklü çözümlere ulaşabiliriz.

YENİLİKLER KARŞISINDA TOPLUMUN DUYARSIZLIĞI

Pek çok kimse, yeniliği, mevcut sistemi paramparça eden yıkıcı bir güç olarak görür. Aksine, toplumlardaki mevcut sistemi tehlikeye sokan müsbet mânâda yenilikler değil, temel maddelerin kıtlığı, hastalıklar, komşu toplumların düşmanlığı, daha üstün teknolojiler karşısında rekabet gücünü kaybetme, içten çürüme gibi her zaman karşılaşılagelen sıkıntılardır. Unutulmamalıdır ki, hızla değişen bir dünyada, bugün için geçerli olan üretim ve çözüm yollarının yarın modası geçebilir ve bugün dengede olan sistemler yarın tepetaklak gidebilir. Bu gibi durumlarda ciddi buluşlar ve yenilikler, can çekişen bir sistemin yaşama şansını artırıcı rol oynayabilir. Ancak ne var ki, bugün var olan birçok yemliği ve buluşu insanlara kabul ettirme ve kullandırtma çok kolay değildir.

İnsanın yenilikleri kabul etme psikolojisi, çoğu zaman bir kriz veya musibet sonrası canlanmaktadır. Bu konuda anlatılan ilginç bir hikâye vardır: Büyük bir kasırganın gelmekte olduğunu hisseden biri, şehrin alarmını çalar. Ancak büyük ve hareketli bir şehir hayatında çeşitli gürültüler arasında bu alarmı duymak imkânsız olduğu için, alarm verildiğinde çok kimseden tepki gelmez. Afeti önceden bildiren kişi, afetin gelmekte olduğunda ısrar ettiğinde münasebetsiz bir insan olarak görülür ve susturulur. Sonra bir gün gerçekten bir kasırga olur. Bu uyarılara kulak asmayan vatandaşlar pencereye koşarak başlarını dışarı çıkarırlar ve bağırırlar: “Neden birisi bize bunları daha önce bildirmedi?”

Acaba kaçımız, günlük hayatın koşuşturması ve medyatik gürültü içinde, yeni fikirleri, filizleri ve geleceğimizi biçimlendirecek hususları gerçekten fark edebiliyoruz?

Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, köklü bir işletmenin iflasa sürüklenmesi ile bir devlet kuruluşunun kendi kırtasiyeciliği içinde yavaş yavaş boğulması gibi olaylar arasında tahmin edilenden çok daha fazla bir benzerlik vardır. Her iş adamı, bazı firmaların belirli iş fırsatları için tetikte olduğunu bilir. Her üniversite rektörü, bazı akademik bölümlerin olağanüstü bir canlılık içinde olduğunun ve bazılarının da uykuya daldığının farkındadır. Toplumdaki uyur-gezer insanların yüksekliği ve değişimleri geciktirme kapasiteleri, toplumdaki eleştirmenlerin rolünü daha da önemli kılmaktadır. Toplumların canlılığı, temelde fertlerin ve kurumların canlılığına bağlıdır. Bir toplumda, bireyler ve kurumlar canlılıklarını kaybetmeye başladığı anda çürüme de başlar.

YENİLEŞMEYE VE GELİŞMEYE KARŞI NİÇİN DUYARSIZLIK?

Pek çok insan daha üniversiteyi bitirmeden, mesleki veya manevi alanlarda öğrenmeyi bırakır. Bazıları, 25 veya 30 yaşlarında politik ve ekonomik konularda değişmez kalıplaşmış görüşler ve bakış açıları edinirler. 35 yaşına geldiklerinde ise, önemli bir konuda yeni kabiliyetler veya bilgi edinme arzularını kaybederler. Diğer bir deyişle, genel olarak yaş ilerledikçe, hayatta ilgi duyulan konuların alanı daralır ve çeşitliliği giderek azalır. Eğilebileceğimiz ve katkıda bulunabileceğimiz konular içinden yalnızca birkaçı üzerinde dururuz. Kendimizi değişmeyen bir ilişkiler ağının içine hapsederiz. İşleri yaparken de belirli tarzlar geliştiririz. Yıllar geçtikçe yakın çevremizi daha az bir dikkatle algılar hale geliriz. Her gün gördüğümüz insan yüzlerini ve çevreyi eskisi gibi dikkatlice inceleme alışkanlığını kaybeder, kendimizi ülfetin dört duvarı arasına hapsederiz. Bu dört duvarın içinden kurtulmadıkça mahkûm ve mahpus bulunduğumuzun farkına bile varamayız. Oturduğumuz yörede zamanla etrafımıza karşı bir alışkanlık ve bıkkınlık meydana gelir. Onun için seyahat etme ihtiyacı duyarız. Seyahat, çocuklarınkine benzer şekilde farkları fark etme becerimizi kısmen bize yeniden kazandırır. Evlilik, yeni bir şehre göç ve iş değiştirme gibi büyük değişiklikler, alıştığımız kalıpları bozarak etrafımıza ördüğümüz ağın bizi ne denli hapsettiğini farketmemize yardımcı olur. Ayrıca savaşlar, büyük afetler ve musibetler kendimizi hapsettiğimiz kalıpların kolayca kırılmasını sağlar. Böyle bir çözüm çok pahalı olmasına rağmen, oldukça kesin, cevap verici bir durumdur. Ağır musibetlere ve yenilgilere maruz kalma, çok kere toplumda yenilenme ihtiyacı doğurur. Fakat bu, musibet isteme veya bekleme olarak anlaşılmamalıdır.

Bazı insanlar, orta yaşa ulaştıklarında neden katılaşma veya mumyalaşma sürecine girme eğilimindedirler? Çünkü sürekli genç kalma, kendini yenileme ve hayat boyu öğrenme becerisini devam ettirme o kadar güçtür ki, pek çok insan bunu gerçekleştirecek enerjiyi kendinde ve sosyal çevresinde bulamaz. Veya kendini ve bilgilerini yenilemede bilgilerinin yetersiz olduğuna inandığı için kendine karşı güveni yoktur. Sonuçta, binbir emek harcayarak ve uzmanlaşarak inşa ettiği ferdi zihin hapishanesinde, gelişemez ve kendini yenileyemez.

Bir toplumun kendini yenileme kabiliyeti, o toplumdaki fertlerin sosyal enerjisine, amaçlarına ve ideallerine bağlıdır. Yeniliğe ve gelişmeye açık bir toplumu ancak bu özelliklere sahip fertler ortaya çıkarabilir. Büyüme, çürüme ve yenilenme sürecini analiz ederken, kurumların ve geleneklerin sürekliliği ile değişmelerine aynı ağırlığı vermek gerekir. Diğer yandan değişme, bir merkeze bağlı olarak gerçekleşmelidir. Çünkü toplumların ve kurumların istikrarı, ancak merkezi noktası bulunan sürekli ve planlı bir değişimle sağlanabilir.

Fert mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez. Toplumlar da öyledir. Tarihte her zaman geleceğe yönelik tutumlarıyla yenileşme sürecine destek veren ya da bu süreci engellemeye çalışan fertler ve toplumlar olmuştur. Bazı kişiler ve toplumlar ilerisini düşünüp, zihinlerinde sürekli olarak geleceği tasarlarken, diğerleri geçmişe gömülüp, antik ilgilerin peşine düşmüşlerdir. İlk gruptaki insanlar, ileride ne olacaklarının heyecanını yaşarken, sonrakiler, ne olduklarının gururu içensindedirler. Öncekiler her günün getirdiği yeniliklerle büyülenirken, geçmişe saplanıp kalanlar, her şeyi görmüş olduklarını ve bu yeniliklerin geçmişte var olduğunu veya başarıldığını düşünürler. Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir toplum, geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar. Dünyanın her yerinde gelecek ufku olmayan toplumların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir toplum kendisini yenileyemez.

Dr.Selim Aydın